20 Mayıs 2012

,

Sürü


Batı basınında solcu ya da sağcı kalemler, Türkiye’nin Suriye meselesi ile ilgili cevvalliğinden bahsediyorlar. Türkiye içinde de Ak Parti kalemşorları, ülkenin nihayet bölge lideri olma fırsatı yakaladığını söylüyorlar. Bazıları, artık ülkenin batının finansal desteğine muhtaç olmadığına, Araplarla kurulması gereken ekonomik ve siyasal ilişkilere işaret ediyorlar.

Türkiye, emperyalizmin bölgesel ajanı olarak yeniden örgütleniyor. Yakın dönemde yaşanan İran ve Suriye sıcaklaşması bunun bir göstergesi oluyor. Zokayı yutmuş olan Suriyeliler, bugün “ihanet” ettiği için kızıyorlar Türkiye’ye ve Erdoğan’a. Oysa yakın dönemde kurulan ilişkinin balık avlama tekniği olma dışında bir anlamı yok. Dolayısıyla Suriyelilerin ihaneti kendi içlerinde aramaları gerekiyor.

Suriye’de Esad rejimi, oğul Esad’ın gelişi ile birlikte, neoliberal rüzgâra girmiş görünüyor. Benzer bir durum, direnç ve tepki eylemleri biçimiyle, İran’da da yaşandı. Liberal dünyaya barış eli uzatan Rafsancani gibi isimlerin yönelimi toplumsal zeminde daha fazlasının istenmesi ile sonuçlandı. Liberalizm toplumun pandora kutusunu açtı, ortalığı karıştırdı ve kendi “militan”larını yetiştirdi. Burada güdülen bir gaye de, hem Suriye hem de İran’da, toplumsal eşitsizlik, adaletsizlik ve sömürüye karşı mücadele için ayağa kalkanların sesini soluğunu kesmek.

Son günlerde 1 Mayıs 1977 ile ilgili olarak sola yönelik gerçekleştirilen saldırıda da bu var. Liberalizm kendi düşmanını biliyor, tanıyor ve kendisine alan açıp gelişmesinin bu düşmanın işine gelmemesi için hamleler yapıyor. Daha doğrusu liberalizm, bu düşmanın düşmanı için “öncü-akıncı” bir çalışma içerisine giriyor ve engelleri ortadan kaldırıyor. Yumruğun sıkılma ihtimaline karşı, parmaklar aralanıyor, faşizm de o parmakları kırmak için devreye sokuluyor.

1 Mayıs 2012’nin kitleselliği karşısında korkuya kapılanlar “ayar” vermeye çalışıyorlar ve “şiddetten uzak durun” diyorlar. Şiddetin hiyerarşi, disiplin ve baskı getirdiği yönündeki telkinleri ile emekçi mazlum kitleleri iktidar mücadelesinden uzak tutmayı bu liberaller görev biliyorlar. “Hepinizi yatay, eşit bir zemine yerleştirdik, bulup bulabileceğiniz eşitlik de bu, daha fazla da eşitlik diye bağırmayın” diyorlar. Kendi varoluşları için emekçi mazlum halklara akıl ve vicdan aşılamaya çalışıyorlar. Bu akıl ve vicdan ise paranın-metanın yüzeysel bir pratiğinden başka bir şey değil oysa.

İran ve Suriye’de sömürüye ve zulme karşı mücadele veren, basit liberal taleplerin ötesinde iktidara karşı mevzi ören geriye dönüşsüz bir ayıraç bulunmuyor. At izi it izine karışıyor, dolayısıyla her iki ülkede emperyalistlerin güttüğü sürü daha cüsseli görünüyor. Bir şeyler yapma derdinde olanlar, bu kargaşa ortamında sürüye koşmanın gerekliliğine daha fazla inandırılıyorlar. Burhan Galyun gibi küçük burjuva şefler, kitlelerin öfkesini, onların düşmanları ile oturdukları pazarlık masalarında peşkeş çekiyorlar. Onların yıldızları parıldıyor bu devirde.

Suriye İhvan’ı lideri Riyad Şakfa, “Suriye’deki devrimin başarısı bütün bölgede ciddi değişikliklere yol açacaktır. Bu sayede İran, Irak, Suriye üzerindeki Hizbullah ittifakının beli kırılacak ve bölge böyle bir belâdan kurtulmuş olacaktır.” diyor. Anlaşıldığı kadarıyla, Sünni kesim, “şiddetsiz bir dünya” teranelerine saçlarını fazlasıyla kaptırmış görünüyor. Şii-Sünni rekabetini kızıştıran Amerika ve İsrail, Sünnileri şiddetsiz, liberal ve sığ bir mücadeleye ikna ediyor. Artık Sünni politik İslam hareketinin önemli bileşenlerinden Seyyid Kutub’un Lenin’in Ne Yapmalı’sını İslamî bir dile tercüme ettiğinden, değersizliğinden ve yanlışlığından dem vuran daha fazla yazı çıkıyor piyasaya. İhvan ve onun yerli dostları, elli yıllık tarihî mirasını çöpe atmakta bir beis görmüyor. Orada dağ gibi Seyyid Kutub duruyor, onlar da tezviratla bu dağın kenarından liberalizm eliyle açılmış patika üzerinden dolanıyorlar. Yoldaki işaretleri silip zalimlerin yoluna yoldaş oluyorlar.

