15 Eylül 2013
10 Eylül 2013
Geleceği Direnenler Kuracak
Ahmet Atakan’a…
Askere karşı savaşarak kendisini kurmuş olanla, bugün
kendisini polis gücüne karşı dövüşerek kuran arasında temel bir fark vardır.
İlkinin ikincisini küçük görmesi mümkündür ama anlamsızdır. İkincisinin
birincisini dışlaması mümkündür ama yanlıştır. Mücadele içinde olanların ve
kendilerini özne olarak orada kuranların ortaklaşa öğrenecekleri çok şey
vardır.
HDP, seçim startı vermiştir ve amblemini, Gezi’ye
atfen, ağaca çevirmiştir. Belediyeciliğe endeksli bir siyaseti takip edeceğini
deklare etmiştir. Gezi sürecinde kılı kıpırdamayan partinin amblem değişikliği,
başarılı bir reklâm faaliyetinin ürünü olarak görülmelidir. Üç aydır ortalıkta
görünmeyenlerin kendilerini göstermek için bu tür amblemlere muhtaç olması,
anlaşılır bir durumdur. Dostun-düşmanın gördüğü bir öznenin kendisini göstermek
gibi özel bir kaygısı ve gayreti olamaz.
BDP saflarında belediye seçimlerine yönelik olarak
süren tartışmalardan HDP yenilgiyle çıkmıştır. Adalı’dan gelen talimata rağmen
BDP, seçime HDP’den ayrı girme kararı almıştır. Bu, Türkiye solunun
tasfiyesidir. Türkiye solunun kendisini büyük göstermek için karşısına geçtiği
dev aynası kırılmıştır. Bu düş kırıklığı ya da sırttan bıçaklanma değil,
hakikatin attığı bir tokattır. Seçimlere ayrı gireceğini öğrenen HDP, batıda
tek bir Kürd’den oy alamayacağını bilmelidir.
Kürd hareketi, kendisinin istismar edilmeye
çalışıldığını görmüştür. BDP’nin Türk tarafına ses vermesi HDP sayesinde değil,
ona rağmen olacaktır. Zira HDP, tam da kendisini çok başlı ve parçalı yapısı
ile bir dalgakıran olarak örgütlemektedir. BDP’nin tam da bugünkü gibi, polis
şiddetine karşı verilen dövüş içinde kurulacak bir özneye ihtiyacı vardır. O
kadar kimlikçiliğin içinde Kürd’ün, basit bir kimlik olmaya karşı direnç
geliştirmesi gayet doğaldır, yaşanan ayrışmanın nedenini burada aramak gerekir.
Küçük burjuva antagonizma kurgularına ve kimlikçilik teranelerine Kürd’ün karnı
toktur. Kürd kadındır, kadıncılığı sevmez; millettir, milliyetçiliği sevmez;
onunla kim’liği değil, ne’liği üzerinden ilişki kurulmalıdır. Ne’liğini
görmeden, kim olduğuna odaklanmak ve buradan kişisel rabıta kurmak, mücadele
içinde oluşmuş Kürd’ü rahatsız edecektir.
Bugün Gezi ile başlayan ve kendisini polis şiddetine
karşı yeniden kuran bir HDP, yoktur. Dolayısıyla, olmayan bir öznenin,
kendisini askere karşı mücadeleyle kurmuş bir özneye siyaset telkin edebilmesi
mümkün değildir. Gezi süreci, Eylül’e uzanan koluyla birlikte, “ulusalcı”
olarak etiketlenen yapılar şahsında ilerlemektedir. Bu kol, en fazla, seçimlere
kilitlenen CHP’nin önünü temizlemek için devreye sokulabilmektedir. HDP, tam da
bu nedenle sahada yoktur. Onun, AKP ve CHP’yi nesnelleştirip her ikisinin kitle
tabanını gören ve devrimci, dikine bir hat açma derdi bulunmamaktadır.
HDP’nin, Suriye yüzünden gerginleşen bir coğrafya
olarak, Antakya’ya dair tek lafı yoktur. Alevilere yönelik devlet hamlesine
karşı tepkisizdir. Zaten devrimcilerle olan gerilimi üzerinden Okmeydanı, Gazi
gibi yerlerde geri plandadır. Kitle örgütleri ve sendika odalarına hapsolmuş
bir pratiğe göre kendisini kurmaktadır. O odalar, sadece sokaktaki polis gazı
içeri dolduğunda boşalabilmektedir.
Bu sürece yiğit Kürd gençlerinin dâhil olması yönünde
ham hayaller beslemenin anlamı yoktur. O gençler, sadece politik olarak
kendilerini var eden zulmü tanırlar. Doğal bir oluştur bu. Kürd gençlerinin
çıplak vurucu güce indirgenmesi onlara hakarettir. Sokağa gelmiyorlarsa
bildikleri bir şey vardır. O bildiklerini bugün küçümsememek gerekir.
Mısır’daki katliamı küçümseyen bugünün sokaktaki solu,
Kürd’e yönelik zulmü de küçümser, dışlar bir yerdedir. Mazlum halk bölüklerinin
birbirlerine yönelik hasetleri ve husumetleri tarihin bir trajedisidir. Bugün
sokaktaki polisin Mısır’da Adeviye’ye saldıran, Cizre’yi ateşe boğan, Gazze’yi
kanla ezen askerle aynı mayadan olduğunu anlaması için halkın direniş süreci
içinde pişmesi bir zorunluluktur. Bu zihinsel bağları kuracak bir parti
olamamaktır HDP’nin günahı. Küçük burjuva bir parti olarak HDP, yerin bir karış
altındaki proleter olanla köksel bağlarını kestiği için, bu zihinsel ve somut
maddî bağları kurması mümkün değildir. O, ordusu olan bir güce sırtını yaslar
ama “antimilitarizm” şampiyonluğu yapar; “pleplerin diktatörlüğü”ne dayalı
harekete rağmen, demokrasiciliğe meyleder. Ordu ve plepler olmadığında yenilgi
ve teslimiyet kaçınılmazdır oysa.
BDP’nin ayrı olarak seçimlere girmesini isteyenler,
HDP’yi “geri kafalı” görmektedirler. HDP de kendisi dışında kalanları aynı
minvalde eleştirmektedir. BDP’deki bir damara göre, hareket coğrafyadaki fiilî
dönüşümleri iyi okumuş ve gerekli hamleyi yapmıştır. Birileri geride kalmıştır.
HDP bileşenlerine göre ise, kendisi dışındaki sol otoriterdir, indirgemecidir,
kabadır, demokrasiden habersizdir. Tüm bu ideolojik tartışmaların yaşandığı
momentte Antakya sokaklarına bir gencin kanı akmaktadır. Birileri merdivenleri
boyama derdindeyken, faşizm kanımızla boyamaktadır toprağımızı.
Seçimle ilgili pratiğe kilitlendiğinden HDP, Gezi
sürecinden öznel kaygılarla uzak duran BDP’nin yanında yer almıştır. Eylül ise
son çare ve fırsat olarak görülmektedir, ancak kitlelerin bu hamleye cevabı
olumsuzdur. Seçim yüzünden BDP’yle iyi geçinmeye bakan bir parti, ayrışma
netleşince sokağa çıkma kararı almıştır. Çıkış da ancak ufak tefek basın
açıklamaları düzeyindedir. Haziran direnişinin geçici olarak kurduğu kitlesel
öznellik, şiddetten arındırılıp, burjuva partilerinin yedeğine çekilmektedir. “Bu
kitlesel hareket kendi partisini kursun” diyen de, onu burjuva partilerine
bağlayanlar da küçük burjuvalardır. Kitlenin korkan yanıdır küçük burjuvazi.
Kendi hayatî ve meslekî tahayyülünü harekete hâkim kılmıştır. Örgütler de bu
menzilden ve ufuktan azade değildirler.
Direnişin kolektif bir akla ve ocağa ihtiyacı vardır.
Seçim endeksli pratiğe kilitlendiğinden, HDP’nin bu ihtiyacı karşılaması mümkün
değildir. Reformist partilerin de kendilerini buradan yeniden kurma imkânı
bulunmamaktadır. Askere göre kendisini kuranın dağları vardır; polise göre
kuranınsa teslimiyetin mekânları olarak kentleri. Bu kentlerde, yükseğe,
korunaklı bir alana ve geçitlerle birbirine bağlanan bir ağa rastlanmamaktadır.
Dolayısıyla, polisin şiddetine karşı kendisini kurma imkânı, havada gaz bulutu
ile birlikte, dağılmaktadır. Tek politik gündem seçimdir ve seçim öncesi süreç
sığ ideolojik hamlelere kilitlenmektedir. Kitlelerin yüksekte, korunaklı ve
organik bağlara sahip bir kolektif özneye ihtiyacı olduğu kesindir. Ancak her
özne, kitlelerin yükselen dalgası altında kalmaktadır. Yüksekte, yücede duran
bir bayrağımız, bayraklaştırdığımız bir örgütlülüğümüz yoksa yenilgi
kaçınılmazdır.
Şehidlerimiz birer bayraktır. Bayrak, bugün Ahmet
Atakan’dır. Akıl da, ocak da, namlu da, mevzi de odur. Bir Ahmet’i daha
yitirmenin acısı bu ülkenin kalbini dinamit kuyusuna çevirmelidir.
Eren Balkır
9 Eylül 2013
09 Eylül 2013
Gözün Görmediği
ODTÜ ve Tuzluçayır direniyor… Faşizm, efendilerine
verdiği söz gereği, tüm muhalif odakları köreltmeye, tüm ocakları söndürmeye
kararlı. “Ön kapalıysa ön açılacak” gibi saçma cümleler kuruyor başbakan. Ön
açma pratiği dâhilinde olimpiyat ateşi, daha yanmadan, sönüyor.
Biri, Tokyo’nun kazanması ile ilgili yoruma, “keşke
olimpiyatı alsaydık da onu sabote etseydik” diyor. Aslında meseleyi öznelci ve
görsellik üzerinden ele aldığını söylemiş oluyor böylelikle.
Öznellik, esasen görünürlük ve göze göre kurulmuş
oluyor. Görünürlük ve göze göre kurulmak, görünenin arkasındaki ve gözün
berisindeki yıkımı, dağılmayı, çözülmeyi ve küçülmeyi gizliyor sadece. Zevahiri
kurtarmak, özneler arası yarışta birinci gelmenin yegâne garantisi hâline
geliyor. Örgütlülük ise kişilerin kendilerini gösterme ihtiyacı ile ilgili bir
meseleye indirgeniyor.
Kolektif olan pratik, dolayısıyla, kişiyle başlayıp
kişiyle bitiyor. Kolektif, gündelik hayatta gizlendikçe birey onu dağıtıyor.
Daha doğrusu birey, kolektifi ezmek ve dağıtmak için gündelik hayattaki
görselliğe ve görünürlüğe daha fazla abanıyor.
ODTÜ ve Tuzluçayır direniyor… Direniş mevzii
görünürlüğe göre teşkil ediliyor, kolektif olana, onun toplumsal-tarihsel
boyutuna göre değil. Solun iki kalesi, iktidarın masasındaki satranç tahtasında
hedefe konuluyor. Birey, toplum ve tarihten çekildikçe, devlet dolduruyor
boşluğu. Makro devlet mikro devletle yer değiştiriyor.
AKP, egemenlere verdiği söz gereği, solun görünür olan
bu noktalarını silmeye ahdediyor. Sol ise daha fazla görünürlükle karşı
koyabiliyor sürece. Saldırıyı gene görünürlük ve görsellik derdiyle göğüslüyor.
Kendisini ısrarla görünürlük üzerinden kurmayı sürdürüyor. Kürd siyasetiyle
ilişkisi ise onu dev aynası olarak kullanmakla sınırlı. Başka bir değeri yok.
ODTÜ ve Tuzluçayır’da görünürlük direniyor, fazlası değil. Ahmet Kaya’nın
dediği gibi, başkaldırılıp “varım benim farkıma” denmiyor, farkına varılması için
başkaldırılıyor sadece. Farkı görecek olan da, nasıl oluyorsa, egemenler…
Adolf Hitler, çöken Almanya’yı diriltme sözü
üzerinden, efendilerine kendisini ispatlamak için türlü taklalar atıyor. Çirkin
ve sümüklü çocukların sınıfça çekilen fotoğraflarda arkaya itelenmesinde olduğu
gibi, Hitler’in faşist çeteleri, toplumu iri ve diri göstermek adına, arızalı
ve bozuk unsurları geri plana itiyor, gerekirse eziyorlar. Hitler’in propaganda
sinemasına hizmet eden bir kadın yönetmen, Afrika yerlileriyle ilgili çektiği
belgeselde pazılı, iri kıyım erkekleri teşhir edip duruyor. Solun bir kısmı
ise, sığ faşizm eleştirisi üzerinden, siyasetini o çirkin ve sümüklü çocuğa
acıyıp onu ön tarafa çıkartmaya indirgemiş durumda. Buradaki kibrin ne denli
yaralayıcı olduğunun farkında bile değil. Tek meselesi, o çocuğun derdi ve
öfkesini köreltmek.
Solun bir kısmında son on yıl içinde zuhur eden
“gerontokrasi” edebiyatında da böylesi bir açık liberalizm, örtük faşizm var.
Bilinenin aksine, Hitler’in SA’ları, o faşist gençler, ilkin Yahudi ya da
komünist değil, sokaktaki dilencileri, engellileri ve yaşlıları dövüp
öldürüyorlar. Gerontokrasi, yani yaşlı hâkimiyeti eleştirisi, “açın Türkiye’nin
önünü” diyen Genç-Parti zihniyetinin bir uzan’tısı. Görünüşte genç ama öz
itibarıyla gayet yaşlı bir zihniyet bu.
Bugünse sol içi muhabbetlerde gençler, direniş
süresince aldıkları yaraları gösterip övünüyorlar. Yaşça kendisinden büyükleri
ve onların sözlerini bu sayede ezdiklerini düşünüyorlar. Görselliğe kul edilmiş
olan pratik, geçmişe kir muamelesi yapıyor. Bu pratik, egemenlerin “yeni ve
genç Türkiye” masalına eklemleniyor. Görünürlüğe kilitlenmiş bir pratik ve bu
pratikle kendisini kuran özne, ister istemez, pazılarını gösteriyor sağa sola.
Her şeyini görünme üzerinden anlamlı kılıyor. Görünür olan beden sırdaki ruhla
dövüştürülüyor, görünür âlemde bedenin tabiî kazanacağı bilinerek. Kitleye
korku salarcasına, o nedenle, gözü gaz kapsülü yüzünden çıkmış insanların
fotoğrafları dolaştırılıyor görsel âlemde. Görsel âlem tek eylem alanımız
oluyor giderek. Eskiden telefon yokken tüm dostlarımızın numaralarını ezbere
bilirken bugün bilmiyoruz örneğin. Görünür olmayana giderek daha az değer verir
hâle geliyoruz. Gözden ırak olanı kalp n’etsin?
“Az laf çok iş” sözünün de böylesi bir “faşizm”i gizde
taşıdığını anlamak gerek. Teorinin karşısına pratiği, sözün karşısına eylemi
çıkartmak, döne dolaşa pragmatizme ve oportünizme varıyor. Teori görünür değil,
pratikse kör göze parmak. Neyin fırsat ve yararlı olup olmadığını bilmek
içinse, teorik bir kavga şart. Görselliğin hâkim olduğu gerçekte teori de
meslekî ideoloji derekesinde ilerleyen akademizme kurban edilmek zorunda.
Akademide süren kavgada ise hep yeniğiz.
“Olimpiyatları alsaydık da kendimizi gösterme fırsatı
elde etseydik” anlayışı da burada. Femen grubunu bu yüzden seviyoruz galiba...
Aslında egemenlerin her mevzi kaybı, nesnel ya da değil, hangi planda olursa
olsun, önemsenmesi gereken bir husus. Ama sol, kendisini teşhir edememenin
sıkıntısını çekiyor sadece. Sol öznelerde gösteri dünyası, reklâmcılık,
iletişim, medya, bilgisayar teknolojisi gibi alanlarda uzman olanların
köşebaşlarını tutmasının nedeni burada. Her eylemin altmetninde, aynanın
karşısına geçip söylenen, “nasıl durdu üzerimde?” sorusu gizli.
Bir biçimde geçmişin eleştirisini yaparak, sahnedeki
yerini almış kimi özneler, fırsat bu fırsat deyip, eski ama sahnede öne çıkan
bir başka öznenin yanına sığınıyor. Bu özne CHP meselâ… Her mevzii ve her eylem
momentini bir sahne olarak algılamakta ciddi bir sorun var sanki.
ODTÜ’de devlet bir hamle yapıyor. Kendi tabanını sola
karşı bileylemek için bir oyun oynuyor. “Başörtüsüne saldırı” 28 Şubat dava
süreciyle çakışıyor ve bir de buna “Sütçü İmam’ın torunlarıyız” edebiyatı
ekleniveriyor. Sol ise görünür olmanın sevinciyle, yuvasına geri dönmekle
yetiniyor. Mahrem olanı, görünmeyeni koruyan Sütçü İmam ile gerçek bir ilişki
kuramıyor. Birilerine görünmek adına, 28 Şubat’ta devletin safında oluyor ve
bunun ceremesini çekiyor. Görünür olmayan başörtülü kızların derdi ve öfkesiyle
buluşamıyor. Bunlar, “yeni” devletin silâhları hâline geliyor.
Sol mahfillerde, olduğundan çok iri görünme gayretinde
olan ve son dönemde muhafazakârlaşma kararı alan Antikapitalist Müslümanlar,
nedense o muhafazakâr mahallelerde pek görünmüyorlar. Solu bu topraklara
yabancı, kendisini “Anadolu’nun bağrından çıkmış hareket” olarak gören bu
gençler, solu küçük burjuva bir yerden eleştiriyorlar. Sonuçta, “insan özünde
Müslüman’dır, sonradan solcu olur” tekerlemesini kendince ispatlamak için
“solcu genci hipnotize ettim, dua etmeye başladı” diyen Abdurrahman Dilipak’ın
yanına ilişiveriyorlar. Aslında çok da önemli olmayan ama nedense öfke nedeni
olan, ünlülerin Gezi sürecine katılmasına epey öfkelenen başbakanın yedek
işlerini yapıyorlar. ODTÜ’deki olayla ilgili yazdıkları bildiri ve alelacele
aldıkları tavır, bunun göstergesi. O kadar görünme telâşı, arkadaşların
ODTÜ’deki olayın arkasındaki AKP’ye ve cemaate karşı körleşmelerine neden
oluyor. Kendine çevrilmiş göz, sadece kendisini görüyor. O gözün sahibi “görün
beni” diye sağa sola yalvarmak zorunda kalıyor. İşi gücü sadece kendisini
göstermek oluyor.
Sol ya da değil, kendisini gözün gördüğü ile,
görsellikle tanımlı kılan her özne, gözün sahibine bir biçimde hizmet ediyor.
Hakikati hakikatle görme kavgası, var olan batılın gözleriyle görme pratiğinde
heba ediliyor. Hz. Ali’nin sözüyle, “insan hakikati kendisine göre değil,
kendisini hakikate göre tanımalı.” Kendisini “dostlar alışverişte görsün”
anlayışına, “bize ne derler yoksa, kötü görünmeyelim” ahlâkçılığına ve “beni de
görsünler” hukukçuluğuna bağlamamalı.
Daha yüksek flamalar, daha büyük pankartlar, daha
büyük sloganlar, daha büyük iddialar havalarda uçuşuyor bugünlerde. Bu yarışın
galibi, hep düşman oluyor. Devrimcinin görevi had bilip had bildirmek iken,
hadsizlik görselliğin vazgeçilmez bir parçası oluveriyor. Devrimci özne,
gerçeği izlemekle yetinen varlığa indirgeniyor. Bu, “böyle gelmiş böyle gider”
zihniyetine kapaklanmayla sonuçlanıyor. Onca radikalizm, sırdaki, görünmeyen
âlemdeki pasifizmi ve yenilgiciliği örtüyor. Kitleler, hiçbir şeyin değişmeyeceğine
ikna ediliyor böylece.
ODTÜ ve Tuzluçayır direniyor... Haziran direnişinin
medya ablukası sonucu mecburen girdiği alternatif medya ağları ve forumlar,
zamanla, sürecin temel bileşeni oluyorlar. Bu pratik, doğal olarak gözlerini
kör edip kavgaya girmiş kitlelere kendi yorgunluğunu ve dağınıklığını
yediriyor. Ağlar ve forumlar, kendisini göstermek isteyene hizmet ediyor.
Görünme derdi olmayan, kavganın içindeki insanlar yılarak geri çekiliyorlar.
Kendilerine omuz atıp öne geçenlere kızıp gene susuyorlar.
Alternatif medya ağları ve forumlar önemli ölçüde
seçimlere endeksli bugün. Ortadaki pratik, seçim sonuçlarının açıklandığı
ekranlarda bir biçimde var olabilmeye kilitlenmiş durumda. O ağların ve
forumların amacı, “devrimci siyaset” denilen çirkin ve sümüklü çocuğun arka
sıralara atılması. Fethullahçı cemevinin temel atma törenine milletvekili
göndermekten CHP yönetimi son anda vazgeçiyor. Kötü bir izlenim bırakmak
istemiyorlar. Sonradan kenara itilmek üzere, fukara gençler yollanıyor
barikatlara. CHP, AKP ile yaptığı kayıkçı dövüşünde, devrimcileri
kullanabileceğini zannediyor. Gözün görmediği bu. O çocuğunsa yumruğu daha
sıkı, dişleri kenetli, ayakları ise çıplak.
Eren Balkır
8 Eylül 2013
03 Eylül 2013
İştirakî
Marx, “proletaryanın vatanı vardır ve bu vatan yerin
bir karış altıdır” diyor. Bu anlamda, İngilizcedeki “grassroots”a,
Türkçede düzünden “çim kökleri”, anlam olarak “halk” şeklinde çevrilecek
sözcüğe atıfta bulunuyor.
Marksizm pratiği; Marx öncesi sol, sosyalist, devrimci
ve komünist pratikleri bu vatanda ortaklaştırmayı ifade ediyor. Vatan, sömürüye
ve zulme karşı mücadeleyle, günbegün kuruluyor. Kuruluş süreci, yerin
üzerindeki sarayların duvarlarını çatlatarak gerçekleşiyor. Vatansız mücadele
olmuyor.
İştirakî, Osmanlı
Sosyalist Fırkası’nın yayın organı İştirak’a ve Anadolu’daki
komünistlerin 1920’de kurduğu İştirakiyyun Fırkası’na ve Ortadoğu
coğrafyasında şu veya bu içerikle oluşturulmuş tüm iştirakçi faaliyetlere
atıfta bulunarak, söz konusu vatana dair kurma ve yıkma faaliyetine işaret
ediyor. Ona ait olmanın iradesi olarak vücut buluyor.
İştirakî, ortaklaşma
davası adına, teorinin, ideolojinin ve politikanın özel insanların dar
dünyalarından çıkartılmasının bu kurucu-yıkıcı faaliyet için elzem olduğunu
söylüyor. Sömürülenlerin ve mazlumların kolektif mücadelesini aslî hiza olarak
belirleyip, özelleşmiş, kişiselleşmiş, daralmış ve giderek sığlaşmış tüm
pratikleri mücadelenin ateşine çağırıyor. O, kolektif mücadeleyi meslekî
ideolojilerin ve ideolojik mesleklerin kum havuzlarından kurtaracak olan
iradeye örgütleniyor.
Cihan, bu ruy-i zemin, ortaklaşmanın, başka
hayatın adımlarıyla çatlıyor. Sömürülen-mazlum halklar, kapitalizmin ve
emperyalizmin kuruttuğu bozkırı akıllarının ve yüreklerinin ateşleriyle bir bir
tutuşturuyorlar. İştirakî, o ateşte yanma çağrısı.
