11 Mayıs 2024

Heterodoks İktisatçılar



ASSA 2022: İkinci Bölüm

Heterodoks İktisatçılar

 

ASSA ekonomi konferansıyla ilgili makalemin bu ikinci bölümünde, radikal ve heterodoks iktisatçıların makalelerini ve sunumlarını inceliyorum. Bu sunumların önemli bir bölümü, Radikal Politik Ekonomi Birliği (URPE) tarafından düzenlenen oturumlarda gerçekleştirildi, ama ayrıca Evrimci Ekonomi Derneği de bazı oturumlara ev sahipliği yaptı.

Ana akım iktisatçılar, ABD ekonomisinin ve dünya ekonomisinin Kovid sonrasında toparlanıp toparlanamayacağı, enflasyondaki tırmanışın sona erip ermeyeceği ve bu konuda neler yapılması gerektiği sorularına odaklandılar. Heterodoks iktisatçıların katıldıkları oturumlarda ise beklendiği üzere, odak noktası, modern kapitalist ekonomilerindeki fay hatları ve servet ile gelirdeki eşitsizliğin neden arttığı sorusu teşkil ediyordu.

İlginç olan şu ki bu yıl heterodoks iktisatçıların yaptıkları sunumların çoğunun altında Marksist politik ekonomistler değil, postkeynesçilerin imzası vardı.

En ilginç makale ise Utah Üniversitesi’nden Al Campbell ve Bucknell Üniversitesi’nden Erdoğan Bakır’a aitti.

Bakır çalışmasında, 1945’ten bu yana ABD’de gerçekleşen resesyonların sahip olduğu dinamikleri, Kalecki’nin geliştirdiği kâr modeli ışığında inceliyordu. Bilindiği üzere ben de Kalecki’nin modeliyle ilgili bir dizi makale kaleme almıştım.

Bakır ve Campbell’ın makalesi, Kalecki modelindeki makro kimliklerin genel çerçevesini sunuyor. Basitleştirmek gerekirse, bu modeller şu basit formülle ifade edilebilirler: Kâr = Yatırım + Kapitalist Tüketim.

Oysa bu, basit bir kimlikten ibaret: toplam kârın kapitalistlerin toplam harcamalarına (yatırım ve tüketime) denk düşmesi gerekiyor. İşçilerin aldıkları ücretleri harcayacakları, biriktirmeyecekleri varsayılıyor. Kalecki’nin de ifade ettiği biçimiyle, “işçiler tüm kazandıklarını harcarken kapitalistler harcadıklarını kazanıyorlar.”

Marx ile Kalecki arasındaki fark da işte burada. Kalecki, sebep sonuç ilişkisini belirli bir kimlik dâhilinde, yatırımdan kâra doğru işleyen bir süreç olarak kurarken, Marx, bu süreci tersten kuruyor. Kalecki yatırımı verili kabul ediyor, kapitalistlerin kâr elde etmek için yatırım yaptığını söylüyor. Marx ise kârı verili kabul ediyor ve kapitalistlerin o kârları yatırıma dönüştürdüklerini veya harcadıklarını söylüyor. Tam da Keynesçilere yakışacak bir üslupla Kalecki, kapitalist ekonomilere toplam talebin ve bu talebin parçası olan kapitalist yatırımın yön verdiğini, kârın sadece yatırımın kalıntısı veya sonucu olduğunu iddia ediyor. Buna karşılık Marx, kapitalist ekonomilere işgücünün sömürülmesinden kaynaklanan kârın yön verdiğini, yatırım için gerekli kârı işgücünün temin ettiğini söylüyor. Kalecki, Marx’ın değer yasasına ve sömürü ile ilgili değerlendirmelerine benzeyen her şeyi kendi modelinden söküp atıyor. Oysa değer yasası da sömürü meselesi de Marx için asli unsurlar.

Kanaatimce temel farklılığı da burada aramak gerekiyor, zira Marksist kriz teorisi, esasen genelde kârın, özelde kâr oranlarının başına gelenlerle ilgili bir mesele. Örneğin Marx’a göre krizlerin sebebi, emekten sömürülen artık değer eksikliği. Kalecki ise krizlerin kapitalistlerin yatırım malları, işçilerin tüketim malları talep etmemesinden kaynaklanıyor.

Ama gene de her iki modelin makro kimliği aynı. Bakır-Campbell tarafından kaleme alınmış olan makale de bu noktada devreye giriyor ve belirleyici unsurlarından bağımsız olarak, Kalecki’nin kâr anlayışının ana bileşenlerini analiz ediyor. ABD’deki ulusal gelirle ilgili rakamları inceleyen yazarlar, kapitalist sınıfa, yani bankacılara, hissedarlara, kapitalistlere faiz, kâr payı ve kapitalist tüketime ne kadar gittiği üzerinde duruyor.

Tablo 2. Kâr Oranları, Belirleyici Unsurlar ve Bileşenleri (%): II. Savaş sonrası dönemler


Bu makaleden alınmış olan Tablo 2, mülk sahiplerinin gelirlerinin kârdaki payının Altın Çağ (I-IV) boyunca ortalama yüzde 47,6 olduğunu, bu payın neoliberalizm döneminde yüzde 34,4’e gerilediğini ortaya koyuyor. Dağıtılmamış kârların sahip olduğu pay da Altın Çağ denilen dönemde yüzde 17,4 iken neoliberal dönemde bu rakam yüzde 10,3’e geriliyor. Kira gelirlerinin payı da bu iki dönem arasında yüzde 13,8’den yüzde 9’a düşüyor. Net faiz ödemelerinin ve net kâr payı ödemelerinin kâr içerisindeki oranı ise neoliberal dönemde artıyor. Altın Çağ’da net faiz ödemelerinin oranı yüzde 10 iken, neoliberal dönemde bu oran yüzde 28,7’ye çıkıyor, net kâr payı ödemelerinin oranı da 11,2’den 17,6’ya çıkıyor.

“Bu verilerin de teyit ettiği biçimiyle neoliberalizm döneminde gelir, işletmelerden alınıp rantiye kesimine ve hissedarlara dağıtıldı. Bu dağıtım işlemi, işletmelerin birikimlerini erittiği ölçüde yatırım şevkini kırdı.”

Başka bir ifadeyle, kapitalistlerin kârlarını, neoiberal dönemde finansal spekülasyondan daha fazla kâr elde etmek adına üretime dönük yatırımlar alanından çıkartmayı seçtiklerine dair elimizde epey kanıt var. Bu, aynı zamanda üretime yönelik yatırımdaki daralmayı ve finans sektöründeki büyümeyi de izah ediyor. Ne yazık ki Kalecki modeline başvuran Bakır ve Campbell, bu tercihe dair Marksizmin sunduğu sebebin üzerini örtüyor. Yani yazarlar, çalışmalarında üretime dönük sektörlerde kâr oranlarının düştüğünden hiç bahsetmiyorlar. Ama bir yandan da makalelerinin kârlılığı tayin eden unsurları ele almak gibi bir amacı olmadığını söylüyorlar.

İkilinin kaleme aldığı diğer bir makalede ise yazarlar, kâr oranlarının artışına destek sunan ve teşvik eden borç artışının rolü üzerinde duruyorlar.

Konferansta yaptığı sunumda Al Campbell, finansın Michael Hudson gibi iktisatçıların dile getirdikleri gibi, bir asalak olmadığını söyledi; oysa finans, asalaktan da beterdir! Çünkü finans sektörü, üretime yönelik birikim sürecini yavaşlatır. Basit anlamda sadece asalak olarak kalsaydı, sermayeye hizmet eden stratejistler her türden borcun neoliberal dönemde büyümesine izin vermezlerdi.

Daha önce de ifade ettiği gibi, neoliberalizm sadece finansallaşmaya indirgenemez. Neoliberalizm, birçok farklı özelliğe sahiptir ve bu özelliklerinin hepsi de aynı amaca, kârın artırılması amacına hizmet eder. Kârın artırılması için kredilerin ve borçların artırılması gerekir ve bu da üretime yönelik yatırım hilafına gerçekleşir.

Dolayısıyla, kapitalizmin borçları kontrol altına almak veya azaltmak suretiyle üretimde ve yatırımda hızlı büyümeyi teşvik etmek suretiyle Altın Çağ’a dönebileceği, sadece reformistlerin dillendirebileceği bir vehimden ibarettir.

Konferansta sunulan ve modern kapitalist ekonomilerde yatırım ile üretkenlikteki ilerleyişin yavaşlaması ile ilgili makaleler esasında Keynes ve Kalecki’nin görüşlerini temel alıyor, bu yavaşlamanın ana sebebinin emeğin ulusal gelirdeki payının azalması, buna bağlı olarak toplam talep artışının yavaşlaması olduğunu söylüyorlardı.

Colgate Üniversitesi’nden Thomas Michl konuşmasında ücretlerin payının emekten tasarruf edilmesini sağlayan teknik değişim sürecine belirli bir düzen getirdiğini, istihdamın ise sermayenin kullanıldığı ortamı düzene soktuğunu söyledi. Bu anlamda neoliberal kapitalizmde kalıcı durgunluğun sebebi, azalan yatırımlar ve işçilerin azalan pazarlık gücüdür. Bunlar, yavaş seyreden teknik değişime ve nüfus artışına kıyasla daha fazla etkilidirler. Neticede kârın içerisindeki pay artar, teknik değişimin, sermaye birikiminin ve nüfus artışının sahip oldukları oranlar düşer. Tekrarlamak gerekirse; bu, Marx’ın teorisiyle çelişen bir teoridir.