Sol ve sağ liberaller nasıl ki Ak Parti sürüsüne koşmayı bir meziyet ve maharetmiş gibi allayıp pullayarak anlatıyorlarsa, Suriye’de de mevcut iktidarın karşısında olan halk kesimlerini oluşturulan sürüye katma gayreti daha fazla hâkim oluyor. Ak Parti’nin dış siyaset yöntemi bu sürünün çobanı olma arzusuna dayanıyor.

Müslüman emekçi halk tabanında önce İsrail husumeti kaşınıyor ama öte yandan da İsrail’in dinî, millî ve tarihî mevcudiyeti dolayısıyla giremediği kanallara giriliyor. Yani “Müslüman İsrail” olarak Türkiye, İsrail’in taşeronluğunu bir biçimde üstlenmiş oluyor.

Bahreyn halkının Suudilerin birleşme planına dönük itirazlarına Suriye, Mısır, Tunus ve Libya’da rastlanmıyor. Meselenin salt mezhebî bir direniş olarak gösterilmesi, esasta karşı konulması gereken düşmanı ve bu düşmana dönük direnci örtbas ediyor.

Şii-Sünni yarığını pekiştirip derinleştirme stratejisi, Amerikan planı olarak yürürlüğe sokuluyor ve Yusuf Karadavi gibi, “Global İmam”ların fetvaları ile kapitalizm ve emperyalizm zemzemle yıkanma imkânı buluyor. Eski ve bugün için yersiz tartışmalar, İslam toprağını erozyona uğratıyor ve artık bir tür “İslam” arsadan çıkıp borsaya giriyor.

Sola dönük “şiddet tapıncı” eleştirileri bugünlerde en fazla İslamî basında yer buluyor. Mazlumun-sömürülenin şiddet pratiği boşa düşürülmeye çalışılıyor. Ama burada esasta “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” yöntemi devreye sokuluyor ve şiddetsiz bir İslam için gerekli zihnî harita teşkil edilmeye çalışılıyor. Global imamların ve vaizlerin derdi, şiddeti İslam’ın içinden çekip almak oluyor. Yani Müslüman yazarlar, sola yönelik sözlerini kendi tabanlarına söylemiş oluyorlar. Bu noktada doğal olarak İhsan Eliaçık’ın kızı gözaltına alınıyor ve bu bilgi basına servis ediliyor. Böylelikle Amerikan İslam’ı bir taşla iki kuş vuruyor ve hem İslam’ı şiddetten arındırıyor hem de onu kendi istediği kıvama getiriyor.

Global imamlar ve vaizler, ekonomi, siyaset ve askerî alanda yürüyen emperyalist-siyonist stratejiye kitleleri kul etmek için meslekî ideolojilerini seferber ediyorlar. Din denilen bu meslekî ideoloji öze yabancılaşmanın, kabuğu pazarlamanın yöntemi olarak biçimleniyor.

Global vaiz Fettullah Gülen’in Amerika’da yayınlanan “60 Minutes” programına konu edilmesi ile öğünüyorlar. Ama şu söylenmiyor: o programın yapımcısı Amerikalı bir Yahudi.

“Yahudi’yi dost tutmayın” buyuran Kur’an, duvardan indirilip ayaklar altına alınıyor ve Yahudi güdümlü paraların ve petro-dolarların kamaştırdığı gözlere sahte dualar üfleniyor.

Suriye’de halkın belli bir kesimi iktidarın neoliberal politikalarına karşı tepki koyarken, bu tepki emperyalist müdahale ile eziliyor. Libya’da da El-Kaide ile mücadele konusunda CIA ve Amerika ile işbirliğine giden Kaddafi bu ilişkinin ceremesini çekiyor. El-Kaide militanlarına hücreler açılıyor ve Trablus böyle düşüyor örneğin.

Adem Özköse şükür ki sağ salim ülkesine dönüyor. Güvenlik koridoru için gerekli etüt çalışmasını yaparken tutuklanıyor ve hiç sevmediği İran sayesinde hürriyetine kavuşuyor. Ak Parti ajanı olarak gittiği ülkede gazetecilikten ve gene çocuklardan bahsediyor ama asıl anlatması gerekenleri anlatmıyor. Şam’da patlayan bombaların Esad emriyle El-Kaide tarafından patlatıldığını söylüyor. Sola “şiddet kötüdür” dersi verenler Suriye’deki eylemleri savunuyorlar. Hiçbir perhiz lahana turşusuna hayır diyemiyor.

İslam’la salt günlük bolluk-bereket ve çıkar düzeyinde ilişki kuranlara tavsiyeler veriliyor ve bu kesimin emperyalist-siyonist sürüye katılmaları telkin ediliyor.

Esad ise Tunus, Libya ve Mısır tecrübelerine dayanarak, gerekli askerî önlemleri almış gibi görünüyor. İngiliz yetiştirmesi Esad, batının kendisini devirmek istemediğini biliyor. En fazla “ülke bölünür, ben de bir bölgeyi alıp oraya yerleşirim” diye düşünüyor. Aslında temelde it iti ısırmıyor!

Bir buçuk yıl öncesine kadar Ak Parti üzerinden kurulan sıcak ilişkilerde rant hesapları yapanlar, bugün Esad zulmüne karşı kalemlerinden kan damlatıyorlar. Öldürülen çocuklar da bombalanan camiler de zerre umurlarında değil aslında. “Artık bizim günümüz geldi” diye düşünüp gökten yağacaklarını zannettikleri berekete avuç açıyorlar sadece. Teslim oldukları ise Allah değil, emperyalist-siyonist güç odaklarıdır…

Eren Balkır
20 Mayıs 2012

0 Yorum: