15 Eylül 2013

, ,

Yezidlerin Semahı

Yaşananlar yeni değil… İki binlerin başında Cumhuriyet gazetesi, Kemalist kurguya uygun biçimde, Aleviliğin salt bir kültür olduğunu haykırıyor. Onun dinî boyutunu kesip atıyor. Aşağı yukarı aynı yıllar… Tayyip Erdoğan da cemevi ile ilgili bir tartışma üzerine, aynı lafı ediyor ve cemevini bir kültür kurumu olarak kabul edebileceğinin sinyalini veriyor.
Bugün iki yaklaşım, Tuzluçayır’da buluştu. Olan bu. 
İzzettin Doğan, Aleviliği bir meta olarak pazarlamanın şampiyonuydu, dolayısıyla, hamlesi kendince doğruydu. İzzettin Doğan, doksanlarda da Aleviliğin bir biçimde kabul edilmesi için çok uğraş verdi. Vakfının Demirel’in emriyle kurulduğu, Tansu Çiller’den yüklü miktarda para aldığı söylendi. 
Vakfın o tarihlerde iş başvurularında bile özellikle asker kökenliler tercih ediliyordu. Her dönemin adamıydı Doğan, babası gibi. Kabul ettirilmeye çalışılan, saf anlamda Alevilik değil, egemenlerin bir silâh olarak kullanabilecekleri bir kurguydu. Aleviliği böylesi bir silâh olarak satabileceğini bilen Doğan, kendisini her vakit satmayı bildi, bunun için sadece kendini görme biçimi olarak, kâh liberal kâh faşist oldu.
Fukara Aleviler, kendilerinin kabul görmelerini mümkün kıldığını düşündükleri bu isme bel bağladılar. 
Örneğin 2000’de, Sünnilere hoş görünmek için “Ramazan cemi” diye bir şey uydurdu Cem Vakfı. Cami-cemevi projesinden önce de, tıpkı yıllar önce Diyanet İşleri’nin hurafelere karşı başlattığı kampanya gibi, ülkedeki tüm cemleri tektipleştirecek, “çarpıklık”lardan arındıracak bir çalışmaya girişti. Cem ayininin standardize edilmesi, tüm Alevilerin devlete bağlanması idi. Yani özünde Cem Vakfı, Alevilerin Diyanet İşleri Başkanlığı’ydı.
* * *
Egemenlerin kültürel bir renk olarak Alevilikle bir sorunu yok. Hatta onu öz Türk kimliği, hakiki İslam ya da “Anadolu felsefesi” olarak satmaya çalışanlara da tanık olundu. Dert, mesele, onun ne olduğunda. Aleviliği kimlik hâlinde satanlar, onun ne olduğuna efendilerden yana olacak şekilde, çoktan karar vermiş isimler. 
Tüm söz konusu teşebbüsler, Aleviliğin sömürüye ve zulme karşı mücadele içinde yanan bir devrimci ocak olarak söndürülmesi için. Onun bugün var olmasını sağlayan, o ocaktaki köz.
* * *
Demek ki tersten, kültürel, öznel ve bireysel bir oluşa, kimliğe indirgenmiş bir şeyin şampiyonluğunu yapmak, sömürüye ve zulme karşı mücadeleye mani olmaktır. Bu kimlik ve ideoloji, pekâlâ “devrimcicilik” de olabilir. 
Devrimcicilik de devrimciliğin ne olduğuna ilişkin tartışmayı boğmak, onu kendi varlığında, bir kimliğe kapatmaktır. Burada ocaktaki közden değil, mangaldaki külden söz etmek gerekir. Bu tür küçük burjuvalar, kendilerini görürler, kendilerine insan örgütlemeye kalkarlar ve sadece kendilerini göstermek isterler. “Devrimcici” kimliklerine yönelik eleştirileri, mangalda kül bırakmayan oyunculukları ve pazarlama teknikleriyle savuşturmak isterler.
İzzettin Doğan’ın ve Fethullah’ın verdiği gibi, bir yerlere mesajlar verilir. Ve aslında, ilkinde Alevilik, ikincisinde İslamî hareket gibi, devrimcicilik kimliği üzerinden, devrimci örgütler likide edilmek istenir. Asıl mesaj onlaradır. Saldırılar, eleştiriler, kişiye yöneliktir, kişiyi ezmek içindir ve mantıksal açıdan safsatadır, kıyas-ı batıldır. Hakikat onların düşmanıdır. 
Oysa dövüşenlerin hakikate ihtiyacı vardır. Batıl, ne olduğunu gizlemek, kim olduğunu herkesin gözüne sokmak zorundadır. Hakikat, bu perdenin yırtılmasına muhtaçtır.
Aleviliğin üzerine perde gerenler, onun ne olduğunu saklayanlar, kişilerin varlığına kapatanlar, kendilerine verilen görevi yerine getirmek için onun bağlarını kesmek zorundadırlar. Aleviliği fukara halkların direniş hattı olmaktan çıkartmak için onun kabul edilebilir bir kimliğe indirgenmesi şarttır. Kendinden menkul özellikler icat edilecek, diğer mazlum halk katmanlarıyla arasındaki bağları tek tek kopartılacaktır.
Sivas ve Gazi katliamlarının yapılmasının nedeni budur. Orman kanunlarının işlediği günlerde ormancıların yangınları söndürmek için kullandığı yöntem devreye sokulmuştur: yangın, bir başka yangınla söndürülmek istenmiştir. 
Bugün Alevi hareketinin önemli bir bölümü, bu momentlerde politikleşmiş kesimlerden oluşmaktadır ve bu kesimler, aksine, suçu, günahı devrimcilerin ve diğer mazlum dinamiklerin sırtına yükleyenlerdir. Yani aslında, “bu devrimciler yüzünden onca gencimiz öldü” diyen Alevi sayısı, hiç de az değildir. Bu tür Aleviler, kendinden menkul bir meta olarak pazardaki Alevilikten memnundurlar.
* * *
Küçük burjuva damar, bu anlamda Aleviliği bir meta olarak sattığı için, onun pirüpak olmasını tercih etmektedir. Devlete veya burjuvaziye hoş göstermek için üzerindeki kan, gözyaşı ve barutu temizlemesi şarttır. Fethullah’a ambalajlanıp satılan Alevilik, bu kesimlerin bir malıdır. Zira Fethullah da Said-i Nursi’nin kırklardan sonra antikomünizm kampanyası gereği kemalizme örgütlenmiş koludur. Oradaki dert de İslam’ın kabul edilir olmasını sağlamaktır. 
Egemenlerin kabulüne şayan bulunan İslam, elbette ki dövüşmeyen bir İslam’dır. Bu Sünnilikle Aleviliğin “musahip” olması, birbirine kemerbest takması, yezidlerin semahını dönmek içindir.
Fethullahçılık, İslam’ın ılımlılaştırılması ve solun tasfiyesi demektir. Kırklardan beri ona verilen görev budur. Bu memuriyeti devam ettirmek, Fethullahçılar için ibadetten önce gelir. Aslında ibadet, bu memuriyetin emekliliğe kadar sürdürülebilmesi içindir.
Kemalist cumhuriyetçilik, türkülerdeki “şah” sözcüğünü silmek, Âşık Veysel’e dahi şah yerine “dost” dedirtmektir. Şah demek, Alevilik için başkaldırıdır. Sünni için “Bismillah” neyse, Alevi için de “Bismişah” odur: ikisi de meydan okumadır, zalimi meydana çağırmadır. Allah’ın ya da şahın adıyla söze başlamak, eyleme çağrıdır. Allah’ı ve şahı terk edenlerin sadece kendi adlarıyla özel burjuva salonlarda buluşmuş olmalarının bir hükmü yoktur.
* * *
Son dönemde ne olduğunu devrimci bir sorguya tabi kılmak yerine, kim olduğuna dair algıyı popüler bir dalgaya kurban eden Antikapitalist Müslümanlar da söz konusu Fethullahçı haleye nesnel olarak kapılmışlardır. Herkes ve her şeyle bağlarını kesmek, kibir üzre hareket etmek, ister istemez, var olmak için sağdan soldan gelen fısıltılara onları kulak asar hâle getirecektir. Dolayısıyla “Antikapitalist” ve “Müslüman” ayrıştırılacak, buradan, sadece hoşgörü bahçesi olunduğunun mesajı verilecektir. 
Ankara’daki AKM derneğinde Fethullah-İzzettin Doğan girişimi olan cami-cemevi projesinden bir iki hafta önce, “gidip Keçiören’deki cemevinde Cuma namazı kılalım” kararı, tam da bu fethullahçılığın bir yansımasıdır. Ama aynı dernek, soldan alan çalma emri gereği, tabiî ki Tuzluçayır’daki direnişte de flamasını sallamayı ihmal etmeyecektir.
Papa’nın elini öpen Fethullah, bir Alevi cemaati liderine elini öptürmüştür. İkisi de cemaatini “ben onları kandırıyorum” diyerek ikna ediyor olabilir, ama ikna odaları henüz kaldırılmış değildir. O odalara 28 Şubat’ta “girin” emri veren Fethullah, Erbakan’dan önce teslim olmuş ve başörtülü kızların direncini kırmıştır. 
Aynı dönemin ürünü olan İzzettin Doğan ise Aleviliğin Fethullah’ı olarak, Alevileri burjuvazinin ve devletin kucağına itmekle görevli bir isimdir. Babası ve kendisi Demokrat Parti, MHP ve DYP çizgisini takip eder, vakfının kurucuları da altmışlarda Türkiye İşçi Partisi’ni ezmek için kurulan Birlik Partisi’nin bileşenleridir.
* * *
Bugün camide badminton oynanması ile bir caminin alt katında semah dönülmesi aynıdır. Söz konusu proje, devletin ideolojik aygıtı olarak caminin içine cem sokacak, ama o ceme “lânet yezide” sözü asla girmeyecektir. Bu sürecin hoşgörü ve birey hakları teraneleri üzerinden övülmesi mümkün değildir. Pratikte gerçekleşen, bu topraklardaki bir direniş dinamiğinin tasfiyesidir. Yezid’i birey olarak yüceltip onu hoşgörü adına yanına oturtmak, Aleviliğin tükenişidir. Yezid lânettir, lânetlidir ve lânetlenmek içindir.
Fethullahçılık, söz konusu tasfiyenin ana bileşenidir. Resmî İslam içine çekilen Aleviliğin dişleri sökülecektir. O dişlerin kökleri Kerbela’da, Ehl-i Beyt’tedir. Isırma ihtimali de geleceğe dairdir. Demek ki Aleviliği bugünde kurtardığını, yücelttiğini düşünenler, öncelikle bu geçmişi silecek, gelecekteki ihtimalleri ortadan kaldıracaktır. Fethullahçılığın sol içine uzanan biçimlerinin günlük, çözüm odaklı yaklaşımlara bel bağlamasının nedeni buradadır. O kitlelere “sol size bugünde hiçbir şey veremez, aç karnınızı doyuramaz” diye haykırır. Kitleleri geçmişsiz ve geleceksiz bir yere hapseder.
Bu teorik ve pratik yönelim, her zaman sadece kendisini gören kişilere muhtaçtır. İzzettin Doğan bu zihniyetin ajanıdır: kendisi, Fethullah Gülen’in söz konusu projeyi önerdiğini, kabul ettiğini, ama artık camilerin de işlevinin değişmesi gerektiğini söyleyip “aşevi” önerisinde bulunduğunu söylemektedir. Aşımıza göz koyanlar kepçeyle çaldıkları ortak rızkı, lütufla, çatalın ucuyla dağıtmayı tek çözüm yolu olarak yutturabileceklerini zannetmektedirler.
Sadece kendini görmek, sadece kendine insan örgütlemek, ideolojiyi de buna göre biçimlendirecektir. O, ancak özel insanların ulaşabileceği bir fildişi kulesine yerleştirilecektir. Egemenlerin bu türden eğilimleri sevinerek izlediği açıktır. 
İlgili ideolojiler, dolayısıyla özellikle liberal olan, özgürlükten dem vuran, o ideolojinin yükselmesini isteyen, var olması için çalışan, onu sürekli satan, satıştan nemalanan, asla o ideolojinin neferi olamayan, ilk fırsatta o ideolojiyi var eden teorik ve pratik kavgaya ihanet eden küçük burjuvalara ihtiyaç duyarlar. O küçük burjuvalar, bu praksislerinden ötürü eleştirildiğinde, “vay ideolojiye saldırıyorlar” diye feveran edeceklerdir. 
İzzettin Doğan’ın Tuzluçayır’da direnenleri “düşkün” olarak ilân etmesinin nedeni budur. Devrimcicilerin kendilerine yönelik eleştirileri aynı ahlâksızlıkla bel altından cevaplamaları da buradadır. Alevilik’te dedelik makamı bile sorgulanır, lağv edilir, ilahi ve mutlak bir kudreti yoktur. Düşkünlüğü ise belirleyecek olan, halkın ta kendisidir, fukara Alevilerin elindeki üç kuruşluk arsaları yağmalayan bir “arazi mafyası” ya da sünepe bir “tetikçi” değil.
Haziran direnişi süresince ayakta olan, direnen halkın önemli bir bölümünün Alevi olduğu söylenmektedir. Cami-cemevi projesinin tam da bu hattı kesmek için devreye sokulduğu açıktır. Proje, bir yönüyle Fethullah’ın CHP sopasını AKP’ye sallaması olarak da okunabilir. Ne olursa olsun, Aleviler, tanınma ve kabul edilme üzerine kurulu siyasetlerinin bu türden oyunlara âlet edilmesine daha çok tanıklık edeceklerdir.
Siyaset içi bir devrim cereyan ediyorsa, küçük burjuvaların Alevileri o devrimden kaçırması ve bir tür Aleviciliğe kapanması ciddi bir tehlikedir. Aynı şekilde sol içi bir devrim cereyan ediyorsa, küçük burjuvaların solculuğu ve devrimciciliği koruma altına alması, sömürülenlerin ve mazlumların kolektif pratiğini teorik ve pratik olarak akamete uğratacağı kesindir. Tezgâhlar bozulup dağılıyorsa, dağıtana değil, tezgâha ve orada mal satıyor oluşa kızılmalıdır.
Eren Balkır
14 Eylül 2013