Benzer telden çalan Carlos Aguiar de Medeiros ve Nicholas Trebat de klasik politik ekonomi ve güç kaynakları yaklaşımı temelinde şunu söyledi: “Bu dönemde artan ücretlerin ve gelir eşitsizliğinin ardındaki ana faktör, küreselleşme veya teknik değişim değil, işçilerin pazarlık gücündeki azalmadır. Neoliberal dönemde sendikaların gücünün kırılmasıyla ulusal gelirde emeğin payının azaldığı tespiti kesinlikle doğrudur. Ama buradan, ‘ücretlerin yön verdiği ekonomiler’den dem vururken postkeynesçilerin dediği gibi, 1980 sonrası kapitalist üretimde yaşanan krizlerin sebebinin, emeğin gelirdeki payında yaşanan azalma olduğunu söyleyemeyiz.”

Kapitalist krizlere dair bu postkeynesçi analizin bir başka versiyonunu, Münih Üniversitesi’nden John Komlos takdim etti. Keynes’in görüşünü, “bence kapitalizm akıllı bir biçimde yönetildiği takdirde, ekonomik amaçlara ulaşma noktasında, ufkumuzda olan her türden alternatif sisteme kıyasla daha verimli kılınabilecek bir sistemdir” sözüyle kabul eden Komlos, pandemi buhranının ağır geçtiğini, bunun nedeninin ise kapitalist ekonominin öncesinde zaten bir tür kırılganlıkla malul olduğunu söyledi. Komlos’a göre bu kırılganlığın açığa çıkmasını pandemi türünden beklenmedik bir olay sağladı. Bardaktaki o son damla suyu taşırdı.

Şansın her şeye yön verdiğini söyleyen finans analizcisi Nesim Talib’in görüşü uyarınca 2008-2009’da da bazı isimler, Büyük Resesyon’u ihtimaller deniziyle, bilinmezlerle, beklenmedik olaylarla izaha kalkışmışlardı. O dönemde krizleri ve buhranları şansla, beklenmedik olaylarla açıklamanın hiç de şans eseri gerçekleşmeyen, düzenli olarak, tekrar tekrar cereyan eden krizlere bir açıklama sunamayacaklarını söylemiştim.

Peki ama kapitalizm koşullarında bu tür buhranlardan, krizlerden kaçınmak veya onlardan çıkabilmek için ne yapmak gerek? Heterodoks iktisatçılar, oldukça popüler bir politika seçeneği öneriyorlar, bu anlamda hükümetin daha fazla harcama yapmasını, Modern Para Teorisi uyarınca para basmak suretiyle kalıcı bütçe açıklarının finanse edilmesini istiyorlar.

Modern Para Teorisi heterodoks iktisatçıların sunumlarında da destek buldu. St. Peters Üniversitesi’nden Devin Rafferty, heterodoks iktisatçı Karl Polanyi ile bu teorinin hem paranın basılma süreci hem de paranın değerini düzenleyen mekanizmalar konusunda uzlaşabileceklerini söyledi. İktisatçımıza göre Polanyi’nin Modern Para Teorisi üzerinden alınan, iş garantisi ve işlevsel finans gibi politik tedbirleri benimseyebileceği iddiasında bulundu. Bu iki tedbir MPT’nin iki ana sütununu ifade ediyor. Yazar ilgili tedbirlerin uluslararası barışa, ulusal özgürlüğe ve bireyin serbestiyetine katkı sunacağını söylüyor. Burada yazar, aslında Polanyi’nin Marksizmi ve MPT’den bahsediyor.

Modern Para Teorisi, en çok da Ulusal Chenghi Üniversitesi’nden Brian Lin’den eleştiri aldı. Lin’e göre devlet teşebbüslerinin yaptığı kamusal yatırımlar, Modern Para Teorisi’ne kıyasla, buhranlardan, krizlerden kaçınma noktasında daha etkililer. Devlet yatırımları, “ülkelerin ekonomilerini sürdürülebilir kılmak için inşa edilmiş bir unsur ve bu anlamda MPT türünden politik-ekonomik olgulara göre daha yerinde bir araç.” Bu anlamda bir ülke için en hayırlısı, işsizler için daha fazla para basmak yerine finansal güçlüklerle yüzleşmiş özel şirketleri millileşitirmeye dönük kararlı bir siyaseti benimsemek olacaktır.

Lin’in bu görüşü, devlete ait şirketlerin özel sektöre kıyasla bürokratik ve verimsiz olduğunu, bu yapılara asla güvenilmemesi gerektiğini söyleyen konferans katılımcılarının belirli kısmından ağır eleştiriler aldı. Lin ise verdiği cevapta kamu yatırımları alanında tüm ülkeler için bir başarı hikâyesi olarak karşımızda duran Çin modelinden değil de İsveç’teki devlet teşebbüslerinden bahsetti!

Öte yandan, mevzu yoksul ülkeler için önerilen yatırım çözümlerine gelince katılımcılar nedense kamuya ait kalkınma bankalarının çoğaltılmasından ve büyütülmesinden bahsettiler.

Grenoble Üniversitesi’nden Gaëlle Despierre Corporon, bu tür kurumların “güneyle kuzey arasında kurulacak ilişkilerin kurulması için olumlu bir itki sağlayacağını, bunların uzun vadeli kalkınma finansmanı için yeni bakış açıları sağlayacağını ve dünya sisteminin ahengini güvence altına alacağını” söyledi.

Nedense katılımcılara göre kamu sektörü, küresel düzeyde işleme imkânı bulunan ama ulusal düzeyde işlemeyen bir şeydi.

ASSA Konferansı’nda asıl üzerinde durulmayan konu, dünya genelinde servet ve gelir eşitsizliğindeki artıştı. Ana akım iktisatçıların görmezden geldikleri bu konuya bir tek Sea Üniversitesi’nden Victor Manuel Isidro Luna değindi.

Yazarın tespitine göre, dünya ülkelerinin büyük bir çoğunluğu zengin ülkeleri yakalayamayacak durumda. Bu ülkeler arasındaki eşitsizlik bu nedenle artıyor. Daha da özelde, Latin ülkelerinden bahseden yazar, bu kıtadaki zengin ve yoksul ülkeler arasında kapanması mümkün olmayan bir uçurum olduğunu söylüyor. Yoksul ülkeleri dünya genelinde ketleyen ana unsursa bunların, kısa vadede yabancı portföy yatırımlarına, uzun vadede ise zengin ülkelerin kontrolündeki doğrudan dış yatırımlara bel bağlamaları. Bu da yoksul ülkeleri zenginlerin boyunduruğu altına girmesine neden oluyor. Dolayısıyla serbest piyasalar, yoksul ülkelere kalkınma modeli olarak önerilemezler.

Bazı oturumlarda “ülke içindeki” eşitsizlikler tartışıldı. Norveçli iktisatçılar, emeğin gelirinin servet içerisindeki en önemli belirleyici unsur olduğunu söylediler. Bu tespit, sadece tepedeki yüzde bir için geçerli değildi. Bu kesim içinse sermaye geliri ve finansal varlıklardan elde edilen kazançlar daha önemli. Tabii bu kapitalist ekonomi için de geçerli.

Meksika Ulusal Özerk Üniversitesi’nden Alicia Girón da eşitsizlikteki artıştan bahsetti ve bu artışın hem dünya genelinde hem de tek tek ülkelerin bünyesinde yaşanan sermaye birikimiyle çelişecek biçimde, varlıklardaki değer artışıyla ilişkili olduğunu söyledi. Girón’a göre nüfus artışı ve büyüme gibi yüzeysel faktörlerin bu artışta bir rol oynamıyordu. Başka bir ifadeyle; en tepedeki yüzde bir en çok da mülklerinin ve finansal varlıklarının fiyatlarındaki artışlardan kazanç elde etmekteydi.

Zenginler için icat edilen önemli bir yeni finansal varlık da kripto paralar. Marksizmin para tanımına başvuran St. Francis Koleji’nden Julio Huato konuşmasında kripto para alıcılarının eline esasen merkezsiz bir parasal varlığın geçtiğinden söz edilemezdi. Bu para da hâlen daha “kurtulma hayali kurdukları” devlete bağımlıydı.

Federal Ceara Üniversitesi’nden Edemilson Parana, sunumunda Bitcoin’in paranın temel şartlarını yerine getirmemesi sebebiyle mevcuttaki para sistemine alternatif teşkil edemeyeceğini söyledi. Dünya parasının yerini alma arayışına, “enflasyona tabi” olan devlet parasına karşı paranın istikrarını sağlama, paranın gücünü politika dışı kılıp merkezsizleştirme ve onun yoğunlaşmasına mani olma iddiasına karşın, kripto parayla ilgili empirik gözlemler, tam tersi bir sürecin işlediğini ortaya koyuyorlar. Dolaşımdaki paranın hacmi düşük ve dar, devlet parasına karşı istikrarsız olan kripto paralar, ekonomik veya ekolojik vb. işlemler dâhilinde verimsiz, ayrıca kullanıcıları arasında politik ve ekonomik gücün yoğunlaşmasına daha fazla sebep oluyorlar. Neticede Bitcoin’in radikal neoliberal arzularının gerçekleşmemiş olması, bize onu yaratanların ve parayı toplumsal içeriğinden soyutlama, yani onu “tarafsız” kılma hevesinde olanların tüm çabalarının kapitalizmde bir karşılığının olmadığını, bu türden bir önerinin uygulanamazlığını ortaya koyuyor.

