13 Haziran 2012

Slavoj Žižek ve SYRIZA


Burada olmaktan onur duyuyorum ama sizin dilinizi konuşamadığım için de utanıyorum. Gene de başlayalım söze: hayatının son döneminde psikoanalizin babası Sigmund Freud şu ünlü soruyu sorar: “Bir kadın ne ister?” Freud, kadın cinselliğine ilişkin muamma ile yüzleştiği noktada bu konuyla ilgili kafa karışıklığını da kabul eder. Bugün de benzer bir kafa karışıklığı ortaya çıkmaktadır: “Avrupa ne ister?”

Siz Yunan halkının Avrupa’ya yönelttiğiniz soru işte budur. Zira siz ne istediğinizi biliyorsunuz, siz (yanında oturan SYRIZA lideri Aleksis Çipras’ı göstererek) bu adamın başbakanınız olmasını istiyorsunuz.

Avrupa ise ne istediğini bilmiyor. Bence Avrupa devletlerinin ve medyanın bugün Yunanistan’da olup bitenlerle kurduğu ilişki biçimi, onların ne tür bir Avrupa istediklerine ait en önemli göstergedir. Avrupa neoliberal mi olacak yoksa tecritçi devletlerden mi oluşacak ya da başka bir şey mi olacak?

Eleştiriler, SYRIZA’nın avro için bir tehdit olduğu yönünde, oysa aksine, SYRIZA Avrupa için yegâne şans. Tehdit olmanın çok ötesinde bir şey. Siz, Avrupa’nın yeni bir yol bulabilmesi için sahip olduğu ataleti kırması yönünde ona bir şans veriyorsunuz.

Kendi kültür tanımına ilişkin yazdığı notlarında büyük muhafazakâr şair T. S. Eliot, yegâne tercihin zındıklık ve kâfirlik arasında olduğu momentlere dikkat çeker. Yani inancı ve dini canlı tutmanın yegâne yolunun ana güzergâhtan mezhepsel bir ayrışmayı gerçekleştirmek olduğunu söyler.

Bugün Avrupa’da olan da budur; ancak şu ân itibarıyla SYRIZA tarafından temsil olunan yeni zındıklık, Avrupa mirasında kurtarılmaya değer olanı, demokrasi, halka güvenmeyi ve eşitlikçi dayanışmayı kurtaracak olandır. SYRIZA üstün gelirse kazanacak olan Avrupa’dır ve bu Avrupa, Asyalı değerlere sahip bir Avrupa olacaktır, elbette bu Asyalı değerlerin Asya’yla değil, demokrasiyi askıya alacak olan günümüz kapitalizminin mevcut eğilimi ile bir ilişkisi olacaktır.

SYRIZA’nın yönetmek için yeterince deneyime sahip olmadığı söyleniyor. Evet, ben de katılıyorum bu fikre, parti, dalavere ve hırsızlık yoluyla bir ülkeyi iflasa sürükleme konusunda yeterince deneyime sahip değil. Sizde bu deneyim yok. Bu ise bizim yüzümüze Avrupa’daki müesses nizamın politikasına ait saçmalığı vuruyor. Onlar, vergileri ödeme konusunda vaazlar veriyorlar, Yunanistan’daki kayırmacılığa karşı çıkıyorlar ve tüm umutlarını ülkeyi söz konusu kayırmacılığa teslim eden iki partinin oluşturacağı bir koalisyona bağlıyorlar.

Christine Lagarde (IMF Başkanı) kısa süre önce Nijerli fakir halka Yunanlılardan daha çok sempati beslediğini söylemişti ve hatta Yunanlılara vergilerini ödeyerek kendilerine yardım etmelerini öğütlemişti ama birkaç gün önce öğrendiğim kadarıyla o, bu işi yapmaya ihtiyaç bile duymuyormuş. Tüm liberal yardımseverler gibi Lagarde da bizi yardım etmeye zorlayan ve bizde sempati uyandıran birer kurban olarak güçsüz fakirleri seviyor.

Ama siz Yunanlıların sorunu, evet acı çekmeniz ama aynı zamanda pasif bir kurban olmamanız, direnmeniz, dövüşmeniz, sempati ya da yardım dilememeniz ve aktif bir dayanışma talep etmeniz. Siz, kendi kavganız için bir seferberlik ve destek talep ediyorsunuz.

SYRIZA, solcu bir dizi kurguyu desteklemekle suçlanıyor, oysa Brüksel’in dayattığı tasarruf planının kendisi tam anlamıyla bir kurgu çalışması. Herkes biliyor ki bu plan bir kurmacadır ve Yunan devleti bu yolla borçlarını yeniden ödeyemez. Bugün herkes, kolektif bir hayalin tuhaf bir ifadesi dâhilinde Avrupa menşeli planların dayandığı mali projeksiyonun açık saçmalığını inkâr ediyor.

Öyleyse Brüksel bu tedbirleri size neden dayattı? Söz konusu tedbirlerin gerçek amacı elbette ki Yunanistan’ı değil, Avrupa bankalarını kurtarmaktı.

Bu tedbirler, politik tercihler üzerinde temellenen birer karar değil, tarafsız iktisadî mantığın dayattığı birer gereklilik olarak takdim ediliyorlar. Aynı şekilde, eğer ekonomimizi istikrarlı kılmak istersek bizim basit anlamda acı ilâcı da yutmamız gerekir. Ya da meşhur totolojik laflar türünden, ürettiğinizden daha fazlasını harcayamazsınız. Evet ama Amerikan bankaları ve Birleşik Devletler onlarca yıldır üretilenden daha fazlasının harcanabildiğinin birer kanıtı olarak karşımızda duruyorlar.

Tasarruf tedbirlerine ait hatayı göstermek amacıyla Paul Krugman sıklıkla bu tedbirleri ortaçağa özgü kan alma pratiği ile kıyaslar. Kanaatimce daha da radikalleştirilmesi gereken bir mecazdır bu. Avrupalı finans doktorları, bu tıbbın nasıl işlediğini bilmemekle birlikte, sizi deney tavşanı olarak kullanıyor ve kendi ülkelerinin değil sizin kanınızı akıtıyor. Alman ve Fransız bankaları tek damla kan dökmüyor. Aksine onlara bol miktarda kan nakli yapılıyor.

O hâlde SYRIZA, gerçekte bir grup tehlikeli müfridin işidir denilebilir mi? Hayır, SYRIZA bugün pragmatik bir sağduyu üretmek için var. Onun amacı, başkalarının ürettiği kiri pası temizlemek. Partinin tehlikeli bir hayalperest olduğunu söyleyenler, işte o tasarruf tedbirlerini dayatanlar. Gerçek hayalperestler, birkaç yüzeysel değişiklikle yola devam edebileceklerini düşünenler esasında. Siz hayalperest değil, giderek kâbusa dönüşen bir düşten uyananlarsınız.

Siz, hiçbir şeyi yok etmiyorsunuz; siz, sistemin kendisini tedricen yok etme yoluna karşı tepki koyuyorsunuz. Tom ve Jerry türünden çizgi filmlerdeki o klasik sahneyi hepimiz biliriz: kedi uçurumun kenarına gelir, ayaklarının altında toprağın olmadığı gerçeğini görmezden gelerek yürümeye devam eder, ancak sonra aşağı bakıp hiçbir şeyin olmadığını fark ettiğinde düşmeye başlar. Sizin de tek yaptığınız şey bu. İktidardakilere “hey aşağıya bakın!” diyorsunuz ve onlar da aşağı düşüyorlar.

Yunanistan’ın politik haritası açık ve bir emsal niteliğinde; umarım siz de farkındasınızdır, merkezinde iki hizipli tek bir parti duruyor: sol hizbi PASOK, sağ hizbi Yeni Demokrasi olan tek bir parti. Bildiğiniz gibi bu durum, birbirinden farksız iki tercih olarak Coca Cola ile Pepsi’ye benziyor. Bu partinin gerçek ismi, Demokrasiye Karşı Yeni Elen Hareketi esasında.

Tabiî bu büyük parti demokrasi yanlısı olduğunu iddia edecektir ama benim iddiama göre bu iki parti kafeinsiz bir demokrasiden yanadır. Bildiğiniz üzere, kafeinsiz kahve, alkolsüz bira, şekersiz dondurma gibi bir şey. Onlar demokrasi istiyorlar ama bu demokrasi tercihte bulunulabilen bir demokrasi değil, akil uzmanların yap dediğini yapan insanlar talep eden bir demokrasi. Demokratik bir diyalog mu talep ediyorlar? Evet ama bu sizin de bildiğiniz Platon diyalogları gibi bir şey: bu diyaloglarda her zaman bir adam konuşur ve diğeri de sadece on dakikada bir “Zeus sayesinde böyle oldu!” der.

Ama bu sürecin bir istisnası var. SYRIZA olarak siz gerçek bir mucize yarattınız, radikal sol bir hareket olarak marjinal direnişin rahat konumunu terk ettiniz ve cesaretle iktidarı almaya hazır olduğunuzun işaretini verdiniz. İşte tam da bu nedenle cezalandırılmanız gerek.

Kısa süre önce Forbes dergisinde Bill Freyja imzası ile “Yunanistan’a hak ettiği şeyi, komünizmi verin” başlıklı bir makalenin çıkmasının nedeni de bu. Bu yazıdan kısa bir alıntı yapalım şimdi:

“Unutmayalım ki dünyanın temel ihtiyacı, günümüzde komünizmin aktif olarak örneklenmesidir. Yunanistan için en iyi talep başka ne olabilir ki? Ülkeyi Avrupa Birliği’nden atın, karşılıksız avro akışını kesin ve ellerine o eski drahmilerini geri verin. Sonra bir nesil bekleyip izleyin.” Başka bir deyişle, Yunanistan krize dönük radikal ve solcu bir çözümle ilgili cazibenin ilk ve son kez cezalandırılacağı bir emsal teşkil etmeli.

