05 Temmuz 2019

Gene Sharp: Solu Fikirleriyle Baştan Çıkartan Soğuk Savaş Aydını

Marcie Smith Söyleşisi

Branko Marcetic
30 Haziran 2019


Gene Sharp, herkesin pek bildiği bir isim değil, ama aramızdan ayrılmış olan bu düşünürün şiddet dışı eylem ile ilgili fikirlerinin ABD ve dünya genelinde ortaya çıkmış protesto hareketlerine nüfuz ettiğini söylemek gerek. Her ne kadar ismi Gandi ve Martin Luther King gibi muhalif isimlerle birlikte anılsa da Gene Sharp, esasen müesses nizama karşı çıkan bir isim değil. Onlarca yıl Harvard’daki Uluslararası İlişkiler Merkezi’nde görev yapan Sharp, ABD savunma bakanlığının önemli kurumlarında çalışan aydınlarla sıkı bir ilişki içerisinde olmuştur. Doğalında şu soruyu sormak lazım: Soğuk Savaş’ı militan bir tarzda savunmuş olan böylesi bir isim, Venezuela’dan Ortadoğu’ya birçok protesto hareketini nasıl etkileyebilmiştir?

Geçen ay Nonsite sitesinde yayınlanan makalesinde John Jay Koleji’nden Marcie Smith, araştırmasına ait bazı bulguları Sharp’ın hayatı ve çalışmaları bağlamında aktarıyor. Yazarın ortaya koyduğu biçimiyle Sharp, “ABD’nin ürettiği, Soğuk Savaş’ı savunan en önemli aydınlardan birisidir.” Bu, Sharp’ın fikirlerinden etkilenmiş olan bazı isimleri şaşırtacak bir gerçekliktir. Jacobin’de Branko Marcetic’e verdiği röportajda Smith, makalesi üzerinden ilerliyor, Sharp’ın hayatından ve kariyerinden bahsediyor, onun devletle alakalı neoliberal fikirlerin Amerikan solunun fikri dünyasına aktarılmasına nasıl katkı sunduğunu anlatıyor.

* * *

 

Röportajımıza Gene Sharp’ın kim olduğuna, neden önemli bir sima olarak görüldüğüne dair bir açıklamayla başlayalım. Neden ilk planda Sharp’ın kariyerine odaklandınız?

Politico’da, Gene Sharp’ın ismini hiç işitmediğiniz en önemli Amerikalı politik sima olduğu söylenmiş. Bence bu, gayet makul bir değerlendirme. 2018 yılının başlarında ölen siyaset bilimci Gene Sharp, kariyeri boyunca politik bir aygıt olarak pasif direnişinin, şiddet dışı eylem pratiklerinin dinamikleriyle ilgili kalem oynatmış bir isimdir. Google’da bir arama yaptığınızda, onun ile alakalı yazıların sayısının Gandi ve Martin Luther King Jr. ile alakalı yazıların sayısına ulaştığını görürsünüz. Kendisi birkaç kez Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildi. Bilhassa öldükten sonra hâkim söylem üzre hareket eden ortamlarda Sharp’ın kutsallaştırıldığına, aziz mertebesine çıkartıldığına tanık oluyorsunuz. Bu noktada BBC’ye, New York Times’a ve Washington Post’a, ayrıca Waging Nonviolence ve başka solcu ortamlara baktığınızda Sharp’ın ismi ön plana çıkıyor ve kendisi, tek bir satır şerh düşmeksizin, dünya genelinde halk hareketlerinin bir kahramanı ve solun dostu olarak takdim ediliyor.

2006’dan 2016-2017 yılına dek ABD’deki iklim hareketi içerisinde yer aldım. Ayrıca beynelmilel iklim hareketi içerisinde bir süre çalıştım. Üç dört yıl önce hareketin içerisinde tuhaf, harekete has bazı sorunlar gözlemlemeye başladım. Bu anlam veremediğim sorunlar üzerine söz konusu araştırmaya giriştim. Bu araştırma kapsamında bahsi geçen hareket içerisinde dolaşıma sokulan, zerre eleştirilmeyen veya şüpheyle yaklaşılmayan bazı aydınlara ve kitaplara eleştirel bir bakış geliştirmeye çalıştım. Örgütlenme ile alakalı olan bu el kitaplarının büyük bölümü apolitik çalışmalardı aslında. Bağrından neşet ettikleri net bir ideolojiden söz edemiyordunuz. Esasında “ideoloji” kötü bir kelime olarak görülüyordu. İşte böyle bir ortamda Gene Sharp, birçok kez karşıma çıkan aydınlardan biriydi. Sharp hakkında çok şey okudum. Kitaplarını inceledim. Sonuçta onun ABD’deki protesto hareketlerinin ve beynelmilel protesto hareketlerinin merkezinde olduğunu görünce çok şaşırdım.

İki buçuk yıl boyunca Sharp’ı inceledim, kitaplarını okudum. Velut bir yazardı. Benim onunla ilgili argümanım üçayak üzerinde duruyor aslında: bence Sharp, bugünün Gandi’si olarak kabul görüyor, oysa o, ABD’nin ürettiği, Soğuk Savaş’ı savunan en önemli aydınlardan birisi. Sharp, bence nükleer stratejisti Thomas Schelling gibi isimlerle birlikte ele alınıp değerlendirilmeli. Bilindiği üzere Schelling, Sharp’ın akıl hocası, hatta Sharp’ı Harvard’daki Uluslararası İlişkiler Merkezi’ne getiren de o. İkinci ayakta, Sharp’ın devletin dönüşümünü ilk ele alan neoliberal teorisyenlerden biri olarak ele alınması gerektiğine dair tespitim duruyor. Sharp, reel politiği bir tür duygu olarak benimsemiş olsa da, önemli çalışmalarında dilini bu duygu tayin ediyorsa da Sharp’ın birçok Soğuk Savaş destekçisi gibi dünyaya iyi-kötü ayrımı üzerinden baktığını, düşüncesini bu bakışın biçimlendirdiğini söylemem lazım. Tabii şunu da söylemek gerek: Sharp açısından kötü, esasen totaliter diktatörde bedenlenmiş olan bir olgu.

Fakat kitaplarına daha yakından baktığımızda Sharp, sadece diktatörlere değil, daha geniş mânâda “merkezî devlet”e de suçlamalar yöneltiyor. Onun kanaatine göre bu merkezîleşmiş devlet, modern dünyada şiddetin ana kaynağı ve taşıyıcısı. Zulmü, soykırımı ve savaşı üreten o. Oysa “merkezî devlet” açısından dünya bu kadar şiddete meyilli olmamalı. Peki Sharp’a göre, bu “merkezî devlet”in ayırt edici özellikleri neler? Yeni Mutabakat [“New Deal”] devletinin yeniden dağıtımı esas alan, solun da benimsediği ekonomik düzenleme ve kilit sektörlerde kamu mülkiyeti. Sharp, “merkezî bir devlet”te ekonominin hükümet kontrolünde olması üzerinde duruyor. Buradan devletin merkezsizleşmesini talep ediyor. Merkezsizleşmenin ABD solunun da benimsediği ortak bir slogan hâlini aldığını söylemek lazım. Sharp, devletin ifa ettiği önemli görevleri “devlet dışı” yapılara devretmek istiyor. Dolaylı olarak da Sharp, esasen merkezsizleşmiş devletin daha az şiddet üreteceğini düşünüyor. Daha da ileri giderek, şiddet dışı eylem politikasının, pasif direnişlerin bir diktatörü nasıl devireceği ile ilgili teorilerinin devlet iktidarının dağılması (Sharp “dağılma” kelimesini kullanıyor) veya “merkezsizleşmesi” noktasında işe yarayacağından bahsediyor. Kitaplarında birçok kez devletin “merkezsizleşmesi”nin Sharp’ın yöntemini kullanan, Sovyetler Birliği, Yugoslavya gibi yerlerde yaşanan şiddet dışı devrimlerin, ayrıca Gürcüstan ve Ukrayna’da gerçekleşen renkli devrimlerin bir sonucu olduğunu söylüyor. Burada yazar, esasen bizim “neoliberalizm” dediğimiz, ekonomik serbestleşmeden bahsediyor.

Buradan argümanımın dayandığı üçüncü ayağa ulaşıyorum. Bence Sharp, Soğuk Savaş’ın son aşamalarından 2000’lere dek uzanan süreçte anti-komünist hareketlere hizmet eden bir bilge olarak görülmeli. Sharp, ABD devletine ülke dışında yürütülecek anti-komünist çalışmalar konusunda protesto sanatını öneren isim. Bence bu gerçeği anlamayan, Sharp’ı asla anlayamaz. Örneğin Sharp ve arkadaşları, sahada Baltık ülkelerindeki ayrılıkçı hareketlere danışmanlık hizmeti sunuyorlar. Baltık ülkelerinde ve Rusya’da Sovyetler’in dağılmasından bir gün önce eylemcilerle birlikte çalışma yürütüp, onlara akıl hocalığı yapıyorlar. Benzer faaliyetlere Yugoslavya’da da giriştiklerini görüyoruz: Sharp ve kendisinin dünya genelinde şiddet dışı eylem pratiğini yayıp geliştirme işini üstlenmiş olan Albert Einstein Enstitüsü, Yugoslavya’da Gürcüstan’da, Ukrayna’da, Arap Baharı’nda ve Venezuela’da faaliyet yürütecek insanları eğiten kişilere eğitimler veriyor. Bahsi geçen enstitü, Ulusal Demokrasi Vakfı ve bağlı kuruluşlarla birlikte çalışmalar yürütüyor.

Sharp’a göre, ABD’nin Soğuk Savaş politikası aslında iyi bir politikaydı. Dolayısıyla onun Henry Kissinger gibi isimlere ev sahipliği yapan bir merkezde Thomas Schelling’le çalışmış olması, asla tesadüf değil. Zira Sharp, şu türden laflar sarf eden biri:

“Ben, ABD’nin anti-komünist ajandasını kabul ediyorum. Sadece bu ajandanın şiddet araçlarına karşı şiddet dışı araçlarla geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bence şiddet dışı eylemler, şiddetin komünizmi yenme noktasında göstereceği etkiden daha fazla etkiye sahip olacaktır.”

Gördüğümüz kadarıyla Sharp, haklı çıktı. SSCB dağıldı. Sosyalizmin Doğu Avrupa’daki izleri renkli devrimlerle büyük ölçüde silindi, Yugoslavya yıkıldı ve tüm bunlar büyük ölçüde şiddete başvurulmadan gerçekleştirildi. Şaşırtıcı olan şu ki ABD solunun önemli bölümü gelişmeleri sevinçle karşıladı, bu gelişmelerin halk sağlığı hizmetlerinin yok oluşunu, herkese barınma imkânı sunulmasını öngören politikanın ortadan kalkmasını, sendikaların bitişini, tasarruf tedbirleriyle birlikte güvenliğin sert önlemlerle sağlanmaya çalışılmasına dönük adımları ifade ettiğini anlamadı. Bugün olan biteni anlamak şart.