Son olarak bir de herkesin görmezden geldiği konuya, Çin’e değinelim. Şaşırtıcı olan şu ki gelir eşitsizliği oturumu dışında heterodoks iktisatçıların katıldığı oturumların hiçbirisinde Çin’den bahsedilmedi. Sadece bir çalışmada Çin’in “küresel alanda faal olan orta sınıf”ı ile ilgili birkaç şey söylendi. Bu çalışmaya göre Avrupa’daki orta sınıfla aynı gelire sahip Çinli orta sınıf hızla büyümüş, 2007’de nüfus içerisindeki payı yüzde 2 iken bu pay, 2013’te yüzde 14’e, 2018’de ise yüzde 25’e çıkmış. Büyük bir kısmını kentlilerin oluşturduğu bu orta sınıf genelde Çin’in doğusunda yaşıyor ve ağırlıklı olarak gelir konusunda ücretli çalışma pratiğine tabi. İşletme sahibi özel bir orta sınıf var ama bu, nispeten küçük.

Görebildiğimiz kadarıyla heterodoks iktisatçıların katıldığı oturumların ana konu başlıklarını, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki finansallaşmayı Kalecki’nin gözlüğüyle ele alan yaklaşımlar, Modern Para Teorisi ve kripto paralarla ilgili şüpheler, artan eşitsizliği ele alan çalışmalar oluşturuyordu.

Michael Roberts
14 Ocak 2022
Kaynak

,

Eşik: 10 Mayıs


10 Mayıs iş bırakma eylemi, ülke tarihinde ve sınıf mücadelesinde uzun yıllardan sonra emekçi sınıflar açısından umudun hâlâ varolduğunu bir kez daha ortaya koydu. Kimlikler, aidiyetler, inanç mensubiyetleri üzerinden ayrıştırılarak baskı altına alınmaya çalışılan emekçi sınıf -ki bunda egemenler ve burjuvazi kadar sendikaların emek dışı politikalarının da etkisi var- ülke genelinde iş bırakıp alanları doldurarak emeğin en yüce değer olduğunu pratiğe dökerek, sınıf dayanışmasının önemini kitlelere gösterdi.

Bugüne kadar “bir araya gelemezler” manipülasyonuyla ayrıştırılıp parçalı hale getirilen eğitim emekçileri, tabandan sendika yönetimlerine baskı uygulayarak iş bırakma eylemi kararı aldırdılar. Son gün eylem takvimini güncelleyip iş bırakma kararı alan Memur Sen’in durumu bu açıdan okunabilir. Her ne kadar iş bırakma bildirisinde faili masumlaştıran bir dil kullansalar da okul müdürlerine kadar iş bırakılmasına alan açmak zorunda kaldılar. Ülkenin birçok şehrinde okullar kapanarak, eğitimde şiddet protestosunun halkın dikkatinin odağına yerleştirildiği bir güne tanık olundu.

İstanbul’da yağmurlu bir gün beklenmesine rağmen eğitim emekçileri Sultanahmet’i doldurdular. İlk kez yürüyüş ve toplanma eylemine gelen öğretmen sayısı azımsanmayacak nicelikteydi. Sınıf bilincinin kitlelerin mücadelesi içinde kazanılması ve sınıf içi güvenin ve umudun yükseltilmesi noktasında bu önemli bir gelişmeydi. Ücretli, aday, sözleşmeli, ataması yapılmayan, kadrolu, uzman ve başöğretmen gibi kariyer basamaklarıyla rekabet kültürünü aşılanmak istendiği öğretmenler alana gelerek, tüm bu kariyer basamaklarının geçersiz ve kendilerinin eğitim emekçisi olduğunu gösterdi. Özel okul öğretmenleri sendikası da yürüyüşe ve basın açıklamasına katılarak, yaşadıkları emek sömürüsünü dile getirdiler. “Güvenceli iş, güvenceli gelecek” sloganı sık sık atıldı.

Eğitim İş, Milli Eğitim Müdürlüğü’ne yakın bir noktada toplanarak eylem yaptı. Daha sonra gelen Eğitim Sen, yürüyüşe katılıp Milli Eğitim Müdürlüğü önüne yürüdü. Sınıf dayanışması açısından önemli bir gelişmeydi. Aynı şekilde, sağlık emekçilerinin maruz kaldığı şiddetin dile getirilmesi de sınıf dayanışmasının güçlenmesi açısından değerliydi.

Eğitim Sen ise Beyazıt tramvay durağının olduğu alanda toplanarak, önce burada bir açıklama yaptı. Kitlesel şekilde tramvay yolu üzerinden yürüyüşe geçerek kortej görevlileri tarafından eğitim emekçilerinin maruz kaldığı şiddete ve bunun yolunu açan politikalara megafonlar kullanarak değindi. Kitlesel yürüyüş boyunca alkışları, ıslıkları ve slogan seslerini duyan insanlar kaldırımlara birikerek kitleye alkışlarla destek verdi. Yol üzerindeki iş yerlerinden ve balkonlardan verilen destek de eylemin halk tarafından sahiplenilmesi ve yaşanan şiddetin kınanması açısından önemli bir kazanımdı.

Bu yönüyle, eğitim emekçilerinin halkın öğretmenleri olduğu gerçeğini hatırlaması gerekir. Eğitim Sen üyeleri tarafından atılan sloganlarla failin etnik kimliği üzerinden yapılacak propaganda faaliyetinin de önüne geçildi. Eğitimdeki dinselleşme ve ırkçı eğilime dikkat çekildi.

Öğretmenin mum gibi olup erirken ışık verdiği sözü İbrahim Öğretmen’imizin şahsında bir kez daha kanıtlandı. Aramızdan bir canımız eksildi ama bugün ülkedeki 1 milyonun üzerinde sayıya sahip olan eğitim emekçileri onun şahsında birleşti, emekçilerin birliğinin sağlanması için sendika tabanlarından bir adım atıldı.

Bugüne kadar sürdürülen sınıf dışı sendikal anlayış ve politikaların geçersizliği Sultanahmet’te çöktü. Sendika bürokratlarının teslim olduğu kendiliğindenciliğin bugüne kadar emekçilere verdiği zarar, hayat tarafından acı bir şekilde teyit edildi. Eğer emeğin birliği ve sınıfın gücü sendikal program haline gelseydi ve sendikacılığın nasıl yapıldığı emekçilere gösterilseydi, bugün Eğitim Bir Sen de diğer yandaş sendikalar da bu üye sayısını yakalayıp yetkili sendika olamazdı.

1 Mayıs’ta Saraçhane’ye on bin işçi-emekçiyi sıkıştırıp sonra da onları “koordine/kontrol” edemeyeceğini iddia eden Tertip Komitesi, bugün Sultanahmet’teki dinamizmi, sınıfın gücünü ve kendi disiplinini nasıl sağladığını görmek zorunda. Saraçhane değil tüm İstanbul’da bariyerler emekçilere sendikaların politikasızlığı yüzünden kapatılıp şehirde OHAL uygulamaları hâkim kılınmıştı.

Sultanahmet’te emekçiler hayatı durdu, tramvay seferleri iptal edildi. Emekten gelen meşru gücünü kullanan sınıfın iradesidir bu. DİSK otobüsünün üstünden seslenen Arzu Çerkezoğlu, “Bundan sonra sınıfa karşı atılan her adımda bu iradeyi göreceksiniz” cümlesini kurarken, o iradeyi alanda bırakıp kaçmıştı.

Eğitim emekçileri, öğretmene yönelecek şiddette hangi iradenin görüleceğini alanda yanıtladı. Eylem kararını sendika bürokratları alsaydı, bu görkemli kitle Sultanahmet’te görülmezdi. Yıllardır eğitim emekçilerinin tek ses olarak taleplerini haykırma isteği iş bırakarak gerçekleşti.

OHAL sonrası dönemde iş güvencesinin geri plana atılarak sınıfın baskılandığı gerçeğine rağmen 10 Mayıs grevi, cesaretin alanlara akması ve sınıfa moral vermesi açısından yeni bir tarihin başlangıcıdır. Bugün Eğitim Bir Sen ve Türk Eğitim Sen yönetimleri aynı alana gelmek zorunda bırakıldıysa aynı şekilde Türk İş ve Hak iş yönetimleri de sınıfın çıkarı ve işçi sınıfın birliği açısından DİSK aracılığıyla 1 Mayıs alanına gelmek zorunda bırakılmalıdır. Bunun yolu da işçi-emekçiyi emeği, öfkesi ve alın teri etrafında birleştirmekten geçiyor.

Bugün öğretmenler maaşının yarısını ev kirasına veriyorsa, itibarları her gün sarsılıyor, iş güvenceleri ellerinden alınmaya çalışılıyorsa, her gün şiddetin en az bir türüne maruz kalıyorsa, saygınlığını yitirdiğini düşünerek mesleki değersizlik anomalisine kapılıyorsa, emeği sömürülüyorsa, yozlaşmış bir kuşağı eğitmeye çalışıyorsa, bunun tek nedeni sömürü düzenidir.

Eğitim ve sağlık emekçilerine sendikalar sınıf politikasıyla ulaşmak zorundadır. Aksi halde, tekrar başa dönerek, haklarımızın elimizden alınmasına maruz kalmak durumundayız.

