08 Eylül 2017

, ,

İştirakiyyenin Anlamı: 19. Yüzyılda Arapların Sosyalizme Bakışı

Sosyalizm sözcüğü Avrupa dillerinde görece yakın tarihlidir. İlk olarak Robert Owen’ın ve Fourier’nin toplum hayatını yeniden düzenlemeye yönelik sistemlerini adlandırmak üzere 1830’larda karşımıza çıkar. Ancak o zamandan bu yana terim muhtelif anlamlar kazanmıştır ve artık konuşanın kastettiği anlamı kesin olarak verebilmesi için önüne birtakım sıfatların eklenmesi gerekmektedir: demokratik sosyalizm, nasyonal sosyalizm, Hıristiyan sosyalizmi, Fabyan sosyalizmi, devrimci sosyalizm gibi. Sosyalizm iddiası taşıyan ideolojiler aşırı sağdan, ılımlı bir işçiciliğe ya da toplumsal yaşamı tümden değiştirmek isteyen bir devrimciliğe kadar çeşitlenebilmektedir.

Sosyalizm sözcüğünün çağrışım çeşitliliği Arap dünyasında da mevcuttur. (İştirakiyye olarak tercüme edilen) sosyalizm geniş bir içeriğe sahiptir. Örneğin 20. Yüzyılın ortalarında terim Mısır’da solcularca, liberal anayasacılarca, Vefd, Kutla, Vatan partileri ya da kripto-faşist Genç Mısır Partisi gibi partilerin üyelerince ayrım gözetmeksizin kullanılmaktaydı.[1] Bilahare sözcüğün muhtelif çağrışımları arasında anlam ayrımına gidilmesi gerekti. Örneğin Hz. Muhammed’in Medine’de uyguladığı rejime de iştirakiyye deniliyordu. Bana kalırsa bu yorum en iyi biçimde Şevki’nin şu dizelerinde ifade edilmiştir:

Ey Muhammed sen ki imamısın sosyalistlerin
Şu müfrit insanlar ne derse desin.

Daha sonraki yıllarda iştirakiyye, kastedilenin evrensel bilimsel sosyalizmin Arap dünyasına uygulanışı mı yoksa Marksist olmayan bir Arap sosyalizmi mi olduğuna bakılarak arabiyye sözcüğü ile beraber de kullanılmaya başladı. Daha yakın bir zamanda Mısır Arap Cumhuriyeti anayasasının 1. maddesi Mısır’ın “demokratik sosyalist” (iştiraki dimuqrati) bir hükümet sistemine sahip olduğunu bildirmişti. Bu türden bir sosyalizm ekonomide özelleştirmeyle ve ABD ordusu ile yapılacak askerî anlaşmalarla çatışır görünmüyordu.

İştirakiyye terimi, görüldüğü üzere Arapçada da diğer dillerde olduğu gibi muhtelif gönderimleri olan bir içeriğe sahiptir. Anlaşılan o ki birkaç anlam katmanı kazanmış olan terimin her bir anlamının ayrı tarihsel öncülleri ve kullanıcıya göre değişen çağrışımları bulunmaktadır. Bu çalışma terimin bir arkeolojisini sunmayı amaçlıyor.

Etimoloji: İslamî Köken

Kahire’deki Arap Dili Akademisi 1934 yılında Arapçada ‘kapalı t’ denen müenneslik (dişillik) işaretini taşıyan nesep ekinin (-iyye) bir köke eklenmesiyle yeni bir sözcük gövdesinin türetilebildiğini tasdik ediyordu; buna göre cumhuriyye hükümet biçimi cumhuriyet olan bir ülkeyi, iştirakiyye ise iştirakı (yani ortaklığı) yaymak isteyenlerin teorisini ve bu teorinin pratiğe geçtiği bir toplum biçimini kastediyordu.[2] Bu türden sözcük türetimi yeni olsa da iştirakiyyenin ş-r-k biçimindeki kökü eskiye dayanır. Bu eylem kökü ortaklık düşüncesiyle ilgili muhtelif anlamları işaret edebilir: çok tanrıcılık, çok eşlilik, şirket, Aşai Rabbani Ayini gibi.[3] Tacu’l-Arus ve Lisânu’l Arab gibi eski Arapça sözlüklerde iki farklı örneğe rastlanır. Bunlardan ilki bir hadistir: “İnsanlar suda, ateşte ve toprakta ortaktır.” İkinci örnekse Emevi halifesi Ömer bin Abdülaziz’in Yemenlilerin toprağı ortaklaşa sahiplendiklerine dair aktardıklarıdır.[4]

Ş-r-k kökü, Arap yarımadasında İslam’dan önce de mevcuttur. İki olası anlamı vardır: olumsuz bir çağrışımla çoktanrılılığa, olumlu bir çağrışımla ise bir tür doğa yasası olarak, hayatın su, ateş, toprak (barınak) gibi müşterek ihtiyaçları üzerinde ortak mülkiyete işaret eder. Ortak mülkiyet fikri İslam öncesi dönemde Yemen’de mülkiyet haklarının yasal düzenlenişinde de görülebilir. Hicret’ten sonra bir tür ortak mülkiyetin ve toplumsal servetin müşterek harcanmasının Mekkelilerle Ensar arasında yaşama geçirildiği görülür.

Yedinci yüzyıl gibi erken bir dönemde ş-r-k kökünün ortaklaşma ile ilişkilendirildiği anlaşılıyor. Ne var ki terimin Peygamber’in önayak olduğu düzene atıfta bulunan olumlu çağrışımlarının Avrupa sosyalizmi ile ilk karşılaşmaların yaşandığı 19. yüzyıl itibariyle değişmeye başladığını görüyoruz.

İlk Karşılaşmalar

Avrupa’da yeni filizlenmeye başlayan sosyalist düşünce ile Osmanlı İmparatorluğu’nun tanışması oldukça erken bir döneme rastlar. 1845 gibi erken bir tarihte İzmir valisi bir İngiliz ziyaretçisine el koyduğu bir belgeyi gösterir, belge “yakın tarihte Paris’te basılmış sosyalist bir bildiri”dir.[5] Üç yıl sonra 1848 Devrimi’nin ardından gelen baskıdan kaçarak İstanbul’a gelmiş bir Macar, açtığı kitabevi kanalıyla, Genç Osmanlılara “Avrupa’da çıkan en son bilimsel incelemeleri ve siyasal broşürleri temin etmektedir”.[6]

Bu temaslar her ne kadar sınırlı olsalar da 1861 basımı bir İngilizce-Türkçe sözlükte madde başı olarak sosyalizmin yer almasını gerekli kılacak önemdedirler. Bu, sosyalizmin (iştirak-i emwal- malların ortaklığı) tanımlanmasında eylem kökenli bir ad olan iştirak sözcüğünün ilk kez kullanıldığı örnektir Türkçede.[7]

1848 devrimlerinin Arap zihninde çok yankı bulmadığı anlaşılıyor. 1848 yılında Paris’te Saint Michel Bulvarı, 97 numaradaki Mısır askerî misyonunda ikamet etmekte olan müstakbel tarihçi ve roman yazarı Mübarek Ali Paşa büyük oranda otobiyografik olan ve esasen Fransız âdetlerinin anlatıldığı romanı Alameddin’de Haziran günlerinden hiç söz etmez. Askerî misyonun diğer üyeleri de kelimenin tam anlamıyla kapılarının önünde cereyan eden olaylarla ilgili olarak aynı biçimde suskundurlar.[8] Mısır’a Paris’ten gönderilen bilgi notlarında sosyalizm bahsi hiç geçmez. Mısır ile Osmanlı arasındaki karşılıklı şüphelere binaen Avrupa’daki karışıklıklara dair haberleri de içeren Osmanlı basınının Mısır’da dikkatle incelendiği düşünüldüğünde bu durum oldukça tuhaftır. Şu hâlde, Paris misyonu üyelerinin sansür korkusuyla ki nihayetinde söz konusu olan bir askerî misyondu, siyasi gelişmelerden söz etmekte isteksiz oldukları varsayılsa bile, Kahire’de 1848 olaylarına dair Türklerin bildirdiklerinden bir şekilde söz ediliyor olması beklenirdi. Yine de büyük bir sessizlikle karşı karşıyayız; üstelik bütün bu sessizlik Saint-Simoncuların yaşamak için seçtikleri bir ülkede cereyan ediyor.

1848 devrimleri, adı ironik bir biçimde al-Moubacher: Le Porteur de Bonnes Nouvelles [“Mübaşir: İyi Haberler Ulağı”] olan ve Arapça yayınlanan Fransız Cezayir’i menşeli gazetenin 30 Haziran 1849 tarihli nüshasında ancak üstünkörü bir şekilde anılıyordu. Bu tarih olaylar yatıştıktan tam bir yıl sonrasıydı ve haberde hâlâ devrimciler “şer ehli” olarak anılıyor ve “Paris ve Lyon’da fesat çıkarmakla” suçlanıyorlardı. 1848 devrimlerine yapılan üstünkörü gönderimler ve sosyalizmden hiç söz edilmeyişi bu örnekte cehaletle açıklanamaz. Cezayir 1848 yılında bir Fransız sömürgesiydi ve Le Porteur de Bonnes Nouvelles devrimden önce idari genelgeleri ve resmi ziyaretleri haberleştirirken hiç sorun yaşamıyordu.

1871 Paris Komünü

1848 devrimlerine ilişkin haberlerin nispeten ihmal edilişi Arapçada sosyalizmin ele alınmasını 19. yüzyılın ilk yarısı boyunca engellemiş gibi görünüyor. Ne var ki bu ihmal 1871 Paris Komünü’nün basında geniş yer bulmasıyla giderilmiştir. Arap basınında Komün’le ilgili yayınlanan haberler Arap yazarlarını Fransa’da savaşan unsurların ideolojisi üzerine kafa yormaya ve bir fikir olarak sosyalizmin içeriğini daha belirgin biçimde tartışmaya itmiştir.

1848 devrimleri ihmal edilirken Komün’e basında nispeten daha geniş yer ayrılması kanımca iki nedene dayanıyor.

Birincisi, 1860’lardan önce bağımsız bir Arap haberciliğinden söz etmek mümkün değildi. İlk olarak Napolyoncu kampanyanın akim kalmış yayını Tenbih vardı, onu 1828’de yayına başlayan ve dış haberlerden ziyade yasa ve kararnameleri içeren el-Vaka’i el Misriyye takip etti. Dış haberler, düzenli olmamakla birlikte, 1860’lardan sonra[9] üç gazetede verilmeye başlandı: Vadiyyü’n-Nil 1866’da Kahire’de yayınlanan Le Nil’in Arapça versiyonu idi. Fransızca orijinali gibi o da verdiği haberleri Avrupa gazetelerinden yapılan çevirilere ve yine Avrupa’dan gelen telgraflara dayandırıyordu. Her iki gazete de yeni filizlenmekte olan milliyetçi siyasette etkindi. Nitekim, Nubar Paşa anılarında Le Nil’in Fransız yazarlarından “ces messieurs les meneurs” diyerek söz eder;[10] gazetenin editörünün Louis Blanc’ın 1848’den sonra Fransa’dan sürülmüş olan kardeşi Charles Blanc olduğu düşünülürse şaşırtıcı bir suçlama sayılmaz bu. Charles Blanc Kahire’de sosyalizme aşina yegâne kişi değildi; 1869’da Süveyş Kanalının açılışını haberleştirmek üzere görevlendirilen Le Siècle’ın dış haberler muhabiri bir Garibaldiciydi.[11] Charles Blanc’ın ya da 1869’da Le Siècle için çalışan Louise Colet’nin Mısırlı gazeteci ve aydınlar üzerinde etkili olup olmadıkları konusunda ancak tahminde bulunulabilir. Vadiyyü’n-Nil Komün’ün kuruluşuna denk gelen günlerde, 1871’in Mart ayında yayınına son verdi. Bu nedenle sosyalist fikirlerle ilgili tartışmalar noktasında kısıtlı bir içeriğe sahip olduğu söylenebilir. Editörü Ebussuud Abdullah Efendi, Tahtavi’nin öğrencisiydi ve Mübarek Ali Paşa ile teşriki mesai içindeydi. Ebussuud Fransızcadan çeviriler yapıyor ve çeviri bölümünü bizzat idare ediyordu. Buradan yola çıkarak Fransa’da o tarihte mevcut olan entelektüel akımlarla temas etmiş olduğu tahmin edilebilir. Vadiyyü’n-Nil’de yazdığı başyazılardan onun Paris’in topografyasına olduğu kadar Fransa’nın siyasi güçlerine de aşina olduğu anlaşılmaktadır. Doğu Akdeniz ve Mısır’a batıdan gelen fikirlerin aktarılmasında önemli rolü olan bir ailenin üyesi olan Salim Bustani’nin sahibi ve genel yayın yönetmeni olduğu bir başka haftalık gazete, Beyrut’ta Cinan adıyla yayınlanıyordu.