10 Eylül 2013

,

Geleceği Direnenler Kuracak


Ahmet Atakan’a…


Askere karşı savaşarak kendisini kurmuş olanla, bugün kendisini polis gücüne karşı dövüşerek kuran arasında temel bir fark vardır. İlkinin ikincisini küçük görmesi mümkündür ama anlamsızdır. İkincisinin birincisini dışlaması mümkündür ama yanlıştır. Mücadele içinde olanların ve kendilerini özne olarak orada kuranların ortaklaşa öğrenecekleri çok şey vardır.

HDP, seçim startı vermiştir ve amblemini, Gezi’ye atfen, ağaca çevirmiştir. Belediyeciliğe endeksli bir siyaseti takip edeceğini deklare etmiştir. Gezi sürecinde kılı kıpırdamayan partinin amblem değişikliği, başarılı bir reklâm faaliyetinin ürünü olarak görülmelidir. Üç aydır ortalıkta görünmeyenlerin kendilerini göstermek için bu tür amblemlere muhtaç olması, anlaşılır bir durumdur. Dostun-düşmanın gördüğü bir öznenin kendisini göstermek gibi özel bir kaygısı ve gayreti olamaz.

BDP saflarında belediye seçimlerine yönelik olarak süren tartışmalardan HDP yenilgiyle çıkmıştır. Adalı’dan gelen talimata rağmen BDP, seçime HDP’den ayrı girme kararı almıştır. Bu, Türkiye solunun tasfiyesidir. Türkiye solunun kendisini büyük göstermek için karşısına geçtiği dev aynası kırılmıştır. Bu düş kırıklığı ya da sırttan bıçaklanma değil, hakikatin attığı bir tokattır. Seçimlere ayrı gireceğini öğrenen HDP, batıda tek bir Kürd’den oy alamayacağını bilmelidir.

Kürd hareketi, kendisinin istismar edilmeye çalışıldığını görmüştür. BDP’nin Türk tarafına ses vermesi HDP sayesinde değil, ona rağmen olacaktır. Zira HDP, tam da kendisini çok başlı ve parçalı yapısı ile bir dalgakıran olarak örgütlemektedir. BDP’nin tam da bugünkü gibi, polis şiddetine karşı verilen dövüş içinde kurulacak bir özneye ihtiyacı vardır. O kadar kimlikçiliğin içinde Kürd’ün, basit bir kimlik olmaya karşı direnç geliştirmesi gayet doğaldır, yaşanan ayrışmanın nedenini burada aramak gerekir. Küçük burjuva antagonizma kurgularına ve kimlikçilik teranelerine Kürd’ün karnı toktur. Kürd kadındır, kadıncılığı sevmez; millettir, milliyetçiliği sevmez; onunla kim’liği değil, ne’liği üzerinden ilişki kurulmalıdır. Ne’liğini görmeden, kim olduğuna odaklanmak ve buradan kişisel rabıta kurmak, mücadele içinde oluşmuş Kürd’ü rahatsız edecektir.

Bugün Gezi ile başlayan ve kendisini polis şiddetine karşı yeniden kuran bir HDP, yoktur. Dolayısıyla, olmayan bir öznenin, kendisini askere karşı mücadeleyle kurmuş bir özneye siyaset telkin edebilmesi mümkün değildir. Gezi süreci, Eylül’e uzanan koluyla birlikte, “ulusalcı” olarak etiketlenen yapılar şahsında ilerlemektedir. Bu kol, en fazla, seçimlere kilitlenen CHP’nin önünü temizlemek için devreye sokulabilmektedir. HDP, tam da bu nedenle sahada yoktur. Onun, AKP ve CHP’yi nesnelleştirip her ikisinin kitle tabanını gören ve devrimci, dikine bir hat açma derdi bulunmamaktadır.

HDP’nin, Suriye yüzünden gerginleşen bir coğrafya olarak, Antakya’ya dair tek lafı yoktur. Alevilere yönelik devlet hamlesine karşı tepkisizdir. Zaten devrimcilerle olan gerilimi üzerinden Okmeydanı, Gazi gibi yerlerde geri plandadır. Kitle örgütleri ve sendika odalarına hapsolmuş bir pratiğe göre kendisini kurmaktadır. O odalar, sadece sokaktaki polis gazı içeri dolduğunda boşalabilmektedir.

Bu sürece yiğit Kürd gençlerinin dâhil olması yönünde ham hayaller beslemenin anlamı yoktur. O gençler, sadece politik olarak kendilerini var eden zulmü tanırlar. Doğal bir oluştur bu. Kürd gençlerinin çıplak vurucu güce indirgenmesi onlara hakarettir. Sokağa gelmiyorlarsa bildikleri bir şey vardır. O bildiklerini bugün küçümsememek gerekir.

Mısır’daki katliamı küçümseyen bugünün sokaktaki solu, Kürd’e yönelik zulmü de küçümser, dışlar bir yerdedir. Mazlum halk bölüklerinin birbirlerine yönelik hasetleri ve husumetleri tarihin bir trajedisidir. Bugün sokaktaki polisin Mısır’da Adeviye’ye saldıran, Cizre’yi ateşe boğan, Gazze’yi kanla ezen askerle aynı mayadan olduğunu anlaması için halkın direniş süreci içinde pişmesi bir zorunluluktur. Bu zihinsel bağları kuracak bir parti olamamaktır HDP’nin günahı. Küçük burjuva bir parti olarak HDP, yerin bir karış altındaki proleter olanla köksel bağlarını kestiği için, bu zihinsel ve somut maddî bağları kurması mümkün değildir. O, ordusu olan bir güce sırtını yaslar ama “antimilitarizm” şampiyonluğu yapar; “pleplerin diktatörlüğü”ne dayalı harekete rağmen, demokrasiciliğe meyleder. Ordu ve plepler olmadığında yenilgi ve teslimiyet kaçınılmazdır oysa.

BDP’nin ayrı olarak seçimlere girmesini isteyenler, HDP’yi “geri kafalı” görmektedirler. HDP de kendisi dışında kalanları aynı minvalde eleştirmektedir. BDP’deki bir damara göre, hareket coğrafyadaki fiilî dönüşümleri iyi okumuş ve gerekli hamleyi yapmıştır. Birileri geride kalmıştır. HDP bileşenlerine göre ise, kendisi dışındaki sol otoriterdir, indirgemecidir, kabadır, demokrasiden habersizdir. Tüm bu ideolojik tartışmaların yaşandığı momentte Antakya sokaklarına bir gencin kanı akmaktadır. Birileri merdivenleri boyama derdindeyken, faşizm kanımızla boyamaktadır toprağımızı.

Seçimle ilgili pratiğe kilitlendiğinden HDP, Gezi sürecinden öznel kaygılarla uzak duran BDP’nin yanında yer almıştır. Eylül ise son çare ve fırsat olarak görülmektedir, ancak kitlelerin bu hamleye cevabı olumsuzdur. Seçim yüzünden BDP’yle iyi geçinmeye bakan bir parti, ayrışma netleşince sokağa çıkma kararı almıştır. Çıkış da ancak ufak tefek basın açıklamaları düzeyindedir. Haziran direnişinin geçici olarak kurduğu kitlesel öznellik, şiddetten arındırılıp, burjuva partilerinin yedeğine çekilmektedir. “Bu kitlesel hareket kendi partisini kursun” diyen de, onu burjuva partilerine bağlayanlar da küçük burjuvalardır. Kitlenin korkan yanıdır küçük burjuvazi. Kendi hayatî ve meslekî tahayyülünü harekete hâkim kılmıştır. Örgütler de bu menzilden ve ufuktan azade değildirler.