Öğretmene şiddetin durdurulması ve çocukların yaşam hakkının savunulması için Siyonistlerle yapılan ticaretin durdurulması için genel grev ilân edilseydi, Eğitim Bir Sen’in de diğer sendikaların üyesi öğretmenlerin de iş bırakması mümkündü.

Bizi birleştirecek politikalara yönelmek zorundayız. Biz eğitimciyiz. Filistin’de her gün öğretmenler ve akademisyenler ölüyor. Şu ana kadar beş bin öğrenci, Filistin’de Siyonistler tarafından katledildi. Onlar için eğitim sendikaları adım atsaydı, bugün İbrahim Öğretmen’imizi de kaybetmezdik, 1 Mayıs’ı da daha kitlesel şekilde alanlara taşıyabilirdik.

Son olarak dikkat çekilmesi gereken başka bir husus da şu: öğretmenlerin iş bırakmasının ardından eğitimcilere yönelik şiddet yasası çalışması gündeme gelmezdi. Bu, bir kazanım olsa da nedenden çok sonuç üzerine odaklı, bu anlamda, çalışmanın önleyici bir yanı yok. Ortada uyuşturucuyla ve şiddetle yozlaştırılan, güvencesizleştirilen ve umutsuzlaştırılan gençlik gerçeği var. Şiddet bir sonuç.

Önleyicilik konusunda en büyük görev Eğitim Sen’e düşüyor. Öğrenciler arasında yayılan uyuşturucu, depresyon, şiddet sapmalarına yönelik seminerleri okullara ve velilere TTB ortaklığında taşıyamadı. Her mahallede park forumlarıyla velilere ulaşan eğitim ve sağlık emekçileri, bu sorunlara dikkat çekebilirlerdi.

Halkın desteğini alamayan hiçbir sınıf hareketi başarıya ulaşamaz. Eğitim Sen ve TTB, halkın öğretmenleri ve hekimleri olduğunu kabul edip buna göre hareket etmek zorunda. Bunun yolu da mücadeleci sınıf sendikacılığını hayata geçirecek politikalardan geçiyor.

Tarihi Not: Eğitim Sen kongresinde “Değirmen bizim, un bizim” diyerek emek-sermaye çelişkisini reddeden ve kendine üye emekçiyi sendikadan ihraç edenler, emeğin gücünü de değirmen ve unun gerçek sahibini de Sultanahmet’e bakarak görebilir. Diğer yandan, Bozdoğan Kemeri de Sultanahmet de mekânın sınıf mücadelesinde simgeleşmesi yönüyle yeni sınıfsal öğreti ve deneyimlerdir.

Mekân da takvim de emekçi halk sınıflarının mücadelesiyle anlam kazanacak. Sınıfsız 1 Mayıs, sınıfsız sendika olmayacağı gerçeğini emekçiler bugün alanlarda tarihe kaydetti. Tek umudumuz emekçi halk sınıflarının mücadelesindedir, tek mücadele sınıflar mücadelesidir.

Kendiliğindenciliğe teslim olmamak, sınıfı birleştirecek adımları atması için sendikalarımıza sınıfsal baskı yapmak zorundayız.

Yaşasın 10 Mayıs Grevi!

Yaşasın Sınıf Dayanışması!

Yaşasın Emekçilerin Birliği!

S. Adalı
10 Mayıs 2024






10 Mayıs 2024

,

Sözün Közü

AKP karşıtı muhalefete küçük burjuvazi yön veriyor. Devlet ve sermaye, muhalefet işinin başına geçirdiği küçük burjuvaziyi fikir ve eylem düzleminde destekliyor. Küçük burjuvazi, burjuvaziye haset, proletaryadan nefret edendir. Bu anlamda, burjuvaziye hasedini ve proletaryaya nefretini AKP’ye yansıtıyor. Daha doğrusu, devlet bu yansıtma ve gaz alma işlemi için AKP’yi kullanıyor. Özellikle CHP kavşağında bu haset ve nefret birleşiyor. 

Esasen AKP’ye karşı mücadele, bu hasetle ve nefretle tanımlı. Bu anlamda, proleter bir siyaset ve mücadele yol bulsun isteniyorsa, küçük burjuva denilen veya onun varlığıyla kurulan fikri ve maddi bağ kesilmeli.

CHP özelinde burjuvaziye yönelik haset, AKP’ye yansıtılıyor. Bu açıdan, liyakat ve liyakatsiz kişilere verilen maaşlar gündeme getiriliyor.

CHP uzantılarının ağzındaki “holdingçiler” ifadesi (ki doğrusu holdingciler!) esasen burjuvaziye hasedin bir yansıması. Burada kapitalizm eleştirisi yok, CHP’cilik var. Bu eleştiri, Dev-Yol’un ve CHP’lilerin şirketlerini kesinlikle kapsamıyor.

Sol da CHP gibi bu hasedi kendisine örgütlemek istiyor. “Holdingçiler hırsızlar, bizim olanı bizden çaldılar” diyerek, işçi sınıfını küçük burjuvazinin büyük burjuvaziye yönelik hasedine örgütlemek için uğraşıyorlar. Ama öte yandan, yan derneklerinde çıkan yazılarda “işçileşme” aşağılanma belirtisi olarak görülüyor, aşağılık, tiksinç bir şeymiş gibi takdim ediliyor. “Komünizmin gençlerle geleceği” üzerinde duruluyor. İşçilik aşağılık bir oluş, insanaltı seviye olarak kabul ediliyor. 

* * *

Görülüyor ki CHP tabanı, partisinin AKP, liderinin Erdoğan olmasını istiyormuş. İmamoğlu şahsında şişirilen imaj, bu gerçeği ortaya koyuyor. İmamoğlu, ANAP ve sonrası oluşan sağ liberal çizgiye CHP kitlesini ve sosyalistleri örgütlüyor. Bu tuzağı akarlar kesilmesin diye kimse görmek istemiyor.

AKP muhalefetinin bir boyutu da proletaryaya yönelik nefretle ilgili. Müslüman ve Müslümana dair her şey, yoksullukla, aşağılık halka ait olmakla ilişkilendiriliyor. O nedenle, “avamın kokusu”ndan ve “ayak kokusu”ndan bahsediliyor. Zenginliği fikren ve yaşam tarzı olarak Müslümanlığının önüne geçmiş kişiyi tercih ediyorlar şimdilerde. Çektikleri dizilerde Müslümanı Afrikalı kabile gibi anlatıyorlar. Meseleye “medenileştirme misyonu” dairesinde yaklaşıyorlar. “Ülkenin imajını bozuyor bu Müslümanlık” diyorlar.

* * *

Seksenlerdeki Yarın dergisi pratiğini yazanlar, “büyük bir merak ve ilgiyle okurduk İlhan Selçuk’un yazılarını” diyor. Oysa Selçuk, solculukla en fazla kalkınmacılık ve sanayileşme düzleminde ilişki kurabilmiş bir isim. Yarın dergisinde çıkan röportaj ve yazılarında, “siz mühendissiniz, biz ülkeyi kalkındıracağız, sizin değerinizi bilmiyorlar, biz bileceğiz, bizim iktidarımızda çok fazla maaş alacaksınız”dan başka bir şey söylemiyor. O öğrenciler, o nedenle Selçuk’u heyecanla okuyorlar.[1]

Bu çok para kazanmak, Batı’nın servetiyle ilişki kurmak için solcu olanlar, bugün sosyalist hareketi yönetiyor. CHP’yle bağ, bu yaklaşım üzerinden kuruluyor. CHP, küçük burjuvanın sırtını sıvazlamak, gazını almak, pohpohlamak için var.

Aydemir Güler, bir kırk katır devrinin geride kaldığından, kırk satır devrine geçildiğinden söz ediyor. Partinin cephesine karşı cephenin partisi adına konuşuyor. CHP’yi cephe olarak gören TKP, cephesindeki sağcılaşmanın sarsıntılarına tampon olmaya, krizleri savuşturmaya çalışıyor. O sağcılaşmanın CHP’ye zarar vermemesini sağlamak için uğraşıyor. TKP, CHP’ye kol kanat germek için var. Seçim sonrası geliştirdiği CHP eleştirisi yalan. Küçük burjuva şefler, içeriyi tutmaya çalışıyorlar.

TKP, bugün küçük burjuvanın sırtını sıvazlamak için semtevlerinde aşı günleri düzenliyor. Doktorlar şahsında küçük burjuvanın yaşadığı imaj kaybına mani olmak için, devlet ve sermaye adına çalışma yürütüyor. Pandemi döneminde devletin emirlerini yerine getirmekle, sermayenin aşısının reklâmını yapmakla övünüyor. Ama sonra yoksul halktan uzaklaştığını, zenginlerin maskesiz partilerine yaklaştığını, görevini layıkıyla yerine getiremediğini görünce, iş işten geçtikten sonra “biz bu yasakları tanımıyoruz” diyor.[2] Bu yasakları savunan İlker Belek ve Akif Akalın gibi doktorlar, partiden istifa ediyorlar. Bu isimler, halk düşmanı olmalarıyla hâlen daha övünebiliyorlar.

* * *

Bir TKP’li, seçim sonrası çıkıp “CHP’ye akıl hocalığı yapmak, danışman önermek, bir sosyaliste yakışmaz” diyor. Buradan anlıyoruz ki SoL’un yazarları, kendi sitelerini okumuyorlar. Çünkü o sitenin yazarı, İBB adayı Orhan Gökdemir, bir yazısında CHP’ye danışman olarak Korkut Boratav’ı öneriyordu.