SYRIZA’nın önüne koyduğu görevin neredeyse imkânsız olduğunu biliyorum. SYRIZA aşırı sol bir delilik değil, o, piyasa ideolojisinin deliliğine karşı çıkan pragmatik aklın sesi. SYRIZA ilkelere dayalı politika, demokrasi vaadine ilişkin köksüz pragmatizm ve gerektiği noktada hızlı ve gaddarca adımlar atmaya hazır oluş arasındaki güç bir bileşime ihtiyaç duyacak. Eğer SYRIZA’ya şans verilirse ki başarma şansı çok az, Avrupa genelinde bir dayanışmaya da muhtaç olacak.

Ben bu nedenle burada, Yunanistan’da sizin ucuz milliyetçilikten, Almanya’nın sizi yeniden işgal etmek istediği, yok edeceği vb. gibi laflardan kaçınmanız gerektiğini düşünüyorum. Sizin birinci göreviniz, bu ülkede olan biteni değiştirmek. SYRIZA, başka adamların beceremediği işleri yapmak zorunda. Bu iş daha iyi, modern ve etkin bir devlet inşa etmek, devlet aygıtını kayırmacılıktan temizlemektir. Bu, zor bir iştir, heyecanlı bir tarafı yoktur, gayet yavaş, güç ve can sıkıcı bir iştir bu.

Size yöneltilen sahte radikal eleştiriler, gerçek bir toplumsal değişim için henüz durumun uygun olmadığını söylüyor. İktidarı alınca sistemin daha etkin olması noktasında ona katkı yapmak dışında bir şey yapamayacağınızı iddia ediyor. Eğer doğru anladıysam, YKP’nin, esas olarak ölmeyi unuttuğu için hâlâ hayatta olan halk partisinin, size yönelik söylediği şey, tam da bu sanırım.

Politik seçkinlerinizin yönetme beceriksizliği sergiledikleri doğru ama durumun değişim için tam anlamıyla uygun olacağı bir momentin hiç yaşanmayacak olması da aynı ölçüde doğru. Eğer doğru ânı beklerseniz, o doğru ân hiçbir zaman gelmeyecektir. Müdahale ettiğiniz ân her daim hamdır. O vakit tercih yapmak zorunda kalırsınız: ya diğer sol partilerin yaptığı gibi huzur içinde bekleyip toplumunuzun nasıl parçalandığını seyredeceksiniz ya da kahramanca bir eda ile müdahale edip durumun ne denli zor olduğunu tam olarak idrak edeceksiniz. Bence bu noktada SYRIZA, tercihini doğru yönde yapmıştır.

Kanaatime göre sizi eleştirenler sizden nefret ediyorlar, çünkü gizliden gizliye biliyorlar ki siz özgür olma ve özgür insanlar olarak eyleme geçme cesaretine sahipsiniz. Sizi gözleyip duranların en azından bir ânlığına görüş alanına girdiğinizde, onlar sizin özgürlükten başka bir şey önermediğinizi anlayacaklar. Siz, ayrıca onların hep düşlediği bir şeyi yapmaya cüret ediyorsunuz. Bir ânlığına onları özgür kabul ediyor, sizinle tek bütün olarak sizinle birlikte olduğunuzu düşünüyorsunuz. Onlar bir bütün olarak sizlerle. Ama bu, sadece belirli bir moment dâhilinde geçerli. Korku geri gelecek ve onlar sizden gene nefret edecekler, çünkü onlar, kendi özgürlüklerinden korkacaklar.

O vakit 17 Haziran günü siz Yunan halkının yüzleşeceği tercih ne olacak? Demokratik toplumlarda özgür oy kullanma pratiğini var kılan mevcut paradoksu aklınızdan çıkarmamanız gerek: siz, doğru tercihi yapma şartıyla seçme özgürlüğüne sahipsiniz. Avrupa anayasası aleyhine oy kullanan İrlanda örneğinde olduğu gibi yanlış tercih bir hata olarak kabul edilir ve bildiğiniz üzere, onlar insanları doğru seçimi yapma konusunda aydınlatmak amacıyla seçimi yenilemek bile isterler. Avrupa’daki müesses nizamın paniklemesinin nedeni budur. Muhtemelen siz, yanlış tercih yapmak gibi bir tehlike söz konusu olduğundan, özgürlüğü hak etmiyorsunuz.

Ernst Lubitsch’in çektiği klasik komedi filmi “Ninotchka”da harika bir espriye yer verilir: filmin kahramanı bir kafeye gider ve garsondan kremasız kahve ister. Garson cevaben “affedersiniz ama kremamız kalmadı, sadece süt var, ben size sütsüz kahve getireyim mi?” diye sorar. Her iki durumda da sade kahve alırsınız ama bence buradaki espride kastedilen şey doğrudur. Kremasız kahve ile sütsüz kahve aynı şey değildir. Bugün de aynı açmaz geçerlidir; durum gerçekten güçtür. Bir miktar tasarruf tedbiri uygulamak zorunda kalacaksınız ama esas soru şudur: bu tasarruf denilen kahveyi kremasız mı sütsüz mü içeceksiniz? Avrupa’daki müesses nizamın sizi aldattığı nokta burasıdır. Bu nizam, siz bu kahveyi kremasız içecekmişsiniz gibi davranıyor. Yani çekilecek cefa, sadece Avrupa bankalarına kâr getirmekle kalmayacak, bu bankalar, size sütsüz kahve teklif edecek ama bu fedakârlıktan ve cefadan bir tek siz istifade etmeyeceksiniz.

Güney Peloponez’de, Mani civarında cenazelerde ağlamaları için tutulan kadınlar vardır, bilirsiniz. Bu kadınlar, ölenin akrabaları için gerekli manzarayı teşkil ederler. Bugün böylesi bir eylemin ilkel bir tarafı kalmamıştır. Gelişmiş ülkelerde yaşayan insanlar olarak biz de bugün tam olarak aynı şeyi yapıyoruz. Kanaatimce Amerika’nın dünya kültürüne yaptığı en büyük katkı olan gülme efektini bir düşünelim. Bildiğiniz gibi, gülmek TV’deki sesin bir parçasıdır. Eve yorgun argın gelirsiniz, TV’deki Cheers ya da Friends gibi aptal dizilerin karşısına geçersiniz ve TV sizin yerinize güler. Maalesef bu, gayet işe yarayan bir şeydir.

İşte Avrupa’daki müesses nizamın sadece siz Yunan halkı değil, hepimizle ilgili olarak görmek istedikleri hâl budur: sadece ekrana bakın ve başkalarının nasıl düş kurduklarını, nasıl ağladıklarını ve nasıl güldüklerini izlemekle yetinin. Birinci Dünya Savaşı’nın ortasında Alman ve Avusturyalı ordu karargâhlarının kendi aralarında nasıl telgraf çektiklerine ilişkin, doğruluğu şüpheli ama mükemmel bir anekdot vardır: Almanlar Avusturyalılara, “burada, cephenin bize ait olan kısmında durum ciddi ama feci değil” yazılı bir mesaj gönderirler. Avusturyalılar da şu cevabı verirler: “Burada durum feci ama ciddi değil.”

İşte SYRIZA ile diğer partiler arasındaki fark da budur: diğerleri için durum fecidir ama ciddi değildir ve her şey olağan biçimiyle devam edebilirken, SYRIZA için durum ciddidir ama feci değildir, zira korkunun yerini cesaret ve umut almıştır. Dolayısıyla, önündeki süreci en iyi anlatan ifade Beatles’ın eski bir şarkısında bulunabilir: “Uzun ve dolambaçlı bir yol”. Eğer yaşınız müsaitse hatırlayacaksınız, onlarca yıl önce Soğuk Savaş’ın sıcak bir savaşa dönüşme riski taşıdığı günlerde, John Lennon “Hepimiz diyoruz ki barışa bir şans verin” diye bir şarkı yazmıştı. Bugün tüm Avrupa’da yeni bir şarkının söylendiğini duymak istiyorum ben: “Hepimiz diyoruz ki Yunanistan’a bir şans verin.”

Konuşmamı, belki de klasik trajedilerin en büyüğü olan Antigone’den bir alıntı yaparak bitirmeme izin verin: sizin olmayan savaşlar yapmayın. Benim Antigone oyunu ile kanaatime göre elimizde bir Antigone ve bir de Kreon vardır. Bunlar, hâkim sınıfın iki hizbidir. Hizbin biri PASOK diğeri Yeni Demokrasi’dir. Benim Antigone versiyonumda kraliyet ailelerinin iki mensubu birbirleriyle dövüşüp devleti mahvetmek üzereyken ben o koroyu, bu akıllı yorumlarda bulunmaya ilişkin aptalca rolden çıkıp iktidarı alan, halkın iktidarı için bir halk komitesi teşkil eden, Kreon ve Antigone’yi tutuklayan ve bir halk iktidarı kuran o halkın sesini duymak istiyorum.

Kişisel bir tespitle konuşmamı bitireyim. Ben, çok uzak bir yerlerde gerçekleşen devrim gibi devrimden hoşlanan geleneksel, entelektüel soldan nefret ediyorum. Ben gençken böyle düşünmek iyiydi; Vietnam, Küba hatta bugün Venezuela’da devrimi düşlemek güzeldi. Ama siz buradasınız ve bende hayranlık uyandıran da işte bu. Siz, böylesi umutsuz koşullarla uğraşmaktan korkmuyorsunuz ve üstelik olasılıkların sizin aleyhinize olduğunu da biliyorsunuz. Bu hâlinize hayranım. Sizin de bildiğiniz gibi, bir de ilkelere dayanmakla ilgili bir oportünizm var, yani ilkeler oportünizmi. Durumun yitik olduğunu ve ilkelere ihanet edemeyeceğinizden verili hâlde hiçbir şey yapamayacağınızı söylediğinizde, bu ilkeli bir konum almakmış gibi görünebilir ama gerçekte oportünizmin daniskasıdır. SYRIZA, olağan hâliyle, suçluların insan haklarını ihlâl etmelerinden çok cüretleriyle bir şeyler yapmak için tüm cesaretleriyle alanlarda toplaşan binleri daha fazla önemseyen özgül bir olaydır. Dolayısıyla, şimdi konuşmamı bitiriyorum ve sözü büyük bir onurla sizin gelecekteki başbakanınıza veriyorum.