İştirakî,
sınırsızlığın-sınıfsızlığın yeryüzü sofrasına, o sofranın kurulması için
verilen kavgaya çağırıyor. Burjuvaziden ve devletten öğrendiğimiz her şeyi,
onların dayattığı tüm ahvali o ateşin içine atıyor. Dökülen kan ve terle alıyor
abdestini.
Kulübelerin öfkesini rekabetin ve mülkiyetin kendisine
kurduğu saraylara çeviriyor. Marx, “Yapıyorlar ama ne yaptıklarını bilmiyorlar”
diyor. Bu anlamda İştirakî, teorik pratiğiyle, yapma ve bilme arasındaki
açının teorik ve pratik düzlemde devrimcileştirilmesine kendi varlığı ile
mütevazı bir katkı sunmayı amaçlıyor. Dünya ve bölge kentlerinin sokaklarında
yuvarlanan alev topunu teorinin tıkanmış damarlarına taşıyor.
Sömürüye ve zulme karşı direnç oluşturmuş ve oluşturan
tüm dinamikleri kendisine yoldaş belliyor. Özel insanların dar dünyalarında
devrimci teori, ideoloji ve politikanın burjuva siyasetinin liberal,
muhafazakâr ve faşist türevlerine hapsolduğunu tespit ediyor. Geleceğin
devriminin bugünde, söz konusu hapis duvarlarından kurtulmayı emrettiğini
söylüyor.
Teorinin, ideolojinin ve politikanın esnaflarından,
zanaatkârlarından ve tüccarlarından kurtulma çağrısı olarak İştirakî, bu
üç alana dönük proleter bir müdahalede vücut buluyor. Bu vücut, sömürülenlerin
ve mazlumların kanı ve teriyle var oluyor. Dolayısıyla, özellikle Doğu’nun
ezilen Müslüman halk kitlelerinin sosyalist ve komünist hatla kesişsin ya da
kesişmesin, ortaya koyduğu tüm pratiği sahipleniyor.
Kanı-teri, sömürüleni-mazlumu, tarihi-toplumu,
insanı-doğayı, bedeni-ruhu ve geçmişle geleceği ayırıp karşı karşıya koyanlara
karşı devrimci tevhidî mücadeleyi savunuyor. Bu ayrımların rekabete ve
mülkiyete ilişkin ve içkin yanlarını redde tabi tutuyor. Küçük burjuva
sınırları paramparça etmenin, ayrım çizgilerini silmenin gerekliliği üzerinde
duruyor.
Bu noktada mütevazı bir çalışma olarak İştirakî,
etrafına kendi sesini yankılamaktan başka işe yaramayacak duvarlar örmek
yerine, duvarları parçalamaya yazgılı o sese katılacak öfkeli ve dertli sesleri
arıyor.
Öfkeye ve derde selâm olsun.
İştirakî Kolektifi
3
Eylül 2013
30 Ağustos 2013
Endonezya’da Bir Müslüman Komünist
2008’de Endonezya’da bir başsavcı, Nur Hikmet tarafından
yazılmış H. M. Misbah: Kızıl Hacı’nın Hikâyesi adlı bir kitabı
yasakladı. Bununla da kalmayan başsavcı, Endonezya’daki birçok kitapevini
kitabın satılmamasını garantilemek için sürekli taciz etti. Bazı yayın
organlarında da belirtildiği gibi, kitabın yasaklanmasının iki ana nedeni
vardı. Öncelikle kitap güya devletin 1966’da yasak ettiği komünist ideolojinin
öğretilerini içeriyordu. İkinci neden ise kitabın kapağında EKP’nin (Endonezya
Komünist Partisi) sembolü olan “orak-çekiç”in bulunmasıydı.
Bu yasak, Endonezya’da unutulmaya yüz tutmuş bir
tarihsel kişiliğin, Hacı Misbah’ın, yeniden halkın gündemine
girmesine vesile oldu. Birçok tarihçi basına Hacı Misbah’ın tarihteki rolüne
dair demeçler verdi. Ne yazık ki Misbah hakkında çok fazla bilgi mevcut
değildi. Nur Hikmet’in kitabı bile bu konuda oldukça zayıftı.
O dönem Tempo dergisi Hacı Misbah’ı kapağına
taşımıştı. Ancak Endonezya’da İslam’ı ve komünizmi sentezleyen Misbah’a dair
içerik cılızdı. Tempo, Joseph Sneevliet, Mas Marco ve Misbah’ı
kıyaslayan bir makale yayınlamakla yetinmişti. Bu yazı, söz konusu gedikten
yola çıkarak, Endonezya’da 20. yüzyılın ilk yıllarını Hacı Misbah’ın yahut
nam-ı diğer Kızıl Hacı’nın hayat hikâyesi üzerinden izah etmeyi hedefliyor.
Hacı Misbah’ın önemi basit ama güçlü bir nedenden
ileri geliyor: Misbah, komünizm ile İslam arasında bir ilişki bina etmeyi
deneyen ilk kişi oluyor. Endonezya tarihinde birbiri ile ihtilaf hâlinde olan
üç ideolojiyi; din, milliyetçilik ve komünizmi, uzlaştırma çabasını ilk olarak
sergileyen kişi Sukarno olarak biliniyor. Gerçekte Misbah Sukarno’yu önceliyor.
Federspiel (2006) Misbah’tan 20. yüzyılın önde gelen
Müslüman entelektüellerinden biri olarak söz ediyor. Misbah, Müslümanlar için
sosyalizmin öğütlediklerinin hayatî olduğunu düşünüyor ve sömürgeci gücün
karşısına doğrudan çıkan komünistlerin safında yer alıyor. Misbah,
komünistlerin savunduğu “toplumsal adalet” ve “eşitlikçilik” gibi kavramların
İslam öğretilerinin de merkezinde olduğuna inanıyor. Daha güncel bir ışık
altında konuya eğilen Assyaukanie (2009) Misbah’ın bakış açısını şu biçimde
belirliyor: Allah, Müslümanların birbirlerine karşı müşfik olmalarını
emrediyor; dinlerinin zorunluluklarından olarak Müslümanların toplumdaki
mustazaflarla omuz birliği içinde olmaları gerekiyor.
Tarihsel öneminin yanında Misbah’ı çevreleyen bir
ihtilaf halkası daha bulunuyor. Ünlü bir tarihçi; Anhar Gonggong, Misbah’ı
döneminin İslamî hareketine sızmış bir komünist olmakla itham ediyor.
Gonggong’a göre Misbah, İslam’ı komünizm propagandası yapmak üzere istismar
ediyor.
Hakkındaki münakaşalar şu gerçeği gölgelemiyor: Misbah
hayatını davasına adayan biri. Sömürgeci kapitalist düzene ve Surakarta’da
halka zulmeden Pakubuwono X’e isyan ediyor. Köylüleri ayaklanmaya çağırıyor.
Sürgünde öldükten sonra davası yoldaşı Tjipto tarafından sürdürülüyor.
Hayatı
Günümüzün siyasal İslamcıları arasında adından
neredeyse hiç söz edilmeyen Misbah, onlara komünizmi seçmiş biri olarak
görünüyor. En yakın yoldaşı Tjipto Mangoenkoesoemo, Hollandaca konuşan, okuyan
ve yazan ve hatta dostları arasında Hollandalılar bulunan ünlü bir Pergerakan
(ulusal bağımsızlık hareketi) üyesi, batılı bir eğitimden geçmiş elit bir
entelektüelken, Misbah, ulusal hareket içinde bilinmeyen, İslamî eğitim almış,
Hollandaca değil, Arapça bilen ve bir tane bile Hollandalı dostu olmayan bir
mübelliğ (tebliğci) idi. Düşüncelerini kendi çıkardığı gazeteler olan İslam
Bergerak ve Medan Muslimin’de dillendiriyordu.