Aynı partinin üyesi “Togg diye bir şey yok, araba üretilmiyor, hepsi yalan!” diyordu. Orhan Aydın, demek ki başkanı Kemal Okuyan’ı da okumuyordu. Okuyan bir yazısında, “Biz Togg’a değil, sömürücü asalak bir sınıfa düşmanız” diyor, ülkesinin sanayi altyapısıyla övünülmesi gerektiğini söylüyordu.[3] Çünkü bunlar, Sovyetler’le ancak ticaret anlaşması ve kalkınma planı düzeyinde ilişki kurup solcu olabilmiş isimler.

Bir vakitler SoL’da bir yazar, “Yeni ateistler bizden mi?”[4] diye soruyor, soruya “hayır” cevabı veriyordu, ama partisinin üyeleri, her fırsatta yeni ateistlerden daha pespaye bir İslam düşmanlığı yapıyorlardı. Bu düşmanlık, proletaryaya yönelik tiksinti ve nefretin eğretilemesi, mecazı idi. Christopher Hitchens’ın İslam düşmanı olduğu, son açıklamasında “ben aslında kültürel Hristiyanım” demesinden belliydi. Bu düşmanlık, yoksul Doğulu halklarla ilgiliydi. 

SoL sitesinde bir yazar, İslam, Cezayir halkı ve yoksul düşmanı Charlie Hebdo’ya sahip çıkıyor, o “bizdendir” diyordu.[5] Çünkü kendisi, o Cezayirli Müslümanları terörize ve kriminalize etmek, kontrol altına almak için geliştirilmiş, doksanlarda uygulamaya konulmuş Laiklik Gözlemevi denilen devlet projesini Türkiye’ye uyarlayan bir partinin üyesiydi. “Laikliğe karşı işlenen suçlar” diyen TKP engizisyon mahkemesi, esasında Fransa’daki devlet pratiğinin ithal edilmiş hâliydi.

Aynı TKP’li yazar, son günlerde İran’daki başörtüsü “plan”ı haberi ile İran’a saldırıyor.[6] NATO’nun Ukrayna üzerinden Rusya’ya saldırdığı günlerde Rusya’yı eleştiren, Donbas’taki sosyalistlerin kurduğu cumhuriyete “sözde” diyen TKP, NATO merkezlerine bağlı devletine gerekli mesajı yine iletiyor. İsrail’e saldırıldığı günlerde İran’a saldırma gereği duyuyor. Çünkü bu yazar, TKP isminin alındığı günlerde sermayenin kanalı Habertürk’e çıkıp “Suphiler ölmek için geldiler, biz ölmek istemiyoruz” diyor, niyetini belli ediyor, gerekli yerlere mesaj iletiyordu. Neticede, SoL gibi kanallarda yansıyan, şeflere ait yazılar, bir yandan efendilere, bir yandan da içte kadrolara yönelik gizli mesajlar içeriyor.

İran’ın İsrail’e saldırısı, TKP’de ve SDP’de yankılanıyor. Bu örgütler, hemen İran karşıtı cepheye örgütleniyor, İsrail’in yanında hizalanıyorlar. SDP yayınları, nedense Filistin’e kör bakıyorlar. 

TKP yazarı “bize Siyonist diyorlar” diye ağlıyor. Oysa İsrail’in varlığını savunan, ona güzellemeler yapan herkes, bugün Siyonist. Bu işi de TKP içerisinde Engin Solakoğlu’na vermişler.[7]

* * *

Aydemir Güler CHP’den bahsederken, nedense kapitalizmden veya emperyalizmden söz etmiyor, her fırsatta “neoliberalizm” denilen bir ucubeden ve öcüden dem vuruyor. CHP’nin ak, temiz, solcu bir tarafı olduğunu düşünüyor. Zaten bir yerde sosyal demokrasinin işçi sınıfının bağrından, “biz”deki sosyal demokrasininse burjuva devrimlerinin içinden çıktığını söylüyor. Bu güzellemedir, meşrulaştırma çabasıdır. Bu çaba, CHP ve burjuva iktidarının üzerinin üzerine Batılı bir ambalaj geçirip satmakla ilgilidir.

Partinin cephesi CHP olanla, Cephenin partisi CHP olanlar arasındaki ürolojik yarışın ezilen-sömürülenler açısından bir anlamı bulunmuyor. CHP’yi sınıfsal, devrimci anlamda eleştiriye tabi tutmayanlar, tel tel dökülüp, bir bir teslim oluyorlar.

Aynı maya, AKP TRT’sinin belgesel kanalında da karşımıza çıkıyor. Bugün tekeller ne dayatıyorsa, neyi söylettiriyorsa bu kanalda işitmek mümkün. Vegan Zülâl ağzından “yoksullar et yemesin” diyen, TKP ağzından “insanlar böcek yesin” diyen sol, bu belgesel kanalını hasetle izliyor olmalı. Çünkü aynı yalanlar üzerinden aynı şeyleri söylüyorlar. Sol, Vegan Zülâl ağzıyla konuşurken, her yerde vegan dernekleri açarken, “büyükbaş hayvancılık bitti” veya “yoksul, kıyma alamıyor” türü yalan haberlerin ardına saklanıyor. Hiç utanmıyor. Sol, utanmazlık imkânı olarak örgütleniyor, küçük burjuvayı bu imajla avlamayı düşünüyor.

* * *

Solda hâkim olan, küçük burjuva tarihyazımıdır. Özünde Kemalizm de nesnel bağları ve bağlamı içerisinde değerlendirilemiyor. Onunla öznel ilişki kuruluyor. Öznellik oradan tanımlanıyor, ezilenin-sömürülenin kavgasıyla tanımlı bir öznelliğe asla izin verilmiyor.

CHP ve Kemalizmle kurulan ilişki, her daim Sovyetler ve onunla devlet düzeyinde kurulan ticari-diplomatik ilişkiler üzerinden tanımlanıyor. Böylelikle, geriye doğru idealist bir tarihyazımına kul-köle olunuyor. Kurtuluş savaşı ve öncesi, “CHP ve Mustafa Kemal” denilen, tarih-toplum dışı, yüce öznenin macerasına göre anlamlandırılıyor. Oradan bakıldığında başka şeyler görülüyor.

Bu solculuk, yıllar önce çekilen bir dizide karşılık buluyor. Elveda Rumeli isimli dizide bir İttihatçı toplantısına yer veriliyor. 1908 öncesine tarihli bu toplantıda, masanın bir köşesinde Mustafa Kemal, haritaya bir şeyler çiziyor. Arkadaşı “Ne çiziyorsun?” diye soruyor. “Gelecekteki Türkiye haritasını” diyor. Sonra aynı solculuk, “bu ülkenin tapusu ona ait” diyerek dış düşmanlara parmak sallıyor. Sosyalist hareket, bu mitolojiye örgütleniyor. Gerçekten ve hayattan uzaklaşıyor. O nedenle, Saraçhane’deki ihaneti ve o ihanetin nelere yol açacağını görmüyor. Kendisine verilen boncukları ipe dizmekle ömür tüketiyor.

Eren Balkır
10 Mayıs 2024

Dipnotlar:
[1] Eren Balkır, “Çünkü”, 15 Temmuz 2020, İştiraki.

[2] Eren Balkır, “Liberal ve Faşit TKP”, 27 Şubat 2021, İştiraki.

[3] Kemal Okuyan, “TOGG’a Hayran Kalmak”, 8 Eylül 2023, Sol.

[4] Efe Peker, “Richard Dawkins ‘Bizden’ mi?”, 13 Mart 2015, Sol.

[5] Yiğit Günay, “Hiçbir Şey Bağışlanmadı”, 14 Ocak 2015, Sol.

[6] Yiğit Günay, “İffetli Solculuk”, 23 Nisan 2024, Sol.

[7] Eren Balkır, “Siyonist Monşer”, 22 Aralık 2022, İştiraki.

09 Mayıs 2024

,

Onur Meselesi: Sınıfa Saldırı


Google arama motoruna “öğretmene şiddet” diye yazıp arama sonuçlarını “1 Ocak 2024 tarihinden itibaren” şeklinde filtrelediğinizde, karşınıza farklı tarihlerde ve şehirlerde yaşanan şiddet haberleri çıkacaktır. Saldırganın ya öğrenci ya veli ya özel eğitim kurumu patronu olduğu görülecektir.

İstanbul’un Eyüp ilçesinde bir özel lisede müdür olarak görev yapan 74 yaşında bir eğitimci, öğrencisi tarafından silahlı saldırıya uğrayarak yaşamından edildi. Bu saldırı, okul saatinde, müdür odasında yaşandı. Daha sonra internet haber sitelerinin iddiasına göre fail, suçunu üstlendiği bir video çekerek paylaşıyor. Bu acı olay, eğitim camiasında tepkiyle karşılandı.

Aynı haftanın içinde Batman’da yine bir öğretmene şiddet uygulandı. İki hafta önce Sarıyer’de ortaokulda görev yapan bir kadın öğretmen, öğrenci velisi tarafından darp edildi. Yine bu yıl içinde Ankara’da bir müdür yardımcısı, öğrencisi tarafından bıçaklandı. Aynı şekilde, bu eğitim-öğretim yılında hamile bir kadın öğretmen, öğrencilerinin gözü önünde, veli tarafından darp edildi. Bunlar basına yansıyan haberler. Hemen her gün okullarda öğrencilerin hem birbirine hem de öğretmene karşı sözlü, psikolojik ve fiziksel şiddet uygulaması söz konusu.