Direnişin kolektif bir akla ve ocağa ihtiyacı vardır. Seçim endeksli pratiğe kilitlendiğinden, HDP’nin bu ihtiyacı karşılaması mümkün değildir. Reformist partilerin de kendilerini buradan yeniden kurma imkânı bulunmamaktadır. Askere göre kendisini kuranın dağları vardır; polise göre kuranınsa teslimiyetin mekânları olarak kentleri. Bu kentlerde, yükseğe, korunaklı bir alana ve geçitlerle birbirine bağlanan bir ağa rastlanmamaktadır. Dolayısıyla, polisin şiddetine karşı kendisini kurma imkânı, havada gaz bulutu ile birlikte, dağılmaktadır. Tek politik gündem seçimdir ve seçim öncesi süreç sığ ideolojik hamlelere kilitlenmektedir. Kitlelerin yüksekte, korunaklı ve organik bağlara sahip bir kolektif özneye ihtiyacı olduğu kesindir. Ancak her özne, kitlelerin yükselen dalgası altında kalmaktadır. Yüksekte, yücede duran bir bayrağımız, bayraklaştırdığımız bir örgütlülüğümüz yoksa yenilgi kaçınılmazdır.

Şehidlerimiz birer bayraktır. Bayrak, bugün Ahmet Atakan’dır. Akıl da, ocak da, namlu da, mevzi de odur. Bir Ahmet’i daha yitirmenin acısı bu ülkenin kalbini dinamit kuyusuna çevirmelidir.

Eren Balkır
9 Eylül 2013

09 Eylül 2013

,

Gözün Görmediği


ODTÜ ve Tuzluçayır direniyor… Faşizm, efendilerine verdiği söz gereği, tüm muhalif odakları köreltmeye, tüm ocakları söndürmeye kararlı. “Ön kapalıysa ön açılacak” gibi saçma cümleler kuruyor başbakan. Ön açma pratiği dâhilinde olimpiyat ateşi, daha yanmadan, sönüyor.

Biri, Tokyo’nun kazanması ile ilgili yoruma, “keşke olimpiyatı alsaydık da onu sabote etseydik” diyor. Aslında meseleyi öznelci ve görsellik üzerinden ele aldığını söylemiş oluyor böylelikle.

Öznellik, esasen görünürlük ve göze göre kurulmuş oluyor. Görünürlük ve göze göre kurulmak, görünenin arkasındaki ve gözün berisindeki yıkımı, dağılmayı, çözülmeyi ve küçülmeyi gizliyor sadece. Zevahiri kurtarmak, özneler arası yarışta birinci gelmenin yegâne garantisi hâline geliyor. Örgütlülük ise kişilerin kendilerini gösterme ihtiyacı ile ilgili bir meseleye indirgeniyor.

Kolektif olan pratik, dolayısıyla, kişiyle başlayıp kişiyle bitiyor. Kolektif, gündelik hayatta gizlendikçe birey onu dağıtıyor. Daha doğrusu birey, kolektifi ezmek ve dağıtmak için gündelik hayattaki görselliğe ve görünürlüğe daha fazla abanıyor.

ODTÜ ve Tuzluçayır direniyor… Direniş mevzii görünürlüğe göre teşkil ediliyor, kolektif olana, onun toplumsal-tarihsel boyutuna göre değil. Solun iki kalesi, iktidarın masasındaki satranç tahtasında hedefe konuluyor. Birey, toplum ve tarihten çekildikçe, devlet dolduruyor boşluğu. Makro devlet mikro devletle yer değiştiriyor.

AKP, egemenlere verdiği söz gereği, solun görünür olan bu noktalarını silmeye ahdediyor. Sol ise daha fazla görünürlükle karşı koyabiliyor sürece. Saldırıyı gene görünürlük ve görsellik derdiyle göğüslüyor. Kendisini ısrarla görünürlük üzerinden kurmayı sürdürüyor. Kürd siyasetiyle ilişkisi ise onu dev aynası olarak kullanmakla sınırlı. Başka bir değeri yok. ODTÜ ve Tuzluçayır’da görünürlük direniyor, fazlası değil. Ahmet Kaya’nın dediği gibi, başkaldırılıp “varım benim farkıma” denmiyor, farkına varılması için başkaldırılıyor sadece. Farkı görecek olan da, nasıl oluyorsa, egemenler…

Adolf Hitler, çöken Almanya’yı diriltme sözü üzerinden, efendilerine kendisini ispatlamak için türlü taklalar atıyor. Çirkin ve sümüklü çocukların sınıfça çekilen fotoğraflarda arkaya itelenmesinde olduğu gibi, Hitler’in faşist çeteleri, toplumu iri ve diri göstermek adına, arızalı ve bozuk unsurları geri plana itiyor, gerekirse eziyorlar. Hitler’in propaganda sinemasına hizmet eden bir kadın yönetmen, Afrika yerlileriyle ilgili çektiği belgeselde pazılı, iri kıyım erkekleri teşhir edip duruyor. Solun bir kısmı ise, sığ faşizm eleştirisi üzerinden, siyasetini o çirkin ve sümüklü çocuğa acıyıp onu ön tarafa çıkartmaya indirgemiş durumda. Buradaki kibrin ne denli yaralayıcı olduğunun farkında bile değil. Tek meselesi, o çocuğun derdi ve öfkesini köreltmek.

Solun bir kısmında son on yıl içinde zuhur eden “gerontokrasi” edebiyatında da böylesi bir açık liberalizm, örtük faşizm var. Bilinenin aksine, Hitler’in SA’ları, o faşist gençler, ilkin Yahudi ya da komünist değil, sokaktaki dilencileri, engellileri ve yaşlıları dövüp öldürüyorlar. Gerontokrasi, yani yaşlı hâkimiyeti eleştirisi, “açın Türkiye’nin önünü” diyen Genç-Parti zihniyetinin bir uzan’tısı. Görünüşte genç ama öz itibarıyla gayet yaşlı bir zihniyet bu.

Bugünse sol içi muhabbetlerde gençler, direniş süresince aldıkları yaraları gösterip övünüyorlar. Yaşça kendisinden büyükleri ve onların sözlerini bu sayede ezdiklerini düşünüyorlar. Görselliğe kul edilmiş olan pratik, geçmişe kir muamelesi yapıyor. Bu pratik, egemenlerin “yeni ve genç Türkiye” masalına eklemleniyor. Görünürlüğe kilitlenmiş bir pratik ve bu pratikle kendisini kuran özne, ister istemez, pazılarını gösteriyor sağa sola. Her şeyini görünme üzerinden anlamlı kılıyor. Görünür olan beden sırdaki ruhla dövüştürülüyor, görünür âlemde bedenin tabiî kazanacağı bilinerek. Kitleye korku salarcasına, o nedenle, gözü gaz kapsülü yüzünden çıkmış insanların fotoğrafları dolaştırılıyor görsel âlemde. Görsel âlem tek eylem alanımız oluyor giderek. Eskiden telefon yokken tüm dostlarımızın numaralarını ezbere bilirken bugün bilmiyoruz örneğin. Görünür olmayana giderek daha az değer verir hâle geliyoruz. Gözden ırak olanı kalp n’etsin?

“Az laf çok iş” sözünün de böylesi bir “faşizm”i gizde taşıdığını anlamak gerek. Teorinin karşısına pratiği, sözün karşısına eylemi çıkartmak, döne dolaşa pragmatizme ve oportünizme varıyor. Teori görünür değil, pratikse kör göze parmak. Neyin fırsat ve yararlı olup olmadığını bilmek içinse, teorik bir kavga şart. Görselliğin hâkim olduğu gerçekte teori de meslekî ideoloji derekesinde ilerleyen akademizme kurban edilmek zorunda. Akademide süren kavgada ise hep yeniğiz.

“Olimpiyatları alsaydık da kendimizi gösterme fırsatı elde etseydik” anlayışı da burada. Femen grubunu bu yüzden seviyoruz galiba... Aslında egemenlerin her mevzi kaybı, nesnel ya da değil, hangi planda olursa olsun, önemsenmesi gereken bir husus. Ama sol, kendisini teşhir edememenin sıkıntısını çekiyor sadece. Sol öznelerde gösteri dünyası, reklâmcılık, iletişim, medya, bilgisayar teknolojisi gibi alanlarda uzman olanların köşebaşlarını tutmasının nedeni burada. Her eylemin altmetninde, aynanın karşısına geçip söylenen, “nasıl durdu üzerimde?” sorusu gizli.

Bir biçimde geçmişin eleştirisini yaparak, sahnedeki yerini almış kimi özneler, fırsat bu fırsat deyip, eski ama sahnede öne çıkan bir başka öznenin yanına sığınıyor. Bu özne CHP meselâ… Her mevzii ve her eylem momentini bir sahne olarak algılamakta ciddi bir sorun var sanki.

ODTÜ’de devlet bir hamle yapıyor. Kendi tabanını sola karşı bileylemek için bir oyun oynuyor. “Başörtüsüne saldırı” 28 Şubat dava süreciyle çakışıyor ve bir de buna “Sütçü İmam’ın torunlarıyız” edebiyatı ekleniveriyor. Sol ise görünür olmanın sevinciyle, yuvasına geri dönmekle yetiniyor. Mahrem olanı, görünmeyeni koruyan Sütçü İmam ile gerçek bir ilişki kuramıyor. Birilerine görünmek adına, 28 Şubat’ta devletin safında oluyor ve bunun ceremesini çekiyor. Görünür olmayan başörtülü kızların derdi ve öfkesiyle buluşamıyor. Bunlar, “yeni” devletin silâhları hâline geliyor.

Sol mahfillerde, olduğundan çok iri görünme gayretinde olan ve son dönemde muhafazakârlaşma kararı alan Antikapitalist Müslümanlar, nedense o muhafazakâr mahallelerde pek görünmüyorlar. Solu bu topraklara yabancı, kendisini “Anadolu’nun bağrından çıkmış hareket” olarak gören bu gençler, solu küçük burjuva bir yerden eleştiriyorlar. Sonuçta, “insan özünde Müslüman’dır, sonradan solcu olur” tekerlemesini kendince ispatlamak için “solcu genci hipnotize ettim, dua etmeye başladı” diyen Abdurrahman Dilipak’ın yanına ilişiveriyorlar. Aslında çok da önemli olmayan ama nedense öfke nedeni olan, ünlülerin Gezi sürecine katılmasına epey öfkelenen başbakanın yedek işlerini yapıyorlar. ODTÜ’deki olayla ilgili yazdıkları bildiri ve alelacele aldıkları tavır, bunun göstergesi. O kadar görünme telâşı, arkadaşların ODTÜ’deki olayın arkasındaki AKP’ye ve cemaate karşı körleşmelerine neden oluyor. Kendine çevrilmiş göz, sadece kendisini görüyor. O gözün sahibi “görün beni” diye sağa sola yalvarmak zorunda kalıyor. İşi gücü sadece kendisini göstermek oluyor.

Sol ya da değil, kendisini gözün gördüğü ile, görsellikle tanımlı kılan her özne, gözün sahibine bir biçimde hizmet ediyor. Hakikati hakikatle görme kavgası, var olan batılın gözleriyle görme pratiğinde heba ediliyor. Hz. Ali’nin sözüyle, “insan hakikati kendisine göre değil, kendisini hakikate göre tanımalı.” Kendisini “dostlar alışverişte görsün” anlayışına, “bize ne derler yoksa, kötü görünmeyelim” ahlâkçılığına ve “beni de görsünler” hukukçuluğuna bağlamamalı.

Daha yüksek flamalar, daha büyük pankartlar, daha büyük sloganlar, daha büyük iddialar havalarda uçuşuyor bugünlerde. Bu yarışın galibi, hep düşman oluyor. Devrimcinin görevi had bilip had bildirmek iken, hadsizlik görselliğin vazgeçilmez bir parçası oluveriyor. Devrimci özne, gerçeği izlemekle yetinen varlığa indirgeniyor. Bu, “böyle gelmiş böyle gider” zihniyetine kapaklanmayla sonuçlanıyor. Onca radikalizm, sırdaki, görünmeyen âlemdeki pasifizmi ve yenilgiciliği örtüyor. Kitleler, hiçbir şeyin değişmeyeceğine ikna ediliyor böylece.

ODTÜ ve Tuzluçayır direniyor... Haziran direnişinin medya ablukası sonucu mecburen girdiği alternatif medya ağları ve forumlar, zamanla, sürecin temel bileşeni oluyorlar. Bu pratik, doğal olarak gözlerini kör edip kavgaya girmiş kitlelere kendi yorgunluğunu ve dağınıklığını yediriyor. Ağlar ve forumlar, kendisini göstermek isteyene hizmet ediyor. Görünme derdi olmayan, kavganın içindeki insanlar yılarak geri çekiliyorlar. Kendilerine omuz atıp öne geçenlere kızıp gene susuyorlar.

Alternatif medya ağları ve forumlar önemli ölçüde seçimlere endeksli bugün. Ortadaki pratik, seçim sonuçlarının açıklandığı ekranlarda bir biçimde var olabilmeye kilitlenmiş durumda. O ağların ve forumların amacı, “devrimci siyaset” denilen çirkin ve sümüklü çocuğun arka sıralara atılması. Fethullahçı cemevinin temel atma törenine milletvekili göndermekten CHP yönetimi son anda vazgeçiyor. Kötü bir izlenim bırakmak istemiyorlar. Sonradan kenara itilmek üzere, fukara gençler yollanıyor barikatlara. CHP, AKP ile yaptığı kayıkçı dövüşünde, devrimcileri kullanabileceğini zannediyor. Gözün görmediği bu. O çocuğunsa yumruğu daha sıkı, dişleri kenetli, ayakları ise çıplak.

Eren Balkır
8 Eylül 2013

03 Eylül 2013

,

İştirakî


Marx, “proletaryanın vatanı vardır ve bu vatan yerin bir karış altıdır” diyor. Bu anlamda, İngilizcedeki “grassroots”a, Türkçede düzünden “çim kökleri”, anlam olarak “halk” şeklinde çevrilecek sözcüğe atıfta bulunuyor.

Marksizm pratiği; Marx öncesi sol, sosyalist, devrimci ve komünist pratikleri bu vatanda ortaklaştırmayı ifade ediyor. Vatan, sömürüye ve zulme karşı mücadeleyle, günbegün kuruluyor. Kuruluş süreci, yerin üzerindeki sarayların duvarlarını çatlatarak gerçekleşiyor. Vatansız mücadele olmuyor.

İştirakî, Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın yayın organı İştirak’a ve Anadolu’daki komünistlerin 1920’de kurduğu İştirakiyyun Fırkası’na ve Ortadoğu coğrafyasında şu veya bu içerikle oluşturulmuş tüm iştirakçi faaliyetlere atıfta bulunarak, söz konusu vatana dair kurma ve yıkma faaliyetine işaret ediyor. Ona ait olmanın iradesi olarak vücut buluyor.

İştirakî, ortaklaşma davası adına, teorinin, ideolojinin ve politikanın özel insanların dar dünyalarından çıkartılmasının bu kurucu-yıkıcı faaliyet için elzem olduğunu söylüyor. Sömürülenlerin ve mazlumların kolektif mücadelesini aslî hiza olarak belirleyip, özelleşmiş, kişiselleşmiş, daralmış ve giderek sığlaşmış tüm pratikleri mücadelenin ateşine çağırıyor. O, kolektif mücadeleyi meslekî ideolojilerin ve ideolojik mesleklerin kum havuzlarından kurtaracak olan iradeye örgütleniyor.

Cihan, bu ruy-i zemin, ortaklaşmanın, başka hayatın adımlarıyla çatlıyor. Sömürülen-mazlum halklar, kapitalizmin ve emperyalizmin kuruttuğu bozkırı akıllarının ve yüreklerinin ateşleriyle bir bir tutuşturuyorlar. İştirakî, o ateşte yanma çağrısı.

İştirakî, sınırsızlığın-sınıfsızlığın yeryüzü sofrasına, o sofranın kurulması için verilen kavgaya çağırıyor. Burjuvaziden ve devletten öğrendiğimiz her şeyi, onların dayattığı tüm ahvali o ateşin içine atıyor. Dökülen kan ve terle alıyor abdestini.

Kulübelerin öfkesini rekabetin ve mülkiyetin kendisine kurduğu saraylara çeviriyor. Marx, “Yapıyorlar ama ne yaptıklarını bilmiyorlar” diyor. Bu anlamda İştirakî, teorik pratiğiyle, yapma ve bilme arasındaki açının teorik ve pratik düzlemde devrimcileştirilmesine kendi varlığı ile mütevazı bir katkı sunmayı amaçlıyor. Dünya ve bölge kentlerinin sokaklarında yuvarlanan alev topunu teorinin tıkanmış damarlarına taşıyor.

Sömürüye ve zulme karşı direnç oluşturmuş ve oluşturan tüm dinamikleri kendisine yoldaş belliyor. Özel insanların dar dünyalarında devrimci teori, ideoloji ve politikanın burjuva siyasetinin liberal, muhafazakâr ve faşist türevlerine hapsolduğunu tespit ediyor. Geleceğin devriminin bugünde, söz konusu hapis duvarlarından kurtulmayı emrettiğini söylüyor.

Teorinin, ideolojinin ve politikanın esnaflarından, zanaatkârlarından ve tüccarlarından kurtulma çağrısı olarak İştirakî, bu üç alana dönük proleter bir müdahalede vücut buluyor. Bu vücut, sömürülenlerin ve mazlumların kanı ve teriyle var oluyor. Dolayısıyla, özellikle Doğu’nun ezilen Müslüman halk kitlelerinin sosyalist ve komünist hatla kesişsin ya da kesişmesin, ortaya koyduğu tüm pratiği sahipleniyor.

Kanı-teri, sömürüleni-mazlumu, tarihi-toplumu, insanı-doğayı, bedeni-ruhu ve geçmişle geleceği ayırıp karşı karşıya koyanlara karşı devrimci tevhidî mücadeleyi savunuyor. Bu ayrımların rekabete ve mülkiyete ilişkin ve içkin yanlarını redde tabi tutuyor. Küçük burjuva sınırları paramparça etmenin, ayrım çizgilerini silmenin gerekliliği üzerinde duruyor.

Bu noktada mütevazı bir çalışma olarak İştirakî, etrafına kendi sesini yankılamaktan başka işe yaramayacak duvarlar örmek yerine, duvarları parçalamaya yazgılı o sese katılacak öfkeli ve dertli sesleri arıyor.

Öfkeye ve derde selâm olsun.

İştirakî Kolektifi
3 Eylül 2013

30 Ağustos 2013

, ,

Endonezya’da Bir Müslüman Komünist


2008’de Endonezya’da bir başsavcı, Nur Hikmet tarafından yazılmış H. M. Misbah: Kızıl Hacı’nın Hikâyesi adlı bir kitabı yasakladı. Bununla da kalmayan başsavcı, Endonezya’daki birçok kitapevini kitabın satılmamasını garantilemek için sürekli taciz etti. Bazı yayın organlarında da belirtildiği gibi, kitabın yasaklanmasının iki ana nedeni vardı. Öncelikle kitap güya devletin 1966’da yasak ettiği komünist ideolojinin öğretilerini içeriyordu. İkinci neden ise kitabın kapağında EKP’nin (Endonezya Komünist Partisi) sembolü olan “orak-çekiç”in bulunmasıydı.

Bu yasak, Endonezya’da unutulmaya yüz tutmuş bir tarihsel kişiliğin, Hacı Misbah’ın, yeniden halkın gündemine girmesine vesile oldu. Birçok tarihçi basına Hacı Misbah’ın tarihteki rolüne dair demeçler verdi. Ne yazık ki Misbah hakkında çok fazla bilgi mevcut değildi. Nur Hikmet’in kitabı bile bu konuda oldukça zayıftı.

O dönem Tempo dergisi Hacı Misbah’ı kapağına taşımıştı. Ancak Endonezya’da İslam’ı ve komünizmi sentezleyen Misbah’a dair içerik cılızdı. Tempo, Joseph Sneevliet, Mas Marco ve Misbah’ı kıyaslayan bir makale yayınlamakla yetinmişti. Bu yazı, söz konusu gedikten yola çıkarak, Endonezya’da 20. yüzyılın ilk yıllarını Hacı Misbah’ın yahut nam-ı diğer Kızıl Hacı’nın hayat hikâyesi üzerinden izah etmeyi hedefliyor.

Hacı Misbah’ın önemi basit ama güçlü bir nedenden ileri geliyor: Misbah, komünizm ile İslam arasında bir ilişki bina etmeyi deneyen ilk kişi oluyor. Endonezya tarihinde birbiri ile ihtilaf hâlinde olan üç ideolojiyi; din, milliyetçilik ve komünizmi, uzlaştırma çabasını ilk olarak sergileyen kişi Sukarno olarak biliniyor. Gerçekte Misbah Sukarno’yu önceliyor.

Federspiel (2006) Misbah’tan 20. yüzyılın önde gelen Müslüman entelektüellerinden biri olarak söz ediyor. Misbah, Müslümanlar için sosyalizmin öğütlediklerinin hayatî olduğunu düşünüyor ve sömürgeci gücün karşısına doğrudan çıkan komünistlerin safında yer alıyor. Misbah, komünistlerin savunduğu “toplumsal adalet” ve “eşitlikçilik” gibi kavramların İslam öğretilerinin de merkezinde olduğuna inanıyor. Daha güncel bir ışık altında konuya eğilen Assyaukanie (2009) Misbah’ın bakış açısını şu biçimde belirliyor: Allah, Müslümanların birbirlerine karşı müşfik olmalarını emrediyor; dinlerinin zorunluluklarından olarak Müslümanların toplumdaki mustazaflarla omuz birliği içinde olmaları gerekiyor.

Tarihsel öneminin yanında Misbah’ı çevreleyen bir ihtilaf halkası daha bulunuyor. Ünlü bir tarihçi; Anhar Gonggong, Misbah’ı döneminin İslamî hareketine sızmış bir komünist olmakla itham ediyor. Gonggong’a göre Misbah, İslam’ı komünizm propagandası yapmak üzere istismar ediyor.

Hakkındaki münakaşalar şu gerçeği gölgelemiyor: Misbah hayatını davasına adayan biri. Sömürgeci kapitalist düzene ve Surakarta’da halka zulmeden Pakubuwono X’e isyan ediyor. Köylüleri ayaklanmaya çağırıyor. Sürgünde öldükten sonra davası yoldaşı Tjipto tarafından sürdürülüyor.

Hayatı

Günümüzün siyasal İslamcıları arasında adından neredeyse hiç söz edilmeyen Misbah, onlara komünizmi seçmiş biri olarak görünüyor. En yakın yoldaşı Tjipto Mangoenkoesoemo, Hollandaca konuşan, okuyan ve yazan ve hatta dostları arasında Hollandalılar bulunan ünlü bir Pergerakan (ulusal bağımsızlık hareketi) üyesi, batılı bir eğitimden geçmiş elit bir entelektüelken, Misbah, ulusal hareket içinde bilinmeyen, İslamî eğitim almış, Hollandaca değil, Arapça bilen ve bir tane bile Hollandalı dostu olmayan bir mübelliğ (tebliğci) idi. Düşüncelerini kendi çıkardığı gazeteler olan İslam Bergerak ve Medan Muslimin’de dillendiriyordu.

Misbah 1876’da Kauman, Surakarta’da dünyaya geldi. Ona Ahmet ismi verilmişti ancak evlendikten sonra ismini Darmoprono olarak değiştirdi. Hac ibadetini yerine getirmesinin ardından bir kez daha ismini değiştirecek ve ondan sonra Hacı Muhammed Misbah olarak anılacaktı. Sonraki yıllarda Surakarta’da, 1910’ların ortalarında, bir grup genç İslamcının (kaum muda) liderlerinden biri oldu. Zengin bir batik tüccarı ailenin evladı olan Misbah babasının bir din görevlisi olması sebebiyle Kasunanan’ın dindar bir muhitinde yetişti. Din eğitimi almak üzere bir İslamî okula yazıldı. Bu okulun yanı sıra yerel halkın gittiği “Ongko Loro” olarak adlandırılan okullardan birine de devam etti.

Misbah babasının yolundan giderek Kauman’da batik tüccarlığına başladı. İşleri yolunda gidiyor ve yeni yeni dükkânlar açıyordu. Bununla beraber Misbah halkçı ve eşitlikçi biri olarak biliniyor, herkesin imrendiği ateşli bir hitabet yeteneğine sahip bulunuyordu. Bu özellikleri halkın övgüsüne mazhar oluyordu. Bir hacı ve dinî bir lider olmasına karşın dış görünüşüyle sıradan bir Javalıdan asla ayırt edilemiyordu.

1914 yılında Marco Kartodikromo ile birlikte IJB (Endonezya Gazeteciler Birliği)’ne girerek siyasî alana çıkmış oldu. 1915’te Medan Muslimin adında bir gazete çıkarmaya başladı. İslam Bergerak gazetesi ise 1917’de yayınlanmaya başladı. Her ikisi de Surakarta’nın çok okunan gazetelerinden oldular.

Misbah insanları muhtelif şekillerde örgütlüyordu. Kâh bir greve kâh sömürgecilik ve kapitalizm üzerine görüşlerini serdetmenin bir yolu olarak kullandığı bir mitinge öncülük ediyordu. Kapitalizmin destekçilerine, bunlar Müslüman örgütlerden olsalar da, saldırıyordu. Surakarta’nın tiranı Pakubuwono X de Hollandalı kapitalistlere verdiği destekten ötürü bu saldırılardan nasibini alıyordu.

1919’un 7 Mayıs’ında tutuklanıp ardından 22 Ekim’de serbest bırakılması yerlilerin örgütü Sarekat İslam’ın bir zaferi olarak algılandı. Mayıs 1919’da Misbah ve Sarekat’ın başka bazı liderleri çiftçilerin grevine öncülük etmek suçuyla tutuklanmışlardı.

Misbah, “ne cezalandırılmaktan ne sürülmekten ne de asılmaktan korkun” diyordu kitlelere. Muhammed’in İslam’ı tebliğ ederken katlandığı zorluklardan örnekler veriyordu. Sürgündeyken, hayranlık duyduğu Karl Marx’ın fukaranın destekçisi olmak ve kapitalizmi telin etmek için verilecek mücadelede ne kadar önemli olduğundan söz ettiği bir makale yazdı. Makale temel olarak İslam ve komünizm hakkındaydı ve dinin kapitalizm tarafından yozlaştırıldığını, kapitalizme tarihsel materyalizm ile karşı çıkılması gerektiğini belirtiyordu.

Misbah, ezilenlerin yanında saf tutmayan İslamî kurumlardan hoşnut değildi. Ancak kapitalizmle giriştiği mücadele onun İslam’ın öğretilerini yüksekte tutmasına mani olmuyordu. Ona göre kapitalizm ve destekçileriyle mücadele Şeytan’la mücadeleydi. CSI (Merkezi İslam Birliği) bölündüğünde Kızıl SI (Sarekat Islam-İslam Birliği)’ne girdi. Sonra Surakarta’da Endonezya Komünistler Birliği’ni (PKI) kuracaktı.

Mayıs 1920’de Misbah tekrar tutuklandı ve Pekalongan’da iki yıl tutsak olarak kaldı. 22 Ağustos 1922’de Kauman’daki evine dönebildi. Mart 1923’te Kızıl SI’da bir komünist propagandist olarak boy gösterdi. Komünizm ile İslam’ın uyumu hakkında konuşmalar yapmaya başladı. Aynı hedefe yönelmiş olan İslam ve komünizmin bu yolda el ele verebileceklerini söylüyordu.

1924’de tekrar tutuklanan Misbah Surakarta’daki terör eylemlerinin beyni olmakla suçlanarak sömürge hükümeti tarafından aceleyle Manokvari’ye sürüldü. Sürgünde makalelerini yazmaya ve onları yayınlamaları üzere yoldaşlarına yollamaya devam etti. Manokwari’de, sürgünde öldü.

Bağlam ve Önem

Yirminci yüzyılın başlarında Surakarta saray ile sömürge hükümetinin çatışmalarına sahne oluyordu. Bu iki güç bölgedeki siyasî düzenin ve toplumsal yapının inşasında temel belirleyicilerdi. O dönemde batik sanayi bölgenin belirgin bir iktisadî gücü olarak ortaya çıkmaya başlamıştı, yüzyılın ilk on yıllarında sözkonusu sanayi büyümesini sürdürecek ve ulusal pazarda baskın bir konuma erişecekti.

Bu dönem aynı zamanda Surakarta’nın gelişmesinde yeni bir aşamayı da içeriyordu. Hollandalıların “modern dönem” olarak adlandırdıkları evre eğitimin de geliştiği yıllardı. Bu eğitim modernizme götüren yolun temel gereklerinden sayılıyordu. Surakarta’da birçok kişinin temel eğitim almasını sağlayan yeni okullar açılmıştı.

Yeni nesil eğitimli kişiler geleneksel köklere sahip olmakla beraber toplumsal bir devingenlik içindeydiler. Bu devingenlik sonraki zamanlarda bir öncü örgüt olan Sarekat Islam’ın kurulmasını getirecekti. Örgütün temelini batik müteşebbisleri oluşturuyordu ve örgüt başlarda, batik atölyelerinin bahçesine kurumaları için bırakılan batik kumaşlarını çalmayı âdet edinerek tüccarların iş gördüğü alanı güvenli olmayan bir hâle getiren “haydutlar”a karşı korunmak üzere işbirliği yapmak amacını güdüyordu. Örgütün kurucu liderleri kendileri de Hollanda idaresinin “ürün”leri sayılabilecek Tjokroaminoto, H. Samanhudi ve Mas Marco Kartodikromo’ydu.

Sarekat Surakarta’da ve başka şehirlerde giderek hükümete yönelik bir tehdit unsuru olmaya başlamıştı. Gazete makaleleri, protesto gösterileri yoluyla SI ve destekçileri eşit haklar için mücadele ediyorlardı. Takaşi Şiraişi’nin (1990) belirttiğine göre, SI aynı zamanda Çinli ticaret örgütleriyle de rekabet hâlindeydi.

Sözkonusu yıllar hızlı bir toplumsal değişime sahne oluyordu. Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminde ulusal hareket şiddetli bir değişim geçirdi. Yeni liderler ortaya çıkmaya ve hareket bölünmeye başlamıştı. 1918’in sonlarında SI hareketin öncülerinden olarak sendikalarla birleşmişti.

Ulusal hareketin restorasyonunun asıl mimarı Tjipto Mangoenkoesoemo’ydu. Önde gelen ulusal örgütlerden olan Insulinde Partisi’nin bir üyesi olarak Volksraad’a (Hollandalıların açtığı meclis) girmişti. Bu tarihî önemdeki olay Hacı Misbah’ın da devrimci bir vaiz olarak ortaya çıkışına denk düşer. Bir milliyetçi olarak Tjipto ve bir devrimci vaiz olarak Misbah’ın birleşmeleri ulusal hareketin Surakarta’da devrimci politik bir güç hâline gelmesini sağlayacaktı.

Yusran Darmavan
4 Mayıs 2012
Kaynak

26 Ağustos 2013

,

Ricatın Metafiziği

Tasfiye

Tarihsel planda Kemalizm, İslam meselesini çözmek için Türkçüleri ve solcuları kullanıyor. Bunları sobanın üzerindeki kestaneleri almak için gerekli maşa olarak devreye sokuyor. Türkçülük ve solculuk kullanıldıktan sonra tasfiye ediliyor. Öncesinde Türkçülük, sahneye “Muhammed Türk’tü” diye girip “İslam Arapların uydurduğu bir hikâye” diye çıkıyor. Solcular, örneğin “Şeyh Bedreddin” şiiri ile giriyor tartışmaya ve sonrasında batı aydınlanmasının klasiklerinin yeminli tercümanları olarak iniyorlar sahneden. Kemalizm, her bir düşmanını birbirine kırdırarak ilerliyor, kendisini bu şekilde kuruyor.

Kemalizmin cisimleşmiş hâli ve 28 Şubat’ın ürünü olarak AKP, bu araçları liberalizmin dahliyle zenginleştiriyor. Sonuçta İslam davası zararsız, tehlikesiz bir mecraya çekilmiş oluyor. AKP, tasfiye sonrası artakalan solculuğu ve Türkçülüğü liberalizmde birleştiriyor.