Sharp’ın tüm kariyeri, emperyalizmin stratejisi konusunda önemli şeyler söylüyor. Mesela işçiler, ABD’nin kendi sınıfsal çıkarlarını şiddete başvurmadan ilerletmesini kutlamalarla mı karşılamalı? Bence birçok Sharpçı böyle düşünüyor. Sharp, bize protestoların nasıl kullanılacağı konusunda çok şeyler söylüyor, ama aynı zamanda o protestoların nasıl suiistimal edileceğinden de bahsediyor. Bu yaklaşımla sıklıkla karşılaşıyoruz. Sokak gösterilerinde kendisini haklı gören, istediğinin verilmesi gerektiğini düşünen kişilere çokça rastlıyoruz.

Bu, bir miktar Venezuela’da karşımıza çıkan bir durum. Bu ülkede Maduro ve Chavez destekçilerine karşı hoşnutsuzluklarını ortaya koyan, ama aynı zamanda sağcı olan bir halk hareketi söz konusu. Her şey iç içe geçiyor. Dolayısıyla dışarıdan bakanların bu ülkede yaşananları anlaması güçleşiyor.

Evet, bu şablon karşımıza rejim değişikliğine dönük operasyonlarda sıklıkla çıkıyor. Venezuela’da halkın öfkeli olmak için kimi haklı sebepleri elbette ki vardır. Ama öte yandan bugün Maduro’nun çözmeye çalıştığı sorunların önemli bir kısmı, onun eseri değil. Amerikan kamuoyu da kendi idarecilerine karşı öfkeli ve bu insanların sayısı epey fazla. Ama iç siyasetimize uluslararası güçlerin müdahale etmesini istemeyiz. Bence bu hususun üzerinde durulması gerekiyor. Sovyetler ve Yugoslavya gibi yerler konusunda bir şeyler söylememizin sebebi burada. Sadece diktatörlükten kurtulmak isteyen halk hareketlerinden bahsedemeyiz, ayrıca ABD ve müttefiklerinin çıkarlarının bulunduğu yerler, buralarda oluşan jeostratejik çelişkilerden de bahsetmeli, ABD ve müttefiklerinin kesintisiz neoliberalleşme dışında bir şey istemedikleri üzerinde durmalıyız. Neoliberalleşme ise tasarruf tedbirleri, özelleştirmeler, serbest ticaret bölgelerinin oluşturulması, genel anlamda ortalama insanın yaşam standardının dibe vurması demek.

Maduro rejimini, Miloseviç rejimini veya Sovyet liderlerini eleştirme konusunda insanların kimi gerekçeleri elbette ki olabilir, ama mesele, bu değil. Asıl sorulması gereken şu: Buralara ABD neden müdahale ediyor, amacı ne? “Maduro diktatördür” lafı, bir analizin ürünü değil zira.

Makalende Sharp’ın şiddet tanımından biraz olsun bahsetmişsin. Sharp şiddeti nasıl tanımlıyor, bu tanım onun siyaset felsefesini nasıl etkiliyor, bu felsefeyi aksettiren bir yanı var mı?

Kariyerinin sonlarında Sharp şiddeti “doğrudan yaralama cezası” olarak tarif ediyor ki burada “doğrudan” kelimesinin çok önemli olduğunu belirtmek lazım. Buna göre dolaylı yaralama şiddet dışı bir eylem, doğal bir yöntem. Bu noktada “serbest piyasa”nın her yerde insafa sığmayan, ama dolaylı olan yaralar açtığını söylemek gerek. Yoksulluk ve sömürü dolaylı yaralama biçimleri, ama Sharp bunları şiddetten saymıyor. Dolayısıyla bunları uygun birer olgu olarak kabul ediyor.

Yaptırımlar konusunda da aynı şeyi söylemek mümkün. Sharp’a göre yaptırımlar, şiddet düzleminde kabul edilmesi için gereken dolaysızlığa sahip değil. Öte yandan Sharp’ın yaptırımların ilk teorisyenlerinden biri olduğunu söyleyelim. Harvard’daki Uluslararası İlişkiler Merkezi’nde çalıştığı enstitüde yaptırımların kullanım yollarını inceleyen, Çatışma Süreçlerinde ve Savunma Aşamasında Şiddet Dışı Yaptırımlar Programı’nı başlatıyor. Program, Reagan’ın “rejim değişikliği” temelli dış siyasetinin başladığı 1983 yılında yürürlüğe giriyor. Aynı yıl Sharp, kendi merkezinin başına geçiyor, bir yandan da dünya genelinde bilhassa “demokrasiyi geliştirme” iddiasındaki mücadeleler dâhilinde, şiddet dışı eylemlere destek verecek devlete ait bir STK olarak işletilen Albert Einstein Enstitüsü’nü kuruyor.

O döneme geri dönüp baktığımızda, ülke içinde direksiyonun neoliberalizme kırıldığına, ama aynı zamanda rejim değişikliği temelli dış siyaset dâhilinde komünizmle daha fazla saldırıyı öngören yüzleşme pratiklerine tanık oluyoruz. Sharp, yaptırımlar ile ilgili fikri, işte bu rejim değişikliği siyaseti bağlamında gündeme getirip reklâmını yapıyor. Nükleer stratejisi konusunda kendisine akıl hocalığı yapmış olan Thomas Schelling, Sharp’ın yaptırımlar programının oluşturulduğu dönemde Harvard Üniversitesi’nin bu alanı resmiyette meşru bir çalışma olarak kabul ettiğini söylüyor. Pek bilinmeyen bu enstitü, Sharp’ın kurduğu, önemli gelişmelere yol açmış bir kurum.

Sharp’ın siyaset felsefesi, hareketlerin yürüttüğü devrim mücadelesinin temelsiz hâle getirilmesine nasıl katkı sundu?

Kimi zaman Gene Sharp’a şiddet dışı eylemliliğin Makyavelli’si deniliyor. Bence cuk oturan bu yakıştırma, tersten doğru. Makyavelli, esas olarak iktidarın nasıl güçlendirileceği, nasıl sürdürüleceği ve politik rejime dönük rızanın nasıl inşa edileceği soruları üzerinde dururken Sharp, tüm hükümetleri ayakta tutan, esasında tüm politik projeleri yaşar kılan müşterek iradenin ve ortak bağlılığın nasıl dağıtılacağı sorusuyla ilgileniyor.

Üç ciltlik başyapıtı The Politics of Nonviolent Action [“Şiddet Dışı Eylemliliğin Siyaseti”] isimli çalışmasında Sharp, dövüş tarzından bahsediyor ve bu tarzı “politik Japon güreşi” olarak adlandırıyor. Bu, esasen ister diktatör isterse demokratik yollardan seçilmiş tüm hükümetleri yıkma becerisine sahip bir silâh sistemini, bir toplumsal yıkım aygıtını ifade ediyor. Bu noktada mesele, rejimin meşruiyetine ait kaynaklarına saldırmak, rejimi şiddet araçlarına başvurmak suretiyle intikam eylemlerine yöneltmek ve onun dayandığı, şiddete kaynaklık eden gücü ifşa etmektir.

Max Weber’e göre devlet, meşru güç kullanımı konusunda tekele sahip olan teşkilâttır. Sovyetler öncesinde burjuva mülkiyet ilişkilerinin yeniden tesis edilmesini isteyen insanları içeren, Baltık ülkelerinde ayrılıkçı ayaklanma peşinde koşarsanız doğaldır ki Gorbaçev bölgeye tanklarını konuşlandırıp ayaklanmayı bastırmaya çalışacaktır. Bu noktada Abraham Lincoln’ün de gerici mülkiyet ilişkilerini yeniden tesis etmek için uğraşan ayrılıkçı hareket olarak Güney’deki ayrılıkçı hareketi ezmek için güç kullandığını hatırda tutalım. Dolayısıyla ben esasında, Sovyet yurttaşlarının büyük çoğunluğunun destek verdiği Sovyetler Birliği’ni koruma noktasında Gorbaçev gibi birinin hareketinin gayrimeşru olduğunu, ama öte yandan merkezî devlete karşı çıktığını ve şiddet dışı hareket ettiğini söyleyen Sharpçı hareketlerin zihinlerde hâkim kıldıkları hikâyeyi tartışılır hâle getirmeye çalışıyorum. O dönemde anketler, Sovyet yurttaşlarının az çok serbestleşmiş bir ekonomiyi ve politik özgürlüklerin artmasını istediğini, ama Sovyetler Birliği’nin tümüyle dağılmasını istemediğini ortaya koyuyordu.

Dolayısıyla Sharp’ın siyaset felsefesinin Baltık ülkeleri gibi yerlerde politik devrimi temelsiz kıldığından pek emin değilim. Bilâkis, bana kalırsa, söz konusu hareketlerin Sharp’ın fikirlerini kullanması, o hareketlerin siyaset felsefesini ortaya koyuyor. Burada herhangi bir tutarsızlık yok.

Bunları söylerken ben, Sharp’ı en önemli siyaset felsefecisi olarak görüp hedeflerini Sharp fikriyatına uyduran sol hareketlerin başlarının derde gireceğini iddia etmiyorum. Sharp açısından filmdeki kötü karakter devlet iken, sokakta yumruklarını havaya kaldıran her grup iyidir. Bu, sadece Sharp’ın taşıyıcısı olduğu bir fikir değildir. ABD’de devlete yönelik ikna edici eleştiriler dile getiren köklü bir anarşist gelenek mevcuttur. Lâkin bence Sharp’ın kafayı diktatörlere ve “merkezî devletler”e takmış olması, mevcut alerjiye katkı sunmaktan başka bir işe yaramıyor ve temelde devlete yönelik belirlenimci bir tarza yaslanıyor. Sharp’ın kafasında devlet, uğruna yarışılacak, ele geçirmek için uğraşılacak bir şey değil. O, tümüyle dağılıp yok olmalıdır.

Peki ya amacınız devleti almaksa veya devleti herkes için tıbbi bakım gibi programlarla “genişletmek” ise? O vakit kafanız iyice karışacaktır. Peki ya insanlar sokaklarda şiddete başvurmadan yumruklarını havaya kaldırıyor, oturma eylemi yapıyor ya da izinli yürüyüşe katılıyorsa ve bir de faşistse? ABD solunun ideolojik tutarsızlığın, mantıksal zayıflığın stratejik bir zayıflık demek olduğunu anlayacağından pek emin değilim. Kanaatimce ABD solu, tehlikeli bir yaklaşım dâhilinde, doğru bir ahlakî konuma sahip olması şartıyla, kötü tespitlere fazla hoşgörü gösteriyor.

Öte yandan Sharp’ın fikriyatını günümüzde hüküm süren uluslararası ilişkileri yorumlamak için kullandığımızda da sorun yaşayacağımızı görmemiz gerekiyor. Solcular, uzun yıllardır, uluslararası ilişkileri kimin diktatör olduğu temelinde değerlendirecek şekilde eğitiliyorlar. Ama bu, yeterli bir analiz yöntemi değil. Politik idareciler, diktatörlüğe farklı şekilde meyil gösterebiliyorlar. Bu meyil, topraklar ekonomik veya askerî saldırı altında olduğu ülke savunulmaya çalışıldığı vakit gündeme geliyor ve politik ilişkiler giderek askerîleşiyor, yani hiyerarşik ve diktatörlük benzeri bir yapıya kavuşuyor. Varsayalım ki uluslararası ilişkilerde asıl önemli sorun, kötü diktatörlerin var olması. Diyelim ki nüfusun küçük bir kesimi, bu diktatörü şiddet dışı eylemlerle koltuğundan etti. Sonra ne olacak? Tehlikeli ve nefret edilen rejim diyelim ki yıkıldı, sonrasında ne yapılacak? Samimi, iyi niyetli insanlar, dünya genelinde diktatörlerin yıkılması fikrini benimsiyorlar, ama çok azı, sonrasında neyi nasıl yapacakları üzerinde duruyor. Diktatörler yıkıldıktan sonra ne olur? Müspet sonuç üretecek bir programınız var mı? Ekonominin nasıl örgütleneceğini hiç düşündünüz mü, fikirleriniz tarihten ne öğrendi? Herkesi tüm bu konularda nasıl bilgilendireceksiniz? Bu strateji, sınıflar mücadelesinin gerçekliğine dair bilinçle mi üretildi? Sol, işte bu türden sorular sormalı. Bu soruları “kötü bir yönetimden nasıl kurtuluruz?” sorusu kadar sık sorabilmeli. Bu sorulara yerinde cevaplar veremezsek ve mevcut hükümeti yıkma konusunda başarılı olursak, o vakit büyük olasılık iktidar, bahsi geçen sorulara net cevapları olanların eline geçecek, bunlar güçlerini artıracak, maddî ve ideolojik disiplin uyarınca hareket edecek. Örneğin Arap Baharı’nda bunu gerici güçler becerdi.

Tabii burada “Sharp’ın kitaplarını çöpe atalım, toplumsal hareketleri onun fikirlerinden arındıralım” gibi bir şey söylemiyorum. Sharp’ı genel bağlamı dâhilinde ele alıp onun sınırlarını görmeliyiz. Aksi takdirde kendimizi, kargaşanın hüküm sürdüğü politik manzarada düşmanlarımız tarafından kuşatılmış bir hâlde bulacağız.

Başlarda iklim değişikliği hareketinden bahsetmiştin. Sharp ile ilgili soruşturmana iklim değişikliği ile ilgili eylemselliğinin kaynaklık ettiğini söylemiştin. Sharp, iklim adaleti hareketini nasıl etkiledi?

Bu meseleyi makalemin yakında yayınlanacak olan ikinci kısmında ele alacağım. Burada Sharp’ın fikirlerinin solda nasıl yayılma imkânı bulduğu, sol bağlamında nasıl dolaşıma girdiği üzerinde duracağım. Gördüğüm ilk husus, protestoların araçsallaştırılması, bu gelişmenin sadece iklim hareketinde değil, tüm protesto hareketlerinde yaşanmış olması. Söz konusu gelişme dâhilinde protesto, özel bir politik sonuca ulaşmak için gerekli bir araç olmaktan çıkıyor ve kendi içinde bir amaç hâline geliyor. Doğru ve haklı olanı sahnelediğimizde iktidar bunu fark edecek, talep ettiğimiz adalet ve hürriyet, sahip olduğu anlamla birlikte, gerçekleşme imkânı bulacak. İşte tam da bu noktada protestonun kendisi, örgütlenme, politik eğitim, fikri emek pratiği, tartışma, ittifak kurma becerisi, diplomasi gibi başka becerilerin üzerine çıkartılıyor.

Ben de böylesi bir sürecin parçası oldum. Kolejde iklim hareketi içinde çalıştım. Protesto hareketlerine katılmak, mevcut gidişatta yaşanan adaletsizliklere karşı haklı öfkemizle başkalarıyla sokaklarda bir araya gelmek ve bağ kurmak, baş döndürücü bir pratiklerdi. Oysa bizim net olmamız, neyi istediğimizi tam olarak bilmemiz, kim için ne istiyoruz sorusuna cevap veriyor olmamız gerek. Mesela “yaptığımız işte sınırlı zamanı ve kaynakları stratejik şekilde, en gelişkin düzeyde kullanıyor muyuz, tarihten ve sınıflar mücadelesindeki dinamiklerden haberdar mıyız?” soruları üzerinde durmalıyız. Bence asıl önemli olan, farklı nesilleri içeren bir hareketin oluşması. Bu sorulara doğru cevabı bulmak istiyorsak, bu gerekli. Öte yandan birçok Sharpçı hareketin ahlakî gerekçeleri bulunan, ama hâlâ otoriteyle ilişkilerini bir biçimde müzakere eden, ödeyecek faturaları çok az olan, hatta hiç bulunmayan, belki de dünya görüşü açısından kendilerini “kozmopolit taşralılar” olarak tanımlayan orta sınıfın, kentli üniversite öğrencilerinin, enerjisi yüksek gençlerin güdümünde olması, asla tesadüf değil. Sanders kampanyasının da ortaya koyduğu biçimiyle, bir hareket, kırı ve şehri birlikte içerdiğinde, emekçi halkın hareketi hâline geldiğinde, emekçi halk eliyle yürütüldüğünde ve onun için çalıştığında, her şey sertleşecek ve herkes “aptal mısın, mesele ekonomi, hâlâ anlamadın mı?” diyecek.

Sharp’ı okuduğunuzda onun bir aydın, bir tür felsefeci olduğunu görüyorsunuz. Dile getirdiğim ikazları dikkate almadan okuyup, onu başka önemli aydınların yanına koyduğunuzda, siz de doğalında merkezî devletlerdeki diktatörleri kötü görmeye başlar, onlardan kurtulmamız gerektiğini söyler, protestoların bu konuda işe yarayacağını düşünür, sonuçta şiddetsizliğin, barışın, ahengin ve adaletin galebe çalacağına hükmedersiniz. Burada devrede olan, ahlakçı kategorilerdir ve bu kategoriler, nasıl bir dünya istediğimiz, ne türden üretim ilişkilerini talep ettiğimiz, alabildiğine güçlü itiraz karşısında bu sonuçlara bizi neyin ulaştıracağı konusunda hiçbir şey söylemezler.

Asıl tehlikeli olan da budur. Sonuçta böylesi bir yaklaşıma bağlı olarak, protesto hareketleri, kendilerini egemenlerin safına kolayca ikna edilecekleri, bir tür koçbaşı olarak kullanılacakları bir pozisyonda bulurlar, ardından da neoliberal uzmanlar “iyi fikirler”le çıkarlar sahneye ve içeriği bir biçimde tayin ederler. İklim değişikliği hareketi dâhilinde tanık olduğum, beni epey endişelendiren de tam olarak buydu. Sonuçta ilerici güçler zafer kazanırsa, ortalama insanın koşullarının daha da kötüye gittiğini söylüyorlar, sonuçta sıradan insanlar da faşistlerin kendileri için çalıştıklarını düşünmeye başlıyorlar.

Kaynak

04 Temmuz 2019

Küçük Burjuva Sosyalizmi

William Morris’in Edward Bellamy tarafından 1888 yılında kaleme alınmış olan Geriye Bakmak isimli çalışmaya dair yorumları, bizlere Viktorya döneminin sonlarında ütopyacı düşüncenin ideolojik sırrını faş eden, açığa çıkaran kilidi sunar. Her şeyden önce Richard Jefferies’in yazdığı Londra’dan Sonra (1885) ve W. H. Hudson’ın yazdığı Kristal Çağ (1887), “saf modern” olan bir mizacın ürünü değildir. Bu kitaplar, modern uygarlığa şüpheyle yaklaşan romantik anti-kapitalist geleneğin birer parçasıdır (hatta William Morris’e kıyasla daha muhafazakârdır). Buna karşılık, Morris’in yürüttüğü polemiğin hedefinde, o dönemde toplumsal reform hareketinin parçası olan ütopyacı aydınların çoğunda görülen ideolojik çelişkiler durmaktadır. Birbirinden farklı özelliklere sahip olan bu aydınlar, esasen serbest piyasa kapitalizmine alternatif teşkil edecek bir toplum inşa etmek için gerekli araçlar üzerinde durmuşlardır. Morris de aynı mizaca ve niteliğe sahiptir:

“Sınıflı toplumun yol açtığı israf, sefalet ve adaletsizlikten kurtulduğumuzda ki bu yönde gerçekleşecek değişimi mümkün görüyordu, sosyalist olan mülk sahibinin modern uygarlıktan memnun olacağını varsayıyordu. Böylesi bir adamın idealinde, sadece tekelci sınıfa yaptığı yardım yataklıkla ilgili suçlarından arınmış olan, meslek sahibi, sanayileşmiş bir kentte çalışan orta sınıf insan olmak vardı. Bu insan asalak değildi ve bağımsız bir varlığa sahipti.” (s. 420-21.)

Kapitalizmsiz sermaye: bu, Morris’in başka bir bağlamda alaycı bir biçimde dile getirdiği, “ılımlı burjuva toplumunun tüm dünyaya hâkim olduğuna dair rüya” ifadesinde de karşılığını bulan bir hayaldir.[1]

Bu hayalse Marx’ın 1840’larda alaya aldığı “hayırseverler okulu”nun ekonomi teorisine denk düşmektedir. Marx, bu okulu “fiili gerçekteki her anda bulunan çelişkilerden dem vurup bir tür ‘idealize edilmiş gerçeklik’ peşinde koşmak”la eleştirir. Marx’a göre “hayırseverler, burjuva ilişkilerine denk düşen kategorileri, onları teşkil eden ve o kategorilerden ayrıştırılması mümkün olmayan çelişki olmaksızın muhafaza etmek istemektedirler.”[2]

1884’te William Morris de kendisinin “ekonomi alanındaki hayırseverler” dediği kesime saldırır. Bu noktada duygusuz ve aptal olan ve orta sınıfa özgü önyargıların içinde boğulmuş “çakma hayırseverler”le toplumsal reform hareketinde aktif rol oynayan “has hayırseverler” arasında ayrım yapar. Her ne kadar “çakma hayırseverler”in öğretilerini büyük ölçüde kabul ettiğini düşünse de Morris, “has hayırseverler”in toplumun dirilişi için önerdikleri o eskimiş programlarından ötürü onları yerden yere vurur ve onların toplumun değiştirilemeyeceğini varsaydıklarını söyler.[3] Morris’in de tanık olduğu biçimiyle, yüzyılın sonunda sosyalistlerle hayırseverler arasında ciddi bir husumet söz konusudur. Bunun sebebi, o dönemde hayırseverlikle reformist sosyalizm arasında benzerlik olduğuna inanılıyor olmasıdır.

Neticede reformizm, esasen hayırseverliğin radikal bir biçimidir. Willard Wolfe’un tespitiyle, 1884’te “ilk Fabyusçular, dünyanın insanî çabalarla iyi bir yer hâline gelebileceğine dair görüşlere sahip bir radikal hayırsever grubundan başka bir şey değildi.”[4] Sosyalizmi geçici bir heves olarak gören Thomas Davidson’ın takipçilerini asıl etkileyen isimler, kendisini Marksist olarak tanıtan H.M. Hyndman ve Mearns ile Stead gibi toplum araştırmacılarıydı. Toplumsal dönüşüm çağrısı yapmasına karşın Hyndman, esasında ilk başta sosyalizmin hayırseverci bir versiyonunu önermiş olan bir kişiydi. 1881’de kaleme aldığı “Devrim Çağının Şafağında” isimli makalesinde, “gerçek komünizm”i zenginlerin fakirlere isteseler de istemeseler de belirli avantajlar sunduğu bir düzen olarak tanımlıyordu.[5] Sonrasında kendisi ve takipçileri, daha saldırgan bir üslup benimsediler. Wolfe’un tespitiyle, “Hyndman ve destekçileri devrimci kisvesine bürünmüş reformistlerdi. Bu isimler, şiddete dayalı devrim söylemini, esas olarak miskin takipçileri arasında coşku yaratmak ve aylak kitleye korku salmak için kullandılar.”[6]

Hayırseverci görüşe ait değerler, Viktorya döneminin sonlarında sosyalist hareketi epey zehirlemiştir. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında kaleme alınmış romanlar bağlamında bu değerler karşımıza natüralizm olarak çıkmaktadır. Fredric Jameson’ın da ifade ettiği biçimiyle, “natüralizmin eski biçimi, alt sınıfların dünyasını ve hayatını tecrübe etme, sonra da oturma odasının ve koltuğun rahatına geri dönme fikri üzerine kuruludur. Alıp alabileceği en iyi kararlar bile sonuçta bir hayırseverliğin ürünüdür.”[7] Farklı bir bağlamda George Gissing’i tartışan Jameson, “on dokuzuncu yüzyılın sonlarında bir romancının dile getirdiği biçimiyle, ‘hayırseverci strateji’nin başarısız olması sonucu yeni (ve tekrar icat edilmiş) bir alt tür olarak ütopyacı roman bir kenara atılmıştır. Ama gene de bu tür, söz konusu dönemde tekrar yaşama imkânı bulmuştur” tespitinde bulunur.[8] Benim çıkarımıma göreyse ütopyacı edebiyat, hayırseverci stratejinin başarısızlığı sonucu kenara atılmak şöyle dursun, bu stratejinin yüceltilmiş bir biçimini temsil etmektedir. Sonuçta ütopyacı romanlar, hayırseverci reformizme ait kısmî çözümleri bütünlemişlerdir. Örneğin Geriye Bakmak’ta hayırseverlik, kusursuz bir biçimde işleyen refah devletinin pratikte yaygın olarak yerine getirdiği bir görevdir: romandaki kahramanın ifadesiyle, “böylesi bir kapsama sahip hayır kurumlarının varlığı ve bu kurumların dayandığı fikir, muhtemelen hayırseverliği coşkuyla savunan kişilerin nefesini kesecek cinstendi.”[9]

Geriye Bakmak’ta tasvir edilen ütopik gelecek, mütevazı ölçülere sahip, pragmatik amaçlara hizmet eden hayırseverci projelerinin bitiş noktasını ifade etmektedir. Bellamy’nin kitabının yayımlandığı yıl çıkan Anna Swanwick’e ait Ütopik Bir Düş ve Nasıl Gerçek Olabilir (1888) isimli romanlar, hayırsevercilerin siyasetine dair örnekler sunmaktadır. Burada hayırseverlerden Güney Londra’da bulunan Halkın Sarayları’na destek vermeleri istenmektedir, zira “bunlar, kardeşler cemaatini cehaletin ve günahın zincirlerinden kurtaracaktır. Ayyaşlık gibi dehşet verici şeyler ortadan kalkacak, ahlakın çölünde güller açacaktır.”[10] İnsanî bir ortamda yoksullara verilecek ahlak eğitimi, Londra’nın maddi ve manevi sefaletiyle oluşmuş gölün ortasında Hristiyan kardeşliğinin hüküm sürdüğü bir adanın oluşmasını sağlayacaktır. Reform, yukarıdan aşağıya doğru gerçekleştirilmeli, büyük bir saygıyla kabul görmelidir.

Bu dönemde hayırseverci projelerin, pek ilgi görmeyen “ütopyacı” kelimesiyle bağlantılı olarak ele alınması asla tesadüf değildir. İsmi bilinmeyen bir yazarın 1894’te dile getirdiği biçimiyle, “ütopyacı hayal gücü”, fazla hevesli, iyi niyetli, pratikten uzak hayırseverlere ait programları çöpe atan kalpsiz, hayal gücü zayıf cahillerin, soğukkanlı ve mantıklı kimselerin bir yorumudur.[11] Muhtemelen Morris’i de birçok kez kendi siyasetini hayırseverlere ve reformistlere karşıt bir pratik olarak tanımlamaya mecbur eden de hayırseverliğin ütopyacılıkla, ütopyacılığın da sosyalizmle ilişkilendiriliyor oluşudur. Morris’e göre, “işçiler için bir şey yapılmayıp, o işler işçiler tarafından yapıldığında, azla geçinmenin şart olmadığını, kârın çarklarında öğütülmek yerine bolluğun hüküm sürdüğü, cömert, kaygıdan uzak bir hayatı yaşamayı anlatan bir ülkü kendisini işçilere tüm ayrıksılığı ile sunduğunda, yüce ideallere ulaşmak için ilk gerekli adım atılmış olacaktır.”[12]

Marx ise “hayırseverci yanılsamalar”ı küçük burjuvazinin sınıfsal bakış açısının birer ürünü olarak görür.[13] Ona göre, küçük burjuvazinin çatışmalarla yüklü sınıfsal konumu, onun toplumu incelerken kullandığı merceğin niteliğini de izah eder. Mevcut durumuna bağlı olarak “küçük burjuvazinin başını üst orta sınıfların sürdüğü saltanat döndürür ama öte yandan da halkın çektiği çileler karşısında içinde bir merhamet belirir.”[14] Bana kalırsa bu küçük burjuva bakış açısı, William Morris’in Geriye Bakmak isimli kitaba dair eleştirisinde kullandığı “mizaç” ifadesinin sebebini de açıklamaktadır. Saf modern insanın ideal hayatına dair belirli bir fikre sahip olan Morris, tam da bu sebeple, “bir adamın idealinde sadece tekelci sınıfa yaptığı yardım yataklıkla ilgili suçlarından arınmış olan meslek sahibi, sanayileşmiş bir kentte çalışan orta sınıf insan”ın üzerinde durmaktadır. Kautsky’nin iddia ettiği biçimiyle “aydınlardaki genel eğilim, kendilerini sınıfsal çıkarlara kafayı takmış bağnazlığın üzerinde görme ve kısa süreli, kısmî çıkarların etkileyemeyeceği bir yücelikte olan idealist yanılsamalara göre hareket etme yönünde” ise o vakit Morris’in aklındaki politik açıdan saflaşmış meslek sahibi kişi, olağan arzuların gerçekleştiği bir tür hayalden başka bir şey değildir. Kautsky’nin de dediği gibi, “diyelim ki bu bir tür sosyalizm, lâkin şunu bilelim, bu sosyalizm, tam da Marx ve Engels’in bahsini ettiği ‘hakiki sosyalizm’ anlayışına benzer.”[15]

Komünist Manifesto’da Marx, küçük burjuvazinin tecrübe ettiği toplumsal baskı ile bağlantılı bir akımdan, “Alman Sosyalizmi”nden veya “Hakiki Sosyalizm”den bahseder. Burjuvazinin sanayide ve siyasette sahip olduğu üstünlük, küçük burjuvaziyi tehdit etmektedir. Küçük burjuvaziyi tehdit eden iki unsur mevcuttur: sermayedeki yoğunlaşma ve devrimci proletaryanın güçlenmesi. “Hakiki sosyalizm”, aslında bu iki kuşu tek taşla öldürmek derdindedir.[16]

“Hakiki Sosyalizm”, Bellamy’nin politik fikirlerinin oluşumunda önemli bir rol oynamıştır. Yazarının kardeşine inanacak olursak, onun 1860’ların sonlarında Almanya’dan kendisine gönderdiği mektuplar “Alman Sosyalizmi’ne ait görüşlerle yüklüdür.”[17] “Hakiki sosyalizm”i bir ruh gibi kuşanmış olan on dokuzuncu yüzyıl sonunda yaşayan ütopyacılar, sanayileşmiş toplumda küçük burjuvazinin çelişkili sınıfsal konumuna dair algılarına muhayyel çözümler sunmuşlardır.

Proletaryanın güçlenmesi ihtimali karşısında kaygılanıp, burjuvazinin zorba yönetimine tereddütle yaklaşarak ona karşı güvensizlik duyma, on dokuzuncu yüzyılın sonunda reformizmin ayırt edici özellikleridir. İdeoloji düzleminde bu reformizm, serbest piyasa kapitalizmindeki anarşi ile sosyalist devrimin yol açacağı anarşi dışında üçüncü bir yol arayışı içerisindedir. Sarı enternasyonale de kızıl enternasyonale de karşı olan reformizm, küçük burjuvazideki muğlaklık ve çift anlamlılıkla alakalıdır.

İster bir aydının isterse bir esnafın ağzından dökülmüş olsun, Viktorya çağının sonlarında karşımıza çıkan küçük burjuva ideolojisi, esasen “burjuva toplumunu bütünleyen bir parça”ya ait bir üründür. Bir sınıf olarak küçük burjuvazi, kendisini proletarya ile tekelci kapitalistler arasında sıkışıp kaldığını düşünür.[18] Kapitalist ekonomi, bu sınıfla sürekli kaçamaklı konuşur. Küçük burjuvazinin üyelerinin hem sırtını sıvazlar hem de onların burnunu sürter. Rekabet denilen pratik, küçük burjuvaları makul burjuvalara da dönüştürebilir, onları işçi sınıfına doğru da itebilir. Dolayısıyla küçük burjuvazi, emekle sermaye çelişkisiyle dolaylı bir ilişkiye sahip olmasına karşın, kapitalizmin çelişkilerini tecrübe etme konusunda önemli bir konuma sahiptir.

Başka bir ifadeyle küçük burjuvazi, bir yandan sınıflı toplumun gelişiminde çok önemli bir yere sahiptir bir yandan da gündelik mücadelelerle tuhaf bir biçimde ilişkisizdir. Küçük burjuvazinin sahip olduğu sınıf kimliği, doğrudan tayin edemediği toplumsal çelişkinin yol açtığı sonuçlara tabidir. Bu nedenle bir küçük burjuva reformisti, politik planda sürekli bir paradoksla yüzleşecek, kendisini kapsamlı bir biçimde etkileyen toplumsal çelişkilerle ilgilenmek için gerekli gücü ve takati kendisinde bulamayacaktır. Bu noktada küçük burjuva, ancak kendisinin pek müdahil olamadığı, orta sınıfa ait o eski kültüre herkesin asimile edildiği, kapitalist rekabetin yol açtığı değişikliklerin ortadan kaldırıldığı bir toplum umut etmekten başka bir şey yapamaz.

Modern Ütopya’daki anlatıcı gibi küçük burjuva da hareketli bir eylemciden ziyade yerleşik, sakin bir tamircidir.[19] Bunun sebebi, küçük burjuvanın kapitalist uygarlıktaki gelişmenin iki ihtimale açık olduğunu düşünmesidir: ona göre bu uygarlık, sonuçta rekabeti ve sefaleti ortadan kaldıracak ki böylece sınıflararası çatışmada bir taraf tutmaya gerek kalmayacak ya da sefalet ve rekabet ilerlemenin sonunu getirecek ki bu durumda da taraf tutmak gereksiz hâle gelecektir.

Esasen küçük burjuva, aldığı pozisyon itibariyle, gündelik hayatında Tanrı’ya layık olmak için çabalayıp duran ama öte yandan da kurtarılmış ya da lanetlenmiş olduğuna önceden karar verildiğine inanan kaygısız bir kalvinisti andırır. O, tam da Engels’in dediği gibi “kaderinin (yani talihinin) insafına kalmıştır.”[20]

Matthew Beaumont

[Kaynak: Utopia Ltd.: Ideologies of Social Dreaming in England, 1870-1900, Brill, 2005, s. 55-60.]

Dipnotlar:
[1] Morris, William, ‘Dawn of a New Epoch’, The Collected Works of William Morris, 1886, 23 Cilt, Londra: Longmans Green, s. 187.

[2] Marx, Karl ve Frederick Engels, The Poverty of Philosophy, Karl Marx ve Frederick Engels, Collected Works içinde, 1847, Altı Cilt, Londra: Lawrence and Wishart, s. 177.

[3] Morris, William, Political Writings: Contributions to Justice and Commonwealth 1883–1890, Yayına Hazırlayan: Nicholas Salmon, 1994, Bristol: Thoemmes, s. 75-6.

[4] Wolfe, Willard, From Radicalism to Socialism: Men and Ideas in the Formation of Fabian Socialist Doctrines, 1881–1889, New Haven: Yale University Press, 1975, s. 164.

[5] Hyndman, H.M., ‘Dawn of a Revolutionary Epoch’, Nineteenth Century, 1881, s. 12.

[6] Wolfe, Willard, a.g.e., s. 102.

[7] Jameson, Fredric, Postmodernism: or, The Cultural Logic of Late Capitalism, Londra: Verso, 1991, s. 286.

[8] Jameson, Fredric, The Political Unconscious: Narrative as a Socially Symbolic Act, Londra: Methuen, 1981, s. 196.

[9] Bellamy, Edward, Looking Backward: 2000–1887, Boston: Ticknor, 1888, s. 183. Bundan sonra kitaba atıflar, metin içerisinde alıntıdan sonra verilmiştir.

[10] Swanwick, Anna, An Utopian Dream and How It May Be Realized, Londra: Kegan Paul, Trench, 1888, s. 33.

[11] Perrycoste, F.H. [‘A Free Lance’], Towards Utopia (Being Speculations in Social Evolution), Londra: Swan Sonnenschein, 1894, s. 5.

[12] Morris, William, Political Writings, a.g.e., s. 77.

[13] Marx, Karl ve Frederick Engels, The German Ideology, Karl Marx ve Frederick Engels, Collected Works, 5. Cilt, Londra: Lawrence and Wishart, 1976, s. 457.

[14] Marx, Karl ve Frederick Engels, On Reformism: A Collection, Moskova: Progress, 1984, s. 215.

[15] Kautsky, Karl, Karl Kautsky: Selected Political Writings, Çev.: Patrick Goode, Londra: Macmillan, 1983, s. 22–3.

[16] Marx, Karl ve Frederick Engels, Manifesto of the Communist Party, Karl Marx ve Frederick Engels, Collected Works içinde, 6. Cilt, Londra: Lawrence and Wishart, 1976, s. 512.

[17] Bkz. Morgan, Arthur E. 1944, Edward Bellamy, New York: Columbia University Press, s. 369.

[18] Marx ve Engels, Manifesto of the Communist Party, a.g.e., s. 509.

[19] Wells, H. G., A Modern Utopia, Londra: Chapman and Hall, 1905, s. 66.

[20] Engels, Frederick, ‘Supplement and Addendum to Volume 3 of Capital’, Collected Works içinde, 37. Cilt, Londra: Lawrence and Wishart, 1998, s. 895.

03 Temmuz 2019

,

Rekabet Meselesi



Antonio Negri’nin eserleri, rekabetin oynadığı rolü küçük görmenin teorik analiz noktasında ne kadar kritik olabileceğine dair bir emare. Negri’nin analizinin genel çerçevesini “müşterek sermaye”nin himayesi altında varolan, bütünleşmiş dünya kapitalizmi teşkil ediyor. Kendisinin de tarif ettiği biçimiyle, “imparatorluk denilen postmodern dönemde devlet ve siyaset, süreç içerisinde ulusötesi şirketlerin komuta merkezinde olduğu sistemle tümüyle bütünleşmiştir.”[1]

Bu teorinin merkezinde ekonomik rekabeti “genel anlamda sermaye” veya “müşterek sermaye (ki aslında Negri iki terimi genelde eşanlamlı iki kelime olarak ele alıyor) başlığı altında ele alan Marx okuması duruyor.[2] Söz konusu teori; Marx’ın Grundrisse isimli eserine yönelik okuma üzerinde yükseliyor. Negri’nin Grundrisse okuması ise postyapısalcı teoriye ait unsurları bir araya getirme amacını güdüyor. Postyapısalcı teoriye göre kapitalizmi asıl yönlendiren, iki karşıt sınıfsal öznellikler arasında mevcut olan, politikleşmiş “güç ilişkileri”nin yaşadığı çatışma.

Negri, önermelerini hem İmparatorluk isimli kitabında hem de ilk dönemine ait yazılarında geliştiriyor. Marx’ın Ötesinde Marx isimli çalışmasında Negri, Grundrisse’teki Marx ile Kapital’daki Marx’ı birbirinden ayırıyor. Ona göre Grundrisse, kapitalist üretim araçlarını müşterek emek ve müşterek sermaye arasındaki, çözülmesi mümkün olmayan çelişkinin şekillendirdiği bir güç ilişkisi olarak analiz etmesini mümkün kıldığı için önemli:

“Dolayısıyla, Grundrisse genelinde gördüğümüz şey, teori dâhilinde gerçekleşen, müşterek işçi ile müşterek kapitalist arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın meydana getirdiği, giderek kısıtlayıcı bir hâl alan, ileriye dönük bir harekettir.”[3]

Negri, Grundrisse’in yazarının müşterek bir sermayenin oluşması beklentisi içerisinde olduğunu söylüyor. Öte yandan “Kapital’in yazarının ele aldığı kategorilerse genelde özel ellere ait, rekabetçi sermaye üzerinden modellendirilirken, Grundrisse’te kategorilerin ait olduğu model toplumsal sermayeye meyilli bir şemaya dayanıyor.”[4]

“Sermayenin gerçekte dolaşıma girmesi ve toplumsallaşması ile birlikte […] toplumsal sermaye de her şeyin ötesinde müşterek bir güç hâlini alıyor.”[5]

Bu sürecin sonunda müşterek sermaye devletle kaynaşıyor:

“Marx’ın da bilhassa Grundrisse’te ortaya koyduğu biçimiyle, devlet, sermaye demenin başka bir yoludur. Üretim tarzındaki gelişme sayesinde devletin sermaye demenin yegâne yolu olduğunu görürüz: bu sermaye toplumsallaşmış, birikimi güç düzleminde gerçekleşen bir sermayedir. Böylelikle değer teorisi, komuta teorisine dönüştürülür ve çokuluslu şirketlerin devletin gelişimi ve oluşturduğu halka merkezî bir nitelik kazanır.”[6]

Sonuç olarak değer yasası hükmünü yitirir, gündemden düşer:

“Değer Yasası iptal olur. Sermaye ve küresel işgücü tümüyle toplumsal sınıflar hâline gelip kendi değerini kendisi belirleyen, bağımsız birer faaliyete dönüştükçe Değer Yasası ilişkinin kudretini (potenza) ve şiddetini temsil etmek dışında bir anlama sahip olmaz. Değer yasası, güç ilişkilerinin oluşturduğu sentezdir.”[7]

Hâsılı Negri, sermayeyi devletle sorunlu bir şekilde kaynaştırıp işçi sınıfı üzerinde yeni bir iktidar kurumunun, yeni bir komuta merkezinin oluştuğunu söyler.

Buna ek olarak Negri’nin “müşterek sermaye”nin (veya “genel anlamda sermaye”nin) fiilî etkisiyle ilgili teorisi de pek ikna edici değildir. Bu teori ne derse desin, “genel anlamda sermaye” tabiri en fazla teorik bir soyutlama olarak görülebilir ki en mantıklısı da meseleye bu şekilde yaklaşmaktır.

“Genel anlamda sermaye”yi müşterek sermayenin fiiliyatta varolan toplumsal biçimi olarak ele almak yerine kaçınılmaz biçimde işbirliğine gitmek zorunda olan “birden fazla sermaye” arasında cereyan eden rekabet temelli ilişkilerin farklı düzeylerini (bölgesel, ulusal ve uluslararası düzeyi) analiz etmek daha hayırlı olacaktır.

Dahası bu analiz, bir yandan da bu “birden fazla sermaye”nin devletler ve devlet ittifakları arasındaki rekabet ilişkilerinin özerk jeopolitik düzlemi dâhilinde nasıl eklemlendiğini de ele almak zorundadır. Bu türden bir analiz, Negri’nin rekabeti politikleştirilmiş üretim ilişkilerle ve iki müşterek özne arasındaki düello ile ikame etmesine (veya en azından insanlığın bu türden bir gelişme aşamasına doğru ilerlediğine dair tespitine) kıyasla daha verimli sonuçlar üretecektir.[8]

Basit bir tasvirle şunu söylemek mümkündür: üretim sahasında, uluslararası, ulusal veya sektörel düzeyde faal olan yapılar arasındaki rekabet, fiiliyatta son yirmi yıl içerisinde azalmıştır. Bu gelişme, esasen politika ile ekonominin kaynaşmış olmasının bir sonucu değildir. Negri’nin teorisi bu noktada şu basit çıkarıma ulaşmaktadır. Emtia fiyatları politik düzlemde belirlenmektedir ve esas olarak ekonomik süreçlerden kaynaklanmamaktadır. Oysa Japonya, Almanya ve ABD’de 1945 sonrası süreçte rekabetin sanayi sektörleri üzerinde sahip olduğu etkiye dönük bir analiz, bu çıkarımın yanlışlığını ortaya koyacaktır.

Tobias ten Brink

[Kaynak: Global Political Economy and the Modern State System, Brill, 2014, s. 53-54.]

Dipnotlar:
[1] Hardt ve Negri, “Empire: das hochste Stadium des Kapitalismus”, Le Monde Diplomatique, 2001, s. 307.

[2] Ücret ilişkilerinin “dikey” temeline tabi olan bir şey değil de önemli bir yapısal özellikler olarak görüldüğü ölçüde rekabetin sahip olduğu önem küçümsenmektedir. Başka Marksistlerin analizlerinde de rekabet (onunla bağlantılı olan piyasadaki anarşi) sadece “yüzeysel bir olgu” olarak algılanmaktadır. Esasında Marx Grundrisse’te rekabeti temelde sermayenin değer kazanması için gerekli bir biçim olarak tarif eder (bkz.: Karl Marx, Grundrisse: Foundations of the Critique of Political Economy, Londra, Penguin Books, 1973). Michael Heinrich’in de dile getirdiği biçimiyle, “bu analitik ayrım sorunludur çünkü bir dolaşım süreci, gerektiğinde, ‘birden fazla sayıda’ sermaye ile birlikte tasvir edilmelidir. Oysa Grundrisse’te ele alınan ‘genel anlamda sermaye’ye dair soyutlama düzeyi dikkate alındığında böylesine belirli bir tasvire girişilemez” (Bkz. M. Heinrich, Die Wissenschaft vom Wert: Die Marxsche Kritik der politischen Ökonomie zwischen wissenschaftlicher Revolution und klassischer Tradition, Munster: Westfalisches Dampfboot, 2003, s. 179-95). Genel anlamda sermaye, ortalama tekil sermaye düzeyinde idrak edilemez. Hatta o, sermayenin doğasını anlama noktasında katkıda bulunacak kavramsal bir soyutlamayı ifade eder. Kapital’in üç cildinde Marx tekil sermaye ile müşterek sermaye arasında ayrım yapar. Böylelikle sermayenin “yasalar”ını birden fazla sayıda sermayenin birbirleriyle kurduğu ilişkileri ve tabi oldukları rekabeti anlamak suretiyle gösterme imkânı bulur (M. Heinrich, a.g.e., s. 194-5).