Misbah 1876’da Kauman, Surakarta’da dünyaya geldi. Ona
Ahmet ismi verilmişti ancak evlendikten sonra ismini Darmoprono olarak
değiştirdi. Hac ibadetini yerine getirmesinin ardından bir kez daha ismini
değiştirecek ve ondan sonra Hacı Muhammed Misbah olarak anılacaktı. Sonraki
yıllarda Surakarta’da, 1910’ların ortalarında, bir grup genç İslamcının (kaum
muda) liderlerinden biri oldu. Zengin bir batik tüccarı ailenin evladı olan
Misbah babasının bir din görevlisi olması sebebiyle Kasunanan’ın dindar bir
muhitinde yetişti. Din eğitimi almak üzere bir İslamî okula yazıldı. Bu okulun
yanı sıra yerel halkın gittiği “Ongko Loro” olarak adlandırılan okullardan
birine de devam etti.
Misbah babasının yolundan giderek Kauman’da batik
tüccarlığına başladı. İşleri yolunda gidiyor ve yeni yeni dükkânlar açıyordu.
Bununla beraber Misbah halkçı ve eşitlikçi biri olarak biliniyor, herkesin
imrendiği ateşli bir hitabet yeteneğine sahip bulunuyordu. Bu özellikleri
halkın övgüsüne mazhar oluyordu. Bir hacı ve dinî bir lider olmasına karşın dış
görünüşüyle sıradan bir Javalıdan asla ayırt edilemiyordu.
1914 yılında Marco Kartodikromo ile birlikte IJB
(Endonezya Gazeteciler Birliği)’ne girerek siyasî alana çıkmış oldu. 1915’te Medan
Muslimin adında bir gazete çıkarmaya başladı. İslam Bergerak gazetesi
ise 1917’de yayınlanmaya başladı. Her ikisi de Surakarta’nın çok okunan
gazetelerinden oldular.
Misbah insanları muhtelif şekillerde örgütlüyordu. Kâh
bir greve kâh sömürgecilik ve kapitalizm üzerine görüşlerini serdetmenin bir
yolu olarak kullandığı bir mitinge öncülük ediyordu. Kapitalizmin
destekçilerine, bunlar Müslüman örgütlerden olsalar da, saldırıyordu.
Surakarta’nın tiranı Pakubuwono X de Hollandalı kapitalistlere verdiği
destekten ötürü bu saldırılardan nasibini alıyordu.
1919’un 7 Mayıs’ında tutuklanıp ardından 22 Ekim’de
serbest bırakılması yerlilerin örgütü Sarekat İslam’ın bir zaferi olarak
algılandı. Mayıs 1919’da Misbah ve Sarekat’ın başka bazı liderleri çiftçilerin
grevine öncülük etmek suçuyla tutuklanmışlardı.
Misbah, “ne cezalandırılmaktan ne sürülmekten ne de
asılmaktan korkun” diyordu kitlelere. Muhammed’in İslam’ı tebliğ ederken
katlandığı zorluklardan örnekler veriyordu. Sürgündeyken, hayranlık duyduğu
Karl Marx’ın fukaranın destekçisi olmak ve kapitalizmi telin etmek için
verilecek mücadelede ne kadar önemli olduğundan söz ettiği bir makale yazdı.
Makale temel olarak İslam ve komünizm hakkındaydı ve dinin kapitalizm
tarafından yozlaştırıldığını, kapitalizme tarihsel materyalizm ile karşı
çıkılması gerektiğini belirtiyordu.
Misbah, ezilenlerin yanında saf tutmayan İslamî
kurumlardan hoşnut değildi. Ancak kapitalizmle giriştiği mücadele onun İslam’ın
öğretilerini yüksekte tutmasına mani olmuyordu. Ona göre kapitalizm ve
destekçileriyle mücadele Şeytan’la mücadeleydi. CSI (Merkezi İslam Birliği)
bölündüğünde Kızıl SI (Sarekat Islam-İslam Birliği)’ne girdi. Sonra
Surakarta’da Endonezya Komünistler Birliği’ni (PKI) kuracaktı.
Mayıs 1920’de Misbah tekrar tutuklandı ve
Pekalongan’da iki yıl tutsak olarak kaldı. 22 Ağustos 1922’de Kauman’daki evine
dönebildi. Mart 1923’te Kızıl SI’da bir komünist propagandist olarak boy
gösterdi. Komünizm ile İslam’ın uyumu hakkında konuşmalar yapmaya başladı. Aynı
hedefe yönelmiş olan İslam ve komünizmin bu yolda el ele verebileceklerini
söylüyordu.
1924’de tekrar tutuklanan Misbah Surakarta’daki terör
eylemlerinin beyni olmakla suçlanarak sömürge hükümeti tarafından aceleyle
Manokvari’ye sürüldü. Sürgünde makalelerini yazmaya ve onları yayınlamaları
üzere yoldaşlarına yollamaya devam etti. Manokwari’de, sürgünde öldü.
Bağlam ve Önem
Yirminci yüzyılın başlarında Surakarta saray ile
sömürge hükümetinin çatışmalarına sahne oluyordu. Bu iki güç bölgedeki siyasî
düzenin ve toplumsal yapının inşasında temel belirleyicilerdi. O dönemde batik
sanayi bölgenin belirgin bir iktisadî gücü olarak ortaya çıkmaya başlamıştı,
yüzyılın ilk on yıllarında sözkonusu sanayi büyümesini sürdürecek ve ulusal
pazarda baskın bir konuma erişecekti.
Bu dönem aynı zamanda Surakarta’nın gelişmesinde yeni
bir aşamayı da içeriyordu. Hollandalıların “modern dönem” olarak
adlandırdıkları evre eğitimin de geliştiği yıllardı. Bu eğitim modernizme
götüren yolun temel gereklerinden sayılıyordu. Surakarta’da birçok kişinin
temel eğitim almasını sağlayan yeni okullar açılmıştı.
Yeni nesil eğitimli kişiler geleneksel köklere sahip
olmakla beraber toplumsal bir devingenlik içindeydiler. Bu devingenlik sonraki
zamanlarda bir öncü örgüt olan Sarekat Islam’ın kurulmasını getirecekti.
Örgütün temelini batik müteşebbisleri oluşturuyordu ve örgüt başlarda, batik
atölyelerinin bahçesine kurumaları için bırakılan batik kumaşlarını çalmayı
âdet edinerek tüccarların iş gördüğü alanı güvenli olmayan bir hâle getiren
“haydutlar”a karşı korunmak üzere işbirliği yapmak amacını güdüyordu. Örgütün kurucu
liderleri kendileri de Hollanda idaresinin “ürün”leri sayılabilecek
Tjokroaminoto, H. Samanhudi ve Mas Marco Kartodikromo’ydu.
Sarekat Surakarta’da ve başka şehirlerde giderek
hükümete yönelik bir tehdit unsuru olmaya başlamıştı. Gazete makaleleri,
protesto gösterileri yoluyla SI ve destekçileri eşit haklar için mücadele
ediyorlardı. Takaşi Şiraişi’nin (1990) belirttiğine göre, SI aynı zamanda Çinli
ticaret örgütleriyle de rekabet hâlindeydi.
Sözkonusu yıllar hızlı bir toplumsal değişime sahne
oluyordu. Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminde ulusal hareket şiddetli bir
değişim geçirdi. Yeni liderler ortaya çıkmaya ve hareket bölünmeye başlamıştı.
1918’in sonlarında SI hareketin öncülerinden olarak sendikalarla birleşmişti.
Ulusal hareketin restorasyonunun asıl mimarı Tjipto
Mangoenkoesoemo’ydu. Önde gelen ulusal örgütlerden olan Insulinde Partisi’nin
bir üyesi olarak Volksraad’a (Hollandalıların açtığı meclis) girmişti. Bu
tarihî önemdeki olay Hacı Misbah’ın da devrimci bir vaiz olarak ortaya çıkışına
denk düşer. Bir milliyetçi olarak Tjipto ve bir devrimci vaiz olarak Misbah’ın
birleşmeleri ulusal hareketin Surakarta’da devrimci politik bir güç hâline
gelmesini sağlayacaktı.
Yusran Darmavan
4 Mayıs 2012
Kaynak
26 Ağustos 2013
Ricatın Metafiziği
Tasfiye
Tarihsel planda Kemalizm, İslam meselesini çözmek için
Türkçüleri ve solcuları kullanıyor. Bunları sobanın üzerindeki kestaneleri
almak için gerekli maşa olarak devreye sokuyor. Türkçülük ve solculuk
kullanıldıktan sonra tasfiye ediliyor. Öncesinde Türkçülük, sahneye “Muhammed
Türk’tü” diye girip “İslam Arapların uydurduğu bir hikâye” diye çıkıyor.
Solcular, örneğin “Şeyh Bedreddin” şiiri ile giriyor tartışmaya ve sonrasında
batı aydınlanmasının klasiklerinin yeminli tercümanları olarak iniyorlar sahneden.
Kemalizm, her bir düşmanını birbirine kırdırarak ilerliyor, kendisini bu
şekilde kuruyor.
Kemalizmin cisimleşmiş hâli ve 28 Şubat’ın ürünü
olarak AKP, bu araçları liberalizmin dahliyle zenginleştiriyor. Sonuçta İslam
davası zararsız, tehlikesiz bir mecraya çekilmiş oluyor. AKP, tasfiye sonrası
artakalan solculuğu ve Türkçülüğü liberalizmde birleştiriyor.
Antikapitalist Müslümanlar (AKM) bu gerilimde varlık
alanı buluyor. Özünde Kemalist projenin modernist ve aydınlanmacı saldırısı ile
İslam’ın ilgili mecraya çekilmesine katkı üzerinden yaşama hakkı bulabiliyor.
Yani İslam, Allah’ın otoritesi, Kur’an’ın zamanı ve mekânı kuşatan hikmeti ve
Peygamber’in rehberliği meselesi ise, Kemalizm kendi otoritesi, hikmeti ve
rehberliği adına İslam’ı tasfiye ediyor. AKM, özünde bu tasfiyeye denk düşüyor.
Esbab-ı mucibesi bu oluyor. “İktidarla mücadele edip de ona benzemeyelim”
diyenler, tam da ona benziyorlar. Sömürülenleri ve ezilenleri iktidara,
dolayısıyla AKP’ye karşı mücadeleden alıkoyuyorlar.
İnsan Haber’e verdikleri röportajda AKM’ci arkadaşlar,
“Dini de, demokrasiyi de, sanatı da, hukuku da egemenler kullanırsa, bu zulüm
aracına döner, aynı unsurları, ezilenler, yoksullar kullanırsa, bunu hayata
geçirirlerse, buradan özgürlük, eşitlik, adalet çıkar.” diyorlar.[1] Eskiden
“ezilenlerin iktidarını kuracağız” diyen bu arkadaşlar, bugün artık “özgürlük,
eşitlik ve adalet”in iktidar ve otorite dışı olduğunu iddia ediyorlar ve
ezilenlerin/yoksulların elinde iktidarın ve otoritenin başka bir hâl alacağını
nedense söyleyemiyorlar. Gezi’de birkaç gün süren “komün” pratiğinin halesine
kendilerini fazla kaptırmış görünüyorlar ve her yeri park zannediyorlar.
Gezi
Sol öznelerin hemen hemen hepsi, Gezi ve toplamda
Haziran Direnişi’nin birleştirdiklerini dağıtmak ve kendi dükkânına istediği
kadar insanı kapatmak üzerine kurulu bir siyaset yürütüyor. Herkes bir “Gezi
ruhu”ndan söz ediyor ve bu ruh, illâki öznenin mevcut ruhuyla birlikte
tanımlanıyor. Yani Gezi ruhunu herkes, mülk edinmeye ve başkalarıyla bu sayede
rekabet edebilmeye çalışıyor.
Ama bu noktada Gezi ile Haziran Direnişi’ni teorik
planda ayrıştırmak gerekiyor. Çünkü sol özneler, devletin iki ay süren
operasyonu dâhilinde yaptığı bu ayrıştırmayı teorik planda yapıyorlar.
“Doğrudan demokrasi”, “komün” gibi laflar, tam da Haziran Direnişi’nin kirini
pasını, otoriterliğini ve melun karakterini Gezi’den ayrı tutmak için
dillendiriliyor.
Oysa komün, İstiklâl’in ara sokaklarından birinde
kitleye polisin saldırısı sonrası, insanlar sokağın ortasındaki çukura düşmesin
diye çukurun etrafında kenetlenip duranlarda zaten cisimleşiyor, kendi bireysel
hikâyelerini sürece dayatanların kaprislerinde değil.
Gezi Parkı ile ilgili benzer yanılsama AKM’ci
arkadaşlarda da var. Onlar da bu ruhun “anti-otoriter” olduğunu söylüyorlar. Bu
genel söylem, özelde tam da bugün mevcut otoriteye karşı mücadeleyi boşa
düşürmek için dillendiriliyor. Oysa tersten, Gezi ruhunun gayet otoriter olduğu
da iddia edilebilir. Gezi’de aradığını bulmak ve kendisini oradan kurmak, tam
da Haziran Direnişi’ne yönelik devlet şiddetinden kaçmakla tanımlı. Artık taş
alıp atmak, doğrulmak, dik durmak, maskesiz-baretsiz dövüşmek, örgütlenmek bile
otoriter olarak damgalanıp çöpe atılıyor. Devlet kulaklara “hepinizi süpürürüm,
diklenmeyin” diye fısıldıyor, bu emri birileri kitle içinde açıktan bağırmayı
siyaset zannediyor.
AKM’ci arkadaşlar, tam da direniş sürecinde AKP’nin
söylemlerine benzer şeyler söylüyorlar. “Gezi Parkı içindeki gençler masum ama
onun dışındakiler terörist” yaygarası kopartan iktidar gibi AKM de hareketin
“sivil” olduğunu ve “sivil kalması” gerektiğini söylüyor verdikleri röportajda.
(“Hepimiz o sivil hareketin içinde kaybolmalıydık. Ama olmadı.”[2]) ama öte
yandan da şehit düşen “beş kardeşimiz”den bahsediyorlar. Oysa beş kardeş
iktidarın suratına iniyor ve bu tokat hiç de sivil bir biçimde gerçekleşmiyor.
Sivil vurgusu, özünde, “tağuta karşı mücadele etmeyin” demek oluyor. AKM,
AKP’nin muktedir olduğu dönemde, her türlü iktidar mücadelesinin altını oymayı
görev olarak belliyor. Anarşizmin cenneti, kardeşlik edebiyatı bozulmasın diye
herkes mücadele alanından kaçırılıyor. Dolayısıyla AKM, kendi içine hasbelkader
girmiş ve Allah’ın otoritesine, Kur’an’ın hikmetine ve Peygamber’in
rehberliğine tabi olmuş unsurlarını birer birer tasfiye etmek zorunda kalıyor.
Sola kaybolmayı emrettiği gibi, kendi İslamcı köklerini de kurutmayı öngörüyor.
Cehennem
İslam’da herkesin öldükten sonra ilkin cehenneme
gireceği varsayılır. Bu, anarşizmin koşulsuz herkesin doğrudan cennete
gireceğine dair “iyi niyetli” yaklaşımına aykırıdır. Cehenneme giden yolun
taşıdır iyi niyet zira. Dolayısıyla İslam, mücadelenin ideolojisi olarak, maddî
ve diyalektik olana açık iken, anarşizm külliyen kapalıdır. O bireyi, Marx’ın
tabiriyle, sahte peygamberlere kul eder ve onları budünyacı cennet tasavvurları
ile kandırır. Zulme ve sömürüye karşı mazlumların ve sömürülenlerin ördükleri mevzileri
dağıtmakla yükümlüdür. Tüm mevzilerin bireyi ezdiğini ve sömürdüğünü söyler,
bir boş gösteren, bir tür sahte tanrı olarak bireye işaret eder ve mevzileri
anlamsızlaştırır. Başkası için olmayı ve dövüşmeyi boşa düşürür.
Allah-Kur’an-Peygamber, ümmet dolayımıyla, “biz”e ve “başka hayat”a işaret
ederken, anarşizm bunları düşman kabul eder. Anarşizm, tüm muhalifliği ve
reddiyeci görünümüne karşın, mazrufta sinik, teslimiyetçi ve idealisttir.
Doğduğu günden beri din düşmanı bir karaktere sahip
olan anarşizm, bugün ancak Allah’ı birey, bireyi put yaparak İslam’la ilişki
kurabiliyor. “La ilahe illallah” anarşist bir yerden tefsir ediliyor.
Dolayısıyla bir mevzi olarak Müslüman mahallenin dağıtılması operasyonuna katkı
sunuyor. Allah’ın otoritesi kabul edilirmiş gibi yapılıp, “zaten Allah da yok
ki” denilerek, bireye dolaylı olarak işaret edilmiş oluyor.
AKP şahsında iktidar, bugün kendisini anarşizm gibi uç
biçimleri dâhil, tüm bir liberalizm felsefesiyle koruma altına alıyor. Aslında
devletin zoru ve faşizmi liberalizme yol açmak için ifa ediliyor.
Tertil ile, sindire sindire idrak edilmesi gereken, bu
nedenle 23 yılda nazil olmuş olan Kur’an, bu liberalizmin elinde, içeriğinden
ve bağlamından soyutlanıyor. AKM’ci arkadaşlar, dolayısıyla Allah’ı kendilerine
bağlıyorlar, Kur’an’ı tarihselleştirip kendi dönemine hapsediyorlar ve bugünün
tüm rehber olma iradesini, hakiki olan Peygamber’den başka bir imge olarak,
kendi “Muhammed”lerine kilitleyip eziyorlar.
AKM’ci arkadaşlar, Gezi’nin yarattığı popülerlik
üzerinden, “biz artık olduk” diyorlar ve giderek anarşist sol bir özneye
dönüşüyorlar. Söz konusu kanaat üzerinden, “eşitlik, özgürlük, adalet… İşte biz
bunun hepsine Allah diyoruz” diyorlar. Allah’ı (kendilerinde) tanımlıyorlar.
Ama öte yandan Fransız Devrimi’nin öne çıkardığı bu kavramları sonrasında
tartışmaya açmış tüm birikimi bu Allah’çılığı ile çöpe atıyorlar. İlgili
kavramları ilahi kata taşımakla onları buranın kavgasından kaçırıyorlar.
Allah’la dövüşülemeyeceğinden, bu kavramları ilahi bir koruma altına almış
oluyorlar. Solcuyu buradan avlayacağını zannediyorlar. Solu buradan tasfiye
edeceklerini düşünüyorlar. Galebe çalmayı düşündükleri iki alan olarak sol
mahalle ve Müslüman mahalleyi kendinden menkul anarşist bir
Allah-Kur’an-Muhammed okumasına bağlamak istiyorlar. Muhafazakâr halkı bu
“Allah” söylemi ile kandırabileceklerini düşünüyorlar. Fransız Devrimi sonrası
anarşist felsefede kurgulanan eşitlik, özgürlük ve adalet söylemini kendilerini
korumak adına, tarih dışına atıyorlar. Bunu yaparak, söz konusu kavramların
arkasındaki maddî diyalektik sürecin Muhammedî hareket, Zenc İsyanı, Karmatîler
ve Bedreddin Kıyamı’nı kesmesine mani oluyorlar. Oraları asla görmüyorlar.
Özünde hareket, isyan, kıyam “otoriter”, “iktidarcı”, “bireyi ezen melânet”
olarak damgalanıp tarihin çöplüğüne atılıyor. Gezi pratiği, “Ama doğru olan
şuydu: Gezi'de de o anti-otoriter duruştu.” denilerek anti-otoriterliğe
kapatılıyor. Öte yandan İstanbul valisi de parkı her türlü eyleme kapatıyor.
İki tavır ortaklaşıyor.
Aynı şekilde söz konusu röportajda, benzer bir
tanımlama üzerinden, bir arkadaş, “Kuranda mülk Allah'a aittir der. Biz de
mülkün tüm azınlıklara ait olduğuna inanıyoruz”, bir başkası, “Mülk
Allah'ındır, Taksim Gezi Parkı bütün İstanbullularındır” diyor. Buna göre, biri
azınlıkları, diğeri İstanbulluları Allah yapıp, onları ikna edebileceğini
zannediyor. Özünde “herkes Müslüman nasılsa” kibriyle, kısa vadede kolayca,
uğraşsız ve tersiz, dövüşmeksizin, hemen kitleselleşebileceğini düşünüyor. Bir
yanılsamaya kul oluyor, Allah’a değil.
Kibir
AKM sola konuşuyor, kimi yerde hakaret ediyor, bazen
de onu küçük görüyor. Karşısındaki kişiyi küçülttüğü vakit kendisinin
büyüyeceği yanılsamasına kapılıyor. Bu tavır, ilk dönem AKP’nin tavrına
benziyor. Yanına liberalleri alan AKP sola saldırıyor ve orayı ezmeyi görev
biliyor. Örneğin AKM’ciler “Taksim’e muhafazakâr semtlerden gelmek
isteyenler, sol grupların meydanda bulunan pankartlarını görünce irite oldu.
Fikir öne çıkmalıydı, figürler değil. Nasıl ki İslam'da peygamberin neye
benzediği belli olmuyorsa, fikir ön plandaysa, sosyalistler de komünistler de
böyle yapmalıydı. Vazgeçsinler... Che, İbrahim Kaypakkaya, Mahir Çayan, hepsi
çok kıymetli insanlar, hepsi çok ciddi mücadeleler vermiş, kimsenin
ödeyemeyeceği bedelleri ödemiş insanlar ama artık bunların arkasına sığınıp
mücadele etmekten vazgeçsinler. Ortak bir mücadele dili oluşturup hareket
edelim, yoksa üstesinden gelemeyeceğiz.” diyor ama öte yandan aynı kişi, “Ben
36 yaşındayım, hep kendi hâlinde sakin sessiz olmayı tercih ettim. Fakat dile
getirdiğimiz söz öyle güçlü bir söz ki, o sözün arkasında durmak da bizi güçlü
kıldı. Biz o sözü aslında kalkan edindik biraz da kendimize.” tespitini
yapıyor. Oysa eleştirdiği solu da o pankartlar, cümleler ve isimler güçlü
kılıyor ve sol da onları birer kalkan olarak kullanıyor. Kendi cümlesini kalkan
olarak görüp aynı şeyi neden sola reva görmediği sorusunun cevabı yok.
Özünde AKM’ci arkadaşlar, “bu ülkede komünizm de
Türkçülük de yapılacaksa biz yaparız” diyen dönemin Kemalist valisi gibi
konuşuyor. Eksiği gediği, günahı sevabıyla bir birikime sahip sola
“vazgeçsinler” diye talimat ve akıl veriyor, “yola gelin” diyor, “bu işi de biz
yaparız” deyip tam da küçük burjuva solcular gibi, herkesi kendisine mecbur ve
tabi kılmaya çalışıyor. Bu yanılsamanın kendisini teori ve ideoloji zannediyor.
Kibirle, sola liberallerin eleştirisi sivriltilip saplanıyor, mızraklarının
ucuna gene Kur’an sayfaları asılıyor. “Öncülük yapmayın, halkın öncülüğü içinde
eriyin” emri veriliyor. Kendi siyasî geçmişleriyle ilgili olarak hiç tövbe
etmemiş olanlar, sermayeye ve devlete teslim olmuş eski geleneklerinin
akıbetini sola öğütlüyorlar.
AKM’ci arkadaşlar, bu aşamada, sol kütleyi avlamanın
bir yöntemi olarak tuhaf tevillere ve tefsirlere yöneliyorlar. Örneğin
“inanmamak da Allah’ın ayeti” diyorlar. Kur’an baştan sona inanmayanlara karşı
mücadeleye dair ifadelerle yüklü iken, birden onlar da herkes gibi Allah katına
çıkartılıyor. Bu söylem, dolayısıyla “devrimci peygamberlerin yolundayız”
lafını boşa düşürüyor. Zira peygamberler tam da inanmayanlara karşı mücadele
ediyorlar. Özünde Allah yeryüzünde bir puta, Kur’an basit bir slogan kâğıdına,
Peygamber de güzel hasletleri olan bir Hint gurusuna dönüştürülüyor. Geri
çekildikleri yer böyle olmayı emrediyor.