Slavoj Žižek

04 Haziran 2012

Beşikten Mezara Sömürü


Son dönem alevlenen kürtaj ve sezaryen tartışmalarının eğitim ve sağlıkla doğrudan ilişkileri mevcuttur. Kürtaj tartışması, en nihayetinde “eksi bir yaş” noktasına gelmiş, bu da “beş yaşında okula çocuk gönderilir mi?” tartışmalarına bir biçimde eklemlenmiştir.

“4+4+4” esas olarak imam-hatip değil, ucuz işgücü ve çocuk işçiliği ile ilgili ise kürtaj tartışmasının da sömürünün alanını anne karnına kadar genişletmek gibi aslî bir boyutu vardır. Ama bu süreçte, doğal bir paslaşma sonucu, “bu beden benim” ya da “siz önce kreş hizmeti verin” diyen liberalizm palazlanacaktır. AKP’nin de hesabı bu yöndedir. O, liberalizmin “gulyabani”sidir.

Sezaryen ise temelde öğretmenlerin ve tiyatrocuların da eklendiği itibarsızlaştırma kampanyasının bir parçasıdır. Sağlık sistemi dâhilinde doktorlar daha fazla “işçileşecek”, işçileşmek istemeyen doktor, yan gelir kapıları aramaya zorlanacak, bu amaçla hiç de gerekli olmadığı hâlde, sezaryeni annelere dayatacak ve bu sayede para kazanacaktır.

“Para muslukları bende” diyen AKP için bu kesimler, birer avdan ibarettirler. Aynı şekilde, batıdaki ilâç tekellerine ortak olan Tayyib ailesi, ilâç mümessilliğini de yakında gündeme getirecektir.

Aynı aile, dağlara, ormanlara uyguladığı sezaryenden ve kürtajdan bahsetmemekte, Kaz Dağları’ndan Toroslar’a kadar uzanan bölgede açtığı yağma kapılarına hiç değinmemektedir. Zira bu aile de, devlet dolayımıyla, maden sahibidir ve son dönem yarattığı zenginlerin önemli bölümü enerji sektörüne mensup şirketlerdir.

Temelde eğitim ve sağlık alanına dönük edilen laflar, bir yanıyla, AKP diktatörlüğünün attığı neoliberal siyasî ve ekonomik adımlar sonucu orta sınıfları kendisine kul etme teşebbüsü ile ilgilidir.

CHP, Halkevleri, ÖDP ve TKP hattında bu orta sınıfların direnci ses veriyor ise eğer, söz konusu kul etme operasyonunun sol ideoloji düşmanlığı, doğal olarak din ve millet zemininde geliştirilen ideolojik saldırıları tetiklemesi zorunludur. Bu dört siyasî yapıya meselenin kabuğunu yemek düşmüş, “din düşmanlığı” ile kentli orta sınıf içinde kendilerine alan açmalarına izin verilmiştir. Oysa ne AKP dinî bir partidir ne de yaşananların dinle ilişkisi vardır.

İtibarsızlaştırma, velilerinden dayak yiyen öğretmenlerde ve hasta yakınları tarafından bıçaklanan doktorlarda karşılığını bulmaktadır. Esas olarak itibarsızlaştırma, kan-ter içinde boğulan emekçilerin sofrasına bu kesimlerin kuzu misali fırlatılıp atılmasıdır. Emekçilere, “siz köpek gibi çalışırken bunlar yan gelip yatıyorlar” denilmekte, böylelikle işten atılma tehlikesi ile yaşamaya mecbur emekçi, ölümü ensesinde hisseden işçi, bu kuzuyu parçalamak için sabırsızlanmakta, kendisinin maruz kaldığı sömürü ve zulmü ise unutmaktadır. AKP, bu kesimleri, genel anlamda birer SA olarak örgütlemek ve seferber etmek derdindedir.

Daha doğrusu AKP, en alttakinin, mazlumun en sıradan ve en ortalama aklına seslenerek her şeyi düzleyeceğini bildiğinden, emekçi halk katmanlarının öfkesini kendi mühimmatına dâhil etmek istemektedir. Doğa, toplum ve tarih üzerindeki hâkimiyet, sağlık, eğitim ve sanatın elinden alınmakta, diktatörlüğün eline teslim edilmektedir. Bu kesimler, esas olarak özelleştirmelere ve burjuvaziye “hayır” demeyecek bir konuma itilmektedirler. Böylelikle faşizm, halkı halka kırdırarak kendi yolunu bulmaktadır. Eğitim ve sağlık alanı özelleştirilmekte, eğitimci ve sağlıkçı, emekçideki ve yoksuldaki orta sınıf düşmanlığı ile karşı karşı bırakılmakta, o burjuva siyasetin ceremesini ne sermaye ne de devlet çekmektedir.

2002’deki tespitimizle, o dönemki ve hâlâ yayınlanmakta ısrar edilen “Çocuklar Duymasın” dizisine atfen, “light faşizm”, aslî faşist geleneğin tüm ekonomik, coğrafî ve biyolojik birikimini içselleştirmiş görünmektedir. Bu birikim, “Amerikanize” edildikten sonra Ortadoğu’ya pazarlanmıştır. Bu amerikanizasyon dâhilinde kabileler, çeteler, birlikler ve cemaatler, para babası Körfez şeyhlerinin ve Mossad-CIA ajanlarının paralı askerlerine dönüştürülecektir.

Bölgedeki güç yoğunlaşması üzerinden, tekellerin kuklası Mussolini gibi “üç çocuk yapın” diyen bir başbakan, çıkıp yatak odasına da ana rahmine de karışmayı kendisine hak görecektir. Ama öte yandan da “light”lığın gereği, yani neoliberalizmin dayatması sonucu, bu başbakan, İstanbul’u Dubai’leştirmeyi de öngörecektir.

Son günlerde gündeme gelen Yenişehir’in planları ABD menşelidir ve esas olarak Fatih’in İstanbul’unun Bizans’a teslim edilmesidir. Sezaryen “makas” sözcüğünden geliyor ise İstanbul’a vurulan bu makas darbesi, başkalarının icraatı olmalıdır.

Demek ki AKP nereye vuruyorsa, ideolojik manada örttüğü yeri açığa çıkarmak gerekecektir. Üretim ideolojisi üzerinden, “çocuk yapın, bina dikin, yol yapın, niceliği artırın” diyorsa, bu, Tayyib’in tüm ülkeyi kendi bedeni gibi gördüğünün delilidir. Faşist bir bireyin hayatta kalma dürtüsü ile kendi bedenine odaklanması türünden, Tayyib de ülke denilen bedeni güçlü göstermek niyetindedir. Ama bu güç gösterisinin ardında üretim değil, tüketim durmaktadır. Yani AKP, üretimle ilgili onca laf salatası üretirken, üretim dışı her şeyi “meşum” ilân ederken, bir yandan da üretimi gereksiz ve geçersiz hâle getiren, uluslararası sermayenin uşağı hâline gelmekle sonuçlanacak olan bir Dubai modeli öngörebilmektedir. Özetle, Tayyib, bir şeyleri gizlemek için ekranlarda ter dökmektedir.

Bu türden ekonomik gelişmelerin sonucunda sömürü ve zulüm, halkı daha fazla kontrol altına almak zorundadır. Belirsizlik, onlar için ölüm işareti gibidir. Dolayısıyla, kürtaj tartışmalarının bir ucu emeklilik yaşına bir biçimde uzanacaktır. Beşiğe ve mezara düşmeden tüm insanlar sömürünün konusu olmak durumundadırlar. Egemenlerin elinde ekonomi, sayısal değerlere, coğrafya birkaç metrelik Amerikan bezine, biyoloji ise sömürülecek bir kas yığınına dönüşmektedir.

Öz itibarıyla bu süreçte ekonomi, coğrafya ve biyoloji iç içe geçmektedir. Faşizmde bunlar, tek bir bedende toplaşmaya mecburdurlar. Beden, bunların üçünün ortak imgesi olarak iş görmektedir.

Bu açıdan Tayyib’in “her kürtaj bir Uludere’dir” sözü yerindedir, zira gerçek bedenin içinde kalıp, doğal seyri itibarıyla büyümesi gerektiği düşünülen bebekle, ülke içinde kalması gereken ekonomik bir faaliyet yan yana düşmektedir. Yani bu yönüyle “her sezaryen Kürd hareketi” olmakta, “ikili devlet oluşumuna izin vermeyiz” denmektedir.

“Kürtaj Uludere” ise jinekolog Tayyib’dir. Bu zamana dek “izin” verilen kaçakçılık faaliyeti üzerinden Kürd halkına devlet sopa sallamış, “siz benim kulumsunuz” mesajı verilmiştir. Bunda son seçim sürecinde bazı korucu ailelerinin saf değiştirmesinin de katkısı vardır.

AKP, CHP ve ordu üzerinden kendisine verilen görevi lâyıkıyla yerine getirmektedir. Hitler’in 1933’te iktidara geldiğinde parti kongresinde sarf ettiği, “bu parti, kanın, toprağın ve terin partisidir” sözünü 2003’te birebir yineleyen Tayyib, artık kemalizmin döktüğü kanın, işgal ettiği toprağın ve sömürdüğü terin muhafızıdır. Bu muhafızlık görevi, doğal olarak ancak kansız, tersiz ve topraksız olana bahşedilebilmektedir.

Kürtaj meselesi, esasında neslin üremesi ve resmî evlilikle ilgilidir. Eşcinsellerden nefret edilmesinin de nedeni budur. Bir biçimde insanlar, ciddi ve derin bir yarın korkusuna boğulmakta ve bu yarın korkusu, evlenme ve çocuk sahibi olma derdine düşme ile yankısını bulmaktadır. Dolayısıyla, böylesi bir yarın korkusuna boğulan kişinin o yarını endekslediği olguları bir biçimde tehdit eden unsurları düşman bellemesi kaçınılmazdır. AKP, esas olarak bu ilkel ve temel korkular üzerinden siyaset yürütmekte olduğuna göre, korkuya kul etmenin onun ana programatik hattını teşkil ettiğini söylemek mümkündür.

Bu korkuyla asgari ücretle çalışan işçi, işini kaybetmek istemeyecek, üç kuruşa talim etmeyi ilahi bir pratik olarak görmeye başlayacaktır. Bu korkuyla kocasından dayak yiyen kadın, çektiği çileyi tevekkülle karşılamayı öğrenecek ve onu namazının yanına koyacaktır. Bu korkuyla işsiz, takla atacak, kralın soytarısı olma onursuzluğuna mecbur kalacak ve bu onursuzlukta manevi bir derinlik bulacaktır.

Bu korkuyla hak aramak, “olmayan” bir Allah’a havale edilecek ve yeryüzünden silinecektir. Zira Allah, ancak hak arama mücadelesinde vardır ve olmak, O’nun yüzü suyu hürmetine olmaktır.

Eren Balkır
4 Haziran 2012

20 Mayıs 2012

,

Sürü


Batı basınında solcu ya da sağcı kalemler, Türkiye’nin Suriye meselesi ile ilgili cevvalliğinden bahsediyorlar. Türkiye içinde de Ak Parti kalemşorları, ülkenin nihayet bölge lideri olma fırsatı yakaladığını söylüyorlar. Bazıları, artık ülkenin batının finansal desteğine muhtaç olmadığına, Araplarla kurulması gereken ekonomik ve siyasal ilişkilere işaret ediyorlar.

Türkiye, emperyalizmin bölgesel ajanı olarak yeniden örgütleniyor. Yakın dönemde yaşanan İran ve Suriye sıcaklaşması bunun bir göstergesi oluyor. Zokayı yutmuş olan Suriyeliler, bugün “ihanet” ettiği için kızıyorlar Türkiye’ye ve Erdoğan’a. Oysa yakın dönemde kurulan ilişkinin balık avlama tekniği olma dışında bir anlamı yok. Dolayısıyla Suriyelilerin ihaneti kendi içlerinde aramaları gerekiyor.

Suriye’de Esad rejimi, oğul Esad’ın gelişi ile birlikte, neoliberal rüzgâra girmiş görünüyor. Benzer bir durum, direnç ve tepki eylemleri biçimiyle, İran’da da yaşandı. Liberal dünyaya barış eli uzatan Rafsancani gibi isimlerin yönelimi toplumsal zeminde daha fazlasının istenmesi ile sonuçlandı. Liberalizm toplumun pandora kutusunu açtı, ortalığı karıştırdı ve kendi “militan”larını yetiştirdi. Burada güdülen bir gaye de, hem Suriye hem de İran’da, toplumsal eşitsizlik, adaletsizlik ve sömürüye karşı mücadele için ayağa kalkanların sesini soluğunu kesmek.

Son günlerde 1 Mayıs 1977 ile ilgili olarak sola yönelik gerçekleştirilen saldırıda da bu var. Liberalizm kendi düşmanını biliyor, tanıyor ve kendisine alan açıp gelişmesinin bu düşmanın işine gelmemesi için hamleler yapıyor. Daha doğrusu liberalizm, bu düşmanın düşmanı için “öncü-akıncı” bir çalışma içerisine giriyor ve engelleri ortadan kaldırıyor. Yumruğun sıkılma ihtimaline karşı, parmaklar aralanıyor, faşizm de o parmakları kırmak için devreye sokuluyor.

1 Mayıs 2012’nin kitleselliği karşısında korkuya kapılanlar “ayar” vermeye çalışıyorlar ve “şiddetten uzak durun” diyorlar. Şiddetin hiyerarşi, disiplin ve baskı getirdiği yönündeki telkinleri ile emekçi mazlum kitleleri iktidar mücadelesinden uzak tutmayı bu liberaller görev biliyorlar. “Hepinizi yatay, eşit bir zemine yerleştirdik, bulup bulabileceğiniz eşitlik de bu, daha fazla da eşitlik diye bağırmayın” diyorlar. Kendi varoluşları için emekçi mazlum halklara akıl ve vicdan aşılamaya çalışıyorlar. Bu akıl ve vicdan ise paranın-metanın yüzeysel bir pratiğinden başka bir şey değil oysa.

İran ve Suriye’de sömürüye ve zulme karşı mücadele veren, basit liberal taleplerin ötesinde iktidara karşı mevzi ören geriye dönüşsüz bir ayıraç bulunmuyor. At izi it izine karışıyor, dolayısıyla her iki ülkede emperyalistlerin güttüğü sürü daha cüsseli görünüyor. Bir şeyler yapma derdinde olanlar, bu kargaşa ortamında sürüye koşmanın gerekliliğine daha fazla inandırılıyorlar. Burhan Galyun gibi küçük burjuva şefler, kitlelerin öfkesini, onların düşmanları ile oturdukları pazarlık masalarında peşkeş çekiyorlar. Onların yıldızları parıldıyor bu devirde.

Suriye İhvan’ı lideri Riyad Şakfa, “Suriye’deki devrimin başarısı bütün bölgede ciddi değişikliklere yol açacaktır. Bu sayede İran, Irak, Suriye üzerindeki Hizbullah ittifakının beli kırılacak ve bölge böyle bir belâdan kurtulmuş olacaktır.” diyor. Anlaşıldığı kadarıyla, Sünni kesim, “şiddetsiz bir dünya” teranelerine saçlarını fazlasıyla kaptırmış görünüyor. Şii-Sünni rekabetini kızıştıran Amerika ve İsrail, Sünnileri şiddetsiz, liberal ve sığ bir mücadeleye ikna ediyor. Artık Sünni politik İslam hareketinin önemli bileşenlerinden Seyyid Kutub’un Lenin’in Ne Yapmalı’sını İslamî bir dile tercüme ettiğinden, değersizliğinden ve yanlışlığından dem vuran daha fazla yazı çıkıyor piyasaya. İhvan ve onun yerli dostları, elli yıllık tarihî mirasını çöpe atmakta bir beis görmüyor. Orada dağ gibi Seyyid Kutub duruyor, onlar da tezviratla bu dağın kenarından liberalizm eliyle açılmış patika üzerinden dolanıyorlar. Yoldaki işaretleri silip zalimlerin yoluna yoldaş oluyorlar.

Sol ve sağ liberaller nasıl ki Ak Parti sürüsüne koşmayı bir meziyet ve maharetmiş gibi allayıp pullayarak anlatıyorlarsa, Suriye’de de mevcut iktidarın karşısında olan halk kesimlerini oluşturulan sürüye katma gayreti daha fazla hâkim oluyor. Ak Parti’nin dış siyaset yöntemi bu sürünün çobanı olma arzusuna dayanıyor.

Müslüman emekçi halk tabanında önce İsrail husumeti kaşınıyor ama öte yandan da İsrail’in dinî, millî ve tarihî mevcudiyeti dolayısıyla giremediği kanallara giriliyor. Yani “Müslüman İsrail” olarak Türkiye, İsrail’in taşeronluğunu bir biçimde üstlenmiş oluyor.

Bahreyn halkının Suudilerin birleşme planına dönük itirazlarına Suriye, Mısır, Tunus ve Libya’da rastlanmıyor. Meselenin salt mezhebî bir direniş olarak gösterilmesi, esasta karşı konulması gereken düşmanı ve bu düşmana dönük direnci örtbas ediyor.

Şii-Sünni yarığını pekiştirip derinleştirme stratejisi, Amerikan planı olarak yürürlüğe sokuluyor ve Yusuf Karadavi gibi, “Global İmam”ların fetvaları ile kapitalizm ve emperyalizm zemzemle yıkanma imkânı buluyor. Eski ve bugün için yersiz tartışmalar, İslam toprağını erozyona uğratıyor ve artık bir tür “İslam” arsadan çıkıp borsaya giriyor.

Sola dönük “şiddet tapıncı” eleştirileri bugünlerde en fazla İslamî basında yer buluyor. Mazlumun-sömürülenin şiddet pratiği boşa düşürülmeye çalışılıyor. Ama burada esasta “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” yöntemi devreye sokuluyor ve şiddetsiz bir İslam için gerekli zihnî harita teşkil edilmeye çalışılıyor. Global imamların ve vaizlerin derdi, şiddeti İslam’ın içinden çekip almak oluyor. Yani Müslüman yazarlar, sola yönelik sözlerini kendi tabanlarına söylemiş oluyorlar. Bu noktada doğal olarak İhsan Eliaçık’ın kızı gözaltına alınıyor ve bu bilgi basına servis ediliyor. Böylelikle Amerikan İslam’ı bir taşla iki kuş vuruyor ve hem İslam’ı şiddetten arındırıyor hem de onu kendi istediği kıvama getiriyor.

Global imamlar ve vaizler, ekonomi, siyaset ve askerî alanda yürüyen emperyalist-siyonist stratejiye kitleleri kul etmek için meslekî ideolojilerini seferber ediyorlar. Din denilen bu meslekî ideoloji öze yabancılaşmanın, kabuğu pazarlamanın yöntemi olarak biçimleniyor.

Global vaiz Fettullah Gülen’in Amerika’da yayınlanan “60 Minutes” programına konu edilmesi ile öğünüyorlar. Ama şu söylenmiyor: o programın yapımcısı Amerikalı bir Yahudi.

“Yahudi’yi dost tutmayın” buyuran Kur’an, duvardan indirilip ayaklar altına alınıyor ve Yahudi güdümlü paraların ve petro-dolarların kamaştırdığı gözlere sahte dualar üfleniyor.

Suriye’de halkın belli bir kesimi iktidarın neoliberal politikalarına karşı tepki koyarken, bu tepki emperyalist müdahale ile eziliyor. Libya’da da El-Kaide ile mücadele konusunda CIA ve Amerika ile işbirliğine giden Kaddafi bu ilişkinin ceremesini çekiyor. El-Kaide militanlarına hücreler açılıyor ve Trablus böyle düşüyor örneğin.

Adem Özköse şükür ki sağ salim ülkesine dönüyor. Güvenlik koridoru için gerekli etüt çalışmasını yaparken tutuklanıyor ve hiç sevmediği İran sayesinde hürriyetine kavuşuyor. Ak Parti ajanı olarak gittiği ülkede gazetecilikten ve gene çocuklardan bahsediyor ama asıl anlatması gerekenleri anlatmıyor. Şam’da patlayan bombaların Esad emriyle El-Kaide tarafından patlatıldığını söylüyor. Sola “şiddet kötüdür” dersi verenler Suriye’deki eylemleri savunuyorlar. Hiçbir perhiz lahana turşusuna hayır diyemiyor.

İslam’la salt günlük bolluk-bereket ve çıkar düzeyinde ilişki kuranlara tavsiyeler veriliyor ve bu kesimin emperyalist-siyonist sürüye katılmaları telkin ediliyor.

Esad ise Tunus, Libya ve Mısır tecrübelerine dayanarak, gerekli askerî önlemleri almış gibi görünüyor. İngiliz yetiştirmesi Esad, batının kendisini devirmek istemediğini biliyor. En fazla “ülke bölünür, ben de bir bölgeyi alıp oraya yerleşirim” diye düşünüyor. Aslında temelde it iti ısırmıyor!

Bir buçuk yıl öncesine kadar Ak Parti üzerinden kurulan sıcak ilişkilerde rant hesapları yapanlar, bugün Esad zulmüne karşı kalemlerinden kan damlatıyorlar. Öldürülen çocuklar da bombalanan camiler de zerre umurlarında değil aslında. “Artık bizim günümüz geldi” diye düşünüp gökten yağacaklarını zannettikleri berekete avuç açıyorlar sadece. Teslim oldukları ise Allah değil, emperyalist-siyonist güç odaklarıdır…

Eren Balkır
20 Mayıs 2012

19 Mayıs 2012

,

Bahreyn’de Suudi Protestosu


Suudi Arabistan ile Bahreyn’in birleştirilmesi planını protesto etmek amacıyla on binlerce Bahreynli başkent Manama’da toplandı.

“Milletimize Evet” şiarı ile yürüyen Bahreynli göstericiler, Suudilerin Bahreyn’le birleşme yönünde ortaya attığı teklife karşı çıkmak ve ülkelerinin satılık olmadığını haykırmak için Cuma günü Manama’nın en büyük otoyolunu trafiğe kapatıp yürüdüler.

Kitle ayrıca ülkeyi yöneten Kral Hamid bin İsa Halife’ye karşı da sloganlar attı.

Sitra, Nuveydrat ve Biladü’l-Kadim’de düzenlenen benzer gösterilere polis göz yaşartıcı bombalarla saldırdı.

Bahreyn muhalefeti, önerilen birleşme planının ülkenin bağımsızlığının satılması ve hükümet karşıtı gösterilerin bastırılması için Suudi güvenlik güçlerinin elinin güçlendirilmesi olarak değerlendirdiler.

Bu arada Bahreyn’in en önemli din âlimi Şeyh İsa Kasım da iki ülkenin birleştirilmesine ilişkin tüm önerilerin referanduma götürülmesi gerektiğini söyledi.

Halkın bu birliği onaylama ya da reddetme hakkı olduğunu söyleyen Kasım, “halkı kendisine dayatılmakta olan böylesi bir projeye dönük korkularını, itirazını ve meşru barışçıl direnişini ortaya koymaktan neden alıkoyuyorlar?” diye sordu.

Suudi Arabistan, öncelikle Bahreyn ile yakın bir ilişki kurarak Körfez Ülkeleri İşbirliği Konseyi’ne mensup altı ülkeyi birleştirmek istiyor.

Altı Arap ülkesi arasında oluşturulması düşünülen böylesi bir birliğin gerçek mahiyeti pek açık değil, gelen haberlere göre, Suudilerin birlik önerisi ekonomik, politik ve askerî işbirliğini, bloğun mevcut sekretaryasının lağvedilmesini ve kurulacak yeni karar alma merkezinin de Riyad olmasını öngörüyor.

Tüm bu olup bitenler karşısında İran ise Halife rejiminin ülkedeki barışçıl eylemleri durduramaması nedeniyle, planın Bahreyn’deki gösterileri bastırmayı amaçladığını söylüyor.

Press TV

14 Mayıs 2012

,

Filistinli Tutsakların Açlık Grevi


Açlık Grevi Liderliği Merkez Komitesi’nin 7 No’lu Bildirisi


Önümüzde sadece iki seçenek var. Tüm taleplerimizi elde etmek ya da ölmek.

Filistin halkına, milletimize mensup kitlelere hürriyet, dünya halklarına hürriyet…

İnsanî mücadelenin efsanevi ve bir o kadar da yorucu bir aşamasına girmiş bulunuyoruz, bu aşamada hayatlarımızı tehdit eden gerçek bir tehlike ile yüzleşmekteyiz. Şimdi biz, diğer seçeneklerden daha kıymetli ve en iyi seçenek olan, şehadete oldukça yakınız.

Şimdi biz iradeleri sınayan büyük bir sınavın gerçekleştiği bir durumdayız ve biz adalet için destansı insanî yardım mücadelesine son vermek amacıyla kısmî çözümleri kabul ettirmeye çalışan Hapishane Hizmetleri yönetiminin gayretlerini bütünüyle reddediyoruz. Bu noktada biz aşağıdaki hususları vurguluyoruz:

Aşağıda sıralanan tüm hususların elde edilmesi noktasında önümüzde sadece iki seçenek vardır.

İlk olarak, biz taleplerimizi elde etme noktasında asla geri adım atmayacağımıza yemin ediyoruz. Şerefimiz adına şehadetimizi bekliyoruz ve kendimizi önümüzdeki yegâne iki seçenekle yüzleşmeye hazırlıyoruz: insanlığımızın ve şerefimizin zaferi ya da bu zafere ulaşamadan şehit olmak.

İkinci olarak, biz bedeli ne olursa olsun, taleplerimizi asgari düzeyde de olsa elde edene dek boş mideler savaşımıza tüm gücümüzle kati surette devam edeceğimize yemin ediyoruz. Taleplerimiz, tek kişilik hapis cezası ve tecrit dehşetine acilen son verilmesi, aile ziyaretleri ile ilgili istekleri reddedilen Gazzeli ve Batı Şerialı tutsakların bu isteklerinin kabul edilmesi ve hapishane koşullarının 2000 öncesi duruma geri döndürülmesidir.

Üçüncü olarak, biz “İsrail”in anlaşmanın ikinci bölümünü uygulamaya ve taahhütlerini yerine getirmeye mecbur etme noktasında kardeşimiz Mısır’ın rolünü takdir ediyoruz, bizler bu savaşta bizi yalnız bırakmayacağı hususunda Arapların bir lideri olarak Mısır’a güveniyoruz. Ayrıca biz, taleplerimiz kabul edilene dek grevimize son vermeyeceğimizi kati surette yeniden beyan ediyoruz. Ülkemizdeki, özellikle Mısır’daki desteğin yoğunluğu konusunda güven içerisindeyiz.

Son olarak biz şehadete hazırız. Biz açlık konusunda amatör değiliz. Ölmek, şerefimize dönük saygısızlıktan daha kolaydır, dolayısıyla biz yemin ederiz ki ya şerefimizle yaşayacağız ya da öleceğiz.

Grev Liderliği Merkez Komitesi
13 Mayıs 2012

11 Mayıs 2012

, ,

Mısır’da İslamcılar ve Sosyalistler


SB Oturma Eylemi: Bazen İslamcıların Yanında Oluruz
Ama Asla Devletin Yanında Olmayız

Pazartesi günü Abbasiye tutsakları ile dayanışmak amacıyla yapılan yürüyüş esnasında Kahire Üniversitesi’nden tanıdığım, Savunma Bakanlığı önündeki oturma eylemi süresince sahra hastanesi doktorları arasında görev alan tıp öğrencisi genç bir yoldaşım bana yaklaştı ve nikap giymiş Selefî bir kadının hikâyesini anlattı. Kadın, oturma eylemi esnasında bir yandan elindeki Devrimci Sosyalistler’in kızıl bayrağını tutup öpüyor, bir yandan da “Sizi daha önce tanımadığım için bağışlayın beni” diyormuş.
Ben de bu hikâyeyi anlatan yoldaşıma başka bir yoldaşın hikâyesini anlattım. Oturma eylemine girerken bu yoldaşın üzeri bir Selefî şeyh tarafından aranmış. Şeyh, öğrencinin çantasında Devrimci Sosyalistler’in kızıl bayrağını, Marksist kitapları ve “Sosyalist” (İştirakî) gazetesini bulduğu vakit ona “gel içeri evlat, Allah seninle olsun!” demiş.
Bunlar Savunma Bakanlığı önünde gerçekleştirilen oturma eyleminde yaşanmış çok sayıda hikâyeden sadece ikisi. Söz konusu oturma eylemi bir hafta sürdü, eylem esnasında eylemcilere bıçaklarla, kılıçlarla, ateşli silâhlarla ve makineli tüfeklerle saldırıldı. Ordu yanlısı sivil giyimli eşkıyaların da içinde olduğu bu saldırı sonucu eylem askerî polisin ve orduya mensup özel kuvvetlerin baskıları ile birlikte ertelenmek zorunda kaldı. Eylem, yüzlerce kişinin tutuklanması ve işkence görmesi ile sonuçlandı.
Oturma eylemi, cumhurbaşkanlığı adaylığından çıkartılan, Selefîlerin cumhurbaşkanı adayı Hazım Ebu İsmail’i destekleyen bir grup tarafından başlatıldı. Grup, 27 Nisan Cuma gecesi Savunma Bakanlığı’na yürüdü ve adaylığın iptali ile suçladıkları Cumhurbaşkanlığı Seçim Komitesi’nin dağıtılması yönünde çağrıda bulunmak amacıyla oturma eylemi başlattı. Ancak Silâhlı Kuvvetler Yüksek Konseyi’nin (SKYK) kontrolü altında bulunan komite, politik spektrumun tüm tonlarına ait devrimcilerin de gazabına uğradı.
Avrupa’da İslamofobinin endişe verici yükselişini dikkate aldığımızda, oturma eylemi süresince Mısır’daki Twitter mahfillerinde liberallerin ve solcuların verdiği tepkilerin de iğrenç bir seyir izleyerek söz konusu İslamofobiyi aratmayacak bir içerik sergilediğini söylemek lâzım.
Bir de İslamcı olan her şeyin karşısında duran, sakallı ve nikaplı herkesten vebalı gibi kaçan bir kısım insan var. Bunların konumları tarafsızlık olarak biçimleniyor, sanki İslamcılarla ordu arasındaki kavga başka bir gezegende cereyan ediyor. Ya da bu kesim, ordu ve İslamcıların birbirlerini bitirmeleri için dua edip duruyor. Hatta bazıları ordunun İslamcıları ezmesini istiyorlar.
Tabii bir de her zamanki gibi “bizim zamanımız değil” korosu var. Bunlar, polis ve orduyla yapılan çatışmalarda ortaya çıkıp “çatışmanın zamanı değil, bizim başka önemli meselelerimiz var” diyorlar. Genelde bu “önemli meseleler” de seçimler ya da politik süreçteki SKYK destekli başka bir yol işareti oluyor.
Ancak “İslamcılar” birleşik, homojen bir blok değil. Burada farklı arka planlara sahip, farklı bölgelerde yaşayan, Müslüman Kardeşler ya da muhtelif Selefî gruplara mensup milyonlarca Mısırlıdan söz ediyoruz. Tüm “Selefîler”i aynı sepete atmak yanlış. Mübarek yanlısı konum almış tüm şöhretli Selefî şeyhlerine karşın Ocak 2011’de cereyan eden ayaklanmada yer alan genç Selefîleri hatırlamak gerek bu noktada. 2007’den itibaren gerçekleştirilen grevlerde rastladığım birçok işçi, göbeklerine kadar uzamış sakallarıyla Selefî şeyhlerin müritleriydiler. Bu şeyhler grev ve gösterileri yasaklamış olmalarına karşın, fukara müritleri farklı bir yöne yöneldiler. Bugün de Selefî hareket parçalanmış durumda, destekçilerini sahiplenemez bir duruma düşen Ebu İsmail’in sönük performansı da onun siyasetinin kriz içerisinde olduğunu gösteriyor ve kitleler içinde hayal kırıklığına yol açıyor. Bu noktada devrimin safına katılabilecek, gidişata eleştirel yaklaşan bir kitle yok mu ortada? Elbette var ve devrimci sosyalistler de becerileri ve politik ağırlıkları ölçüsünde bu tabanı etkileme noktasında üzerine düşen rolü oynamak zorunda.
Müslüman Kardeşler’in, üyeleri Yüksek Rehberlik’in talimatlarını körü körüne takip eden, demir yumrukla yönetilen bir örgüt olduğu anlayışından daha saçma bir anlayış yok. Örgüt, sınıf ve nesil düzleminde uzun yıllardır hiziplere ve bölünmelere maruz kalmış. Şubat 2011 sonrası tüm bir yıl süresince seferber olmaktan kaçınmasına karşın, grubun sahip olduğu çizgiye muhalif biçimde, çatışmalara ya da gösterilere katılan genç İhvan üyelerine rastlamadığınız tek bir gösteri olmadı. Şahsen ben bu yönde sayısız olaya tanık olmuşumdur.
Tüm bu yaşananların ortasında bir devrimci sosyalist olarak ne yapılmalı? Bir yandan İhvan liderliğinin ikiyüzlülüğü ve karşı-devrimci siyaseti ifşa edilmeli bir yandan da İhvan içinde ve dışındaki gençliği etkileme yönünde adımlar atılmalıdır. İhvan içinde devrim yanlısı kesimler devrimci saflara, hatta mümkünse sosyalist politikaya kazanılmalıdır ki bu da benim giderek artan ölçüde tanık olduğum bir gelişmedir. Bu ise birçok solcu gibi Twitter başında oturarak ya da İhvancılar konusunda sızlanıp durarak gerçekleşmez. Bu, ancak onların örgütlediği eylemler zemininde fiziken var olarak, genç üyelerle sürekli tartışıp münazara ederek mümkündür. Ayrıca devletle bir kavga koptuğu vakit geri çekilip “Allah onların hepsini yaksın” denmemeli, onları saflarına dâhil olunmalıdır. Ancak bu adımları atarken kendi örgütsel bağımsızlığınızı muhafaza etmeli, kızıl bayrağınız altında dövüşmeli ve kendi marşlarınızı söylemelisiniz.
Savunma Bakanlığı önündeki oturma eylemi devrim için ileriye atılmış bir adımı temsil eder, gerilemeyi değil. Ordunun saldırıp birçok yoldaşı tutuklaması ve onlara işkence etmiş olmasına rağmen bu böyledir. Kavgayı yeni bir aşamaya taşımış bulunuyoruz, tabuları yıkıyoruz, artık karşı-devrimin karargâhları önünde oturma eylemleri ve doğrudan eylemler gerçekleştiriyoruz. Öte yandan da Selefî hareketin en devrimci kanadı ile temas kuruyor, onların saygısını kazanıyoruz. Selam olsun oturma eyleminde ve ordunun saldırısına karşı direnişte yer almış tüm yoldaşların cesaretine…
Tüm Devrimci Sosyalist eylemciler ve sempatizanları bugün itibarıyla hapisten çıktı ama yüzlerce İslamcı, bağımsız eylemci ve sıradan yurttaş hâlâ tutsak ve askerî zulme maruz kalıyor. Onların yanında olmak ve hür olmalarını sağlamak adına elimizden gelenin en iyisini yapmak zorundayız. SKYK’ye karşı örgütlenmeye devam edeceğiz ve bu kavgaya iştirak etmeyi arzulayan İslamcı kadrolara ulaşma konusunda her zamankinden daha fazla istekli olacağız. İslamcı hareket içindeki kutuplaşma, İslamcı liderlerin SKYK ile her uzlaştığı ânda ve her ihanetlerinde daha da artacaktır. Devletle her yüzleşme, daha da önemlisi, giderek yükselen grev dalgası, bu kutuplaşmayı derinleştirecek, devrimci sol, hayal kırıklığına uğramış gençlik için bir alternatif sunabilecektir. Ancak her hâlükârda örgütsel bağımsızlığın korunması konusunda yeterince ihtiyatlı olunmalı, kendi bayraklarımız altında yürünmeli, kendi yazınımıza başvurulmalı, herhangi bir tavizd bulunulmamalıdır. Bazen İslamcıların yanında oluruz ama asla devletin yanında olmayız.
Hüsam Hamalavi

09 Mayıs 2012

,

Meşum

Üretim ve Güç

Kapitalizm, üretim alanındaki hâkimiyeti ile insanlara ideolojik planda belli bir güç imgesi dayatıyor ve onları bu imgeye kul ediyor. Doğanın kaotik yapısı karşısında, gündelik seyrin belirsizliği içinde kapitalizm, burjuvazi dolayımı ile, güçlü olmayı öğretiyor.

Temelde mesele üretimde kilitleniyor. Kapitalizmi nesnel planda analiz eden Marx’ın üretimin belirleyiciliğini tespit etmesi, sömürülen-mazlum kitleler içine sızmış burjuva unsurlarca istismar ediliyor. İşbölümü dâhilinde, güçlü olmak, doğaya karşı konumlanmak, doğaya karşı toplumu ve insanı savunmak ise sosyalistlere düşüyor. Buradaki toplum ve insan kurgusu burjuva ideolojisinin çeşitli kanallarına zaman içinde bağlanıyor. Üretimci olanlar ve onun sürekliliğini savunanlar köşeleri kapıyor, onların sesi daha fazla çıkıyor.

Özellikle Hristiyanlık’ta cinsel ilişki, üretim, yani insan türünün üremesi ve devamlılığına indirgeniyor, dolayısıyla verimsiz, bereketsiz ve üretim dışı kabul edilen belli bir tür cinsel ilişki ya yasaklanıyor ya da zapturapt altına alınıyor.

Sosyalist akımlarda ise bunun karşılığı, işten atılmış işçilerin ya da işsizlerin çalışan işçilere göre ikincil plana atılması oluyor. Bu nedenle Londra, Paris ya da Tahrir’de isyan edenler “çapulcu”, hatta “faşist” görülüp çöpe atılıyorlar.