Antikapitalist Müslümanlar (AKM) bu gerilimde varlık alanı buluyor. Özünde Kemalist projenin modernist ve aydınlanmacı saldırısı ile İslam’ın ilgili mecraya çekilmesine katkı üzerinden yaşama hakkı bulabiliyor. Yani İslam, Allah’ın otoritesi, Kur’an’ın zamanı ve mekânı kuşatan hikmeti ve Peygamber’in rehberliği meselesi ise, Kemalizm kendi otoritesi, hikmeti ve rehberliği adına İslam’ı tasfiye ediyor. AKM, özünde bu tasfiyeye denk düşüyor. Esbab-ı mucibesi bu oluyor. “İktidarla mücadele edip de ona benzemeyelim” diyenler, tam da ona benziyorlar. Sömürülenleri ve ezilenleri iktidara, dolayısıyla AKP’ye karşı mücadeleden alıkoyuyorlar.

İnsan Haber’e verdikleri röportajda AKM’ci arkadaşlar, “Dini de, demokrasiyi de, sanatı da, hukuku da egemenler kullanırsa, bu zulüm aracına döner, aynı unsurları, ezilenler, yoksullar kullanırsa, bunu hayata geçirirlerse, buradan özgürlük, eşitlik, adalet çıkar.” diyorlar.[1] Eskiden “ezilenlerin iktidarını kuracağız” diyen bu arkadaşlar, bugün artık “özgürlük, eşitlik ve adalet”in iktidar ve otorite dışı olduğunu iddia ediyorlar ve ezilenlerin/yoksulların elinde iktidarın ve otoritenin başka bir hâl alacağını nedense söyleyemiyorlar. Gezi’de birkaç gün süren “komün” pratiğinin halesine kendilerini fazla kaptırmış görünüyorlar ve her yeri park zannediyorlar.

Gezi

Sol öznelerin hemen hemen hepsi, Gezi ve toplamda Haziran Direnişi’nin birleştirdiklerini dağıtmak ve kendi dükkânına istediği kadar insanı kapatmak üzerine kurulu bir siyaset yürütüyor. Herkes bir “Gezi ruhu”ndan söz ediyor ve bu ruh, illâki öznenin mevcut ruhuyla birlikte tanımlanıyor. Yani Gezi ruhunu herkes, mülk edinmeye ve başkalarıyla bu sayede rekabet edebilmeye çalışıyor.

Ama bu noktada Gezi ile Haziran Direnişi’ni teorik planda ayrıştırmak gerekiyor. Çünkü sol özneler, devletin iki ay süren operasyonu dâhilinde yaptığı bu ayrıştırmayı teorik planda yapıyorlar. “Doğrudan demokrasi”, “komün” gibi laflar, tam da Haziran Direnişi’nin kirini pasını, otoriterliğini ve melun karakterini Gezi’den ayrı tutmak için dillendiriliyor.

Oysa komün, İstiklâl’in ara sokaklarından birinde kitleye polisin saldırısı sonrası, insanlar sokağın ortasındaki çukura düşmesin diye çukurun etrafında kenetlenip duranlarda zaten cisimleşiyor, kendi bireysel hikâyelerini sürece dayatanların kaprislerinde değil.

Gezi Parkı ile ilgili benzer yanılsama AKM’ci arkadaşlarda da var. Onlar da bu ruhun “anti-otoriter” olduğunu söylüyorlar. Bu genel söylem, özelde tam da bugün mevcut otoriteye karşı mücadeleyi boşa düşürmek için dillendiriliyor. Oysa tersten, Gezi ruhunun gayet otoriter olduğu da iddia edilebilir. Gezi’de aradığını bulmak ve kendisini oradan kurmak, tam da Haziran Direnişi’ne yönelik devlet şiddetinden kaçmakla tanımlı. Artık taş alıp atmak, doğrulmak, dik durmak, maskesiz-baretsiz dövüşmek, örgütlenmek bile otoriter olarak damgalanıp çöpe atılıyor. Devlet kulaklara “hepinizi süpürürüm, diklenmeyin” diye fısıldıyor, bu emri birileri kitle içinde açıktan bağırmayı siyaset zannediyor.

AKM’ci arkadaşlar, tam da direniş sürecinde AKP’nin söylemlerine benzer şeyler söylüyorlar. “Gezi Parkı içindeki gençler masum ama onun dışındakiler terörist” yaygarası kopartan iktidar gibi AKM de hareketin “sivil” olduğunu ve “sivil kalması” gerektiğini söylüyor verdikleri röportajda. (“Hepimiz o sivil hareketin içinde kaybolmalıydık. Ama olmadı.”[2]) ama öte yandan da şehit düşen “beş kardeşimiz”den bahsediyorlar. Oysa beş kardeş iktidarın suratına iniyor ve bu tokat hiç de sivil bir biçimde gerçekleşmiyor. Sivil vurgusu, özünde, “tağuta karşı mücadele etmeyin” demek oluyor. AKM, AKP’nin muktedir olduğu dönemde, her türlü iktidar mücadelesinin altını oymayı görev olarak belliyor. Anarşizmin cenneti, kardeşlik edebiyatı bozulmasın diye herkes mücadele alanından kaçırılıyor. Dolayısıyla AKM, kendi içine hasbelkader girmiş ve Allah’ın otoritesine, Kur’an’ın hikmetine ve Peygamber’in rehberliğine tabi olmuş unsurlarını birer birer tasfiye etmek zorunda kalıyor. Sola kaybolmayı emrettiği gibi, kendi İslamcı köklerini de kurutmayı öngörüyor.

Cehennem

İslam’da herkesin öldükten sonra ilkin cehenneme gireceği varsayılır. Bu, anarşizmin koşulsuz herkesin doğrudan cennete gireceğine dair “iyi niyetli” yaklaşımına aykırıdır. Cehenneme giden yolun taşıdır iyi niyet zira. Dolayısıyla İslam, mücadelenin ideolojisi olarak, maddî ve diyalektik olana açık iken, anarşizm külliyen kapalıdır. O bireyi, Marx’ın tabiriyle, sahte peygamberlere kul eder ve onları budünyacı cennet tasavvurları ile kandırır. Zulme ve sömürüye karşı mazlumların ve sömürülenlerin ördükleri mevzileri dağıtmakla yükümlüdür. Tüm mevzilerin bireyi ezdiğini ve sömürdüğünü söyler, bir boş gösteren, bir tür sahte tanrı olarak bireye işaret eder ve mevzileri anlamsızlaştırır. Başkası için olmayı ve dövüşmeyi boşa düşürür. Allah-Kur’an-Peygamber, ümmet dolayımıyla, “biz”e ve “başka hayat”a işaret ederken, anarşizm bunları düşman kabul eder. Anarşizm, tüm muhalifliği ve reddiyeci görünümüne karşın, mazrufta sinik, teslimiyetçi ve idealisttir.

Doğduğu günden beri din düşmanı bir karaktere sahip olan anarşizm, bugün ancak Allah’ı birey, bireyi put yaparak İslam’la ilişki kurabiliyor. “La ilahe illallah” anarşist bir yerden tefsir ediliyor. Dolayısıyla bir mevzi olarak Müslüman mahallenin dağıtılması operasyonuna katkı sunuyor. Allah’ın otoritesi kabul edilirmiş gibi yapılıp, “zaten Allah da yok ki” denilerek, bireye dolaylı olarak işaret edilmiş oluyor.

AKP şahsında iktidar, bugün kendisini anarşizm gibi uç biçimleri dâhil, tüm bir liberalizm felsefesiyle koruma altına alıyor. Aslında devletin zoru ve faşizmi liberalizme yol açmak için ifa ediliyor.

Tertil ile, sindire sindire idrak edilmesi gereken, bu nedenle 23 yılda nazil olmuş olan Kur’an, bu liberalizmin elinde, içeriğinden ve bağlamından soyutlanıyor. AKM’ci arkadaşlar, dolayısıyla Allah’ı kendilerine bağlıyorlar, Kur’an’ı tarihselleştirip kendi dönemine hapsediyorlar ve bugünün tüm rehber olma iradesini, hakiki olan Peygamber’den başka bir imge olarak, kendi “Muhammed”lerine kilitleyip eziyorlar.

AKM’ci arkadaşlar, Gezi’nin yarattığı popülerlik üzerinden, “biz artık olduk” diyorlar ve giderek anarşist sol bir özneye dönüşüyorlar. Söz konusu kanaat üzerinden, “eşitlik, özgürlük, adalet… İşte biz bunun hepsine Allah diyoruz” diyorlar. Allah’ı (kendilerinde) tanımlıyorlar. Ama öte yandan Fransız Devrimi’nin öne çıkardığı bu kavramları sonrasında tartışmaya açmış tüm birikimi bu Allah’çılığı ile çöpe atıyorlar. İlgili kavramları ilahi kata taşımakla onları buranın kavgasından kaçırıyorlar. Allah’la dövüşülemeyeceğinden, bu kavramları ilahi bir koruma altına almış oluyorlar. Solcuyu buradan avlayacağını zannediyorlar. Solu buradan tasfiye edeceklerini düşünüyorlar. Galebe çalmayı düşündükleri iki alan olarak sol mahalle ve Müslüman mahalleyi kendinden menkul anarşist bir Allah-Kur’an-Muhammed okumasına bağlamak istiyorlar. Muhafazakâr halkı bu “Allah” söylemi ile kandırabileceklerini düşünüyorlar. Fransız Devrimi sonrası anarşist felsefede kurgulanan eşitlik, özgürlük ve adalet söylemini kendilerini korumak adına, tarih dışına atıyorlar. Bunu yaparak, söz konusu kavramların arkasındaki maddî diyalektik sürecin Muhammedî hareket, Zenc İsyanı, Karmatîler ve Bedreddin Kıyamı’nı kesmesine mani oluyorlar. Oraları asla görmüyorlar. Özünde hareket, isyan, kıyam “otoriter”, “iktidarcı”, “bireyi ezen melânet” olarak damgalanıp tarihin çöplüğüne atılıyor. Gezi pratiği, “Ama doğru olan şuydu: Gezi'de de o anti-otoriter duruştu.” denilerek anti-otoriterliğe kapatılıyor. Öte yandan İstanbul valisi de parkı her türlü eyleme kapatıyor. İki tavır ortaklaşıyor.

Aynı şekilde söz konusu röportajda, benzer bir tanımlama üzerinden, bir arkadaş, “Kuranda mülk Allah'a aittir der. Biz de mülkün tüm azınlıklara ait olduğuna inanıyoruz”, bir başkası, “Mülk Allah'ındır, Taksim Gezi Parkı bütün İstanbullularındır” diyor. Buna göre, biri azınlıkları, diğeri İstanbulluları Allah yapıp, onları ikna edebileceğini zannediyor. Özünde “herkes Müslüman nasılsa” kibriyle, kısa vadede kolayca, uğraşsız ve tersiz, dövüşmeksizin, hemen kitleselleşebileceğini düşünüyor. Bir yanılsamaya kul oluyor, Allah’a değil.

Kibir

AKM sola konuşuyor, kimi yerde hakaret ediyor, bazen de onu küçük görüyor. Karşısındaki kişiyi küçülttüğü vakit kendisinin büyüyeceği yanılsamasına kapılıyor. Bu tavır, ilk dönem AKP’nin tavrına benziyor. Yanına liberalleri alan AKP sola saldırıyor ve orayı ezmeyi görev biliyor. Örneğin AKM’ciler “Taksim’e muhafazakâr semtlerden gelmek isteyenler, sol grupların meydanda bulunan pankartlarını görünce irite oldu. Fikir öne çıkmalıydı, figürler değil. Nasıl ki İslam'da peygamberin neye benzediği belli olmuyorsa, fikir ön plandaysa, sosyalistler de komünistler de böyle yapmalıydı. Vazgeçsinler... Che, İbrahim Kaypakkaya, Mahir Çayan, hepsi çok kıymetli insanlar, hepsi çok ciddi mücadeleler vermiş, kimsenin ödeyemeyeceği bedelleri ödemiş insanlar ama artık bunların arkasına sığınıp mücadele etmekten vazgeçsinler. Ortak bir mücadele dili oluşturup hareket edelim, yoksa üstesinden gelemeyeceğiz.” diyor ama öte yandan aynı kişi, “Ben 36 yaşındayım, hep kendi hâlinde sakin sessiz olmayı tercih ettim. Fakat dile getirdiğimiz söz öyle güçlü bir söz ki, o sözün arkasında durmak da bizi güçlü kıldı. Biz o sözü aslında kalkan edindik biraz da kendimize.” tespitini yapıyor. Oysa eleştirdiği solu da o pankartlar, cümleler ve isimler güçlü kılıyor ve sol da onları birer kalkan olarak kullanıyor. Kendi cümlesini kalkan olarak görüp aynı şeyi neden sola reva görmediği sorusunun cevabı yok.

Özünde AKM’ci arkadaşlar, “bu ülkede komünizm de Türkçülük de yapılacaksa biz yaparız” diyen dönemin Kemalist valisi gibi konuşuyor. Eksiği gediği, günahı sevabıyla bir birikime sahip sola “vazgeçsinler” diye talimat ve akıl veriyor, “yola gelin” diyor, “bu işi de biz yaparız” deyip tam da küçük burjuva solcular gibi, herkesi kendisine mecbur ve tabi kılmaya çalışıyor. Bu yanılsamanın kendisini teori ve ideoloji zannediyor. Kibirle, sola liberallerin eleştirisi sivriltilip saplanıyor, mızraklarının ucuna gene Kur’an sayfaları asılıyor. “Öncülük yapmayın, halkın öncülüğü içinde eriyin” emri veriliyor. Kendi siyasî geçmişleriyle ilgili olarak hiç tövbe etmemiş olanlar, sermayeye ve devlete teslim olmuş eski geleneklerinin akıbetini sola öğütlüyorlar.

AKM’ci arkadaşlar, bu aşamada, sol kütleyi avlamanın bir yöntemi olarak tuhaf tevillere ve tefsirlere yöneliyorlar. Örneğin “inanmamak da Allah’ın ayeti” diyorlar. Kur’an baştan sona inanmayanlara karşı mücadeleye dair ifadelerle yüklü iken, birden onlar da herkes gibi Allah katına çıkartılıyor. Bu söylem, dolayısıyla “devrimci peygamberlerin yolundayız” lafını boşa düşürüyor. Zira peygamberler tam da inanmayanlara karşı mücadele ediyorlar. Özünde Allah yeryüzünde bir puta, Kur’an basit bir slogan kâğıdına, Peygamber de güzel hasletleri olan bir Hint gurusuna dönüştürülüyor. Geri çekildikleri yer böyle olmayı emrediyor.

Ricat

Ricat, savaşta geri çekilmedir. Savaş taktiği açısından anlamlı olan ricat, dövüşerek geri çekilmektir. Dövüşmenin olmadığı bir geri çekilme, teslimiyettir. Haziran Direnişi’nin Gezi’ye boğulması, oranın hülyalı âlemine kapatılması, iktidarın istediğidir. Cem-i cümleyi bu geri çekilmeye katılmaya çağırmak, tehlikelidir.

Bugün Gezi’nin gazıyla Antikapitalist Müslümanlar, “Yusuf Tavaslı, hurafeler, muhafazakârlık” düzlemine geri çekilmişlerdir. Buradan, bir çıkışın, hurucun adı iken, ricatın sıfatı hâline gelmeye karar vermişlerdir. Artık cümlelerini kendinden menkul, bölünmemiş, devrimci politik müdahaleden kaçırılmış bir “muhafazakâr halk” öznesi ve buna uygun yüklemlerle kurmaktadırlar. Söz konusu ricat, özünde, bu ülkede egemenlerin iktidarını pekiştiren ve o iktidarın ürünü olan ilericilik-gericilik, laiklik-muhafazakârlık ayrımlarına tabi olmak demektir. AKM, huruçla birlikte diyalektiğin içinde bir madde olmayı reddetmiş ve ricat sonucu metafiziğin içinde, her şeyden münezzeh bir ruh olmaya karar vermiştir. Bu, temelde Gezi etkisidir. Parktan çıkıp sokak çatışmalarına girememenin sonucu budur. Girseler, maddî olarak geri dönmeleri imkânsızlaşırdı. Geri döndükleri mahallenin onları kabul etmesi mümkün değildir. Oradaki huruc imkânı, patlama potansiyeli, AKM şahsında, ertelenmiştir. Anneannesinin dinine gerisin geri bağlanmak, anneanneye ihanettir. Çünkü anneannenin ihtiyacı olan, maruz kaldığı sömürü ve zulme yoldaş olacak evlâtlardır. Dövüşmeden, yırtmadan, uğraşmadan, dönüştürmeden, itiraz etmeden girilen muhafazakâr mahalle, bu sığınmacı tutumu reddedecektir. Zaten AKM, Gezi sonrası tecrit edilme, yalnızlaşma korkusuyla bu hamleyi yapma kararı almıştır.

Söz konusu geri çekilme, eski yuvasına sığınma hâli, tüm öznelerin Haziran Direnişi’nin şiddetinden korkması ile ilgilidir. Herkes kendi yuvasına geri dönmüştür. Şiddet mevzi kazanmak içindir oysa, ilerleyen mevziler, devletin mevzileridir.

Eski mahalleye geri dönmek, eski arkadaşlara tekrar sarılmak hoştur ama politik değildir. Mahallenin dövüşme istidadı yoksa, bu dönüşün ve sarılmanın kendisi fizik dışıdır. Sömürü ve zulmün fizikî gerçekliğinden kaçıştır. Müslüman mahallenin sömürüye ve zulme karşı mücadele alanına açılan kapısı olan AKM, kapanmıştır, zira mahalle süreçten ürkmüştür.

Metafizik

Sol mahalle ile Müslüman mahalle arasındaki duvarların yıkılması için bu ayrımın redde tabi tutulması gerekir. Lehülmülk kapısından girmek bu reddin imkânlarını taşır. Her iki mahallenin nizamın, egemen kurgunun iki yüzü olduğunu görmek ve her iki tarafta İslamî bir davanın neferliğini yapmak mümkün iken, AKM maalesef Nizamülmülk kapısından girmeyi tercih etmiş, kurguya, nizama muhalif bir ses olarak dâhil olmuştur.

Gezi süreci, şiddetin de etkisiyle, metafizik manada, varlığı kendinden menkul olmayı, durağanlığı, varlıkların ilişkisizliğini yücelten bir eğilimi öne çıkartmıştır. Kadın, LGBT, solcu bireyler, örgütler gibi kendinden menkul, kendine kapalı varlıklar havada uçuşmaktadır. Sol örgütler gibi AKM de bundan mustariptir. O da varlığını kendine kapatmayı, durmayı, başkalarıyla her türlü ilişkiyi zararlı kabul etmeyi seçmiştir.

Bugün itibarıyla AKM, artık bu aşamada doğal olarak fiilî politik, ideolojik ve teorik düzeylerde, İhsan Eliaçık ile rabıtalarını, muhabbetlerini kesmiştir. Bu bağın kopmasının bahanesi olarak, tam da Emek ve Adalet, aynı şekilde Ayhan Bilgen gibi isimlerin eleştirilerinde de dile gelen, hurafe meselesidir. Oysa bu, bahaneden ibarettir. Zarftır ve aslolarak mazrufa bakılmalıdır. Asıl mesele, Müslüman mahallenin durağanlığının verili, mutlak kabul edilmesi, onun iktidar ve sömürü/zulüm tarafından kurulan tarafları da içerecek biçimde korunmasıdır.

Aslında burada tek İslamcı politik tavrı İhsan Hoca sergilemektedir. Hoca, sömürü/zulmün tesis ettiği yapının çözülmesi için hurafelere yönelmekte, bunu teorik, ideolojik ve politik planda devrimci bir zemin kurgulayarak gerçekleştirmekte ve kitleleri meselenin özüne vakıf kılma derdiyle hareket etmektedir. Söz konusu zemin, La ilahe illallah ve Lehülmülk üzerine kuruludur. Bu noktada “Marx’sız Marksizm” ya da “Ali’siz Alevilik” gibi “İhsan Eliaçık’sız İhsan Eliaçıkçılık” yapmanın bir kıymeti de yoktur.

AKM, Gezi süreciyle birlikte fazla görünür olmuştur. Tam da bu gerçeğin altında kalmıştır. Maddî görünürlük ruhu sıkıştırmakta, ruh, hareketin varolduğu, maddî diyalektik süreçten kaçmaya çalışmaktadır. Sonuçta bu süreçten kaçan ruh, aynı süreçten kaçan başka kardeş ruhlar bulmaktadır. Doğalında bugün Antikapitalist Müslümanlar, İslam ve Sol yazısında başka bir biçimde ifade ettiğimiz üzere, “oh oh şu lânet Müslüman mahalle çözülüyor” diye sevinen, o soyut ezilenin ya da işçinin nihayet prangalarından kurtulacağını düşünen bir tür liberal sol ile AKP eliyle yetiştirilmiş, kentin huzur ve refahına gark olmuş ama İslamcılık denilen “pislik”ten kurtulmayı tek hedef gören, liberalleşmiş Müslüman’ın “kardeşleştiği” bir mekân hâline gelmiştir.[3] Yani özetle, zulme ve sömürüye karşı hakiki bir mücadele vermeyen, vermek istemeyen iki mahalle ortak bir zemin bulmuştur. İki mahalle arasındaki duvar, ezilenlerin-sömürülenlerin üzerine yıkılmıştır.

İştirakî olarak dost, yoldaş kabul ettiğimiz Antikapitalist Müslümanlar’la muhabbetimiz, gene bu gerilimde ve ayrım üzerinden, elbette sürecektir. Bu noktada mevcut gerilim ve nesnel ayrım ise şu tespitte dile gelmektedir: bu topraklarda sömürülenler-mazlumlar safında, İslam davasını komünistçe, komünizm davasını Müslümanca yürütmek mümkündür. Mesele, ortaklığın dava hâline gelmesi, davanınsa ortaklaşmasıdır.

Eren Balkır
25 Ağustos 2013

Dipnotlar:
[1] AKM Söyleşisi, 22 Ağustos 2013, İnsan Haber.

[2] AKM Söyleşisi.

[3] Eren Balkır, “İslam ve Sol”, 23 Ekim 2009, İştirakî.

17 Ağustos 2013

,

Mısırlı Kardeşlerime!


Kardeşlerim, ortak rüyamızın yoldaşları!

Kayıtsız bir tonda ve sanki sizin muazzam devriminizin bana ve benim gibi milyonlarca müslümana ve gayrimüslime doğrudan ve hayatî etkileri yokmuş gibi yazmanın zamanı artık geride kaldı.

Artık müslüman kardeşler, kırılgan bir gezegenin kaderini paylaşan insanlar, bizi kendi tarihimizi düzenleme arayışımızda afallatan kolonyal ve postkolonyal dünyanın şedit ve kalıcı yaralarından derinden etkilenen halk olarak, oturup ruberu konuşabilmeliyiz.

Size bir akademisyen, bir düşünür ya da işe yaramaz bir gözlemci olarak yazmıyorum. Size bir İranlı, bir müslüman, insanlığın bir üyesi ve sizin dünya-tarihsel devriminizle derinden ve sürekli bir irtibat kuran bir insan olarak yazıyorum. Ben sizden biriyim. Bugün yaptıklarınız nesiller boyu çocuklarımızı, çocuklarımızın kim ve ne olduğunu etkileyecek.

Beni fahri bir Mısırlı olarak düşünün ve tekrar eden misafirperverliğinizin, nezaketinizin, dostluğunuzun ve dayanışmanızın cömertliği ile onurlandırdığınız bana, merhametli varlığınızın yüce gönüllülüğünü lütfedin.

Beni en ileri dimağlarınızın gölgelerinin bir uzantısı olarak düşünün: tıpkı merhûm Nasr Hamid Ebu Zeyd gibi filozoflar, merhûm Yusuf Şahin ya da Yusri Nasrallah gibi sinemacılar, Sunullah İbrahim ya da Ehdaf Suyif gibi romancılar, Samia Mehrez ya da Mustafa Labbad gibi akademisyenler, Samah Selim, Nuha Rıdvan ya da Feryal Kazul gibi eleştirmenler, Hani Şükrullah, Mona Enis ya da Raşa Saed gibi gazeteciler ya da Samir Ferid gibi film eleştirmenleri gibi.

Beni merhûm dostum, meslektaşım ve yoldaşım Magda Nuveyhi’nin İranlı hâli olarak düşünün.

Beni ve benim gibi milyonları sizden farklı bir kıyafete bürünmüş, ama sizin devriminizin kaderine sıkı sıkıya bağlı Mısırlılar olarak kabul edin.

Bugün hepimiz Mısırlıyız!

Yerkürenin her tarafındaki milyonlar gibi ben de sizin muazzam devriminizi şaşkınlıkla, umutla ve kalıcı bir hayranlığın bitmek tükenmek bilmez duygusuyla izlemiştim!

Bunu hepimiz için gerçekleştirdiniz -insanlık, Araplar, İranlılar, Türkler, Afganlar, ..., müslümanlar, gayrimüslimler, kadınlar, erkekler, gençler, yaşlılar, sindirilmişler ve tüm ümitvarlar için.

Bununla beraber bölünmeniz, Mursi taraftarları ve Mursi karşıtları, dindar ve seküler gibi keskin, yaralayıcı ve sahte ayrımlara düşmeniz, dünya-tarihsel devriminizin lekelenmesi tehdidine yol açıyor. İşte her iki tarafın da haklı olduğu bir durum çıktı ortaya: bir yanda Mursi’ye karşı cesurca sokakları doldurup gösteri yapan milyonlar, diğer yanda, halkının demokratik iradesinin bir göstergesi olarak ona koltuğunda kalıp makamının saygınlığı ile uyumlu bir şekilde görev süresini bitirmesi imkânı tanınması için İslamî fikriyatıyla ya da demokrasiye dair görüşleriyle direnenler! Makul biri için bu iki konumdan birini diğeri hilafına tercih etmek mümkün değil. Bu seçimi reddetmeliyiz, reddetmelisiniz.

Bu ayrım, sizin devriminizin tarihsel kaderi; bunun acıları ise gelecek kuşakların, daha iyi bir dünyanın, anne ve babalarımızın rüyası olan bir dünyanın doğum sancılarıdır. Bu ayrım, biz kendi kolonyal tarihimizin acımasız ve makûs talihini yenmeye yazgılıyken, tarihsel bir dönüm noktasıdır.

Bunun üstesinde müslümanlar ve gayrimüslimler, Mısırlılar ve diğer halklar, yani hepimiz için gelin! Kadın ve erkek, genç ve yaşlı, müslüman ve gayrimüslim, kahraman omuzlarınıza tarihimizin yüklediği muazzam sorumluluğun farkına varın!

Görkemli devriminiz tehlikededir.

Yozlaşmış ve işbirlikçi politikacılar, bölgenin jeopolitikasına boğazına kadar köle olmuş bir ordu, bu ordunun yapısal olarak Amerikan emperyalizmi ile sarmaş dolaş olan gerçekliği, sadece kendi çıkarlarını düşünen bölgesel güçler, devriminizi sizden çalmak istiyor! Onlar, çalınan devrimin sizin ve bizim için, genel olarak bölge için, bütün araplar ve müslümanlar için, Asya’dan Afrika’ya, Latin Amerika’ya ve hatta Avrupa ve Kuzey Amerika’ya, bütün insanlık için sahip olduğu anlamı zerre umursamıyorlar.

Geleceğinize hep birlikte karar verin, anayasa taslağınızı her birlikte hazırlayın. Müslüman ya da liberal, islamcı ya da seküler, Sünni ya da Şii, Kıpti ya da diğerleri gibi sahte kimliklere bakmadan, en iyilerinizden, size nasıl bir Mısır hayal ettiklerini anlatmalarını isteyin.

Mısır’ı Mısırlı kadınlar için güvenli kılın. Onların güvenliği, emniyeti ve saygınlığı, hayallerinizin ayrılmaz bir parçası olsun. Kız kardeşleriniz, ablalarınız, anneleriniz, kızlarınız ve karılarınız, devriminizin ölçüsü onlardır. Eğer tarihinizi yazdığınız sokaklar, caddeler ve meydanlar onlar için güvenli değilse, hiçbir ülkünüz, özleminiz ya da hayaliniz de güvende değil demektir.

Devriminizin kaderinin işbirlikçi ellere geçmesine izin vermeyin! Bu tarihî görevde en son güvenebileceğiniz insanlar, politikacılar ve subaylardır. Kendi kaderinizi kendi ellerinize alın!

Mursi’ye karşı ayaklanmış olanlar, askerî bir darbenin kendi hesaplarına yazılmasına izin vermemeli. Şimdi vakit karanlıkta kalkıp Mursi lehine düzenlenen gösterilere katılanların ellerini arayıp bulmanın vaktidir. Ayrımın karşı tarafındaki kardeşlerinizi arayıp bulun. Evlerine, mahallelerine, camilerine gidin. O evler sizin evlerinizdir, o camiler sizin camilerinizdir, o mahalleler sizin mahallelerinizdir. Barış, barış, barış… Beyaz bayraklar, açık kalpler ve birbirine uzanmış eller!

Şehit düşmüş kahraman Mursi taraftarlarının tamamı için ulusal yas günü ilân edin. Onlar, devrimin, aynı zamanda hem onların hem de sizin olan devrimin şehitleridir. Anılarını onurlandırın, ailelerini teselli edin, onları destekleyin, onları kardeşiniz addedin ve onlara öyle seslenin! Ocak devriminizin en zor ve en önemli günlerinde, daha birbirinizi birbirinizden ayıramadığınız, etle tırnak olduğunuz, Tahrir Meydanı’nda beraberce geçirdiğiniz günleri ve geceleri hatırlayın!

Mursi için gösterilere katılmış olanlar, ona karşı sokağa dökülenleri düşmanları olarak görmemeli. Öyle değiller, tıpkı sizin gibi Mısırlı ve çoğu müslüman. Sizinle aynı kaderi ve hayali, özgür ve demokratik bir gelecek rüyasını paylaşıyorlar. Bir askerî darbe peşinde değiller. Sadece demokratik haklarını kullanıyorlar.

Sömürgeciliğin dayattığı o aşağılık dindar/seküler ayrımının ve bunun aynı derecede tehlikeli Sünni/Şii, Müslüman/Gayrimüslim ayrımlarını, Kıpti, Yahudi, agnostik veya ateist türü etiketlemeleri reddedin! Bunlar, sahte ayrımlardır. Birbirimizin gözlerinin içine bakın. Orada kardeşlerinizi görün, ister sakalı olsun ya da olmasın, ister nikabı olsun ya da olmasın. Ortak kampanyalar hazırlayın ve birbirinizin elini tutun. Sizler birbirinizin düşmanı değilsiniz. Düşmanınız insan postunda değil. Düşmanınız bu dünyaya yapısal olarak içkindir ve sizin döşediğiniz yolla onu hep beraber alt etme imkânı kazanıyoruz.

Sizin muazzam devriminiz, bu kalıcı yaraları nasıl iyileştireceğimizi gösterdi bize. Size milyar dolarlar vermeye gelenler, çözümün bir parçası değil, sorunun bir parçasıdırlar. Mısır’ın sadakaya ihtiyacı yoktur, Mısırlıların cömertlik edebiyatına karnı toktur. Sizin devriminiz, cömertliğin bizatihi tanımıdır. Sanayiinizle, çalışkanlığınızla, maharetinizle Mısır’ı dünyanın geri kalanının gıpta ettiği ve öykündüğü bir model hâline getireceksiniz.

Önemli olan, Mursi ya da başka bir politikacı değil, Mursi ya da başka bir cumhurbaşkanı da değil. Önemli olan, Mısır’ın geleceğidir, milyonlarca insanın kaderidir, Mısır’ı izleyen, ona dair ümitleri, hayalleri olan, onu merak eden diğer milyonların umutlarıdır.

Dünya, hangi yöne gideceğinizi korku ve umutla takip ediyor: Acaba sahte ayrımlar umutlarınızı, umutlarımızı yok edecek mi yoksa yeni bir düşünme biçiminin, dayanışmanın ve amaçlılığın şafağı sizi ve bizleri daha iyi günlere mi götürecek?

Aklın kudreti, aklıselimin ışığı, kolektif iradenizin inayeti sizinle olsun ve sizi yönlendirsin!

Dayanışma duyguları ile dolu gerçek kardeşiniz!

Hamid Dabaşi
16 Temmuz 2013
Kaynak