[3] Antonio Negri, Marx beyond Marx: Lessons on the Grundrisse, South Hadley: Bergin & Garvey,1984, s. 4 (vurgular özgün metne ait).

[4] Negri, A.g.e., s. 27.

[5] Negri, A.g.e., s. 113, 121.

[6] Negri, A.g.e., s. 188.

[7] Negri, A.g.e., s. 172. Negri, esasen Marx’ın değer teorisini zaman olarak ölçülebilen fiilî fabrika emeği ile değer inşa eden “soyut” emek arasında kurduğu yanlış denklem üzerinden redde tabi tutmaktadır. Fabrika emeği zaman içerisinde önemini kaybediyormuş gibi göründüğünden (ki uluslararası ölçekte bu yanlış bir tespittir) değer teorisi de temelini yitirir. Oysa Marx’a göre “soyut” emekle emeğin harcandığı o özel form aynı şey değildir, “soyut” emek toplumsallığın aracılık ettiği bir kategoridir. Terimin de ortaya koyduğu biçimiyle emeğin toplumsal niteliği özel olarak kullanılan bir şeydir ve bir hastanede hemşirelik biçimini ya da bir araba biçimini alabilen emtiayı üretir (Bkz. M. Heinrich, “Invaders from Marx, “Uber den Umgang mit der Marxschen Theorie und uber die Schwierigkeiten einer heutigen Lekture – eine kritische Auseinandersetzung mit Karl Heinz Roth und anderen”, Jungle World, 38,2005, yazı şurada mevcut: oekonomiekritik.).

[8] “Yatay” rekabet ilişkilerini küçümsüyor oluşu, Negri’nin teorisinin açıklama noktasında sahip olduğu güç bağlamında ciddi sonuçlara yol açmaktadır. Negri’ye göre ekonomik krizler, iki müşterek özne arasındaki mücadelenin ifadeleridir, kapitalist rekabet ilişkilerinin değil. Dahası, onun aldığı bu konum, kapsamlı, birleşmiş bir dünya hâkimiyetinin ortaya çıkacağını düşünmesini mümkün kılmaktadır.

02 Temmuz 2019

,

Kızıl Tugaylar’ın Hatırası Üzerine Bazı Düşünceler


Kersplebedeb tarafından yeniden yayınlanan “Bir Kere Vurun Yüz Kişiyi Eğitin” isimli çalışmayı ve Kızıl Tugaylar’a ait belgelerin toplandığı “Sınıf Savaşında Yeni Bir Aşama” isimli 1978 tarihli kitabı okuduğumda, yetmişlerde ve seksenlerde Kızıl Tugaylar’ın İtalya’da önemli, önde gelen bir devrimci güç olduğunu bir kez daha anladım. Kızıl Ordu Fraksiyonu gibi kendi döneminin şehir gerillası örgütlerinden farklı olarak Kızıl Tugaylar, işçi sınıfı içinde köklere sahip bir örgüttü ve fokocu olmayan bir tarz dâhilinde, büyükşehirlerde Halk Savaşı’nı andıran bir mücadele yürütebiliyordu.

Bahsi geçen belgeler incelendiğinde doğal olarak görülen gerçeklerin asıl çarpıcı yanı ise Kuzey Amerika’da o dönemin solunun, Kızıl Tugaylar’ın siyaseten benimsemediği, İtalyan tarihinin ilgili döneminde dillendirilen özel bir Marksizme takıntılı bir biçimde bağlı olması, ama bu siyaset konusunda hiçbir şey bilmiyor oluşudur. Demem o ki İtalya’da örneklerine rastladığımız (çoğunlukla “Otonomcu Marksizm” olarak anılan) Autonomia Operaia’nın [İşçi Otonomisi] teorisi ve pratiği, son yirmi-otuz yıldır o teori ve pratiğin ortaya çıktığı döneme kıyasla daha fazla önemli görülmüştür. Bu noktada asıl unutulan veya bilinmeyense bu örgütün, Potere Operaio [İşçi Gücü] isimli örgütte yaşanan bir ayrışmanın sonucu ortaya çıkmış olmasıdır. Bu anlamda Autonomia Operaia, esasen Toni Negri tarafından oluşturulmuştur ve Negri, temelde bahsi geçen ayrışmanın sağcı tarafını temsil etmektedir. İşçi Gücü isimli örgütten geriye kalanlarsa Kızıl Tugaylar’a katılmışlardır. Süreç içerisinde İşçi Otonomisi ekonomizmi benimserken, Kızıl Tugaylar proleter hareketin öncüsü olma iddiasıyla silâhlı mücadele yürütmüş ve İşçi Otonomisi’nin esasında azınlık hareketi olduğunu ortaya koymuştur. İşçi Otonomisi, o dönemin işçi hareketi içerisinde kendiliğindenci bir eğilim olarak, Lotta Continua [Sürekli Mücadele] isimli örgüte nazaran daha fazla işçi merkezli bir yapıdır.

Peki Kızıl Tugaylar’ın teori ve pratiği, birinci dünya solcularını neden daha az etkileyip heyecanlandırmıştır? Bunun sebebi, Kızıl Tugaylar’ın halk savaşından muzaffer çıkamamış olması olamaz, zira İşçi Otonomisi de hedeflerine ulaşamamıştır. Dahası İşçi Otonomisi, Kızıl Tugaylar’ın eleştirip durduğu ekonomizmin ötesine geçmek için kılını kıpırdatmamış, ama o dönemde İtalya’da faal olan Kızıl Tugaylar gibi gerilla örgütleri, yaptıkları eylemler sonucunda, devlet tarafından bir tehdit olarak algılanmışlardır. Gerçek şu ki “otonomist Marksizm”, bugün bize lazım gelen Marksist teori olarak devrimci komünizme kıyasla daha güvenli ve daha kolay bir pratiktir. Sınıf savaşı konusunda allı pullu laflar eden otonomist Marksizmin tek derdi, sınıf savaşının ekonomik mücadele dâhilinde ifade edildiği kanallardır. Bu hareket, sonuçta politika ve strateji meselesini ekonomik mücadeleye indirgemektedir. İşçi Otonomisi’nden doksanların sonundan beri büyük bir aşkla öğrenilmek istenen teorilerini piyasaya yeniden nasıl sürebildikleri haricinde herhangi bir şey öğrenilemez.

Bu bağlamda, İşçi Otonomisi’nin kendisine has işçi merkezli pratiği’nin (örgüte Operaio isminden dolayı “işçi merkezli” diyoruz, aslında örgüt düpedüz “işçici”dir) işçi sınıfı içindeki köklerinden uzaklaşmasına ve altmışların sonlarından seksenlerin sonlarına dek uzanan ve toplumsal-politik karışıklıkların damgasını vurduğu, “Öncü Yıllar” olarak anılan dönemi takip eden yirmi-otuz yıl sürecince akademide kendisine yer bulmasına hiç şaşırmamak lazım.

Eğer sömürülen ve ezilen kitlelerin mücadelelerini desteklemenin ötesinde onlar hakkında kalem oynatıp biraz eğitimle özerk (otonom) mücadelelerin sosyalist süreci koşullayacağını umarak, ama sınıf mücadelesi konusunda hiçbir şey yapmadan Marksist bir akademisyen olarak sınıf mücadelesine destek olmak istiyorsanız, en uygun yol, işçi mücadelelerinin özerkliğine sırtınızı yaslamanız ve bu mücadeleleri deforme edeceği düşünülen bir partinin inşasını dert etmemenizdir.

Bu teoriyi ilk kuranların İşçi Gücü [Potere Operaio] içinde yaşanan sağ sapmaya mensup oldukları gerçeğini kimse bilmiyor, bilenlerse bu gerçeği görmezden geliyor. Söz konusu işçici eğilim, esasen kadro temelli bir örgütlenmenin inşası fikrine ve silâhlı mücadeleye yönelik reddiye üzerine kuruluydu. Bahsi geçen ayrışmadan önce Kızıl Tugaylar’ı kuran ilk kuşak da bu görüşteydi. O dönemde İtalyan siyasetinin ana meselesi olan bu kadro örgütü ve silâhlı mücadele meseleleri, bugün “otonomcu Marksizm” denilen eğilime mensup İtalyan teorisyenlere meftun olan kişilerin pek farkında olmadıkları olgulardır. Gerçek şu İşçi Otonomisi isimli örgütün siyaseti pratikte muhafazakârdı, ama yüzünde bir maskeyle dolaşıyordu, dolayısıyla teoride örgüt, parti merkezli “dogmatizm”i eklektik bir üslupla reddettiği için muhafazakâr karşıtı gibiymiş görünüyordu. Bugün bu hareketin emperyalist metropollerde popüler hâle gelmesinin sebebi, tam da bu: şeklen bakıldığında o, “hantal ve geri kafalı olan Leninizm”den koptuğu için gelişkin bir teorik bakış açısıymış gibi görünüyor, ama pratikte bezgin ve bitkin hâliyle hiçbir etkiye yol açmıyor. Sonuçta otonomcu Marksizm, fiiliyatta devrim yapma gerekliliğinin dayattığı sorunlardan kaçınmak isteyenler için kusursuz bir Marksizmi temsil ediyor.

Bunları söylüyorum ama otonomcu Marksizme ait teorik perspektifin giderek popülerleşmiş olmasının benim anarşizm uykusundan uyanıp devrimci komünist olmamı sağladığını da belirtmem lazım. Otonomcu Marksizme zaafım olduğunu kabul etmeliyim. Benim anarşist dogmadan kopmamı o sağladı. Ama öte yandan da onun anarşizmle komünizm arasında işgal ettiği alanın yeterli gelmediğini de söylemeliyim. Küreselleşme karşıtı hareketin ortaya çıkmasıyla otonomcu Marksizm, güncel kimi kanallara kavuştu ve bu kanallar, benim gibi eylemcilerin yüzünü Marksizme dönmesini sağladı. Marksizmin gerçekte neyi ifade ettiğine dair zerre kafa yormuyorsanız, politik bilinçteki gelişme belirli bir noktada kilitlenip kalıyor. Dolayısıyla benim Leninizme, ardından da Maoizme uzanmamı sağlayan da otonomcu Marksizmdir.

Tabii bir de Kızıl Tugaylar’dan da bahsetmem lazım. Yetmişlerde ve seksenlerde otonomcu Marksizme kıyasla politik açıdan daha gelişkin ve daha faal olan Kızıl Tugaylar, devrim bilimi olarak Marksizmin gelişimi üzerinde yoğun olarak durulmasını sağladı. Örgüt, komünist hareketin içinde bulunduğu konjonktürün ihtiyaçlarını anlamasını sağladı ve halk savaşını devletin merkezine taşımaya çalıştı. İşçici ve kendiliğindenci hareketlerse pek bir şey yapmadılar; aynı devlet, klasik revizyonist eğilimleri kendi bünyesine katıp sindirdi. Troçkist eğilim ise silâhlı mücadeleye saldırmak suretiyle kontrgerillanın işlettiği propagandayı taklit etmekle yetindi.

Nihayetinde Kızıl Tugaylar yenildi, başarısız oldu. Bu başarısızlığın devrimci komünizme yönelik suçlamalar değil, söz konusu bağlam dâhilinde anlaşılması gerekir. Her şeyden önce İşçi Otonomisi’ndeki işçici eğilim ve Sürekli Mücadele’deki kendiliğindenci eğilim de başarısız oldu, üstelik bunlar, Kızıl Tugaylar gibi devlete kafa bile tutamadılar. (Revizyonist İtalyan Komünist Partisi’nin ve Troçkistlerin bu noktada adını anmaya bile değmez, zira bu yapılar, o dönemde devletin hegemonyasına destek olmuşlardı.)

Fakat Kızıl Tugaylar, diğer “Yeni Sol” akımlardan daha ileriye gitti, halk savaşını devletin başına belâ etti ve devletin hegemonyasını sorgulanır kıldı. Bu noktada emperyalist metropollerde devrim yapmak için bu tür girişimlerin başarılarından ve hatalarından bir şeyler öğrenmek şart. Bu pratikler, devrim yapmaya teşebbüs dahi etmemiş teorik eğilimlere nazaran daha öğreticiler. Bahsi geçen teorik eğilimlerse asla devrimci değildirler ve tam da bu sebeple popüler hâle gelmektedirler.

Kızıl Tugaylar’ın yaşadığı yenilgiden devrim yapma meselesi bağlamında bir şeyler öğrenmeliyiz. Bunun için de İşçi Otonomisi gibi yapıların temsil ettiği eğilimlerin hiçbir zaman muzaffer olamayacaklarını anlamamız gerek. Devrimci olmayan eğilimler daha baştan mağlupturlar, zira hiç devlete kafa tutmamışlardır. Kızıl Tugaylar ise devlete kafa tutmuş, ona meydan okumuş, ama öte yandan da işçi sınıfı içinde sağlam ilişkiler kurmuş ve halk savaşı vermiştir.

Peki neyi yanlış yaptılar?

Bence İKP(Maoist) ve Yeni İKP gibi örgütler, döneme dair gayet sağlam değerlendirmeler sunmuşlardır. Bugün İngilizce çevirilerine ulaşılabilen belgelerde, kontrgerilla propagandasının damgasını taşımayan o çalışmalara baktığımızda, asıl sorunun Kızıl Tugaylar’ın parti ve halk savaşı meselesine yönelik yaklaşımı olduğu görülüyor.

Bu belgelere göre örgüt, halk savaşını yönetmek için öncesinde bir partiye sahip olmak yerine halk savaşı aracılığıyla savaşçı bir komünist parti inşa etmeye çalışmış. Peru Komünist Partisi’nin “partinin askerîleştirilmesi” anlayışına aşina olanlar bileceklerdir: Kızıl Tugaylar’ın yaklaşımı, esasen parti öncesi oluşumun askerîleştirilmesi” türünden bir adımı ifade ediyor görünmektedir.

Seksenlerde silâhı kontrol edecek, önceden teşkil edilmiş bir partinin yokluğuna bağlı olarak ve tam da partiyi arayıp bulmaya çalışan bir silâhlı mücadele içine girdiği için Kızıl Tugaylar’ın dayandığı sütunlar ayrışmış, bu da o sütunları, örgüt içi dinamikleri devletin karşı devrimci saldırılarına açık hâle getirmiştir.

Kızıl Tugaylar, en azından devrimci bir mirasa sahip ki yaşadığı yenilgiden dersler çıkartabiliyoruz. Dolayısıyla devrim yoluna revan olmayı bir kez bile denemediği için hiç yenilmemiş olan hareketlerdense yenilgiyi tatmış hareketlerden bir şeyler öğrenmek zaruridir.

J. Moufawad-Paul
14 Haziran 2019
Kaynak

01 Temmuz 2019

Kimlik Politikası: Bölünmenin İdeolojisi



Eylül ayında düzenlediğimiz Büyük Britanya Komünist Partisi-Marksist Leninist’in sekizinci kongresinden sonra kimlik politikasının gerçek niteliği ve ona neden karşı çıktığımız konusunda kimi kafa karışıklıklarının bulunduğuna tanık oluyoruz. Bu kafa karışıklığı, “LGBT ideolojisi”nin de gündeme gelmesi ile iyice arttı. Peki bu ideoloji tam olarak nedir?

Öncelikle ideolojimizin temel unsurları üzerinde durmamız gerekiyor.

Anarşizm mi Sosyalizm mi? isimli çalışmasında Yoldaş Stalin, anarşizmin küçük burjuva niteliği üzerinde duruyor ve bu ideolojinin önce bireyin ardından da kitlelerin özgürleştirilmesi ilkesine sırtını dayadığından söz ediyor. Buna karşılık biz Marksist Leninistlerse bireyin özgürleşmesinden önce kitlelerin özgürleştirilmesi gerektiği tespitini yapıyoruz. Örneğin Enternasyonal marşının Çin versiyonunda şu tarz bir dizeye yer veriliyor: “Herkesin yararlandığı bir şey değilse özgürlük, basit bir imtiyazdan ibarettir.”

Anarşizmin “önce birey” olarak özetlenebilecek temel ilkesi, onun küçük burjuva niteliği ile alakalıdır. Buna benzer bir düşünce akımının kimlik politikası üzerinden vücut bulduğunu söylemek gerekiyor. Tıpkı anarşizm gibi kimlik politikası da ezilenler için ilerici bir politika önerdiğini iddia ediyor. Tıpkı anarşizm gibi kimlik politikası da işçileri burjuvazinin tayin ettiği hatta göre bölüyor.

Bu noktada örnek olarak ayrılıkçı siyah hareketine bakabiliriz. Ayrılıkçı siyah hareketi, tüm kimlik politikası akımları gibi, sadece kendi kitlesine sesleniyor. Bu bağlamda söz konusu hareket, kendisine yönelik zulümlere dair söz etme hakkının veya onu idrak etme becerisinin sadece emperyalist ülkelerdeki siyahlara ait olduğunu iddia ediyor.

Fakat ırkçılığın mağduru olmak, tek başına onları mağdur hâline getiren şey değil. Marx’ın Kapital’in birinci cildinde dile getirdiği biçimiyle:

“Beyaz derinin harcadığı emek, siyah deriye damga vurulduğu sürece özgürleşemez.”

Tüm işçiler, sermayenin tüm mağdurları, kendilerine lazım gelen teoriyi anlayıp onun ardında birleşme, sınıf mücadelesini ve sınıf savaşını uygulamaya koyma noktasında bilimsel sosyalizmin yardımına ihtiyaç duyarlar.

Ayrılıkçı siyah hareket, proleterlerin çıkarlarını asla temsil etmez. Onun temsiliyeti, esasen mevcut sömürü koşullarında iyi duruma gelmeyi umut eden azınlıkla alakalıdır. Ayrıca ayrılıkçı siyahlar, sadece siyahların kendilerine yönelik zulümden bahsedebileceğini söyler ve tüm beyaz çoğunluğun siyahları sömürüp ezdiği iddiasında bulunur. Bu, işçi sınıfına karşı bir düşüncedir ve sınıfsal analizden bihaberdir. İkilikçiliğin açmazına düşer ve kimlik politikası akımıyla ortaklaşarak, siyah ve beyaz proleterleri karşı karşıya getirir.

Böylelikle ırkçılık meselesi, siyahların üzerinde durduğu yegâne konu hâline gelir. Irkçılığa ve zulme karşı mücadelenin tüm işçilerin ortak davası olduğu gerçeği unutulur. Bu ikilikçi açmaz, kimlik politikasını savunan isimler arasında yaygın olarak görülen bir husustur. Söz konusu yaklaşıma burjuva akademya güçlü bir destek sunmaktadır, zira kimlik politikası, esasen burjuvazinin çıkarlarına hizmet eder ve eşitsizlik tartışması içinden çıkılmaz, çözümsüz bir yere mahkûm edilir. Bunun nedeni tartışmanın mevcut sistemin sınırlarına mahkûm edilmiş olmasıdır. Bu sistemde eşitsizlik meselesi asla çözüme kavuşturulamaz.

Yoldaşlar bu meselenin neden bugün gündeme geldiğini sorabilirler. Ayrılıkçı siyah hareketi uzun zamandır faaldi. Partimizi kuran isimler Sosyalist İşçi Partisi içinde siyah seksiyonu oluşturulması meselesine ve işçi sınıfı hareketi bünyesinde ayrılıkçı siyah hareketi konusuna dair tartışmalar yürütmüşlerdi. Harpal Brar, yetmişlerde, seksenlerde ve doksanlarda harekete tesir eden ayrılıkçı siyah hareketine karşı kaleme aldığı Burjuva Milliyetçiliği mi Proleter Enternasyonalizmi mi? isimli çalışmasında doğru tespitlerde bulunmuştu.

Aynı şekilde, aramızdan ayrılmış olan Yoldaş Iris Cremer da 1972 tarihli “Feminizm: Gerici Bir İdeoloji” başlığını taşıyan konuşmasında şunları söylemişti:

“Kapitalizm koşullarda kadınlara yönelik baskıların asıl sebebi, tüm toplumsal üretim araçlarının azınlıktaki kapitalist sınıfın mülkiyetinde ve kontrolünde bulunmasıdır.

Öte yandan muhtelif feminist teoriler ise şunları söylemektedir:

1. Düşmanımız erkeklerdir.

2. Kadınların biyolojik işlevi kadının düşmanıdır.

3. Kadının düşmanı ailedir.

4. Kadının düşmanı patriarkal toplumdur.

Bu teoriler, asıl düşmanın kapitalist sınıf değil de erkek olduğunu söylediği için kadınları asla özgürleştiremezler. Daha da kötüsü bu teoriler, kadınların gerçek düşmanının zarar görmemesini, hatta o düşmanın mevcut konumunun pekişmesini sağlarlar.

Feministlerin taleplerini benimseyen kadınlar, hareketin gerçek bir devrimci kadın hareketi içerisinde esas itici güç hâline gelmesi gereken işçi sınıfı mensubu kadınlara yabancılaşmasına neden olurlar, ayrıca kadınları erkeklerin karşısında konumlandırırlar, böylelikle kadın ve erkeklerin büyük çoğunluğuna zulmeden hâkim sınıfa karşı mücadelede o kadın ve erkekleri birleştirmezler” [Marxism and the Emancipation of Women –Marksizm ve Kadınların Özgürleşmesi, 9. Bölüm]

Ayrılıkçı siyah hareketinde gördüğümüz hususların benzerlerine feminizmde de tanık oluyoruz. Feminizm de ilerici olduğunu ilân ettiği bayrak altında bir araya getirdiği işçi bölüğünü, ikilikçi tarzı dâhilinde, başka bir işçi bölüğünün karşısına çıkartıyor. İşçi sınıfını bölüyor. Bu taktik bugün de işçileri bölmek amacıyla hâlen daha kullanılıyor.

Feminizm, sınıfı bölen bir dinamik olarak karşımıza başka adlarla çıkıyor. Bu akım akademide kökleşiyor. Farklıymış gibi görünse de benzer meselelerle yüzleşmemize sebep oluyor.

Kimlik politikasının Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrası Britanya’da işçi hareketinin dibe vurduğu bir dönemde hâkim düşünce hâline gelmesi, uzun süredir devam eden ekonomik kriz esnasında kafasını yeniden çıkartması asla tesadüf değil. Bu zeminde burjuva akademisi, sınıf sömürüsünü zulüm listesinden çıkartmış olan bir ideolojiyi dayattı. Bizim âlim akademisyenlerimiz biraz şaka yapalım demişlerse, o vakit sömürü meselesini listenin en son maddesine yazdılar, hatta sömürü, işçiciliği kimlik olarak ele alan yaklaşıma has olan ikilikçi tutuma doğru kapatıldı.

Bu ideoloji, bir zamanlar bilimsel sosyalizme ve sınıf mücadelesine ev sahipliği yapan yuvaya yerleşti. Akademinin onay ve destek vermesiyle kimlik politikası, ortak yönlere sahip bulunduğu Yeni Sol veya Troçkizmin geçmişte devlet desteğiyle yürüttüğü faaliyetler dâhilinde hareketimizin başına benzer belâları açtı.

Fakat öncellerinden farklı olarak kimlik politikasının sınıf mücadelesine inanıyormuş, destek veriyormuş gibi görünmesine gerek yok. Buna karşın yeni bir üniversiteli “radikaller” kuşağı yarattı ve bu kuşak, ilericiymiş gibi satılan bir ideolojiye sahipti. Bu ideoloji ise işçi sınıfının alt katmanlarına yabancı ve alabildiğine şoven bir tutum içerisindeydi.

Giderek daralan sol mahfillerde tumturaklı laflar edip duran entelektüellere Troçkistler, revizyonistler ve sınıf mücadelesine sırtlarını döneli uzun zaman olmuş olan “sol” sosyal demokratlar kucak açıyorlar. Her şeyin ötesinde burjuvazi, işçileri bölmek ve yollarından saptırmak için, söylemde işçi sınıfına düşman olan, devrimci politikanın estetiği ile tıka basa dolmuş ama öte yandan sınıfsal içerikten de tümüyle mahrum bir ideolojiden daha iyi bir şey bulamazdı.

Ne yazık ki kimlik politikasının getirip kucağımıza bıraktığı şey tam da bu. Burjuva akademisinde geliştirilmiş toplum analiziyle ilgili çerçevenin ilerici estetikle bütünleştirilmesi, hareketimizin önündeki en büyük engeldir. Birçok öğrencinin bu türden burjuva önyargılarıyla bize gelecek olması anlaşılır bir durumdur ama aynı şekilde kimlik politikası denilen çürüğü, küfü içimizden söküp atmamız da anlayışla karşılanmalıdır “Kesişimselcilik” gibi türevleri bulunan kimlik politikasının diyalektik ve tarihsel materyalizmle kıyaslanabilecek bir yanı bulunmamaktadır. Tüm hâlleriyle kimlik politikası, diyalektikten, materyalizmden, tarih anlayışından dolayısıyla bilimsel yöntemden mahrumdur.

Kongremizde bir yoldaş, LGBT bireylerin kapitalizm koşullarında özel ve köklü bir zulme maruz kaldıklarına dair rakamları aktardı. Bu rakamlara göre evsizlerin büyük bir bölümü LGBT idi.

Lâkin bu çalışmaya ait parametreler aktarılmadı. Yoldaşımız rakamların kaynağını vermedi, bu gençlerin bilhassa LGBT olduğu için evsiz olduklarına dair herhangi bir delil ortaya koymadı. İstatistiğin ne tür bir sonuca götürdüğüyle ilgili bir tartışma yürütmedi, onun evsiz olma hâline karşı LGBT bireylerini koruma altına alacak özel yasalar talebinde bulunup bulunmadığı açık değildi. Oysa bir mesele varsa tüm evsiz insanlar için geçerliydi. Ev, iş, eğitim ve sağlık hizmeti tüm emekçiler için bir hak olmalı ve bu hak tüm proletaryanın müşterek çıkarıyla ilgili.

Bu küçük örneğin de ortaya koyduğu biçimiyle, tüm çıplaklığıyla proletaryayı ilgilendiren bir meselenin kimlik politikasının yol açtığı sis içerisinde idrak edilmesi pek mümkün değil. Engellilere yönelik ayrımcılık için de aynı durum geçerli. Marksistler açısından engellilerin hakları ve onuru işçi sınıfını ilgilendiren, proleter bir meseledir. Elbette burada derdimiz, engellilerin maddi koşullarını geliştirmeye, kamu sağlığına ve kamusal alanlara daha fazla erişim imkânına kavuşmaya, gelişkin iletişim şartlarını elde edip anlamlı bir iş edinmeye dönük mücadelelerini yerin dibine sokmak değil.

Gelgelelim onlara meselenin sınıfsal olduğuna işaret etmekten gayrı bir yardımımız olamaz. Bir proleterin doğuştan veya sonradan engelli olarak yaşaması ve o berbat koşulların yol açtığı risklerle yüzleşmeden varolması mümkün değil. Buna karşılık bir burjuva aileye mensup kişi, çocuk felci sonucu engelli hâline gelse bile, Roosevelt’in ABD’de yaptığı gibi, dört kez başkan olabilir.

Bu zeminde bizim “kesişimselci” muhaliflerimizse ikilikçi yaklaşım dâhilinde, bizlerin tüm bedensel ve zihinsel engelli olmayan kişilerin fiziksel veya zihinsel engelli olan kişilere zulmettiklerine herkesi inandırmaya çalışıyor. Bu sahte çözüm, işçileri birbirlerine düşürüyor ve kapitalistlerin bu kavgadan yara bere almadan kurtulmasını sağlıyor.

Buradan LGBT ideolojisi denilen meseleye geçelim. Bu meselenin parti içinde ve dışındaki yoldaşlarımızın kafasını bir hayli karıştırdığını görmek gerek. “LGBT ideolojisi” terimini kimlik politikası ideolojisini onaylayıp bunu LGBT bireylere yaymak için uğraşanları ve maddi çıkarlarını en geniş anlamda işçi sınıfından ayıranları tanımlamak için kullanıyoruz.

Bizim görüşümüze göre Britanya’da LGBT bireyler, burjuva devletin zulmüne karşı çıktığı ölçüde (kitleler arasında oluşan çelişki anlamında) bir tür önyargının çilesini çekmektedirler. Oysa kimlik politikası tüccarları, bu meseleyi bir tür ikilikçi yaklaşım üzerinden ele alıyorlar. Bunların iddiasına göre lezbiyenler, geyler ve biseksüeller “heteroseksüellerin zulmünden”, transseksüeller de doğuştan gelen cinsiyetine bağlı kişilerden kurtarılmalıdır.

Bu düşüncenin kimseye faydası olamaz ve LGBT işçilere işçi sınıfının geri kalan kısmıyla birleşme görevini aşılamaktan fersah fersah uzaktır.

Bu örnekler, kimlik politikasının herkesi yanlışa sevk eden safsatalarını, onun bölücü niteliğini ve burjuva niteliğini yalın bir biçimde ortaya koymaktadır. Bir tür yardım cemiyeti gibi çalışan bu yapıların temel kusuru, sınıf mücadelesi penceresinden bakıp toplumsal ve ekonomik hayatı sınıf mücadelesi penceresinden bakıp analiz etme fikrine karşı çıkıyor olmalarıdır.

Kapitalist toplumdaki ana çelişkiyi ifade eden sınıfsal sömürüyü ana bağlam olarak görmeyen, bu sebeple diğer tüm çelişkileri söz konusu bağlam dâhilinde ele alamayan kimlik politikası, meselelere gerçek hiçbir çözüm sunamaz ve birleşmesi gerekenleri ayırır. Dolayısıyla kimlik politikası, esasen Marksizm-Leninizmle tam bir çatışma içerisindedir.

Kendisini Marksist-Leninist olarak tanımlayan birçok isim, Marksizm-Leninizmle kesişimselciliği cem etmeye çalışıyor (kesişimselcilik, burjuva akademisinin bugünlerde destek verdiği, kimlik politikasının yeni adı). Bu yoldaşların büyük bir kısmı, esasında öznel planda kendi kimliklerine yatırım yapıyorlar. Bunların çoğu, kimlik politikasına üniversitelerde veya başka yerlerde maruz kalıyorlar, sonrasında da orada kaptıkları liberalizmi Marksizm-Leninizme taşıyorlar.

Dolayısıyla bu kişiler, kendi kimliklerini sınıf mücadelesine (o temel çelişkiye) tabi kılma fikrini itici buluyorlar. Yukarıda da belirttiğimiz üzere, söz konusu çelişkiler denk görünmediği için sonraki süreçte kafa karışıklığı yaşanıyor.

Kimlik politikası, gayrı bilimsel bir tutum dâhilinde, olağanlaşmış dil bağlamında, toplumdaki her çelişkiye “zulüm” etiketi vuruyor, oysa Marksizm-Leninizm zulüm gibi bir terimi bilimsel içeriği ile birlikte kullanıyor. Buna karşılık yeni Marksist-Leninist olmuş kişiler, zulümden değil önyargıdan muzdarip olduğunu düşünüyorlar. Kişisel ve öznel deneyimlerinin küçük görülmesi sebebiyle rahatsızlık duyuyorlar.

Tüm işçi sınıfının ortaklaştığı taleplere sahip olmayı düşüklük olarak görenler, kendi özel mücadelelerinden daha önemli hiçbir şeyin bulunmadığını düşünmeye başlıyorlar. Bu yoldaşlar, kendi kişisel önyargılarının kendilerini bugüne has bir bundculuğa götürmelerine izin veriyorlar. Bu noktada bir elleriyle Marksizme diğer elleriyle liberalizme tutunuyorlar.

Bizim bu yoldaşlara mesajımız gayet açıktır: Emperyalist ülkelerde burjuva devlet ve burjuva toplum, kapitalizm koşullarına tabi ekonomik ve toplumsal hayat dâhilinde verilmesi mümkün olan kişisel özgürlükleri ve serbestiyeti en geniş mânâda bireye verebilmiştir. Ama bilinmelidir ki bu serbestiyet ve özgürlükler, dünyadaki emekçi kitlelerin sırtına basarak, onların çektiği çileler ve dertler karşılığında verilmiştir. Kitlelerin kolektif kurtuluşu, bireyin gerçek kurtuluşunun önkoşuludur. Dolayısıyla bugün bizim için asıl mesele, tüm katmanlara ve kesimlere mensup proleter kitleleri işçi sınıfının müşterek çıkarı bağlamında, sosyalizm bayrağı, proleter enternasyonalizm sancağı altında bir araya getirmektir.

Red Youth
20 Haziran 2019
Kaynak