Sosyalistler, üretim vurgusu ile burjuvaziye yaranabileceklerini zannediyorlar. Burjuva devrimlerinin aklî çerçevesini çizen aydınlanmayı “sosyalist” etiketi ile savunmalarının nedeni burada. Sosyalist, üretimciliği, üretime dönük vurgusu ile kapitalizmin tayin ettiği güç ilişkilerinde kendisine alan bulmaya çalışıyor. Sosyalizmin içi, burjuvazinin toplum ve insan kurgusuna göre dolduruluyor. Bu tür sosyalistler için 1789 milat oluveriyor ve onun öncesinde bir tarihin yaşanmadığı iddia ediliyor. En iyi ihtimalle burjuvazinin devrim yapmışlığı öne çıkartılıyor ve belli bir yerde-zamanda burjuvazinin gelişkinliğine ilişkin teoriler havada uçuşuyor. Sosyalistler, burjuvaların devrim yapmasını ya da kapitalizmin gelişimini beklemeyi politika ve iş yapmak zannediyorlar.

Hristiyanlık’taki üretime ve türün devamlılığına atfedilen kutsiyet, Kur’an meal ve tefsirlerine de yansıyor. Kur’an’da geçen “ashab-ı meşeme” ve “ashab-ı meymene” bu minvalde yorumlanıyor.[1] Üretim, üretimin sahibi ve hâkimi, üretimin salahiyeti açısından din yeniden tanımlanıyor. Buradaki çatışmaların iktidar açısından zararsız bir biçimde geçiştirilebilmesi için Müslümanlar şeklî, kuru, indirgemeci belli kalıplara hapsediliyorlar. Böylelikle Müslüman, efendilerin üretim halesi ve dairesi içinde kalabilmek adına, Kur’an’ı ve Sünnet’i terk etmek zorunda kalıyor.

Kur’an tefsirlerinde kasıtlı olarak “ashab-ı meymene” sağcılar, “ashab-ı meşeme” de solcular olarak çevriliyor. Bu yorum, solcuların da burjuva dünyasına girip yer kapma yarışında kendilerini kültürel, ideolojik açıdan meymenetli, bereketli kılmaya zorluyor. Burjuvazi, sömürü yoğunluğunu artırmak adına, şirket içi yönetici ve işçi eğitimlerinde eski solcuları kullanıyor. Solcular, kapitalizmin açığını bilmekle koltuk kapıyorlar. Akademiler buna göre örgütleniyor.

Kıvılcımlı’nın özgün çalışması Allah-Peygamber-Kitap da bu niyetten bağımsız değil. O da belli İslamî kavramların yerine Marksist ya da sosyalist kelimeleri ikame etmek suretiyle, Müslüman kitleye hoş görünmeye çalışıyor. Yirmilerde tarikatlarla kurulmuş politik ilişkinin kesilmesini isteyen TKP saflarında kalmanın günahını bu tür tevillerle örtbas etmek istiyor. Ama olmuyor.

51 tevkifatında komünistler aleyhine devletin hazırladığı iddianamede, komünistlerin Necip Fazıl ve Said-i Nursi ile birleşip halk ayaklanması tertiplediği söyleniyor.[2] Komünistlerin böylesi bir temas konusunda ne niyetleri var ne cüsseleri oysa. Ama bu, devletin mevcut korkusunu ele veren bir tespit olarak iş görüyor.

Kıvılcımlı, Demokrat Parti döneminde Müslüman halk kitlesi içinde bir nevi sol çalışma yapma gayreti ile Eyüp Sultan[3] vaazını veriyor ama bu politik hamle 60 darbesini yapan askerlere verilen ideolojik desteğe bağlanıveriyor. Sonuç olarak Kıvılcımlı, İslam ile sosyalizm arasındaki köprüyü, üretim, bereket ve türün devamlılığı konusunda kapitalizmin ve burjuvazinin sultasına boyun eğerek kurmaya çalışıyor. Bu, Müslüman mahallesinde “yeşile boyanmış salyangoz satmak” anlamına geliyor.

Özetle, kapitalizmin doğaya karşı insana yüklediği iddia edilen güç ve bu güce zemin sunan üretim, tüm ideolojik yönelimlerce paylaşılıyor. Gelecek tasarımları dindarında da sosyalistinde de üretimci ve güce biat eden bir içeriği ve biçimi koşulluyor. Medresede ya da imam hatibinde verilen din eğitimi de sosyalist bir partinin okulunda ya da bilim yuvalarında verilen bilimsel eğitim de burjuvazinin kapitalizmin tayin ettiği üretim üzerindeki tahakkümüne biat etme noktasında ortaklaşıyor.

Mahalle Duvarları

O nedenle Antikapitalist Müslümanların 1 Mayıs çıkışı, hem soldan hem de Müslüman kesimden saldırılara maruz kalıyor. Birileri eşcinsellik ve halay meselesini, bir başkası Ak Parti sermayesinin saldırı ve likidasyon ihtimalini öne çıkartıyor.

Üretim ve güç tasarımını ille de burjuvaziden edinenler, Muhammedî kıyamı arkaik ve boş buluyor. En fazla liberal bir edinimle, duvarları yıktığı için seviniyorlar.

Mao’nun tespiti ile, “eğer düşman alkışlıyorsa bilin ki yanlış bir şeyler yapıyoruzdur.” Bu söz üzerinden, Antikapitalist Müslümanların çıkışı Oya Baydar[4] gibi isimlerce alkışlanıyorsa ortada yanlış olan bir şey vardır. Baydar gibi isimler, sol içinde burjuvazinin güç ve üretimle ilgili konumunun temsilcileri olarak, sömürülen-mazlum kitlelerin öfkesini etkisizleştirmek için görevlendirilmiş birer ajan olduğuna göre, bu çıkışın ilgili isimlerce hoş görülmesinde tehlikeli bir yanın mevcut olduğunu görmek gerekiyor.

Liberaller, efendilerine yönelik kütlesel, kolektif çıkışları lime lime etmek, içini boşaltmak ve tecrit etmekle görevlidirler. Bu anlamda mahalle duvarlarının yıkılması meselesini öne çıkartıp buradan kaynayan sütün kaymağını yemek isteyenlerin ellerine vurmak şart. Onlar en fazla “antikapitalist” ya da “sosyalist” Müslüman türü çıkışların kendilerine ait “liberal İslam” vurgularını güçlendirdiği, rasyonalize ettiği için önemseyebilmektedirler.

İhsan Eliaçık ve yoldaşlarının tarikat, cemaat ve mahalle içine kısılmaması zorunludur ama mesele duvar yıkmaya indirgenmemelidir. Bu liberallerin geçmişteki Berlin Duvarı ile ilgili yangılarının onca Doğu Alman’ın batıdaki kapitalistlere ucuz işçilik yapması ve köleleşmesi ile sonuçlandığı gerçeği hatırdan çıkartılmamalıdır. Sonuçta farklı kesimlerden bir kesim, farklı renklerden bir renk olarak belli bir ortamda bir arada durulabildiğinin gösterilmesi, en fazla sermayeyi memnun edecektir.

Son dönemde Ak Parti milleti şeriatla korkutup en sığ liberalizme kul eden bir seyir izlemektedir. 19 Mayıs törenleri, tiyatrolar ve eğitim ile ilgili tartışmalarda kimi solcuların şeriat ve din düşmanlığı yapmak suretiyle yağ sürdükleri ekmekler burjuvalarındır. Mahalleden çıkıp Taksim’e gelmek ilk adımsa ikinci adım Ak Parti’nin bu ideolojik ve politik zemininden çıkacak kütlelerle bir olmak, gene o zeminde politik devrimci faaliyet yürütmektir. Mevziler oluşturmak, olası ve vaki her türden kalkışmanın içine girmek, yön göstermek, mazlumların ve sömürülenlerin iktidarına giden yola yoldaş olmak lâzımdır. Aksi takdirde tüm çabalar efendilerin hanesine bir biçimde yazılacaktır.

Netice itibarıyla Fatih Camii’nden yapılan çıkışta Müslüman ahalinin kapitalizme bir direnç olarak ördüğü toplumsal-tarihsel duvarların yıkılması ihtimali daha fazla öne çıkartılacaktır. Politik-ideolojik mücadele, doğası gereği, sapla samanın ayrışmasını beraberinde getirir. Oya Baydar’ın “yıkın” diye emrettiği duvarları korumak, “pekiştirin” dediğini yıkmak gerekir. Ayıraç buradan çekilmelidir. Liberalin efendilerine yönelme ihtimali barındıran şiddeti sönümlendirme[5] gayesi boşa düşürülmelidir. Sonuç itibarıyla Müslüman halkın solun şiddete düşkün ve din düşmanı olması yüzünden ondan uzak durduğunu söyleyen liberaller, dolaylı olarak Müslüman gençlere ayar vermekte, devlet ve kontrgerilla projelerini unutturmakta, bu gençlerin iktidarın yedeğinde vicdanî bir itiraz olarak örgütlenmekle yetinmelerini telkin etmektedir.

Bu açıdan yürüyüşe İbda hareketinin temsilî olarak gelişi bu dar ölçü ve ölçek dâhilinde anlamlıdır. İbda, genel açıdan İslamî kesimdeki parçalılığı devrimci bir pratikle dikine kesmeyi kısmen başarmış bir harekettir. Ancak önderlerinin mapusluğu ile hareket, aslına rücu edip devletle derin ilişkileri olduğu iddia edilen korunaklı ve huzurlu bir cami cemaatine/tarikat alanına çekilmiş, o da güç tasarımı itibarıyla “Ak Parti kâfirdir” demeyi bırakıp, iktidara hayırhah bir tutum sergilemeye başlamıştır.

İçeriden, yoldaşça, naçizane bir tavsiye olarak söylenebilir ki antikapitalist Müslümanlar devlete yedeklenme ile akamete uğramış İbda hareketinin boşluğunu görmeli, oradaki birikimi kesebilmeli, en azından oranın derslerinden istifade edebilmelidir. Askerî terimlerle ifade edersek, cephe gerisi olarak belli mahalleleri örgütlemeli ama oraya angaje olmamalıdır. En dipteki sömürülen, mazlum kesimlerin öfkeli sesine ortak olabilmeyi, kendisini oraya örgütlemeyi bilmelidir. Solcu görünerek burjuva dünyasına sıçrama gerçekleştirmek isteyen Müslüman entelektüellerin ya da Ak Parti iktidarı döneminde kendisine nefes alabileceği yer açmak isteyen solcuların mekânı olmaktan çıkmalıdır.