Dün yaşanan olaydan sonra öğretmen sendikalarının bir günlük iş bırakma kararı alması, önemli bir gelişme. Uzun yıllardan sonra sendikalar, merkezi düzeyde aynı gün iş bırakacak, hem de OHAL döneminden sonra.

Sendika genel merkezlerinin bu kararı almasındaki en önemli faktör, eğitimcilerin ve üyelerin baskısı. Bu gerçek, eğitim emekçilerinin özünde taleplerinin aynı olduğunu fakat sendika genel merkezlerinin sınıfın çıkarına aykırı hareket ederek emekçileri birleştirme politikası yürütmediğini gösteriyor.

Bu konu ayrı bir yazıda tartışılabilir fakat eğitim alanındaki dönüşümde ve eğitim emekçilerinin özlük ve ekonomik haklarının budanmasında eğitim emekçilerinin parçalanmış yapısından yararlanıldığı bir gerçektir.

1 milyonun üzerinde eğitim emekçisi çalışıyor. Bu güç açığa çıkmasın diye sürekli bir ayrıştırma söz konusu. Sistem bunu yapmak zorunda fakat eğitim emekçileri olarak biz, öğrencilerimizin ve mesleğimizin haklarını kazanmak için birleşmek zorundayız. Bu, tarihsel bir sorumluluk olarak önümüzde duruyor.

Cuma günü ülke genelinde alanlara çıkarak tepkimizi dile getirmeliyiz. İş bırakmanın anlam kazanması için emeğimizden gelen meşruiyetimizle alanlara çıkmalıyız. İş bırakma, okullarımıza gitmeme gibi algılanırsa başarıya ulaşamayız. Birlikte ve güçlü bir şekilde sesimizi yükseltmeliyiz. Bu eşik aşıldığında, bir sonraki aşamada haklarımızı kazanmak için birlikte adım atmaya olan güvenimiz artacak ve tek vücut olmanın önemini daha net şekilde yaşayarak görmüş olacağız.

Yitirdiğimiz eğitim emekçisi meslektaşımız 74 yaşında, kendisi emekli. 74 yaşında bir emekli eğitimci özel bir kurumda çalışıyorsa bunun tek açıklaması meselenin sınıfsal olmasıdır.

İstanbul’da emekli maaşıyla tutunmaya çalışmak güç. Birçok kentte deneyimli eğitim yöneticileri emekli olduktan sonra özel okullarda çalışmak zorunda kalıyor. Bu gerçek, artık sadece İstanbul’la sınırlı değil. Güvencesizleşmenin sonucu bu. Tüm işçi emekçi sınıfın durumu aynı.

Yakın dönemde seksen yaşına yakın bir işçi, çatı katına tamirat için çıkıp orada yaşamını yitirmişti. Emekliler halen çalışıyor. Mahalle aralarında motosiklete bağladıkları küçük tamperlerle kâğıt ve hurda toplayan, pazar yerlerinin dağılmasını bekleyen, emekli olduğu halde okul-aile birliği üzerinden güvenlik ve temizlik işlerinde çalışan insanlar var. Fiziki gücü azalan, yaşını almış insanlar ise işportacılık yapıyor, cinsiyeti fark etmeksizin. Bu insanların aileleri var, torunları var. Sömürü düzeni, aynı zamanda bir onur sorunudur.

Öğretmenlik mesleğinin taşeron sistemine tabi kılınıp işçi pazarına çevrilmesi, her yıl eğitim fakültesinden mezun olan öğretmenlerin işsizlik ve güvencesizlikle karşılaşarak ücretli öğretmenlikte ve özel sektörde sömürülmesi, mesleğin değerini her geçen gün daha da aşağı çekiyor. Çalışmak zorunda olan anne-baba gerçeğinden hareketle, ki onlar daha fazla sömürülsün diye, okullar hangi kademede olursa olsun birer kreşe/gündüz bakımevine dönüştürülüyor. Bu noktadan sonra kendi çocuğuyla ilgilenmeyen, yozlaşmanın alameti olarak, anne-baba, çocuğuna “sahip çıkıyormuş” motivasyonuyla gelip sınıfa ve okula baskın yapabiliyor. Aslında yozlaşan aile yapısının sonucunda çocuğuna onunla ilgileniyor iletisini veriyor.

Kapitalist toplum düzeninde mesleklerin değerinin yaşaması düşünülemez. İtibar denen değerin içi boşaltılmadığı sürece sömürü ve baskı işçi-emekçi üzerinde hâkim kılınamaz.

Sömürünün diğer bir anomalisi de işçi-emekçide biriken öfkenin yine işçi-emekçiye şiddet olarak dönmesi. Sistem, kendisini buradan güvenceye alıyor. Ev sahibi-kiracı, hekim-hasta, şoför-yolcu, esnaf-müşteri, öğrenci/veli-eğitimci arasında yaşanan şiddet, sadece bir sonuç. Mesleki itibar, ancak sınıfsız-sömürüsüz bir düzenle mümkündür.

Cuma günü iş bırakma eylemini daha güçlü gerçekleştirmek için okullarımızda sohbetimiz bu olmalı. Bu şiddete maruz kalmamanın garantisini bu düzen veremez. Uyuşturucu, bireysel silahlanma, yozlaşma, gençlikten çocukluk çağına inmiş durumda. Bu gerçeği görmezden gelerek, “Nasıl olsa hiçbir şey değişmez” umutsuzluğuna teslim olmamalıyız.

Birlikte hareket etmedikçe şiddetin, baskının, güvencesizliğin, mobbingin, sömürünün her türlüsüne maruz kalacağız. Yaşadığımız sorunlar bireysel değil, eğitim emekçileri olarak sorunlarımız ortak. “Bir kişiyle bir şey değişmez” diye düşünmemeliyiz. Alana gelindiğinde bir dövize yazacağımız slogan bile hepimizin sesi olarak yankılanacaktır.

Bu düzen hiçbir emekçiyi kolay yoldan, rekabetçi hırs ve motivasyonla “refaha” kavuşturamaz. Öğretmenin tek mesleği, eğitimciliktir. Özel dersler, ek işler, ticaret ve esnaflık yapmak, emekli olunca çalışmak bir kurtuluş yolu değil. Ganyan atları, borsa lotları, futbolcu şutları, fal kartları, bitcoin hesapları hiçbirimize çare olmadığı gibi her biri de umut ticareti ve zihin işgali.

Onurumuz, emeğimiz, iş güvencemiz, yaşam hakkımız ve yine öğrencilerimiz için Cuma günü alanlara çıkmalıyız. İş bırakırken dayandığımız nokta, basına servis edilen “Iraklı” öğrenci kimliği olmamalıdır. Sendika bürokratları bu saikle hareket edeceklerdir.

Biz eğitimciyiz, bizim için öğrencinin dini ve dili kriter olamaz; halkın öğretmenleriyiz. Son olayda failin etnik kimliği gündeme getirilerek mülteci düşmanlığı yapmak, en başta emperyalizm tarafından ülkesi ilhaka uğratılıp göçe zorlanan halklara ve onların acılarına haksızlık olur. Yılda yüz şiddet olayı okullarda yaşanıyorsa bunun birkaçı mülteci ailelerden kaynaklıdır. Asıl sorun sistemdir.

Diğer bir hata da okulların güvenliğinin artırılması talebinin öne çıkartılmasıdır. Oysa bu talep, eğitimin ilkelerine darbe vuracak ve mücadele zeminini kaydıracaktır. Böylesi bir talebin dillendirilmesiyle birlikte birileri bu durumu “fırsata çevirecek”, ardından da turnikeleri, özel güvenlikler, X-Ray cihazları ve yüz tanıma sistemi gündeme gelecektir. Bunların hiçbiri de şiddetin çözümü olamaz. Bu tür öneriler, dertlerimizin ve sorunlarımızın asıl nedeni olan sömürü mekanizmasının muhafaza edilmesinden başka bir işe yaramazlar. İşte o zaman öğretmen yok hükmündedir ve tüm otoritesini kaybeder. Bu yüzden, okul-öğrenci-veli üçgeninde çözüme öncülük edecek öznenin varlığını korumak zorundayız. Okulların birer “kışla”ya çevrilmesine asla müsaade etmemeliyiz.

Bir kez daha söylersek: Cuma günü alanlarda sesimizi güçlü bir şekilde yükseltmemizin yolu, birlikte hareket etmemizden geçiyor.

S. Adalı
9 Mayıs 2024

08 Mayıs 2024

,

Demokrasinin Çöküşü

Yalancıların maskelerini kaldırın, körlerin gözlerini açın!
[Vladimir Lenin]

 

Bütün modern çağ boyunca, rasyonel/idealist felsefi anlayışta tasarlanan demokrasi ülküsü, aynı ülküyle tasarımlanan toplum, rasyonel ilkeyle öngörülen istikamette maalesef ilerlemedi. 

Aklın yüksek ve sorgulanamaz otoritesince dayatılan demokrasi, geçen zaman boyunca, günün ağarması ve gerçeklerin gün yüzüne çıkmasıyla suretini gösterdi. Bu büyük yalan, Marks’ın da öngördüğü üzere, gücün hâkimiyetinden başka bir şey değildi.

Marks yine haklı çıkacaktı. Toplum yine ikiye bölünmüştü, demokrasinin vaad ettiği cennet bahçesinde. Beslenecek ve özenle çoğaltılacak faydalı bitkiler; yok edilecek olmazsa da kökünden sökülecek yabani otlar. Sistemin hukuku ve yasaları demokratik gerekçelerle ve gerekleriyle bu yabanıl otları biçecekti.

