Agamben’i Neden Okumalıyız?
Ocak 2004’te İtalyan felsefeci Giorgio Agamben, 11
Eylül saldırısı sonrası, ABD’deki vize işlemleri esnasında retina taraması ve
parmak izi alınması gibi biyometrik güvenlik işlemlerinin uygulanması ardından,
New York Üniversitesi’nde ders vermek için aldığı daveti geri çevirdi ve bu
ülkeye gitmeyi reddetti. Agamben, bu biyometrik kimlik tanımlaması ile ilgili
değerlendirmesinde yurttaşların takip edilmesi için biyolojik verilerin
toplandığını ve bu işlemin holokost esnasında toplama kamplarında Yahudi mahkûmların
vücutlarına belirli numaraların ateşle dağlanmasına benzediğini söylüyordu.
Esasında insanî her türden hakkı ihlal etmeye yönelik adımların biçimi zaman
içerisinde epey değişti ama o mide bulandırıcı niteliği hiç değişmedi.
O gayet yetkin ve derinlikli bir çalışma olan Kutsal İnsan (1995) isimli kitabında
Agamben, Antik Yunan’a ait iki terime başvuruyordu: Zoe yani hayvanî hayat ve Bios
yani nitelikli hayat. Burada yazar, insanî hayattan (bios) mahrum olan
belirli bir yurttaş grubunun salt biyolojik hayata (zoe) indirgenmesinden bahsediyordu. Bahsi geçen kitabında dile
getirdiği bu kavramların merkezinde ise insan haklarından mahrum olan,
yasaklara maruz kalmış insan duruyordu. Tek bir ceza almaksızın bu insanı
işkenceden geçirmek, dönüştürmek hatta öldürmek mümkündü. Tarihsel açıdan
kutsal insanın kökleri Roma hukukuna dayanıyor ve bu kişi, yurttaş olarak tüm
haklarından mahrum edilmiş bir suçluyu ifade ediyor. Agamben’e göre, 11 Eylül
sonrası dönemin Amerika’sının gayet iyi örneklediği yeni totaliteryanizmde ana
eğilim, yurttaşı insandan kutsal insana dönüştürmek yönünde: bu insanın
politik, hukukî veya insanî açıdan anlamsız ve değersiz olması sebebiyle askıya
alınması ya da kolaylıkla dışsallaştırılması mümkün. O artık sadece ve saf
mânâda (kimi zaman tehlikeli biçimde) çıplak hayattan başka bir şey değil.
Bugün asıl sorulması gereken soru şu: bu dönüşüm
süreci nasıl ve ne üzerinden işliyor? Bu soruya Agamben’in en önemli
düşüncelerinden birine bakarak cevap vermek mümkün: “egemen”. Temelde egemen, hukukun
üzerinde olan bir monark, imparator veya seçimle işbaşına gelmiş bir
cumhurbaşkanıdır. Dolayısıyla belirli bir insan grubunu hukuktan kopartan veya
onu hukuka bağlayan, haklarını veren veya o insan grubunu haklarından mahrum
eden odur. Hukukun tatbiki veya askıya alınması noktasında egemenin verdiği
kararlar, belirli kesimleri dışlayan bir yargılama tarzını temsil eder. Bu
türden bir seçici hüküm verme tarzı üzerinden kutsal insan, egemenin normallik
tanımına yeterli düzeyde uymaması sebebiyle, hayvan derekesinde görülebilir,
her türlü haktan, yurttaşlıktan, insanî haysiyetten mahrum kalabilir. Bu açıdan
bakıldığında, kutsal insan dışlanmakta olan bir yabancıdır. Egemen, bu kutsal
insana karşı belirli normlar belirler, ölçütler tanımlar ve yönergeler
dillendirir.
Bir Egemen Olarak Donald Trump
ve
Kutsal İnsan Olarak Müslümanlar
Kutsal insan kavramı ile Trump’ın seyahat yasağına
maruz kalan Müslümanlar arasında bağlantı noktaları bulmak ne zor ne de idraki
çetrefilli bir iştir. Seyahat yasağı, belirli Müslüman ülkelere mensup kişiler
için hukukun yürürlükten kaldırılabileceğinin, hükümsüz kılınabileceğinin veya
askıya alınabileceğinin delilidir. Bu açıdan Trump, özünde hangi dinin veya
ülkenin mensuplarının kutsal insan olduğuna karar verme yetkisine sahip bir
egemen olarak hareket etmektedir. Milliyetleri veya dinleri üzerinden
eşitsizliğe maruz kalmalarının yasadışı olduğu gerçeği ile yüzleşen egemen, bu
noktada hukuka uygunluk fikrini kendine göre eğip büker. Buna göre, tüm
yurttaşlar yurttaş olmadıklarını ispatlayana dek hukuk önünde eşittirler.
Seyahat yasağı, sadece “iyi niyetli ilişki”
türünden hukukî jargonun ve anlamsız gevelemelerin parçası olan uygunluk beyanı
ile ilgili bir mesele değildir. Bu yasak, aynı zamanda inkârın psikolojik
tezahürü olarak arz-ı endam ettiği muhayyile dünyasına aittir. Bu dünyada
kutsal insan, ya yurttaş görülmez ya yurttaşlık dışı bir olgu olarak kabul
edilir ya da az yurttaş olarak nitelenir. Dolayısıyla seyahat yasağının o sadık
destekçilerinin muhayyilesinde bir Müslüman, “Amerikalı olmayan”dır, “beyaz
değildir”, nihayetinde de “yurttaş olmayan bir yabancı”dır. Dolayısıyla
Müslüman, inkâr edilmiş, olumsuzlanmış ve belirsizliğin içine kaldırılıp
atılmış bir kutsal insandır. Onun bedeni yaralı, aklı lanetlidir ve bu ikisi
beyaz, Hristiyan ve liberal olan o kutsanmış aklın ve kıymetli bir bedenin
tecessümü için gereklidir. Yasaklara maruz kalmış bedenlere ve akıllara sadece
Trump döneminde tanıklık edilmemiştir. ABD tarihi onların omuzlarındadır.
1882’de imzalanan Çinlilerin İhraç Edilmesi Kanunu
uyarınca Çinlilerin ABD’ye girişi yasaklanmıştır. 1980’de imzalanan 1221 sayılı
kararname, İranlıların ülkeye girişine yasak getirmiştir. 1987’de AIDS’li
yolcularla ilgili olarak getirilen yasak dâhilinde Afrikalılar ülkeye sokulmamıştır.
Anarşistlerin İhraç Edilmesi Kanunu 1903’te çıkartılmış ve anarşistlerin ülkeye
girişlerine yasak getirilmiştir. Son olarak 1950’de Komünistlerin Kontrol
Altına Alınması Kanunu dâhilinde Marksistlere yasak getirilmiştir. Bu
örneklerde de görüldüğü üzere, kutsal insanın niteliği süreç içerisinde
değişmiştir. Bir ara Çinli olan kutsal insan bir dönem komünisttir şimdilerde
ise Müslüman.
Bu noktada makalenin
başında sorduğumuz soruya dönüp tekrar bakabiliriz. Müslüman yasağının gündeme
geldiği dönemde Agamben’i okumak bize “insan” olmanın seyahat etme, düşünme,
seçim yapma ve tepki koyma becerisinin kişiselleşmesi olduğunu öğretecektir.
Agamben’in tam yerinde hatırlattığı biçimiyle, hepimiz “insan” denilen o
muhteşem form dâhilinde geldik dünyaya ve esasında hiçbirimiz kutsal insan
değiliz!
Nima Zahidi Namegi
6 Temmuz 2017
6 Temmuz 2017
0 Yorum:
Yorum Gönder