Zira en önemli tehlike, bu Müslümanca hurucun giderek solculaşması ve solun batağına batması ihtimalidir. Ak Parti’yi “firavun” ilân etmediği için bu hareketi eleştirenlerin dikkate alması gereken husus burasıdır. Hareketin mahalleden tecrit edilmemesi zorunludur. Görülüyor ki mahalle içinden saldırılar uç vermeye başlamıştır. Birileri, eskiden komünistlere karşı devreye sokulan yöntemlerle, “Mülk Allah’ındır” tefsiri üzerinden, küçük esnaf ve üreticileri İhsan Eliaçık ve arkadaşlarına karşı kışkırtmaya başlamıştır. “Komünistler gelip malınızı elinizden alacak” yaygarası bu sefer Eliaçık için kopartılmakta, hatta “komünistler Moskova’ya”[6] lafı onlar için söylenmektedir. Bireysel mülkiyet düşmanlığı yaptığı söylenerek Eliaçık aforoz edilmektedir. Eşcinsellik ve kadın meseleleri öne çıkartılarak bu çevre meşum ve meymenetsiz addedilmektedir. Buna karşı yapılması gereken, solculaşmak, TV kanallarına çıkıp birilerine hoş görünmek değil, mahallede kalıp orada, oranın mevcut/olası ideolojik ve politik araçları ile mevziler örmektir.

Kimin Işığı?

Bugün örgütler her türlü aidiyetten kaçanların huzurlu mekânlarıdır. Uzay filmlerine yansıyan, insanın yaşayabileceği özel fanuslar türünden, toplumsal-tarihsel gerçekliğin çeşitli noktalarında her türlü çelişkiden ve çatışmadan münezzeh cemaatler ve gettolar örgütlenmektedir. Örgütlenmek, tabir olarak, bu cemaate ve gettoya duhul etmek ve huzur bulmakla ilgilidir. Polisiye ve adlî vak’alar işin macerası, tuzu biberi gibidir. Örgütten kasıt, belli bir yer ve zamandaki hareketliliğe, diyelim sınıf, devrim ve/ya iktidar bağlamında öncülük etmek, oraya örgütlenmek değildir. Hâlihazırda bir örgü vardır ve bu örgü tepedeki bir ya da birkaç kişi ile bütünlenerek, yani tepenin t’sini alarak örgüt olabilmektedir.

Örgüt’lenmek, dışarının kaotik, belirsiz niteliğini ezmek için vardır. Bu anlamda kaos denildiğinde ve kaostan kaçış gündeme geldiğinde üretimci ideoloji burjuvazinin politik mevcudiyeti üzerinden arz-ı endam eder. Dolayısıyla birkaç Müslüman’ın 1 Mayıs alanına gelişi saldırı olarak kodlanır. En iyi ihtimalle, biraz da nizamat vermek derdiyle, mekânın sahibi olduğu iddiası üzerinden, “hoş geldiniz” denilir. İnceden hizaya çekilir ve “benim gibi devletin çilesini çekmeyi göze almıyorsan, özünde benim gibi olmuyorsan kapı orada” denilmiş olunur. “Hoş geldiniz” demek, “burası bizim kümesimiz” demektir. Oysa yıllarca Taksim’in özgürleştirilmesi için verilen mücadele, Taksim’in bizim gibi olanların eğlenebileceği, rahatça yürüyebileceği, akşamına sokakları kaplayıp panayır havasında, elde bira ve şarap şişeleri, dans edilebileceği bir mekâna dönüştürülmesi için değildir. (“1 Mayıs birlik ve mücadele günüdür, bayram değildir” diyen sol örgütlerin miting sonrası, hatta miting devam ederken Beyoğlu’nun barlarını ve meyhanelerini büyük bir şevkle doldurmuş olması traji-komiktir.) Onca yılın direnişi ve eylemliliği öncü niteliğindedir ve belli ölçüde alana, hatta 1 Mayıs’a dahi gelemeyen kütlelere yer açabilmek, orayı özgürleştirmek içindir. Mesele, Taksim ve Beyoğlu’nun burjuva dünyasına bağlanmak, orada yer bulmak, oraya girmeye utanan emekçinin koluna girmek değil, varoşların, fabrikaların, kampusların ve mahallelerin öfkesini düşmanın gözüne sokmaktır.

Burjuva dünyasına bağlı kalmak, oraya yuvalanmak, orada nefes almak, her şey, hayatta kalmak içindir. Örgütlerin de hayatta kalmak derdiyle böylesi bir pratik içine girmeleri, burjuva ideolojisinin çeşitli versiyonlarının kitleye nüfuz etmesi ile sonuçlanır. Devrim, aydınlanma, modernizm ve 1789’a kilitlenmiş bir tarih algısı ile onu önceleyen tüm tarihsel-toplumsal çıkışlar düzlenir. Oysa 1789, tüm bu çıkışların elde ettiği kazanımların burjuvazinin sofrasına peşkeş çekildiği tarihtir. Demek ki 1 Mayıs kürsüsünde Müslüman gençlerin selâmlanmasını, yediği burjuva hurmaların[7] kaşıntısı sonucu tepkiyle karşılayanlar burjuva sofrasında oturmaya ahdetmiş öznelerdir.

Zira özne olmak bile burjuvaziye göre tanımlı ve var olabilen bir şeydir. Liberaller, özneliğin ölçü ve ölçeğini bireylikten çekerler, doğası gereği, dinî ve millî varoluşları inkâr ederler, hızlarını alamayıp sınıfî olanı da hedef tahtasına koyarlar. Mahcup liberaller olarak sosyalistler ise sınıfı bireyin mecazı, örtmecesi olarak kodlayıp sınıfî olanı savunurmuş görünürler ama örneğin Müslümanların alana gelişini sınıfa, esasında burjuva bireye bir saldırı olarak görüp reddederler.

Bu Müslüman gençlerin 1 Mayıs alanına gelişini “bunların televizyonda kanal kanal gezdirilmesinden huylanmak gerek” diyerek boşa düşürmek isteyen TKP çevresi, kendi şeflerinin Mesut Yılmaz ve Avrupa Birliği ilişkileri bağlamında kanal kanal gezdirilmelerini, Sabih Kanadoğlu’nun esasen yasak olan partinin kuruluşuna “bu bizim bildiğimiz KP değil, Avrupa’daki örneklerine benziyor” diyerek cevaz verişini unutmuşa benziyor.

Yirmi yıldır solu, kahve geyiklerinin bir unsuru olan "CHP-ML"yi de içerecek biçimde, ele geçirme, o sola ipotek koyma ve total olarak hükmetme dışında herhangi bir teorik, ideolojik ya da politik katkısı olmayanların Müslüman’a dönük tepkisi de en fazla “sirkatin söylemek” şeklinde somutlaşıyor. Yani kendisi total olarak solu ele geçirmeye ve ona hükmetmeye çalışıyor, dönüp kütlesini “ülkedeki her şeyi tahakküm altına almak isteyen dincilerin bir oyunu bu” diyerek korkutmak istiyor. Bir süre oynamaları için kendilerine bir oyuncak verilmiş olan kadrolar, bu oyuncağın başkaları tarafından çalınabileceği olasılığı ile korkutuluyor ve şefe biat böylelikle pekiştirilmiş oluyor. Tarikat şeyhinin “İslam elden gider” korkusunu yayması ve kamulaştırması gibi bir şey bu.

Tarihi 1789’dan, toplumu bir dönemin Fransız’ından ya da İngiliz’inden başlatmak sorunludur. Esasında Marx, Fransız Devrimi sonrası, “bundan başka devrim olmaz” ya da “bundan başka devrim olmasın” diyenlerin toprağa gömüldüğü momentin bir ürünüdür. Dolayısıyla teorik, akademik düzeyde kim ne türden eksik ve zaaf bulup onu kenara itmeye çalışırsa çalışsın, Marx devrim demektir. Kim devrim diyorsa ona bir biçimde değmek zorundadır.

1789’un ışığı ile kör olmuşlar ile 1789’un ışığını köreltmek isteyenler arasında tercihte bulunmak Marksistlerin işi olamaz. Marksistlerin işi devrim’cilik değil, devrim yapmaktır. Devrim de belli bireylerin hezeyanlarından ya da masa başı kurgularından bağımsız, kolektif kitlelerin sınıfî, millî ve dinî tüm bayraklarını iktidara giden yolda ortaklaştırma meselesidir.

Eren Balkır
8 Mayıs 2012

Dipnotlar:
[1] Eren Balkır, “Vicdanın İsyanı”, 5 Ağustos 2011, İştirakî.

[2] Walter Z. Laqueur, Communism and Nationalism in the Middle East, Frederick A. Praeger, 1956, s. 205-217. Türkçesi: “Sovyetler, Türkiye ve TKP”, 21 Ocak 2012, İştirakî.

[3] Hikmet Kıvılcımlı, “Eyüp Sultan Konuşması”, 1 Ekim 2010, İştirakî.

[4] Oya Baydar, “1 Mayıs’ın Ardından Başbakan’a Acil Şifa Dilekleriyle”, 2 Mayıs 2012, Demokrat Haber.

[5] Hüseyin Okan Durmuş, “Anti-Kapitalist Müslümanlar”, 3 Mayıs 2012, Milliyet.

[6] Akif Altunbaş, “Doğru Yolun Antikapitalist Sapık Müslümanları, “8 Mayıs 2012, Haber7.

[7] Alper Birdal, “Antikapitalist Müslümanlar ve Bugün Yenen Hurmalar”, 4 Mayıs 2012, Sol.