Yarım kalmış uygarlık; tökezleyerek ilerleyen liberalleşme ve toplumun zihnini yıkayan dini/ulusçu sosyal teorilerle desteklene dursun, kalkınma odaklı ekonomik sistemin sonucunda yaşanan ekonomik krizler ve gerek uzak gerek yakın tarihte yaşanan tüm insanî dramlar, aslında hiçbir zaman olmayan “Demokrasi” yalanının maskesini düşürüyor.

Sistemin demokrasi yalanı BM, AİHM, NATO, AB ve adını sayamadığımız onlarca kurum ve kuruluşun iyi niyetini ve kabiliyetini sorgulamaya mecbur kılıyor. Demokraside hedeflenen ana strateji, Filistin katliamları ile çökmüştür. Batı ve Avrupa halkları ve İsrail dahi demokrasinin yalan uykusundan uyanırken, Doğu halklarının ölüm sessizliği sistemin en büyük çarkının bu coğrafya olduğunu ispatlıyor. Çünkü çarklar Demokrasi yalanı ile özenle yağlanıyor, kitle buna inandırılıyor.

Bilindiği üzere siyasi partiler, sendikalar, cemaatler ve en büyük payla medya, toplumsal eylemlilik düzeyinde kitlelere kendilerini dayatan lokomotif güçlerdir. Bugün Filistin davası konusunda adını andığımız tüm unsurlar sessizdir. Bu sessizlik (dostlar alışverişte görsün riyakarlığını saymazsak) emperyalizmin Doğu halkları üzerindeki hegemonyasını açıklar.

Bugün Doğu ve İslam ülkelerinin Gazze’ye gönderdiği yardım gemilerinde tek bir ülke bayrağı yoktur. Açmazlar. Açamazlar. Lübnan'ın first lady’si, Siyonist çeteyi haklı çıkarmak adına, “Rehine analar için ağlıyorum” diyerek batı medyasına mektup yazıyor.

İsrail en büyük desteği Doğu coğrafyasında görüyor. Bugün sömürünün süper gücü ABD, İsrail’in küresel politikaları uğruna, menfaatlerini daima düşündüğü kendi halkını da sistemin kölesi yapmıştır. İsrail’in katliamlarına ses çıkarmak, hukukî haklarıyla itiraz etmek yasalarca suç sayılmıştır.

Burada açık olarak görülen gerçek uluslararası sistem, gerek hukukî gerek devletlerce oluşturulan kanunları eskiden olduğu gibi gizli değil, açık ederek yönetiyor. Bunu artık gizlemiyor. Devletler, partiler, ulus/uluslararası merkezli tüm kurum/kuruluşlar sisteme itirazsız ve açık açık biat ediyor. Bu, Filistin katliamına kadar açık edilen bir durum değildi. Filistin ve İsrail/ABD savaşı bu gerçeğin itirafı oldu. Maskeyi kendi elleriyle indirdiler. “Buna artık alışın” diyerek bütün dünyaya, bütün insanlığa meydan okumaktalar. ABD, Batı, Avrupa ve hatta İsrail halkınca gerçekleştirilen protestolar geri adım attırmadığı gibi, düzenledikleri “demokrasi gereği!” yasalarca cevap veriliyor.


Bugün güya İsrail’i kınayan ülkemizde yaşanan durum birebir aynıdır. Almanya cumhurbaşkanının Türkiye çıkarmasında, Steinmeier’in yanında AKP, CHP, MHP, DEM Parti temsilcileri ve seçkin(!) iş insanlarımız kuyruğa girip döner yerken, Almanya’yı protesto eden sivil halka ters kelepçe takılıyordu.

Kapitalizm için ne insanî kurum/kuruluşlar, ne devletler, ne de devletlerin siyasi partileri vardır. Postmodern toplumda tüm partiler ve onların arka bahçesi sendikalar “demonte” yapıdadır. Cıvata hepsine uyar! Tümü sistemle uyum içindedir. İsim değişikliği ile akışkan bir yapıyla yer değiştirirler sadece. Hiçbiri, uluslararası kapitalizme ses edemez. Çünkü toplum mühendisliği, bireysel/ örgütsel itirazlar tarih boyunca maliyetli ve kanlı olmuştur.

Çözümü kurtarıcı saydıklarımızdan beklemek artık boştur. Yıkımı azaltmanın, insanlığının kanını artık durdurmanın tek yolu, toplumun üzerindeki ağırlığı sorumlulukla yaymaktır. Birleşmek, direnmek ve sömürüyü yıkmak. Bu da ancak ve ancak tüm ezilen ve sömürülen halkların, işçinin ve emekçinin birliği ile mümkündür.

Sovyetler örneği, bize bu cennetin kapısını araladı. Aynı Sovyetler bize yapılan yanlışlarla birlikte bu kapının nasıl sonuna kadar kapanmamak üzere açılacağını da gösterdi.

Bugün her zamankinden daha çok Marks’a ve öğretilerine sarılma günüdür. Tarih, bize en doğru seçeneğin peşinden umutla, yılmadan gitmemizi söylüyor.

Tüm (gerçek) sosyalistlere büyük iş düşüyor. Umudu önce içeriye, sonra dışarıya yaymak en büyük insanî görevimiz.

* Adalet ve eşitlik davasını kendi haline bırakmayacağız!

* Zengin dünyanın kanımızla ve terimizle beslediği, keyfini çıkardığı tüm ayrıcalıklara son vereceğiz!

* Kapının ardında kurdukları cümbüşlü ziyafet sofralarını, öteki dünyanın devrimcileri and olsun ki yıkacaktır!

İdil Mevsim
8 Mayıs 2024

07 Mayıs 2024

,

Bozdoğan Kemeri

Bir dönem sosyalistlerin, gölge içişleri bakanı olarak kabul ve muamele ettiği İsmail Saymaz, “1 Mayıs solcu bayramı değil, polise öyle vurulur mu?” dedi, işçilerle solcuları ayırdı, ikincileri işaretleyip kriminalize etti. Ertesi gün gerçek içişleri bakanı, “Gereken yapıldı” deyip yapılan gözaltıları duyurdu. İşte alın size o çok istediğiniz CHP-AKP koalisyonu!

Bu koalisyon öncesinde tabii ki CHP’nin AKP’leştirilmesi gerekiyordu. İmamoğlu, gerekli kimyasal ve katalizör olarak iş gördü. Bir dönem ANAP’ın taklidi olan AKP’nin yerine CHP’yi monte ettiler. Tüm sosyalistler bu montaja alkış tuttular, “Batı bizi çok sevecek, ilerleyeceğiz, yaşasın!” diye sevinç gözyaşları döktüler. İngiltere’den gelecek “temiz 300 milyar dolar”a selam durdular.

İsmail Saymaz, SİP-SDP bünyesinde eğitim görmüş bir kişi. Sınıfsal karakterine uygun laflar ediyor. Mesele, sosyalist hareketin kapitalizm ve emperyalizme dair kırık dökük bilincini söküp atmış olması. Tarih bilinci zaten yok.

Sosyalist hareket, buradaki marazın, eksikliğin, 1920’de içişleri bakanı seçen komünist iradenin sonrasında devlete ve sermayeye teslim edilmiş olmasıyla ilgili olduğunu bir türlü görmüyor. O nedenle, İsmail Saymaz’ı eline verilen iki belgeyi paylaştı diye göklere çıkartıyor. Bu, özellikle sosyal medya solculuğu üzerinden, “bir şeyler yapıyormuş gibi görünelim, bir kişi seçelim, o bizim adımıza her türlü solculuğu yapsın” yalanına örgütlenmekle ilgili bir durum. Onun bu bataklıktan kurtulması mümkün değil.

Dün SDP ve TİP gibi Biden gemisine binenler, bugün o hükümetin kampüslerdeki Filistin destekçisi gençlere yönelik zulmünü seyrediyorlar ve tek laf etmiyorlar. Suskunluk kök salıyor.

Yetmişlerin sonunda İngiltere’de komünistler, İngiliz İşçi Partisi’ni tartışıyorlar. O dönem Emperyalizme Uygun Parti: İşçi Partisi isimli bir kitap kaleme alınıyor. Orada, İşçi Partisi’nin “kurulduğu günden beri emperyalist bir parti, emperyalizmden yana saf tutmuş bir parti” olduğu söyleniyor.[1] Bu emperyalizmle bağın “işçi aristokrasisi” üzerinden kurulduğu üzerinde duruluyor. Bizde işçi aristokrasisine ve onunla ilişkili küçük burjuvaya laf bile edilemiyor.

Bizdeki CHP, Alman ve İngiliz sosyal demokratlarıyla birlikte tanımlanıyor. O işçi aristokrasisinin ideolojisi veya ona denk düşecek görüşler üzerinden CHP, kurtarılacak kazanım olarak görülüyor. 

Parti, yaklaşık on yılda bir ölüm döşeğine düşüyor, her seferinde ona gerekli kalp masajını ve suni teneffüsü sosyalistler yapıyorlar. Kitleyle kurdukları ilişkileri olduğu gibi CHP’ye gönderiyorlar, daha doğrusu, CHP, sosyalist örgütlere gönderdiği kadrolarını topluyor. Kan akışı bu şekilde işliyor. CHP, sosyalist hareketin kalbi olarak görülüyor.