Komün iktidarı boyunca da yayınlanmış olan Cinan haber ve makalelerini muhtelif kaynaklardan temin ediyordu: Londra menşeli Times, Versaillais gazetesi La Situation ve Komünarların sesi Le Cri du Peuple. Üçüncü bir gazete de İstanbul’da Ahmed Faris Şidiyaq adındaki bir Suriye-Lübnanlı tarafından çıkarılıyordu: Cevayib [“Haberler”]. Hourani’ye göre: “Cevayib, gerçekten de kayda değer ilk Arapça gazetedir, ilk kez Arapça yayınlanan bir gazete Arapçanın konuşulduğu her yere dağıtılmakta ve dünya siyasetindeki meseleleri ele almaktadır […]”. Hourani, C.M. Doughty’nin bu hususta şunları söylediğini aktarıyor: “[…] gazete Arapçanın kullanıldığı bütün ülkelerde mevcut. Bombay’da Necd emirliğinin ticaret evlerinde bile buldum.”[12] Cevayib’in editörünün 1848 yılında Yeni Ahit’in çevirisine yardım etmek üzere İngiltere’de bulunduğunu ve onun Paris Komünü günlerinde cari olan fikirlere dair oluşturduğu kanaatin büyük ölçüde Elçilerin İşleri’nde tariflenen ilkel komünizmle ilgili kavrayışından nasiplendiğini biliyoruz.

Sosyalist fikirlerin Avrupa’da olduğu gibi Arap dünyasında da tartışılmaya başlanmasının ilk nedeni bir takım Arapça süreli yayınların 1860’larda ortaya çıkışıdır. İkinci neden ise kanımca Paris olaylarının Fransa-Prusya savaşı tırmanırken cereyan etmiş olmasıdır. Savaş hakkında, Paris’te olan bitene değinmeden haber yapmak zordu. Komün’e ilişkin bazı haberler bu nedenle zorunlu olarak veriliyordu ve bu haberlerde olayların başkişilerini harekete geçiren fikirlerin de sunulması bir zorunluluk arz ediyordu.

Salim Bustani’nin gazetesi Cinan, Komün’ün ilanına öngelen Fransa-Prusya savaşına dair haberleri Londra’da yayınlanan Times’dan alıntılıyordu. Dolayısıyla savaş haberleri çeviri idi ve hassaten Cinan okurlarının aşina oldukları bir konuya ilişkindi. İki askerî güç savaşıyor ve yenilen tarafta bir hükümet değişikliği yaşanıyordu. Salim Bustani bir noktada haber çevirisi yapmayı bırakıp hulasa siyasiyye [“Siyasi Özet”] başlıklı köşesinde Komün’ü ve olan biteni yorumlamaya başlamıştı:

“Paris’in aralarında ayaktakımından da hayli kimsenin bulunduğu kimi sakinlerini itaatsizliğe iten neden, rahatlıktan yoksun bulunmalarıydı. Bu insanlar, barışın ve düzenin ortadan kaldırılmasını kışkırtıp mevcut hükümeti ve ondan yana olan meclisi lağvetme işinde sadece kızıl parti diye adlandırılan devrimci partiden destek gördüler. Bunlar birleştiler ve refahta ortaklık (iştirak) talep eden kızıllar diye anılır oldular. Bunlar bir hayli celallendiler ve Montmartre’daki toplara el koydular […] Maksatları bir komün (kentsel birlik, cemiyye belediyye) vs. teşkil etmekti.”[13]

Bustani, açık komünar-karşıtı fikirlerine rağmen devrimin sempatizanı olan kaynaklardan beslenen yegâne Arap gazeteciydi. Journal Official, cemiyye belediyenin lehine olarak çevrilmişti, Jules Valles’nin Le Cri du Peuple’i ise Bustani’ye devrimi tarif edip Komün’ü şehir meclisi olarak andığı makalesi için gereken malzemeyi sağlıyordu.

Şurası yeterince açık görünüyor ki Bustani’nin 1871 olaylarını tariflerken kullandığı terminoloji net değil. Kesinlikten yoksunluk, benzer biçimde Bustani sosyalizm sözcüğünü çevirirken değil belki ama Arap okurlar için sözcüğün içeriğini aktarırken de karşımıza çıkıyor. Nitekim Louis Blanc’tan “ılımlı olmayan cumhuriyetçi parti”nin (hizbu’l cumhuriyye gayru’l mu’tedile) lideri olarak söz ediliyor.[14] Cinan’da yayınlanan -bu kez Bustani’nin ortağı Antun Sabbağ tarafından yazılmış- başka bir başyazı sosyalist partiyi “para ve mülkte genel ortaklık partisi” (hizbu’l-iştiraku’l ‘amm fil mel vel emlak) olarak anıyor.[15] Her iki başyazı da Fransız siyasetine aşina olunduğunun göstergesi ve her ikisinde de iştirak sözcüğü sosyalizmi tanımlamakta kullanılıyor.

Vadiyyü’n-Nil’deki makaleler de yabancı basına dayanıyor ancak bunların kaynağı daha ziyade Le Nil. Vadiyyü’n-Nil’in editörü Ebussuud tereddüt içinde gibi görünüyor. Nitekim, Komün’e (üstü örtülü de olsa) taraftar olan makaleleri çeviriyor. Bu tercihin anlamı bilhassa komünarların görüşlerini Parislilerin çoğunluğunun görüşleri olarak andığında açığa çıkıyor: “ünlü şehrin halk hükümetine meyyal olan sakinleri”.[16]

Yine de Ebussuud, hiçbir yerde komünarların görüşlerini anlatmaya, hatta onlara gönderimde bulunmaya kalkışmıyor. Nitekim Paris’te yaşanan askerî hareketliliğe dair detaylı bir anlatım olduğu halde siyasi fikirlere yapılan yegâne gönderimde seçim için yarışan partiler “ılımlı cumhuriyetçiler, durumu eskiden olduğu haliyle korumak isteyen muhafazakârlar” vs. biçiminde tanımlanıyor. Başka bir sayıda meclis adayları “meşruiyetçiler, cumhuriyetçiler ve ılımlılar” diye anılıyor.[17] Sosyalistlerden söz edilmemesi göze çarpıyor; üstelik Louis Blanc’ın sürgündeki kardeşinin yazdığı makalelerin çevirisine dayanan bir gazete bu.

Üçüncü bir gazete ise Komün’e ve sosyalistlere yönelik tutumunda çok daha net. Sözünü ettiğimiz gazete Ahmed Faris Şidiyaq’ın İstanbul’da yayınladığı Cevayib gazetesi. Cevayib, Komün’ün amacı ve ideolojisine dair tartışmaları karşıt bir yerden de olsa içeren tek Arap gazetesi oluyor.

Cevayib’de yer alan haberler Reuters ajansına dayanıyor, bunları Şidiyaq çevirip yorumluyor. Komün ortaya çıkınca Şidiyaq Paris ayaklanmasının Fransa’nın Almanlarca işgaline karşı direnişi ile ilgili haberlerden daha önemli olduğu çıkarımında bulunuyor:

“Kızıl cumhuriyetçilerle hükümet arasında yaşanan çarpışmalar bizim için Fransız askerleri ile Alman askerleri arasında Paris kuşatması sırasında yaşanan çarpışmalardan daha önemli.”[18]

29 Mart tarihli başyazıda Cevayib’in editörü Salim Şidiyaq Efendi, “bu parti”nin üyelerinin “zenginlerin evlerini, dükkânlarını ve hükümet binalarını” ele geçirdiğini anlatıyor. Talepleri “mülk sahiplerinin mülkünü paylaşmak (müşareket un-nas zuw’il emlak fi emlakihim) ve mülkte ortaklık anlamına gelen bir komün kurmak”tır.[19]

Şidiyaq’ın makaleleri arasında belki de en şaşırtıcı olan Komün’ün Lyon ve Marsilya’ya yayılışını anlattığıdır. Komünarların doktrini makalede “ortaklık yolu” (tarikatu’l iştirak) olarak çevrilmiştir; bu, bugünkü ‘iştirakiyyeye en yakın ifadedir. Bu makalede Garibaldi’nin oğlunun ‘République Sociale’in (cumhuriyye ‘umumiyye) kurulması için verilen kavgada yer aldığı haber verilir ve Komünarların Enternasyonal’le olan ilişkisi aktarılır:

“Enternasyonal kelimesinin beynelmilel demek olduğunu söylemiştim. Bununla kastedilen onların bütün uluslara birden ırk ya da doktrin farkı olmadan sadık olduklarıdır ancak bu birliğin üyeleri sadece zanaatkârlar ve işçilerdir. Biraraya gelmeleri kendi çıkarları için, kraliyetler karşısında konumlarını güçlendirmek içindir.”[20]

Makalenin en ilginç kısmı sosyalist fikirlerin Arap okuyucu için çevrilmeye çalışıldığı yerlerdir. Sosyalizm, Elçilerin İşleri’nin (dördüncü bölüm) örneği izlenerek mülkte ortaklaşmak olarak anılır. Ardından Elçilerin İşleri’nde geçen Hananya’nın hikâyesi detaylıca aktarılır.[21] Sosyalizm ve İslam olmasa da din arasında kurulan bu bağ Arapların sosyalizm algısının sabit bir özelliği olmuştur hep. Yukarıdaki alıntılardan Arap gazetecilerin ikilemini anlamak kolaydır. Fransızların iç meselesi olarak Komün’e karşı nesnel bir konum alıp yanısıra her devrimin ardından gelen bir durumu tekrarlayarak normal yaşamı sekteye uğratması ve mülkü tahrip etmesi kınanmalı mı, yoksa devrimin nasıl sonuçlar doğurduğuna bakılmadan eliştirak fil-emwal (malda ortaklık) eleştirilmeli mi? Belki de sadece Şidiyaq geçmişe atıfta bulunarak buna bir çözüm bulmuş oldu. Böylece Şidiyaq artık kanlı mücadelenin, ortadaki fikirlere ilişkin konum almaksızın, sadece fitnenin anlatımına girişebilirdi. Bu olanlar Hıristiyanlara hastı ve onların tarihlerindeki vakalarla ilgiliydi.

Yine de Şidiyaq’ın konumu Komün’ün yorumlanmasında İslam’ın bilinçli bir yapısöküme uğratılmasına dayanır. İslam’dan söz etmeyerek iştirak sözcüğünü bizim daha önce bu metinde göstermeye çalıştığımız gibi İslamî içeriğe sahip ş-r-k köküne bağlamayı da ihmal etmiş olur.

Tarihte İştirakiyye

Eğer Komün’e dair mevcut değerlendirmelerde Arap okuyucu için sosyalizmin yorumlanmasında zorlanılmışsa bu, gazetecilerin cehaletinden değildir. Yabancı kaynaklara Arapların 1870’lerin başlarında düzenli olarak ulaşabildikleri anlaşılıyor. Ayrıca, Arap gazeteciler ya 1848 mültecileri ya kendilerinin çıktıkları dış geziler ya da örneğin Kahire’dekiler gibi sosyalist fikirler serdeden yabancı gazeteciler yolu ile sosyalist fikirlere kısmen aşina idiler. Sosyalizm konuşmak yönündeki gönülsüzlük ya da sosyalist fikirleri Hıristiyanlık geçmişine nispet etmek siyasi bir tartışmadan kaçınmanın göstergesi gibi duruyor. Komün geçmişte kaldıktan itibaren artık bu konular rahatça konuşulabilir olmuştu; Arapların kendi geçmişleriyle doğrudan ilintili olanlar bile. Bunun en iyi örneğini Muqtataf’ta ve eski bir ansiklopedi olan Kitab Da’iratu’l Ma’arif’te görüyoruz.

Bustani’nin bu ansiklopedisinin 1878 tarihli cildinde ‘hemze’ harfinde iştirakiyye olmasa da iştirakle ilgili bir maddeye rastlıyoruz. Ne var ki bu maddede sosyalizm bir kez bile anılmıyor. İştirakiyye terimine ilişkin bir açıklama görmek için 1898’de yayınlanan cildin, ‘S’ harfindeki ‘sosyalizm’ maddesine bakmamız gerekiyor. Orada ilk kez iştirakiyye sosyalizm sözcüğünün çevirisi olarak, parantez içinde veriliyor. Bustani, bu makalede sosyalizmin Avrupa’daki köklerini tartışırken bu kökleri felsefe ve dine bağlıyor. Bunun örneğini Platon’un Devlet’ini ve ardından Esseni doktrinlerini ve öğretileri batıni olmakla beraber malda ortak olan ilk Hıristiyan tarikatlarını andığı bölümlerde görmek mümkün. Sosyalizmin kökleri oradan da Ortaçağ topluluklarına, Reform’a ve Thomas More’un Ütopya’sına bağlanıyor.

Bustani’nin makalesi daha sonra Larousse’un Babeuf, Saint Simon, Owen, Fourier, Louis Blanc, Marx ve Proudhon ile ilgili maddelerindeki yapıyı takip ediyor. Bustani, muhtelif sosyalizm okullarının adlarını anmakla beraber öğretileri arasında ayrıma gitmiyor: Nihilistler (‘ademiyyun), Anarşistler (fewdewiyyun), “kızıllar” olarak da andığı Komünistler (‘ammiyyun) ve Karbonari (fehhemin). Daha önemlisi, Bustani her ne kadar sosyalizme karşı eleştirel bir tutum benimsese de Arapların kabile tarihinde de sosyalist eğilimlerin varlığını teslim ediyor. Daha yalıtık haldeki kabilelerdeki lidersizliği Bustani fewdewiyye (anarşizm) olarak anıyor.[22]

Muqtataf’taki makalelerinde Bustani sosyalizm eleştirisinde daha haşin davranıyor. Nitekim 1890’da sosyalizm karşıt iddialarını şöyle ortaya koyuyor: “bu düşünce ilk başta yoksulların zenginlerin servetinden pay almaları gerektiğini savunduğu için faydalı gelebilir ama bunda bir adaletsizlik var, zira bu paylaşım bir yaz bulutu kadar geçicidir […] sosyalist ilkeler nasıl sunulursa sunulsun zararlıdır.”[23]

Dört yıl sonra Muqtataf’da el-İştirakiyyun wel Fewdewiyyun [“Sosyalistler ve Anarşistler”] adlı bir makale yayınlanır. Makalede açıkça “İştirakiyye(nin) İngilizce sosyalizm sözcüğünün Arapçaya uyarlanmış hali” olduğu belirtilir. Daha sonra Bustani, daha önceki makalelerindeki görüşleri göz önüne alındığında şaşırtıcı olarak, iştirakiyye sözcüğünün ‘iştirak’la yani ortaklıkla ilgisi olmadığını iddia eder. Ona göre bu terim Komün’ün bir tarifini verir yalnızca. Sosyalizmin terim olarak Robert Owen tarafından ortaya atıldığını ve toplumun “yoksulluğun ve ıstırapların herkes dünyanın nimetlerinden nasibini alsın diye ortadan kaldırılması için” reforma uğratılmasını anlattığını söyler Bustani.[24] Sosyalizm teriminin devrimci yönünün vurgulanmasından toplumsal reformcu yönünün vurgulanmasına doğru açık bir kayma olduğu görülür burada. Ayrıca Arapların sosyalizme ilişkin söyleminde ilk kez olmak üzere sosyalizm ve komünizm arasında bir ayrıma gidilir. Sosyalizm terimi 19. yüzyılın sonları itibariyle ehlileştirilmiştir. Şiddet ve devrimcilik çağrıştıran anlamlarından arındırılmıştır. Yine de bilahare sosyalizm terimi biraz da -ilk Hıristiyanlar ya da Müslümanlar özelinde dinî bir renkle aşılanarak ideolojileri en ılımlı toplumsal reformculuktan en şiddetli devrimciliğe kadar değişen birçok farklı grup tarafından kullanılabilir olmuştur.

Sosyalizm fikri Osmanlı İmparatorluğu’na 1848 olaylarının ertesinde ulaştı. 1848’den itibaren yarım yüzyıl boyunca Osmanlı ve Arap aydınları sözcüğün anlamsal çağrışımları üzerinde uzlaşmaya çalıştılar. 19. yüzyılın son çeyreğinde Arapça yayınlanan gazete ve dergilerde Avrupa’daki olaylar serbestçe tartışılıyor ve bu olaylar sırasında dolaşımda olan fikirler açıklanıyordu. Sosyalizm hususunda ise anlaşıldığı kadarıyla Arap okuyucu için terimin çevirisi muhtelif katmanlar içeriyordu.

İlk anlamsal çağrışım devrimle, kanlı çatışmalarla, huzursuzluk ve yaşamların ve mülklerin yitirilmesiyle ilişkiliydi. Olumsuz bir çağrışımdı bu.

İkincisi de aynı oranda olumsuzdu. Sosyalizm Avrupa’ya ait bir kavram olarak görülüyordu; onu icat edenin Hıristiyanlar olduğu düşünülüyor ve onlara has olmaklığı nedeniyle göz ardı ediliyordu. Böylece Arap aydın için sosyalizm sadece bir seyir konusu haline geliyordu.

Üçüncü çağrışım ise sosyalizmi Arapların hem İslamî hem de hatta İslam öncesi geçmişine bağlıyordu. Bu çağrışım ş-r-k eylem köküne dayalı bir neolojizmin kullanımından türüyordu. Bu kök Yemen’de İslam öncesi çağda toprağın ortakça bölüşülmesine ve İslam’ın ilk yıllarında Peygamber’in sünneti uyarınca insanların yaşamın tüm ihtiyaçlarında eşit haklara sahip olmasına işaret ediyordu. Her ne kadar bu çağrışım olumlu ise de bir mukavele sorununa ya da temel toplum düzeyinde bir Arap ‘doğal yasa’sına işaret ediyor. 19. yüzyıldaki sosyalizme ilişkin Arap söyleminin hiçbir yerinde Hz. Ali’nin toplumsal adaletsizliklerle ilgili beyanlarına ya da Karmatîlerin 9. yüzyılda kurdukları sisteme gönderimde bulunulmamış olması ilginçtir. Nihayet, 19. yüzyılın sonunda, Komün’ün yenilgisinden uzun zaman sonra, sosyalizmin tarihsel içeriğini boşaltmak için son bir hamle daha yapılmıştır. Devrimci sosyalizm “Komün” ya da enternasyonal diye anılırken sosyalizm toplumsal reforma indirgenmiştir. İlk çevirileri Bustani tarafından kullanılmış olan ve devrimci sosyalizm yerine kullanılan bu iki terim, çeviri yerine doğrudan doğruya aktarılmalarından da anlaşılacağı gibi, devrimci sosyalizmin içeriğinin Avrupa’da geçmişte yaşanmış birtakım olaylara indirgenmesi girişimini haber veriyor.

19. yüzyılın sonunda iştirakiyye terimi Arapçada sosyalizm yerine kullanılıyordu, onun kolektifliğini ve devrimciliğini yansıtmıyor olsa da.

Murad Mecdi Vehbi
İştirakî dergisi Sayı. 9, s. 69-76.

[Kaynak: “The Meaning of Ishtirakiyah: Arab Perceptions of Socialism in the Nineteenth Century.” Alif: Journal of Comparative Poetics, Sayı 10 (1990): s. 42-55. Yazardan izin alınarak çevrilip yayımlanmıştır.]

Dipnotlar:
[1] Rober Tignor “Equity in Egypt’s Recent P ast: 1945–1952”, Yayına Hz.: Gouda Abdel Khalek ve Robert Tignor, The Political Economy of Income Distribution in Egypt (New York: Holmes and Meier, 1982) içinde, s. 31.

[2] Muhammed Şevki Emin’le görüşme, Arap Dili Akademisi, Ekim 1986.

[3] Örneğin krş. Hans Wehr, A Dictionary of Modern Written Arabic, Yayına Hz.: J. Milton Cowan, (Wiesbaden: Otto Harrassowitz, 1961).

[4] Krş. Tac el-Arus, Ş-r-.k maddesi.

[5] C. MacFarlane, Turkey and Its Destiny, (Londra: John Murray, 1850), aktaran Şerif Mardin, The Genesis of Young Ottoman Thought: A Study in the Modernization of Turkish Political Ideas (Princeton: Princeton University Press, 1962), s. 195.

[6] Ş. Mardin, The Genesis of Young Ottoman Thought, s. 195.

[7] J.W. Redhouse, Lexicon of English and Turkish, Bernard Quaritch, (Londra: 1861), “socialism” maddesi, s. 695.

[8] Anouar Louca, Voyageurs et écrivains égyptiens en France au XlXème Siècle (Paris: Didier, 1970), s.103.

[9] Sultan Abdülaziz döneminde çıkarılıp basını özgürleştirmeye hizmet etmiş olan yasanın etkisi bu bağlamda anılmalıdır.

[10] Yayına Hz.: Mirrit Boutros Ghali, Memoires de Nubar Pacha (Beyrut: Librairie du Liban, 1983), s. 394.

[11] J. M. Carre, Voyageurs et écrivains français en Egypte, 2. Cilt. (Kahire: IFAO, 1956), s. 313.

[12] A.H. Hourani, Arabic Thought in the Liberal Age: 1789-1939, (Londra: Oxford University Press, 1962), s. 98.

[13] Al-Jinan, cilt VIII, 15 Nisan 1871, s.351-353.

[14] Al-Jinan, cilt VIII, 15 Nisan 1871, s. 357.

[15] Al-Jinan, cilt VIII, Şubat 1871.

[16] Majallat Wadi al-Nil, 29 Cemaziyülevvel 1287 A.H (26 Ağustos 1870), s. 5 (Concorde Meydanı nümayişine dair haber).

[17] Wadi al-Nil, 27 Zilhicce1287 A.H. (18 Şubat 1871) s. 3. İkinci alıntı: 14 Şubat 1871 tarihli sayı, s. 7.

[18] Al-Jawa’ib, 26 Mart 1871, No. 509, s. 1-2: başyazı (cumle siyasiyye).

[19] A.g.e.

[20] A.g.e., 24 Mayıs 1871, s. 3.

[21] A.g.e., s. 2. Sonradan Müslüman olmuş Şidiyaq’ın Yeni Ahit’i 1840’larda Arapçaya çevirdiğini not edelim.

[22] Al-Mu’allim Butrus al-Bustani, Kitab da’irat al-ma’aarif wa huwa Qamus ‘amm li kul fann wa matlab, (Beyrut: Matba’at al-Ma’arif, 1898), “Sosyalizm” maddesi.

[23] Al-Muqtataf, Cilt 6, yıl 14, Mart 1890, s. 361-364.

[24] Al-Muqtataf, Cilt 11, yıl 18, 1 Ağustos 1894, s. 721-729.

05 Eylül 2017

,

Tav


Hazreti Ali şöyle buyurmuştur: zulümde iki suçlu vardır. Biri zulmeden zalim diğeri zulme rıza gösteren mazlum. Bu iki kişinin işbirliği ile zulüm ortaya çıkmaktadır. Zira tek taraflı olarak zulmün meydana gelmesi mümkün değildir. Zalim havada zulmedemez. Zulüm; zalimin çekici ve mazlumun örsü ile şekil alan bir demir parçasıdır. Sadece zulüm değil; fesat, sapma, tüm çaresizlikler ve yenilgiler de var olabilmek için iki tarafın işbirliğine muhtaçtır.

[Ali Şeriati]


Sıfır Bir diye bir dizi var. İnternet âleminde epey popüler olmuş. Solcular da seve seve izliyorlar. Aslında dizi, şehirdeki gentrifikasyon, soylulaştırma girişiminin bir parçası. Arkasında kim var, para kimden çıkıyor, bilinmez ama, sorunun cevabı için jenerikteki teşekkür kısmında merkez ve ilçe belediyelerinin ismine bakmak yeterli.

Çünkü soylu görünme devrindeyiz. Soylulardan ödünç alınan zihin ve pratiğin burjuvazi süzgecinden geçmiş hâline bugün solculuk, sosyalistlik diyorlar. Burjuva devrimleri ile ilişki de bu düzeyde. “Ya ilerletelim, ya savunalım ya da gerisine düşmeyelim” diyorlar. “Her şey bir yana, güç olmadan bu tür bir siyaset, küçük burjuva siyaset” denildiğinde de kızıyorlar. “ABD bu coğrafyaya geldi diye doğu, Ortadoğu demeye başladınız, onun devrim yaptığına-yapacağına inanıyorsunuz” dediğimizde ise öfkeleniyorlar.

Bu öfke, soyluluk siyaseti ve ideolojisinin güncel alana hâkim olduğu gerçeğini görmezden geliyor. Öfkesini ona karşı bileylemiyor. Aslında devletin hayali, Diyarbekir’de CHP’ye yüzde altmış oy aldırtmak. Sahne buna göre kuruluyor. HDP CHP, CHP de HDP tavında dövülüyor. Her ikisi de, yukarıdaki resme atfen, hem mecazî hem de düz manada “ortaya, orta yola, hizaya” çekiliyor.

* * *

Tav, “işlenecek bir nesnede bulunması gereken ısının, nemin yeterli olması durumu” demek oluyor. Devlet, her iki partinin ısısını ve nemini ayarlıyor. Sıfır Bir’i ağzı açık izleyenler, sakın Lice’ye, Sur’a ağıt yakmasın!

Isı sosyal demokrasiyle, nem liberalizmle alakalı. HDP liberalizmiyle CHP’ye, CHP de sosyal demokratlığıyla HDP’ye poz kesiyor. Bir tür pazarlık, hâlen daha sürüyor. Alttan alta da gerekli zemin ayarlanıyor. Adalet kurultayında “ulusalcılar”, bu yüzden dışarıda bırakılıyorlar.[1]

Dağhan Irak da, yaptığı aritmetik işlem dâhilinde, hayıflanarak şunları söylüyor:

“Tıpkı Adalet Yürüyüşü gibi, o mitingde de Haziran, EMEP, Halkevleri gibi örgütler, söyleme zerre etki yapamayacaklarını bile bile kalabalık etmek üzere hazır bulundular.”[2]

Sonra da HDP’nin adalet yürüyüşüne desteğini eleştiriyor. Ve yerinde bir laf etme cüretinde bulunuyor: “Adalet Yürüyüşü’ne katılan CHP dışındaki tüm siyasi yapılar, siyasi varlıklarının artık bütünüyle anlamsız olduğunu açık etmiş oldular, HDP de dâhil olmak üzere.” Devamında da HDP’nin ölüm ilânını yayınlıyor.

Aslında bu sözler, laf-ı güzaf. Boş yani. Çünkü iki partili yapıya, soylulaşmaya herkes tav. Bu pazarlık, anlaşılan, artıgerçek, gazeteduvar, irfan aktan, T24 gibi mecralarda sürecekmiş gibi görünüyor.

Özünde adalet kurultayı, “Kürt” olmadığı için eleştiriliyor ve “ah keşke olsaydı” deniliyor. Yirmilerde TKP kurmuş devletin “Kürt” de diyebileceği kimsenin aklına bile gelmiyor. Onca bağ ve bağlamdan kopartılmış Kürd’ü devlet niye bağrına basmasın ki? “Güya İslam”ı basmadı mı?

Bu pazarlık siyasetinin çıkışı yok. Özünde İhsan Eliaçık, kendi ifadesiyle, fifti-fifti bile değil, İslamî olmayan, liberal bir düzlemden konuşuyor. Son Eliaçık tartışması da buradaki nemin ayarlanması ile ilgili. Eliaçık, Adalet Yürüyüşü başlamadan önce “yürüyüş Edirne’ye, Demirtaş’a uzanmazsa, desteklemeyiz” diyordu. Uzanmayacağı anlaşılmasına rağmen en önde yerini aldı. Aslında buradaki siyaset de pazarlıkla bağlantılı. Eliaçık, “bak HDP’li olurum ha!” diye bir yerlere mesaj verme gereği duymuş belli ki. Çünkü CHP’ye şahsen mecbur. Eleştirilmesi gereken, onu mecbur bırakanlar.

Küçük burjuvanın siyasetle rabıtası bu düzeyde değil mi zaten? Birkaç yıl sosyalistmiş gibi görünür, efendilerine durmadan “bak sosyalist olurum ha!” der durur…

* * *

Bize “Rancière bizim malımız, onun çevirdiğiniz yazısını silin” diye mesaj atan yayınevinin CHP ile iş pişirdiğini öğreniyoruz. “Halk kimdir?” sorusunu CHP diye cevaplıyorlar çünkü. AKP’yi fazla soylu kabul etmedikleri için eleştiriyorlar. Çünkü kendileri de biliyor, CHP de olsa aynı şeyleri yapacak.

Bu ortamda al tolgalı beylerbeyi haykırıyor:

“Kemalizm, tarihi boyunca ikinci defa sola çekilerek kurumsal devlet eleştirisi ile demokratik muhalefetin genel ideolojisi görünümüne büründü.” [Metin Kayaoğlu]

Kim çekmiş, devleti nasıl eleştirmiş, ilk çekilme ne zaman yaşanmış sorularının cevabı yok cümlede. Aynı cümlenin sahibi, “ezilenler iktidar olmak zorundadır” diyor. İki cümle birleşince şu sonuç çıkıyor: “Ezilenler, bugün Kemalist olun!” Oysa bu cümleler, yirmi yılını iktidar kaçkını, düşmanı, karşıtı isimlerin pazarlamacılığını, acenteliğini yapanlara ait. Niye yaptıkları, bugün anlaşılıyor.

Bu laflar edilmek zorunda, çünkü küçük burjuva, efendisine haset eder, ama onun eteğinin altından da çıkmaz. “Marksizmi genel ideoloji yapamadık, kemalizm var, yerseniz” derler. Çünkü Marksizmlerinin çapını, nemini, ısısını belirleyen de kemalizmdir. Kemalizm de der ki “kurduğum devleti, ülkeyi eleştirme, sahip çık, ne olursan ol.” Kurucu bileşenlerde, hamurunda biraz Bektaşilik, biraz Mevlevilik vardır tabii ki. Sol da “olur abi” der, kendisine çekidüzen verir, soylulaşmaya çalışır.

* * *

CHP eleştirileri, HDP güzellemeleri, süreçteki pazarlığın parçasıdır. HDP içindeki bileşenler, CHP’lileşme kıvamına getirilmiştir. O yüzden kemalizm ve CHP eleştirisi yapanların sözleri, temelsiz ve boştur. Kitleyi maniple etmek, oyalamak, sindirmek, ehven-i şere mahkûm etmek amaçlıdır. Tersten, koyu ve sıkı AKP eleştirileri de bu sürece hizmet etmektedir. Kimsenin sömürülene, ezilene tahammülü kalmamıştır, hem içte hem de dışta. Şeriati’nin sözünü ettiği işbirliği zemini burasıdır.

Akıbetimiz ahvalimizde gizlidir.

Eren Balkır
5 Eylül 2017

Dipnotlar:
[1] Hasan Durkal, "Adalet Kurultayı Üzerine Notlar”, 4 Eylül 2017, Sendika.

[2] Dağhan Irak, “Adalet Yürüyüşü: 1+1+1+1+1. =1”, 5 Eylül 2017, Duvar.

31 Ağustos 2017

Beyaz Tanrı, Siyah Allah


Müslüman bir siyah din adamı şarkı söylüyor ve şarkıda şu çığlık yükseliyor:

“Beyaz adamın cenneti, siyah adamın cehennemidir.”[1]

Bu söze meseleyi çok basit bir dille aktarması sebebiyle itiraz etmek mümkün ama şarkının hakikati söylediği açık. Bu, beyazların dünyaya hükmettiği günden beri geçerli olan bir söz.

Afrikalılarsa meseleyi başka şekilde tespit ediyorlar:

Afrika’ya geldiğinde beyaz adamın elinde İncil, Afrikalıların elinde ise toprak vardı. Beyazlar Afrikalıları zorla ve kanla topraklarından koparttılar, Afrikalılarsa hâlen daha İncil’i sindirmeye veya onu kusup atmaya çalışıyorlar.

Dolayısıyla bugün dünyada baş gösteren mücadele hayli karmaşık bir mücadeledir ve iktidar sahasında, yani siyaset ve ahlâk alanında Hristiyanlığın oynadığı tarihsel rolü de içermektedir.

İktidar sahasında Hristiyanlık, zerre eksilmeden varlığını sürdüren bir kibir ve zorbalıkla hareket etmiştir, zira bu din, kâfirleri kurtarma denilen o manevi görev dairesinde gerçek imanı keşfetmiş olanlara düzenli olarak dayatılmaktadır. Bu özel ve gerçek iman, esas olarak bedenle değil ruhla alakalıdır. Beden, sayısız kâfirin tanık olduğu bir tür etten ve cesetten ibarettir.

Buradan şunu söylemek mümkündür:

Gerçek imanın otoritesini sorgulayan kişi, aynı zamanda ulusların bu imanı kendisini yönetmek için kullanma hakkına, özetle o ülkenin sahip olduğu ada meydan okumuş demektir.

Kimi misyonerlerin gösterdikleri kahramanlıklardan veya dürüstlükten bağımsız, İncil’in her yana yayılması, bir bayrağı bir yere dikmenin itiraz kabul etmez kılıfı olarak iş görmüştür. Rahipler, rahibeler ve öğretmenler, cennetin değil esirlerin inşa edecekleri bir kentin peşinde olan insanların kullandıkları iktidarın korunmasına ve kutsallaştırılmasına katkı sunmuşlardır. Hristiyan kilisesi o bayrağı kutsal suyla yıkamış, bayrağın dikilmesi karşısında zevkten dört köşe olmuş, batılı halkların esenliğine katkı sunacağını söylediği fethi fikir düzeyinde beslememiş olsa da onu cesaretlendirmiş ve fethin Tanrı’nın lütfunun bir ispatı olduğunu söylemiştir.

Çöldeki Tanrı farklı bir yolu yürürken, Allah başka bir yöne doğru ilerlemiştir. İktidarın kanatlarında yükselen Tanrı beyazlaşırken, iktidarın dışında olan Allah cennetin karanlık tarafında, tüm pratik amaçlar doğrultusunda, siyahlaşmıştır.

Dolayısıyla ahlâk alanında Hristiyanlığın oynadığı rol, en iyi hâliyle, ikirciklidir. Diğerlerinin yürüdüğü yolun, hayat tarzının ve ahlâkının Hristiyanlara ait olana nispetle aşağılık olduğuna dair o kibirli değerlendirmeler üzerinden Hristiyanların her hakka sahip olduğu, onları değiştirmek için her aracı kullanabileceği söylenmiştir. Kültürler arasındaki çarpışma, Hristiyanlığın zihnindeki şizofreni ahlâk alanını denizlerde görülen belirsizliğe mahkûm etmiş, denizler kadar tehlikeli bir niteliğe kavuşturmuştur.

Buradan biri gerçek mânâda ahlâklı bir insan olmak istiyorsa (ki böyle biri olmanın mümkün olup olmadığı sorusu anlamsız, bence bunun mümkün olduğuna inanmak zorundayız) o, önce Hristiyan kilisesinin dayattığı tüm yasaklardan, onun işlediği suçlardan ve sahip olduğu ikiyüzlülükten kopmaya mecburdur.

Eğer Tanrı anlayışının hâlen daha bir geçerliliği veya belirli bir kullanım alanı mevcut ise bu anlayış, bizi sadece daha büyük, daha hür ve daha fazla sevgi dolu kılabiliyor olmalıdır.

Eğer Tanrı bunu yapamıyorsa, o vakit O’ndan kurtulmanın vakti gelmiş demektir.

James Baldwin

[Kaynak: The Fire Next Time, Vintage Books, 1962.]

Dipnot:
[1] Louis Farrakhan, “Cennet Cehennem”, 8 Ocak 2018, İştirakî.

James Arthur Baldwin: Kelime Savaşçısı


2 Ağustos 1924’te New York’taki Harlem Hastanesi’nde dünyaya geldi. İlginçtir, aynı yıl güneyde benim annem doğmuş.

Doğduğu gün ona James Arthur Jones ismi verildi. Anası Tanrı’nın doğurganlıkla lütuflandırdığı biriydi, babasını ise hiç tanımadı.

Üç yaşında üvey babasının soyadını aldı. Baldwin ismi edebiyat dünyasında ve Siyahların dünyasında yankılandı, ölümünden çok sonra bile yaşamaya devam etti.

Üvey babası ona Kitab-ı Mukaddes öğretmek için çok uğraştı, üç yıllık yoğun çabanın ardından Baldwin çocuk vaiz oldu ve bu işten bıkana dek Harlem’de birçok insanın ruhunu fethetti.

On iki yaşında yazdıkları ile okulunda ödüller kazandı. Tom Amca’nın Kulübesi ve İki Şehrin Hikâyesi gibi romanları tekrar tekrar okudu. Sonrasında kendisinin anlattığı kadarıyla, o bir eliyle beşik sallayan diğer elindeki kitabı coşkuyla okuyan bir isimdi.

Öğretmenleri onun kelimeleri ustalıkla kullanma becerisine hayrandı ve onu yazmaya teşvik ettiler.

O da gördüğü her şeyi derin bir görü ve herkese yabani gelen bir ince zekâyla kâğıda döktü. Okuduğu yazarları, kitapları, izlediği filmleri ve tiyatro oyunlarını kendisine ait değirmen taşında öğütüp durdu.

Amerika’daki köleci sistemin yol açtığı derin korkuyu yansıtma konusunda cesaret ve canlı bir anlatımı talep eden bir hikâyeyi cansız ve yavan bir dille anlattığı için sonrasında Tom Amca’nın Kulübesi’ni şiddetle eleştirdi.

Kelime Savaşçısı

Yerlinin Oğlu Notları içinde yayınlanan ilk eleştiri denemesi Herkes İçin Protesto Romanı’nda Baldwin bu romana ve Richard Wright’ın çok satan kitabı Yerlinin Oğlu’na ağır eleştiriler yöneltti.

Bu çalışmaların üstlendiği göreve sadık davranmadığını söyleyen Baldwin, şu tespiti yapıyordu:

“Bu kitapların yazılma sebebi açık: kafa karışıklığımıza, samimiyetsizliğimize, yaşadığımız paniğe, içine düştüğümüz tuzağa ve Amerikan rüyasının o güneşli zindanında esir oluşumuza ayna tutmak. […] Son olarak protesto romanının amacı Afrika’ya gelip çıplak yerlileri giydirmeye ve onları İsa’nın takatsiz kollarına ardından da köleliğin kucağına itmeye çalışan janti misyonerlerin çabasına benziyor.”

İşte yazmak budur.

Baldwin’in bu kitap eleştirisi, Zero dergisinin 1949 Bahar sayısında yayımlandı. Her şeyi alev topu gibi yakıp geçen yazım tarzı sayesinde çalışmaları Nation, Commentary, The New York Times Book Review ve Harper’s’da kendilerine yer buldu. Yazılarını yayınlayan dergilerin büyük bir kısmı bugün yok.

Attığı bu ısırık, yol açtığı çatırtı, ulu değerlere yönelik o kaygısızlığı yazılarına, bilhassa romanlarına damga vuran ana unsurlardı. O, rekabet nehrinde varolmanın kederine tahammül göstermeyi bildi.

Kendi dönemindeki birçok insan gibi çok seyahat etti, farklı yerlerde yaşanan hayatları tecrübe etmeye çalıştı, başka başka güneşlerin altında söylenen türküleri dinledi. Birçok ülkedeki Afrikalılarla tanıştı ve onlardan ABD’deki siyahlarda olmayan şeyleri öğrendi. Hepsi birbirine benziyormuş gibi görünseler de Afrikalıların dünyayı görme ve algılama tarzları birbirlerinden hayli farklıydı. Tanıştığı Afrikalıların bir kısmı beyazların dünyasına giriş yolu bulmak için çırpınırken, diğer bir kısmı beyaz istilacıdan hürriyetin nasıl kopartılıp alınacağına bakıyordu.

Sen Nehri’nde Karşılaşma isimli makalesinde Baldwin, Fransa’ya âşık Afrikalıların Fransızları nasıl gördüklerini şu şekilde anlatıyor:

“Fransız Afrikalı, en azından Amerikan bakış açısıyla bakıldığında, belirli bir hayat tarzına sahip ve belirli bir bölgeden geliyor. Fazla ilkel görülüyor. Bu ülkede sömürü en çıplak biçimiyle yaşanıyor. Paris’te Afrikalı zenci statüsü, tüm yalınlığıyla uygunsuz bir unsur olarak görülüyor, zenci genelde sömürge mensubu olarak değerlendiriliyor. Bu zenci, köklerinden kopartılmış, her türlü tehlikeye açık bir hayat yaşıyor. Onun çektiği çile Amerika’daki akrabalarının çektiği çileye hiç benzemiyor, tüm namertliğiyle yapılan zulüm Fransa’daki zenciyi kendisine düşman ediyor. Vatanı kilometrelerce uzakta. Kurduğu ilişki ve sahip olduğu sorumluluk belli belirsiz. Ya ülkesi ona geri verilmeli ya da o hürriyetini kopartıp almalı. Bu arzuyu sömürgelerdeki dostları da paylaşıyor. Ortak bir dili konuşan bu insanlarla aynı dileği tuttuğu gerçeğinden kaçması mümkün değil. Memleketlisinden gelen yardım olmaksızın bu zenci Paris’te yitip gider, burası kesin.”

Buna karşın Baldwin’e göre, ABD’deki siyahlar diğer siyahlardan kopuk bir hayat yaşama derdinde. Kendilerini tecrit ediyorlar, yalnızlaştırıyorlar ve Paris gibi yerlerde kayboluyorlar. Baldwin’in ilk yazılarında “zenci” olarak nitelediği ABD’li siyahlar kendi topraklarından, dillerinden ve ecdadının dininden kopuk. Doğduğu yerdeki güce artık sahip değil. Siyah, ister Paris’te isterse Harlem’de olsun “görünmez insan”.

Baldwin’in derin bir zekâya dayanan gözlemleri ve analizleri yabancılaşmış bir ruhu ifşa ediyor. Gerçekte bu ruh hiçbir bir yerde güven, teselli ve hakiki bir cemaat bulamıyor. Kurala bağlı değil istisnaî olan bir hayat yaşama derdinde olan Baldwin farklı zamanlarda Paris’e gidiyor. Orada yaşama, çalışma ve ABD’nin mümkün kılmadığı rolü oynama imkânı buluyor.

Baldwin’de siyah ya da beyaz tüm Amerikalılara acımasız hakikati söyleme becerisi Tanrı’nın bahşettiği bir lütuf. Ona göre bu insanlar yüzlerce yıldır ölüme yazgılı, sevgisiz ama bazen de sevgi dolu kucaklaşmaların zincirine vurulmuş. Herkes birbirine yabancı, herkes dile dökülmeyeni zaten biliyor ama bir başkası hakkında derin düşüncelere sahip.

Hakikat Savaşçısı

İlk eleştiri denemelerinden başarılı bir romancı hâline geldiği döneme kadar uzanan süreçte Baldwin, Amerika’nın ne tür bir anlam ifade ettiğini ve başkalarının yüklediği anlamdan nasıl yoksun olduğunu rahatsız edici bir dille aktardı.

Gözü her şeyi yanılgı nedir bilmeden görüyor, çünkü o hakikati söylemenin derdinde olan bir isim. Diliyle tarıyor doğduğu ülkeyi. Nefret ettiği ve korktuğu yüzlerce yıllık uygulamaları aktarıyor, uzun süredir varolan nefret etme alışkanlığını sözle buluşturuyor.

Çelişkilerle yüklü olan şu saatte, şu günde görüşleri gene yankılanıyor. Onca şey değişmiş olmasına rağmen, bazı gerçeklerin hiç değişmediğine dair o çıplak gerçekliği haykırmaksa bize düşüyor.

Zaman Möbius şeridi gibi kendisini sürekli sahneleyen, akıp geçen bir serap. Geçtiği düşünülen korkular, yeni ve en sinsi biçimleri dâhilinde tekrar zuhur ediyor.

Köydeki Yabancı isimli makalesinde Baldwin, bugün bizlere miras kalmış olan bir gerçeği o günlerde öngörüyor: “Bu dünya artık beyaz değil ve bir daha asla beyaz olmayacak.”

Peki Trump gibi birinin başkan olacağını ellilerde öngörmesi mümkün müydü? “Amerika’yı tekrar büyütme”ye niyetlenen bu şahsın deliliğini ve efeliğini tahmin edebilir miydi? Bu yaşanan, büyük olasılıkla Baldwin’in o keskin zekâsının sınırlarını da aşan bir şey.

O, hem Martin L. King’e hem de Malcolm X’e hayran olan, bu iki ismi bilen biriydi. Cinsel tercihi yüzünden Kara Panter Enformasyon Bakanı Eldridge Cleaver tarafından örgütten atılması canını çok yakmıştı. Ama Baldwin asıl, eski bir dostu ve akıl hocası olan Richard Wright’ın eleştirilerine kafayı daha çok takmıştı.

Son yıllarında sarılık onu takatten düşürdü ama onu asıl öldüren, yemek borusu kanseriydi.

Kelimeleri, zekâsı ve cesareti hem bir gey hem de harika bir insan oluşundan etkilenen yeni ve genç insanları beslemeye devam ediyor.

James Arthur Baldwin ecdadımızın bir parçası. O artık ölümsüz bir isim.

Politik Tutsak Mumia Ebu Cemal
13 Ağustos 2017
Kaynak

26 Ağustos 2017

,

Kontrollü Muhalefet

“Yeni bir şey yapmak, işte macera bu.”


Yalçın Küçük, “biz Cumhuriyetiz” diyor.[1] Bu, basit bir vehim veya kendini kandırma değil. Görev ifşası.

Yalçın Küçük, “bir zamanlar milliciydi” dediği jöleli ve AKP’li Yiğit’in davetiyle bir yemeğe katılıyor ve orada Mehmet Ağar’la buluşuyor. Birlikte Musul hülyalarına dalıyorlar. Ama bir yandan da HDP’yi övüyor, Perinçek’le “AKP’yi Amerika devirecek, destekliyoruz” kavgasına giriyor. Yeni görevler için üstlerine sesleniyor. Sola bu ellerle nizamat veriliyor.

Çıkardığı Toplumsal Kurtuluş dergisi, özünde “goşist” hareketi devlete ısındırma ve tasfiye etme projesi idi. TKP, 12 Eylül’ü “goşistleri temizleyecek” diye alkışlamıştı, kendisine muhalif olan Küçük de bu işin ideolojik zeminini örüyordu. O, çok genci “goşizm bataklığından” kurtarmayı bildi.

Bu gençlerden biri de Orhan Gökdemir.[2] Ali Şeriati’nin Sorbon’da okumuşluğunu alaya alan bu “yazar”, Toplumsal Kurtuluş’tan sonra TP’ci oluyor. Nasıl oluyorsa, goşist seviyormuş pozu kesen Teori ve Politika’nın kurucuları arasına giriyor. Sağda solda içteki küçük bir iktidar kavgası ardından ayrıldığını anlatıyor. Sonra kapağı, Beyoğlu Belediyesi ile Şiir Festivali düzenleyecek olan Zeki Tombak’ın Fabrika dergisine atıyor. Bu geçişlerin sebebini kimse (nedense) sorgulamıyor.

Doksanların sonunda bu Fabrika dergisi, “Komünist Parti Girişimi” adı altında çalışma yürütüyor. Sosyalist İktidar Partisi’nin de kapısını çalıyorlar. SİP, Fabrika’nın da içinde olduğu birkaç örgütün birlikte parti kurmayı düşündüğü doksanların başında, diğer örgütleri tongaya düşürüp alelacele parti kuran Kemal Okuyan’ın tekkesi.

Mesut Yılmaz ve ANAP üzerinden AB masallarının anlatıldığı o dönemde SİP’liler, o görüşmede Fabrikacılara, “Kopenhag kriterlerine uygun KP mi kuracaksınız yoksa ha ha!” diye alaycı bir cevap veriyorlar. Birkaç ay sonra aynı SİP’liler, o kopenhagcı partiyi bizzat kuruyorlar. Adını da “KP” yapıyorlar. Bu parti, devletin kriterlerine göre kuruluyor.

O dönemde Kemal Okuyan verdiği bir röportajda, “neden TKP değil?” sorusuna muhatap oluyor. Cevaben Okuyan, “TKP tarihi, bize göre sığ ve yanlışlarla dolu. Ayrıca kendisini TKP’ye nispet eden birçok örgüt var, onlarla rekabet içine girmek istemiyoruz” diyor. Kısa bir süre sonra kurdukları KP, TKP adını alıyor. O günlerde başkan Aydemir Güler, “siyaset, rakiplerinize karşı yürüttüğünüz alan kavgasıdır” türünden cümleler kuruyor. “O alan kavgası aslında kimler ve ne için veriliyor?” sorusunu kimse sormuyor. Alan kavgası dâhilinde komünist hareket tasfiye ediliyor.

Bu dönemde Gökdemir, Mısır mitolojisi gibi konularla ilgileniyor. Dünyalığını biriktirmek adına Digitürk gibi burjuva kurumlarda “gazetecilik” yapıyor. Beraber çalıştığı bir arkadaşı yandaş medyaya, kendisi de SoL’a gidiyor.

Fenerbahçe’nin şike soruşturması ve Redhack gibi konularda içi boş kitaplar yazıyor. Gizli belgelerin nereden geldiğini hiç açıklamasa da herkes, bu iki başlıkta Fethullah parmağını görüyor. Sonuçta TKP’deki son yarılma, “Fethullah’ın da içinde olduğu operasyona dâhil olalım mı olmayalım mı?” sorusu üzerine kurulu tartışmadan kopuyor.

Bir ara, ileride TKP 1920 adıyla anılacak olan grup, aynı isimle parti kurunca Erkan Baş alıyor eline sopayı, bu örgütün bürolarındaki insanlara yaşlı, kadın demeden saldırıyor. Sonra keser de sap da dönüyor, aynı akıbetle Baş da yüzleşiyor. Kendisinin o vakit 1920’cilere ettiği laflara bizatihi muhatap oluyor. Lafların bir önemi bulunmuyor, kolay unutulmak için söyleniyor. Nasılsa birileri, bazı masalarda imaj çalışmaları için kolları sıvıyor.

2005 yılı civarı Ankara’da Fabrika’ya ait enstitüde seminer veren Gökdemir, orada “sömürü soyut bir şey, o yüzden ona karşı mücadele anlamsız” diyor. Bugünse “mülkiyetin kapitalist biçimini hedef almayan, ücretli çalışmayı tartışmayan bütün kurtuluş önerileri afyondur, ağrı kesicidir” şeklinde ahkâm kesiyor. Her zaman olduğu gibi gene boş konuşuyor. Ama Malcolm X’in dediği gibi, kuklaya değil, kuklacıya saldırmak gerekiyor.

Kendisine ait şirketlerde işçi-yoldaşlarının sigortasını ödemeyen, borsayla haşır neşir, inşaat rantını kepçeyle götüren bir sol yapının mensubu, boyunu aşan laflar ediyor aslında. O yapının devletten gayrı, ayrı, bağımsız iş görmesi, laf etmesi mümkün değil. Edilen laflar, yukarıda pazarlığın, aşağıda kandırmacanın parçası. Kandırılanlar, parti üyelerinin devlet kurumlarında ve şirketlerde çalıştığını, buralara hizmet ettiğini tabii ki bilmiyor.

* * *

Bugün hâlâ TKP’den medet umanlar var. Tarih ve olgular, hayal kırıklığına işaret ediyorlar. Suphilerin katli sonrası TKP’de kimin genel sekreter olacağını, siyaseti ve ideolojiyi Sovyetler değil, Sovyetler-Türk devleti ilişkileri tayin ediyor. Sovyetler sonrası bu ilişkide Sovyetler’in yerini devlet alıyor. Bugün PKK organlarında yazan eski TKP’liler için bile hâlâ geçerli olan bir formül bu. Yüzler değişiyor, kural değişmiyor.

12 Eylül öncesi TKP içi bölünmede bir taraf, diğerini ya ihbar ediyor ya da öldürüyor. Kendisi İstanbul’a veya Avrupa’ya, diğer hizbi ise hapse ve mezara gönderiyor. Sağ kalanlar, devletle Alevicilik üzerinden ilişki kuruyorlar. Fukara halkı, bu çıkar gruplarının, küçük burjuva rant ilişkilerinin sınıfı ve halkı kurtaracağına inandırmaya çalışıyorlar.

Solun genel kaderi bu şekilde: burjuvazinin devletle ilişkilerine örgütlenen sol ile devletin burjuvazi ile ilişkilerine örgütlenen sol arasındaki kayıkçı kavgasına pek kanmamak gerekiyor.

Bir sürü tarikatı kuran, yöneten devlet; o tarikatlara devlete dokunmadan küfretmekse Ayşe Çavdar gibi eski Müslümanlara düşüyor. Benzer örnekler solda da mevcut. Tarikatların ideolojisinde ve ekonomisinde devleti bulmayanlar, devlete uşaklık ediyorlar.

* * *

Toplamda siyaset alanında DSİP-ESP ve TKP-Haziran, aynı madalyonun iki yüzü. Devlet, her ikisine de muhtaç. Odak noktası, Batı ve Batı’nın burjuva devrimlerine dair masallar.

Koca Odak örgütünün şeflerinden birinin tutuklandığını bizzat örgütün açıklamasından öğreniyoruz mesela. Öğrendiğimiz bir husus da şu: Odak, kültür derneğine dönüşmüş, şef de Uluslararası Af Örgütü’nün elemanıymış. Fokocuların fukocu olduğu süreçte, hiç de şaşırtıcı değil bu. Bol fuko, badyö alıntılı yazılar yazanın HDP’nin başına geçmesi de. Kıvılcımlı çöpe atılıyor, bol postmarksist soslu gevezelikler edenler, baş köşeye yerleştiriliyor.

* * *

Dolayısıyla, son ayrışma ardından TKP’den ayrılanların bir çatıda birleşmesi, devletin bir emrine bağlı.

Bugün ortada yığınla borç var, kimse üstlenmiyor. Bir şirket gibi, parti iflasın eşiğine geliyor. Ortalığı birden, boş ve anlamsız ideolojik tartışmaların tozu dumanı kaplıyor.

AKP’nin İslam’la, İslamî siyasetle alakasının olmadığını bile bile buraya vuruyorlar. Devleti aklıyorlar, burjuvazinin sırtını sıvazlıyorlar. “Seni senden daha iyi savunuruz” diye bir yerlere işmar ediyorlar.

Bu noktada Sol Haber, Fener bayrağını IŞİD bayrağı zannedip “Erzincan’da IŞİD bayrağı çekildi” türünden yalan haberler üretiyor. Halka yalan söyleyerek, “suç” işliyor. Bu üretimin arkasında, muhtemelen Orhan Gökdemir var. 

Meselesi hak-batıl ayrımı olandan nefret etmeleri, onun siyasetin dışına atmak, hatta öldürmek istemeleri bu yüzden. Zaten İhsan Eliaçık da bunu söylüyor: “Sizdeki din bilgisi ile IŞİD’deki bilgi aynı ve birbirini besliyor.”

* * *

Burjuvazinin devletle ilişkileri ile devletin burjuvazi ile ilişkileri arasında kimi zaman sürtüşme olabiliyor. Solun nemalandığı ve yuvalandığı odak, burası. Onun ezilenden, sömürülenden yana bir devrim ve sosyalizm davası gütmesi, mümkün değil. Herkesin CHP’ye örgütlenmesi de bu gerçekle alakalı.

Çünkü sol, burjuva devrimlerini aşamıyor, onları aşılamayacak bir duvar olarak görüyor, onları bizzat kendi varlığı ile yükseltiyor, dipteki tarihsel akıntıyla ilişki kurmaya utanıyor. En fazla İngiliz, Amerikan veya Fransız devrimciliği arasında dalaşa tutuşuyor.

O sol, bugün “Okan Bayülgen ve Ekşi Sözlük ne kadar yozlaştı” diye ağıt yakıyor.[3] Asıl mesele, onlardan medet umulması. Bu sol, Galatasaray Lisesi’nin futbol takımını seviyor, Galatasaray takımı avama açıldığı için maçlara gitmiyor artık. Burjuvazinin özel, seçkin ve güçlü oluşuna öykünüyor. Hayat öyküsünü burjuvazinin eteğinin altında örüyor.

Devlete saldıran, burjuvaziyi; burjuvaziye saldıran, devleti unutturmakla görevli. Çünkü kimse, burjuvazinin ufkunu, menzilini, çapını aşmak derdinde değil. Teorinin, ideolojinin ve politikanın avama açılmasına dönük adımlardan nefret ediyorlar. Aşamıyorlar, ama doksanların veya iki binlerin başında marksizmi bir çırpıda aşıveriyorlar.

İhsan Hoca’da değilse bile sözünün ait olduğu yerde bu aşma imkânı var. Din diye saldırdıkları bu imkân ve o imkâna yönelme ihtimali. Burjuvazi ve devlet adına her türlü aşma girişimini geçersiz kılmak istiyorlar. Tek dertleri, tek siyasetleri bu.

* * *

Che, Afrika’da iken kendisine bağlı birlikteki yerlilerin ertesi günkü çatışmaya hazırlandıkları esnada vücutlarına kutsal olduğuna inandıkları bir çamuru sürdüklerini görüyor. Arkadaşları, “bu adamlara materyalizm dersi vermek lazım” diyor. Asıl materyalist olansa Che: “Yarın olsun, bakarız.” Ertesi gün o çamuru sürenler, daha büyük bir cüretle savaşıyorlar. Burjuvazinin ateistleri, aydınlanmacıları o savaşı, o cüreti ve o silâhı burjuvazi adına tehlikeli gördükleri için onları yok etmek istiyorlar.

Arap Baharı’nın kimi İslamcıları, “geçmişin solla, Marksizmle kirlenmiş İslamcılığından nihayet kurtuluyoruz” diye avuç ovuşturuyorlardı. Gökdemir gibiler, Müslüman coğrafyada ezilenin, sömürülenin ideolojik-politik çığlığına tahammül edemiyorlar. Oradaki Marksizmi, sosyalizmi hor görüyorlar. Burjuvazinin devletiyle gelişimine çomak sokulmaması için elinden geleni yapıyorlar.

Gökdemir'in Allah’a olan düşmanlığı, Batı’nın “ilerleme” tanrısına tapmasından kaynaklanıyor. Onun gibiler, Christopher Hitchens gibi, “ABD’nin nihayetinde tüm Ortadoğu’yu kucaklayacak bir burjuva devrimi gerçekleştirdiğine” inanıyorlar. Ona biat ediyorlar.

Çünkü burjuva devrimlerinden sadece pazara imanı öğreniyorlar. Siyaseti tercih meselesine indirgiyorlar, seçimlere o yüzden odaklanıyorlar. Çünkü sol, özünde teoride pazarcı, ideolojide pazarlamacı, politikada içten pazarlıklı. Bu sebeple siyaseti pazarlık zannediyorlar. O yüzden bugün “asıl vatansever biziz” diyorlar. Çünkü bugün yeterince çek defterine ve iri kasalara sahipler.

Bu lafı eden örgüt, 12 Eylül sonrası militanlarına kurduğu dükkânları ve işletmeleri bırakıyor. Örgüt “gazeteci derneğiyiz biz” diyerek dağılınca, bu militanlar işleri büyütüyorlar. Rivayete göre, bu işin bir kısmında mafya, bir kısmında Fethullah ile çalışıyorlar. İkisi de devlete açılan kapı.

Aynı durum, Sovyetler’in Britanya ve Türkiye ile kurduğu ticari ilişkiler üzerinden oluşan şirket ve kurumlar için de geçerli. Devlet içinde ve şirketlerde TKP’liler kadrolanıyorlar. O sebeple solun ufku, menzili, çapı devleti ve şirketi asla aşamıyor.

* * *

“İnsanlar, madem Şubat Devrimi burjuva idaresini kemale erdirdi, o vakit burjuvazi, kralcılığın kanatları altına neden çekildi diye sorabilir. Bunun basit bir izahı var. Burjuvazi, kendi idaresinin sorumluluğunu üstlenmeksizin, idareyi elinde tuttuğu, burjuvazi ile halk arasında duran kukla bir yönetimin burjuvazi için hareket edip bir tür perde işlevi gördüğü döneme geri dönmek isteyebilir. Bu dönemde iktidarda, eskiden olduğu gibi proletaryanın burjuvaziyi hedef aldığında yumruğunu salladığı, başında taç bulunan bir kral vardır. Günah keçisi olarak iş gören bu krala karşı burjuvazi, o günah keçisi başa bela olduğunda ve kendi başına iktidar olmaya çalıştığında güçlerini proletarya ile birleştirir. Burjuvazi, kralı kendisini halka karşı korusun diye bir tür paratoner olarak kullanabilir, aynı şekilde o, gene kendisini krala karşı korusun diye halkı bir tür paratoner olarak kullanabilir.”[4]

Eldeki cam parçalarının ışığı odaklayıp tek bir karış bozkırı bile ateşe verememesinin sebebi burada, bu paratonerdedir. Gökdemir gibiler, paratoner olmaktan memnundurlar ve bu olma hâlini satmaktan vazgeçemezler. “Kontrollü darbe” tencere ise “kontrollü muhalefet” kapağıdır. Bu uyum muhafaza edilmelidir, yeter ki burjuvazi ilerlesin, kutlu günler yakınlaşsın, zaten bugünün ve bugündeki çilenin ne önemi var!

Eren Balkır
26 Ağustos 2017

Dipnotlar:
[1] “Yalçın Küçük Söyleşisi”, 26 Ağustos 2017, Sol.

[2] Orhan Gökdemir, “Anti-kapitalist Müslümanın Son Yolculuğu”, 26 Ağustos 2017, Sol.

[3] Yunus Bakihan Çamurdan, “Yılansı Fare Çocuklar”, 23 Ağustos 2017, Red.

[4] Karl Marx, “The Paris Reforme on the Situation in France” (Fransa’daki Duruma İlişkin Olarak Yapılan Paris Reformu), MIA. Türkçesi: İştirakî.

26 Temmuz 2017

Aradığınız Şey Fikir Polisi mi? Aynaya Bakmayı Deneyin

1984 yanlış yorumlanmış olması sebebiyle, muhtemelen 20. yüzyılın en kötü kitabıdır!

a) Orwell, kitabında İngiltere ile ilgili olarak kalem oynatıyormuş gibi görünse de aslında dünyanın Sovyetler’in kontrolü altında nasıl olacağına dair bir distopya sunmakta, bu anlamda Sovyet karşıtı propagandaya hizmet etmektedir. 

Orwell’in aklındaki isim büyük olasılıkla Stalin olmasına karşın, o özünde doğrudan İşçi Partisi’ne ve onun Oxford, daha az ölçüde Cambridge mezunlarının hâkim olduğu İşçi Partisi hükümetler, dâhilinde öne çıkartılan siyasetlere saldırmaktadır. 

Britanya dışında yaşayan insanlar bu gerçekleri gözden kaçırmış olabilirler ama bu konudaki unutkanlık, temelde bilerek ya da bilmeyerek cehaletten kaynaklanmaktadır.

b) Burma’da İngiliz sömürge idaresine bağlı polis teşkilatında çalışmış olan Orwell, Britanya’nın sömürgelerde kullandığı, işkence ve gözetim gibi toplumsal kontrol yöntemlerine zaten aşina olan bir isim. Onun doğru olup olmadığı belli olmayan Sovyetler kaynaklı haberlere bel bağlamasına gerek yok. Orwell, devlete bağlı propaganda dairesinde de çalıştı. BBC, örgütlü işçi sınıfının mücadelesine karşı devletin yürüttüğü kampanya sürecini ilerletip geliştirmek amacıyla 1922 yılında radyo olarak kuruldu. Bugün olduğu gibi o günlerde de masa başında ürettiği “haberler” gündelik rutin faaliyetin olağan parçasıydı.

c) Savaş sonrası dönemde Britanya, özellikle ABD’ye kıyasla, felâketlerin yaşandığı bir sahaydı. Ülke iflas etmişti. Kent merkezlerindeki yaşam standardını teşviklerle destekleyen imparatorluk çökmüştü. Hindistan’ın bağımsızlığı, bütçede ciddi açığa sebep oldu. Bu sürece ABD’ye olan borçlar da önemli katkı sundu. Ekonomi harap hâldeydi. Buna karşın Zafer Cini diye bir içki bile üretildi. Britanya kazananların safına olmasına karşın her şeyini kaybetti. Orwell’in tanık olduğu gerçeklik buydu.

d) Orwell’in tariflediği fiilî yapılara pek el atılmıyor. Sıklıkla Parti’den ve Fikir Polisi’nden dem vuruluyor. Bu konu başlıklarına odaklanılması yüzünden yazarın toplumsal kontrolün o karmaşık mekanizmasına dair tasvirine dikkat edilmemesine neden oluyor. Tuhaf olan şu ki Chomsky’nin makalelerini okumuş olan birçok insan, Orwell’in dile getirdiği, Chomsky’nin bu utanç verici hususlara dikkat etmemesine karşın sürekli dile getirdiği hususları idrak etmeye çalışmıyor.

Orwell kitabında “iç parti”yle “proleterler”le “dış parti”yi ayırıyor. Bu tasnif tüm süreci kavramak için çok önemli. Her zaman “doğru” olan olarak görülecek şeyleri üretmek için ortaya atılmış verileri sürekli maniple etmeyi ifade eden propagandanın doğrudan hedefi “dış parti”dir. “İç parti” aslında doğru olan ile alakalı, bu, sadece iktidarla alakalı olan, görünmeyen bir grup. “Dış parti” sürekli gözetim altında tutulması gereken hakikat ve erdem gibi fikirlerce idare ediliyor. Hakikat, cinsel saflıktan farklı biçimde, gözetim için gerekli bir araç olarak kullanılıyor. Orwell’in tasvirine göre kitle yani “proleterler” maddi bir öneme sahip değil. Ama “dış parti” yani aydınlar, bürokratlar, orta düzey yöneticiler ve devlet ya da özel sektördeki her türden memur, özetle istihbarat ve erdem/liyakat üzerinden yurttaşlık hakkı elde eden insanlar sürekli gözetime ihtiyaç duyuyorlar.

Bu insanlar açısından sadece revaçta olan değil, kabul edilir/incelikli veya gerçek bir konsensüsün kendisi önemli. Bu çevre, sistemin sürekliliği açısından bir zaruret olması sebebiyle, asla bilgisizlikle hareket edemez. Bunlara özetle “”Gene Sharp faktörü” demek mümkün. Bu faktör, tüm toplumu hareket ettiren toplumsal yüzdeyi ifade ediyor. (Tuhaftır, Sharp’ın Diktatörlükten Demokrasiye isimli kitabının ilk baskısı da (1993) Orwell’in polislik yaptığı Burma’da yapılmış.) Bahsi geçen kesim, sayıca “iç parti”den daha büyük olsa da “proleterler” kadar örgütsüz değil, bu nedenle bu insanların bir kütle olarak, fiziken ezilmesi mümkün değil.

Noam Chomsky, rejimin yürüttüğü propagandanın ana hedefinin (ve propaganda faaliyetine en fazla maruz kalan kesimin) entelektüel/yönetsel sınıf olduğuna dair kendi gözlemi üzerinde pek durmuyor, çünkü kendisi de bu sınıfa mensup. Esasında onu kimi meselelerde Fikir Polisi’nin elindeki araçlardan biri olarak görmek mümkün. Zira Chomsky, ABD’deki Fikir Polisliği kurumunun ana merkezi olan MIT çıkışlı.

Orwell ise eski Eton Koleji’nden. Bu kolej, Britanya’daki “dış parti” mensubu kadroların yetiştiği yer. “İç parti” için çalışıyor ve bu partinin büyük kısmı da Eton yetiştirmesi. Gelgelelim İngiltere’deki bu devlet okulunda da sınıfsal ayrımlar göze çarpıyor. Bazı Eton’lılar diğerlerine kıyasla daha fazla değer görüyor.

e) Peki bu “Büyük Birader” kim? Genelde bunun Stalin’e işaret ettiği söyleniyor. Oysa ABD’den farklı olarak, Britanya’da sadakat ve duygusal bağlılığın ana odağında duran bir isim var: iktidardaki kral. Britanya kraliyet ailesi, 1914’te Almanya’ya karşı savaş ilân edildiğinde ismini değiştirdi. Açıktan kabul edilemeyen ve hâlâ dile getirilemeyen sebeplerle bağlantılı olarak, başka bir Alman kralına karşı cahil Britanyalı işçi ve köylüleri cepheye göndermek pek uygun bir adım olarak görülemezdi. Bu nedenle “Windsor” ismi benimsendi. VIII. Edward, tahtan çekilmesi öncesi ve sonrası eski tip faşistlerle sağlıklı ilişkiler yürüttüğünü söylemişti.

Tabii bu Britanya kraliyet ailesinin faşizmle (Franco ve Salazar’la) bağını koparttığı anlamına gelmez. Zaten kraliyet ailesini ülkede eleştirmek neredeyse imkânsız. Aile mensuplarının tek tek ve hep birlikte attığı adımları eleştiriye tabi tutmak veya kınamak mümkün değil. Sadece beğeni ifadelerine veya kibarlıkla yoğrulmuş sözlere izin var. Dünyadaki ve ülkedeki en zengin kişi olarak kraliçenin hükümetin politikalarıyla zerre ilgilenmediğine ve devletin kraliyet ailesinin sahip olduğu çıkarları koruması için ona etkide bulunmadığına dair sözler tümüyle boş.

Tanrı Kralı/Kraliçeyi Korusun…

f) Orwell’in daha çok ABD’yle ilgilendiğini söylemek de mümkün. Zira bu ülke dünyayı iki safa ayırıyor ve kendi çıkarları için, hiçbir maliyeti yüklenmeksizin savaş sürecini maniple ediyor. İkinci Dünya Savaşı süresince görüldüğü biçimiyle, Sovyetler Batı’nın saldırıları karşısında hayatta kalmak için yoğun bir savaş vermek zorunda kalıyor. Olan bitenin farkında olan insanların da gördüğü biçimiyle, savaşın kaymağını sadece ABD yiyor. 1945’te bu, net olarak görülen bir husus. Daha savaş bitmeden ABD Sovyetler’e savaş ilân ediyor. Britanya böylesi bir konumu alamıyor. Churchill bu türden bir konum almayı istese de ülkesi gerekli adımları atamıyor. Truman’a herkesi aldatan o “demir perde” konuşmasını yapmasının sebebi, Sovyet karşıtı siyasetin yükünü Britanya’nın omuzlayamamış olması değil, Britanya’nın ABD’ye bağımlı olması.[1] Orwell, Hitler karşısında Sovyetler’in safında yer almış olan ve giderek yoksullaşan Britanya’nın Sovyetler’e karşı ABD’nin safına geçmesindeki saçmalığı muhtemelen görüyor.

Haddizatında Orwell’in romanının Roger Waters’ın The Wall (devamı niteliğinde olan The Final Cut) ile uyumlu olduğunu söylemek mümkün. Her ikisi de kitle kültürü ve parti diktatörlüğünü perdeleyen sahte demokrasiye dair Britanya’da hâkim olan görüşleri yansıtıyor. Romanın Rus toplumuyla ve siyasetiyle bir alakası yok. Doğal bir sürecin olağan sonucu. Orwell, Rusya’da tek bir gün bile yaşamadı, Rus toplumunu izah etme becerisinden yoksun. Bunun için Tolstoy, Şolohof veya Pasternak gibi yazarlara bakmak lazım. Diğer yandan birçok Amerikalı Britanya toplumunu gayet iyi anladığını düşünüyor. Bu da BBC programlarının özümsenmesiyle alakalı. Oysa Britanya açısından ABD çok farklı bir ülke ve kültür (tabii burada İngiliz-Amerikan yönetici sınıfının üst kesimi hariç tutulmalı). Orwell’in yanlış anlaşılması, bir ölçüde Amerikalıların gayretlerinin ve Britanyalıların tuhaf görülmesinin doğal bir sonucu.

Yirminci yüzyılın en rezil fikrî gelişmelerinden birisi de ABD kaynaklı liberal ideolojinin hâkim olması.[2]

Bu kadar cehalet ve aptallıkla entelektüel ve kültürel alana nüfuz etmeyi bilen başka bir ülke yoktur dünyada. Yalancılıkla ve aptallıkla dünyaya hâkim olma becerisi, muhtemelen ABD’deki psikopatların ürettiği diğer her türden silâhtan daha tehlikeli. Zaten bu yalancılık ve aptallık, tüm o silâhların kabulünün temelini teşkil ediyor.

T.P. Wilkinson
25 Ağustos 2017
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Truman’dan farklı olarak Churchill, Yalta’da Stalin ve Roosevelt’le yapılan toplantılara katıldı. Yalta’da Sovyetler’in Alman İmparatorluğu’nun ele geçirdiği Doğu Avrupa topraklarını işgal etmesine izin verildi. Bu izin esas olarak Sovyetler’in savaş süresince yaşadığı yıkımın tazmin edilmesi amacını güdüyordu. Her yeri Sovyetler ele geçirdi. Churchill Sovyet işgaline tüm müttefiklerin onay verdiğini biliyordu. Bildiği bir şey de müttefiklerin Sovyetler’i Almanya’dan gelecek tazminatlardan mahrum kılmanın amaçlandığı gerçeği idi. Özetle Churchill savaş sonrası çökmesi umut edilen Sovyetler’in önüne “demir perde” gerenin Batı olduğunu gayet iyi biliyordu. Diğer hususların yanında, Britanya İmparatorluğu’nun çöküşü sebebiyle ülkesi dünya pazarındaki dalgalanmalarının yol açacağı her türden maraza açık hâle gelecek, hammadde kaynaklarına ucuz yoldan erişme imkânlarından yoksun kalacaktı.

[2] Kuzey Atlantik Müesses Nizamı ideolojisi olarak niteleyebileceğimiz husus bu makalenin sınırlarını aşan bir içeriğe sahip. Carroll Quigley’nin The Anglo-American Establishment [“İngiliz-Amerikan Müesses Nizamı”] isimli eseri bu ideolojinin ana ilkelerini özetliyor ve yirminci yüzyıl boyunca ideolojinin ifade edilme yollarını aktarıyor. Yazara göre, söz konusu ideolojinin kadro devşirdiği yerlerden birisi de Oxford Üniversitesi All Souls Koleji ki bu, Gene Sharp’ın da doktora çalışmasını tamamladığı okul.

25 Temmuz 2017

Müslüman Yasağı ve Agamben


Müslüman Yasağının Gündeme Geldiği Dönemde
Agamben’i Neden Okumalıyız?

Ocak 2004’te İtalyan felsefeci Giorgio Agamben, 11 Eylül saldırısı sonrası, ABD’deki vize işlemleri esnasında retina taraması ve parmak izi alınması gibi biyometrik güvenlik işlemlerinin uygulanması ardından, New York Üniversitesi’nde ders vermek için aldığı daveti geri çevirdi ve bu ülkeye gitmeyi reddetti. Agamben, bu biyometrik kimlik tanımlaması ile ilgili değerlendirmesinde yurttaşların takip edilmesi için biyolojik verilerin toplandığını ve bu işlemin holokost esnasında toplama kamplarında Yahudi mahkûmların vücutlarına belirli numaraların ateşle dağlanmasına benzediğini söylüyordu. Esasında insanî her türden hakkı ihlal etmeye yönelik adımların biçimi zaman içerisinde epey değişti ama o mide bulandırıcı niteliği hiç değişmedi.

O gayet yetkin ve derinlikli bir çalışma olan Kutsal İnsan (1995) isimli kitabında Agamben, Antik Yunan’a ait iki terime başvuruyordu: Zoe yani hayvanî hayat ve Bios yani nitelikli hayat. Burada yazar, insanî hayattan (bios) mahrum olan belirli bir yurttaş grubunun salt biyolojik hayata (zoe) indirgenmesinden bahsediyordu. Bahsi geçen kitabında dile getirdiği bu kavramların merkezinde ise insan haklarından mahrum olan, yasaklara maruz kalmış insan duruyordu. Tek bir ceza almaksızın bu insanı işkenceden geçirmek, dönüştürmek hatta öldürmek mümkündü. Tarihsel açıdan kutsal insanın kökleri Roma hukukuna dayanıyor ve bu kişi, yurttaş olarak tüm haklarından mahrum edilmiş bir suçluyu ifade ediyor. Agamben’e göre, 11 Eylül sonrası dönemin Amerika’sının gayet iyi örneklediği yeni totalitarizmde ana eğilim, yurttaşı insandan kutsal insana dönüştürmek yönünde: bu insanın politik, hukukî veya insanî açıdan anlamsız ve değersiz olması sebebiyle askıya alınması ya da kolaylıkla dışsallaştırılması mümkün. O artık sadece ve saf mânâda (kimi zaman tehlikeli biçimde) çıplak hayattan başka bir şey değil.

Bugün asıl sorulması gereken soru şu: bu dönüşüm süreci nasıl ve ne üzerinden işliyor? Bu soruya Agamben’in en önemli düşüncelerinden birine bakarak cevap vermek mümkün: “egemen”. Temelde egemen, hukukun üzerinde olan bir monark, imparator veya seçimle işbaşına gelmiş bir cumhurbaşkanıdır. Dolayısıyla belirli bir insan grubunu hukuktan kopartan veya onu hukuka bağlayan, haklarını veren veya o insan grubunu haklarından mahrum eden odur. Hukukun tatbiki veya askıya alınması noktasında egemenin verdiği kararlar, belirli kesimleri dışlayan bir yargılama tarzını temsil eder. Bu türden bir seçici hüküm verme tarzı üzerinden kutsal insan, egemenin normallik tanımına yeterli düzeyde uymaması sebebiyle, hayvan derekesinde görülebilir, her türlü haktan, yurttaşlıktan, insanî haysiyetten mahrum kalabilir. Bu açıdan bakıldığında, kutsal insan dışlanmakta olan bir yabancıdır. Egemen, bu kutsal insana karşı belirli normlar belirler, ölçütler tanımlar ve yönergeler dillendirir.

Bir Egemen Olarak Donald Trump ve Kutsal İnsan Olarak Müslümanlar

Kutsal insan kavramı ile Trump’ın seyahat yasağına maruz kalan Müslümanlar arasında bağlantı noktaları bulmak ne zor ne de idraki çetrefilli bir iştir. Seyahat yasağı, belirli Müslüman ülkelere mensup kişiler için hukukun yürürlükten kaldırılabileceğinin, hükümsüz kılınabileceğinin veya askıya alınabileceğinin delilidir. Bu açıdan Trump, özünde hangi dinin veya ülkenin mensuplarının kutsal insan olduğuna karar verme yetkisine sahip bir egemen olarak hareket etmektedir. Milliyetleri veya dinleri üzerinden eşitsizliğe maruz kalmalarının yasadışı olduğu gerçeği ile yüzleşen egemen, bu noktada hukuka uygunluk fikrini kendine göre eğip büker. Buna göre, tüm yurttaşlar yurttaş olmadıklarını ispatlayana dek hukuk önünde eşittirler.

Seyahat yasağı, sadece “iyi niyetli ilişki” türünden hukukî jargonun ve anlamsız gevelemelerin parçası olan uygunluk beyanı ile ilgili bir mesele değildir. Bu yasak, aynı zamanda inkârın psikolojik tezahürü olarak arz-ı endam ettiği muhayyile dünyasına aittir. Bu dünyada kutsal insan, ya yurttaş görülmez ya yurttaşlık dışı bir olgu olarak kabul edilir ya da az yurttaş olarak nitelenir. Dolayısıyla seyahat yasağının o sadık destekçilerinin muhayyilesinde bir Müslüman, “Amerikalı olmayan”dır, “beyaz değildir”, nihayetinde de “yurttaş olmayan bir yabancı”dır. Dolayısıyla Müslüman, inkâr edilmiş, olumsuzlanmış ve belirsizliğin içine kaldırılıp atılmış bir kutsal insandır. Onun bedeni yaralı, aklı lanetlidir ve bu ikisi beyaz, Hristiyan ve liberal olan o kutsanmış aklın ve kıymetli bir bedenin tecessümü için gereklidir. Yasaklara maruz kalmış bedenlere ve akıllara sadece Trump döneminde tanıklık edilmemiştir. ABD tarihi onların omuzlarındadır.

1882’de imzalanan Çinlilerin İhraç Edilmesi Kanunu uyarınca Çinlilerin ABD’ye girişi yasaklanmıştır. 1980’de imzalanan 1221 sayılı kararname, İranlıların ülkeye girişine yasak getirmiştir. 1987’de AIDS’li yolcularla ilgili olarak getirilen yasak dâhilinde Afrikalılar ülkeye sokulmamıştır. Anarşistlerin İhraç Edilmesi Kanunu 1903’te çıkartılmış ve anarşistlerin ülkeye girişlerine yasak getirilmiştir. Son olarak 1950’de Komünistlerin Kontrol Altına Alınması Kanunu dâhilinde Marksistlere yasak getirilmiştir. Bu örneklerde de görüldüğü üzere, kutsal insanın niteliği süreç içerisinde değişmiştir. Bir ara Çinli olan kutsal insan bir dönem komünisttir şimdilerde ise Müslüman.

Bu noktada makalenin başında sorduğumuz soruya dönüp tekrar bakabiliriz. Müslüman yasağının gündeme geldiği dönemde Agamben’i okumak bize “insan” olmanın seyahat etme, düşünme, seçim yapma ve tepki koyma becerisinin kişiselleşmesi olduğunu öğretecektir. Agamben’in tam yerinde hatırlattığı biçimiyle, hepimiz “insan” denilen o muhteşem form dâhilinde geldik dünyaya ve esasında hiçbirimiz kutsal insan değiliz!

Nima Zahidi Namegi
6 Temmuz 2017
Kaynak

, , ,

La guerre sale


“Fransa Güçlüdür, Cezayir Fransa’nındır.”

Geceden korkuyor
Gündüze övgüler düzüyoruz.
Sahili izleyip duruyoruz
Ama dalgalardan kaçırıyoruz gözümüzü.
Zengin
Ve zararsız olana hayranlıkla bakıyoruz.
Şikâyetlerimiz ise
Yoksul
Ve beyaz olmayan her şeye dair.
Madalyalar takıp takıştırıyoruz
(Gururla sallıyoruz onları, heyt be!)
Pop yıldızlarına kamuflaj giydiriyoruz.
Onları göklere çıkartıyoruz.
O köyleri yerle bir ettiğimizde ise
Sessizliğe gömülüyoruz.
Katillerimizi yüceltiyoruz
Liderlerimizi ayartıp
“Şuna demeyin ihlal
Dilimiz oluyor lal” diye hayıflanıyoruz.
CIA’in kirli savaşları karşısında[1]
Dudaklarımızda
Müstehzi bir gülümseme beliriyor hemen.
Aynı CIA’in temiz savaşlarıysa
Bizi mest ediyor, canımıza can katıyor.

T.P. Wilkinson
13 Ağustos 2017

Dipnot:
[1] “Kirli Savaş” (Fr. la guerre sale) insanın kafasını bile isteye karıştırmak için icat edilmiş bir kavram. Her şeyden önce bu tabir iyi savaş olduğunu varsayıyor. Sol, genelde “emperyal kibir”den (ki artık bana gına getirten bir klişe bu) söz edip duruyor. Bu tabirle sol, “imparatorluğun zulüm noktasında daha kibar ve nazik olması gerektiğini” söylemiş oluyor. “Üretken olmayan müdahaleler”den şikâyet ediyor, yani bir yönüyle o, “üretken işgaller”i destekliyor. Hâsılı sol, kendi muktedirlerinin dünyayı solun vicdanına leke düşürmeden boyun eğdirmesini istiyor.

La guerre sale, Fransızların Cezayir’de yürüttükleri savaş (1954-1962) için kullandıkları bir tabir. Bu savaşta Fransa, halkı zaptetmek için beyaz sömürgeciliğine ve kimi Müslüman din adamlarındaki muhafazakârlığa başvurdu. Halkın bağımsızlığına mani olabilmek adına Fransa, Cezayir’de kapsamlı bir kontrgerilla mücadelesi (yani terörizme dayalı savaş) verdi. Fransız subaylar bu savaşı analiz ettiler ve ürettikleri fikirlerin ABD’nin geçmişte Vietnam’da (1954–1975), bugün Afganistan gibi yerlerde tatbik ettiği terör doktrinine ait formül üzerinde muazzam bir etkisi oldu. Genel ölçüyü veren ve rejime bağlı düşünce kuruluşu RAND tarafından yayınlanan “Cezayir’de Asayişin Sağlanması” isimli kitap David Galula’nın elinden çıkmıştı. Doktrinin sahnelendiği bir yer de klasikleşmiş bir film olan Cezayir Savaşı idi. “Kirli savaş” tabiri, halkları kontrol altına almaya dönük tedbirleri meşrulaştırma amacıyla kullanıldı. Bu tedbirler, süreç içerisinde CIA’in geliştirdiği Anka Kuşu Programı ile kemale erdirildi ve zamanla ABD’nin işgal ve güç tesisi için gerekli şablon hâline geldi. Bahsi edilen dönemde Cezayir’de bağımsızlık mücadelesi veren FLN’nin “kirli bir savaş” yürüttüğü, Fransız Ordusu’nun bu savaşa “nezaketle” karşılık verdiği söylendi. Oysa burada gerçekler tüm çıplaklığı ile çarpıtılıyordu. FLN aslında askerî ve mali açıdan üstün olan Fransız devletine karşı direniş yürüten bir örgüttü. Sonuçta resmi söylem dâhilinde insanı yanlışa sevkeden bir terimin kullanılması, Arjantin, Brezilya, Şili gibi ülkelerde açığa çıkan muhalefete yönelik devlet terörizminin veya emperyal savaşların temiz oldukları ölçüde kabul edilir olduğunu iddia etmeyi mümkün kılıyor. Başka bir deyişle, kimse savaşın fiilî şartlarını sorgulamıyor.