Korkut Boratav, o sebeple “CHP büyürse sosyalist hareket de büyür” zokasını sallıyor. Bu yalana inanan sosyalistler, TKP gibi örgütlerin tepelerine yerleşiyor, bu örgütlerin Orhan Gökdemir gibi solculuğu geçim kapısı kılmış tüccarları, utanmadan, CHP’ye Boratav’ı danışman olarak öneriyorlar. Sonra gene yalandan CHP eleştiriliyormuş gibi yapılıyor, bu sefer aynı TKP, köşesinde “komünistler burjuva partisine danışman öneremezler” diyor. Hep birlikte yalan söylüyorlar.

“Emekçilerin kazanım elde etmesinin yolları burjuva siyasi partilerinin bürolarından, kimliklerin kutsanmasından ve birbirlerine benzeyen yaşam tarzlarının birlikteliğinden geçmez”[2] diyen Sendika.org da yalan söylüyor. Örgütünün ve zihninin içinde CHP vekilleri olduğu gerçeğini gizliyor. Yıllarca kendisine inanan insanları bir günde CHP’ye nasıl sattığını hiç anlatmıyor. Sonra aynı yazar, “Kızılay Meydanı’na yüz binleri yığan, şubeleri mühürlenince mühürleri kıran, 4+4+4 eylemlerinde Ankara’da gaza copa direnen sendikal hareketten barikatların önünden çekilen sendikal harekete nasıl gelindiğinin nedenleri sorgulanmadığı müddetçe gerçek anlamıyla bir sınıf sendikasından söz edemeyiz” diyor. Ama tabii ki o sendikal hareketi kendisinin kurduğundan, şuan ki başkanın kendisiyle ilişkisinden, bu sendika ilişkilerini ve yapısını kendisinin inşa ettiğinden, bu dönüşümün altındaki imzasından, tüm ipleri CHP’li ağalara-paşalara teslim ettiğinden hiç bahsetmiyor. 

Bugün 1 Mayıs eyleminde DİSK ve diğerlerinin tavrını eleştirenlerin hepsi yalan söylüyor. O eleştiren örgütler bahsi edilen sendikal yapıların sahibi. Böylece sendikal alan gibi o alanın eleştirisine ipotek koyuyorlar. Eleştirileri bu şekilde boşa düşürmeye çalışıyorlar.

TKP’liler, kendilerini parti, CHP’yi cephe; Dev-Yolcular kendilerini cephe, CHP’yi parti olarak gördüğü için CHP’yi Marksist-Leninist manada eleştiremiyorlar. Bu sebeple, her on yılda bir ML’den bir adım daha uzaklaşıyorlar. Sonra da ML’yi kendi varlıkları ve fikirleri olarak tanımlamaya çalışıyorlar.

31 Mart ve 1 Mayıs sonrası sosyalist hareketin CHP konusunda yapacağı “eleştiriler”in yalan olduğunu söylemek, o yalanları o sol örgütlerin şeflerinin suratına çarpmak şart. Çünkü o şefler, o dünyalıkları ve ilişkileri adına gene yalan söyleyecekler, kitleleri gene oyalayacak, gene gidip düzene hizmet edecekler. Alanda “bu CHP ve DİSK bizi yüz üstü bıraktı. Bir daha bu kitleyi toparlayamaz” serzenişinde bulunan işçideki “gaz”, bir iki gaz cümleyle alınmaya çalışılacak. Bizzat CHP uşağı olanlar, CHP eleştirisi yapacaklar. Bu yalana hiçbir işçi-emekçi kanmasın!

Bugün 1 Mayıs’la açığa çıkan şu. Özgür Özel’in 1 Mayıs polisleriyle, İmamoğlu’nun Hamas’la ilgili açıklamaları, CHP’nin yönelimine ve varlığına dair işaretler veriyor. Kapitalizm ve emperyalizm gibi bir dert varsa buralara bakılmalı. O polisler, bir gün içerisinde “Erdoğan’ın özel faşist çetesi” olmaktan çıkıp “halkın polisi” mertebesine yükseldi. Hamas’la ilgili lafında ise İmamoğlu değil, İsrail konuşuyordu.

Eski TKP başkanı, “Batı’nın klasik modelinde sosyal-demokrasi burjuva düzenine karşı mücadele eden işçi sınıfından çıkmıştır. Bizde ise burjuva devriminin ve düzeninin kurucu akımının içinden”[3] diyor. Özünde kendi partisinin “yıkılan Cumhuriyetin kazanımlarını sosyalizme bağlayarak güncelleyen bir parti” olduğunu söylüyor. Ama nasıl oluyorsa kazanımların ardındaki CHP’yi örtbas ediyor, böylelikle CHP’ci olmadığı yalanını satabiliyor. Ama aslında onun şahsında CHP konuşuyor. Kazanımların sınıfsallığını ve politikliğini sorgulamıyor. “Çakma CHP” olmayı içine sindiriyor.

CHP’nin emperyalizmle, imparatorlukla, kapitalizmle mücadele içerisinde olan bir damara sahip yapı olarak görülmesinin en önemli nedeni Dev-Yol ise diğeri TKP geleneği. Bu iki yapı, CHP denilen kalbin pompaladığı kanla besleniyor. Buna mecbur. Onu sınıfsal-politik ve devrimci-politik açıdan eleştirmesi mümkün değil.

Aydemir Güler, o nedenle kapitalizm değil de “neoliberalizm” diyor.[4] Hâlen daha CHP tabanıyla ilişkili düşündüğü için neoliberalizm eleştirisi yapıyormuş pozu kesiyor. Aslında “yumuşak geçiş” için rıza imal ediyor. Çünkü neoliberalizmi eleştiren “liberaller daha iyi kapitalizm peşinde ve kapitalizmi sorun olarak görmüyorlar.”[5]

TKP gibi sol örgütler, Hacer Foggo, Selin Sayek gibi Batı ajanı solcularla münasebet kurabilmek için bu tür laflar ediyorlar. Tüm teoriyi, ideolojiyi ve politikayı CHP’yle ilişkiler, ilişki kurma ihtimalleri tayin ediyor. Ama ne var ki artık CHP iktidarda! Demek ki CHP konusunda yalandan eleştiriler kaleme almanın, onu eleştiriyormuş gibi yapıp ona tampon olmanın vakti.

Eskiden şu veya bu sebeple devlet içinde birileri AKP muhalefetine belgeler sızdırıyor, sufleler veriyor, içerideki gelişmeleri ifşa ediyor, AKP’ye muhalif isimleri reklâm ediyor, en basit devlet bürokratını, hükümet yetkilisine dair haberler yaptırabiliyor, en ufak olayda birileri linç ediliyordu. CHP’ye koca bir yandaş medya teslim edildi. Sosyalist basın, bu medyanın parçası kılındı. Paralar aktı, şöhretler artırıldı. Belediyelere artık AKP değil CHP’nin yazar bozuntuları çıkartılacak. Enver Ayseverler, uyduruk kurslar sayesinde dünyalık biriktirecek. CHP arpalığında herkes otlayacak.

Ama artık kimse, kapitalizmin ve emperyalizmin CHP eliyle sebep olduğu kötülükleri haber bile yapmayacak. Parktaki su birikintisinde boğulup ölen kız çocuğunun ölümüne sebep olanları kimse linç etmeyecek, adlarını bile anmayacak. Irkçı belediye başkanının mültecilere saldırısını kimse görmeyecek. Her şeyin üzeri örtülecek. CHP iktidarının bir Bahadır’ı, bir Metin’i, bir İsmail’i olmayacak. Çünkü son on yıl içerisinde Duvar, Evrensel, Birgün gibi sol yapıların başına hep CHP’liler getirildi. Göz mim çekildi, dil lal edildi.

Bugün Birgün’de, “Dolayısıyla bu kapsayıcılığı sağlamak lazım, milli bir mutabakat lazım. Madem biz ciddi bir ekonomik problemle karşı karşıyayız, kutuplaştırma siyaseti burada sizin işinize yaramaz”[6] cümlesine rastlamak tesadüf değil. Çünkü milli mutabakata ihtiyacı olduğu söylenen Mehmet Şimşek programı, aynı zamanda CHP’nin programı. Ama bunu hiçbir sosyalist yayın organı yazmaz, yazmayacak.

Bozdoğan Kemeri, sınıfsal ayrımın, sınıf mücadelesinin simgesi hâline geldi. “Kutuplaşma, uzlaşmazlık kötü ve zararlı” türü laflar, alanı terk eden CHP’nin dilinden dökülmeye başlandı. Türkiye Yüzyılı kapsamında sermaye örgütleriyle iş tutan DİSK, işçi sınıfını satmaya mecburdu. Asıl sorun, ortalıkta bunu eleştirecek tek bir sosyalistin bile kalmamış olması.

Eren Balkır
4 Mayıs 2024

Dipnotlar:
[1] Robert Clough, Labour: A Party Fit for Imperialism, İkinci Baskı, 2014, Counterattack, s. 12.

[2] Erbil Karakoç, “Derin Kırılmalar”, 2 Mayıs 2024, Sendika.

[3] Aydemir Güler, “Solda CHP’cilik”, 13 Nisan 2024, Sol.

[4] Aydemir Güler, “Yumuşak Geçişe Razı mısınız?”, 27 Nisan 2024, Sol.

[5] Bjarke Skærlund Risager, “David Harvey Söyleşisi”, 29 Aralık 2019, İştiraki.

[6] Sercan Meriç, “Şimşek, Ekonomi ve Gerçek”, 28 Nisan 2024, Birgün.