Ricat
Ricat, savaşta geri çekilmedir. Savaş taktiği
açısından anlamlı olan ricat, dövüşerek geri çekilmektir. Dövüşmenin olmadığı
bir geri çekilme, teslimiyettir. Haziran Direnişi’nin Gezi’ye boğulması, oranın
hülyalı âlemine kapatılması, iktidarın istediğidir. Cem-i cümleyi bu geri
çekilmeye katılmaya çağırmak, tehlikelidir.
Bugün Gezi’nin gazıyla Antikapitalist Müslümanlar,
“Yusuf Tavaslı, hurafeler, muhafazakârlık” düzlemine geri çekilmişlerdir.
Buradan, bir çıkışın, hurucun adı iken, ricatın sıfatı hâline gelmeye karar
vermişlerdir. Artık cümlelerini kendinden menkul, bölünmemiş, devrimci politik
müdahaleden kaçırılmış bir “muhafazakâr halk” öznesi ve buna uygun yüklemlerle
kurmaktadırlar. Söz konusu ricat, özünde, bu ülkede egemenlerin iktidarını
pekiştiren ve o iktidarın ürünü olan ilericilik-gericilik, laiklik-muhafazakârlık
ayrımlarına tabi olmak demektir. AKM, huruçla birlikte diyalektiğin içinde bir
madde olmayı reddetmiş ve ricat sonucu metafiziğin içinde, her şeyden münezzeh
bir ruh olmaya karar vermiştir. Bu, temelde Gezi etkisidir. Parktan çıkıp sokak
çatışmalarına girememenin sonucu budur. Girseler, maddî olarak geri dönmeleri
imkânsızlaşırdı. Geri döndükleri mahallenin onları kabul etmesi mümkün
değildir. Oradaki huruc imkânı, patlama potansiyeli, AKM şahsında,
ertelenmiştir. Anneannesinin dinine gerisin geri bağlanmak, anneanneye
ihanettir. Çünkü anneannenin ihtiyacı olan, maruz kaldığı sömürü ve zulme
yoldaş olacak evlâtlardır. Dövüşmeden, yırtmadan, uğraşmadan, dönüştürmeden,
itiraz etmeden girilen muhafazakâr mahalle, bu sığınmacı tutumu reddedecektir.
Zaten AKM, Gezi sonrası tecrit edilme, yalnızlaşma korkusuyla bu hamleyi yapma
kararı almıştır.
Söz konusu geri çekilme, eski yuvasına sığınma hâli,
tüm öznelerin Haziran Direnişi’nin şiddetinden korkması ile ilgilidir. Herkes
kendi yuvasına geri dönmüştür. Şiddet mevzi kazanmak içindir oysa, ilerleyen
mevziler, devletin mevzileridir.
Eski mahalleye geri dönmek, eski arkadaşlara tekrar
sarılmak hoştur ama politik değildir. Mahallenin dövüşme istidadı yoksa, bu
dönüşün ve sarılmanın kendisi fizik dışıdır. Sömürü ve zulmün fizikî
gerçekliğinden kaçıştır. Müslüman mahallenin sömürüye ve zulme karşı mücadele
alanına açılan kapısı olan AKM, kapanmıştır, zira mahalle süreçten ürkmüştür.
Metafizik
Sol mahalle ile Müslüman mahalle arasındaki duvarların
yıkılması için bu ayrımın redde tabi tutulması gerekir. Lehülmülk kapısından
girmek bu reddin imkânlarını taşır. Her iki mahallenin nizamın, egemen kurgunun
iki yüzü olduğunu görmek ve her iki tarafta İslamî bir davanın neferliğini
yapmak mümkün iken, AKM maalesef Nizamülmülk kapısından girmeyi tercih etmiş,
kurguya, nizama muhalif bir ses olarak dâhil olmuştur.
Gezi süreci, şiddetin de etkisiyle, metafizik manada,
varlığı kendinden menkul olmayı, durağanlığı, varlıkların ilişkisizliğini
yücelten bir eğilimi öne çıkartmıştır. Kadın, LGBT, solcu bireyler, örgütler
gibi kendinden menkul, kendine kapalı varlıklar havada uçuşmaktadır. Sol
örgütler gibi AKM de bundan mustariptir. O da varlığını kendine kapatmayı,
durmayı, başkalarıyla her türlü ilişkiyi zararlı kabul etmeyi seçmiştir.
Bugün itibarıyla AKM, artık bu aşamada doğal olarak
fiilî politik, ideolojik ve teorik düzeylerde, İhsan Eliaçık ile rabıtalarını,
muhabbetlerini kesmiştir. Bu bağın kopmasının bahanesi olarak, tam da Emek ve
Adalet, aynı şekilde Ayhan Bilgen gibi isimlerin eleştirilerinde de dile gelen,
hurafe meselesidir. Oysa bu, bahaneden ibarettir. Zarftır ve aslolarak mazrufa
bakılmalıdır. Asıl mesele, Müslüman mahallenin durağanlığının verili, mutlak
kabul edilmesi, onun iktidar ve sömürü/zulüm tarafından kurulan tarafları da
içerecek biçimde korunmasıdır.
Aslında burada tek İslamcı politik tavrı İhsan Hoca
sergilemektedir. Hoca, sömürü/zulmün tesis ettiği yapının çözülmesi için
hurafelere yönelmekte, bunu teorik, ideolojik ve politik planda devrimci bir
zemin kurgulayarak gerçekleştirmekte ve kitleleri meselenin özüne vakıf kılma
derdiyle hareket etmektedir. Söz konusu zemin, La ilahe illallah ve Lehülmülk
üzerine kuruludur. Bu noktada “Marx’sız Marksizm” ya da “Ali’siz Alevilik” gibi
“İhsan Eliaçık’sız İhsan Eliaçıkçılık” yapmanın bir kıymeti de yoktur.
AKM, Gezi süreciyle birlikte fazla görünür olmuştur.
Tam da bu gerçeğin altında kalmıştır. Maddî görünürlük ruhu sıkıştırmakta, ruh,
hareketin varolduğu, maddî diyalektik süreçten kaçmaya çalışmaktadır. Sonuçta
bu süreçten kaçan ruh, aynı süreçten kaçan başka kardeş ruhlar bulmaktadır.
Doğalında bugün Antikapitalist Müslümanlar, İslam ve Sol yazısında başka
bir biçimde ifade ettiğimiz üzere, “oh oh şu lânet Müslüman mahalle çözülüyor”
diye sevinen, o soyut ezilenin ya da işçinin nihayet prangalarından
kurtulacağını düşünen bir tür liberal sol ile AKP eliyle yetiştirilmiş, kentin
huzur ve refahına gark olmuş ama İslamcılık denilen “pislik”ten kurtulmayı tek
hedef gören, liberalleşmiş Müslüman’ın “kardeşleştiği” bir mekân hâline
gelmiştir.[3] Yani özetle, zulme ve sömürüye karşı hakiki bir mücadele
vermeyen, vermek istemeyen iki mahalle ortak bir zemin bulmuştur. İki mahalle
arasındaki duvar, ezilenlerin-sömürülenlerin üzerine yıkılmıştır.
İştirakî olarak dost, yoldaş kabul ettiğimiz
Antikapitalist Müslümanlar’la muhabbetimiz, gene bu gerilimde ve ayrım
üzerinden, elbette sürecektir. Bu noktada mevcut gerilim ve nesnel ayrım ise şu
tespitte dile gelmektedir: bu topraklarda sömürülenler-mazlumlar safında, İslam
davasını komünistçe, komünizm davasını Müslümanca yürütmek mümkündür. Mesele,
ortaklığın dava hâline gelmesi, davanınsa ortaklaşmasıdır.
Eren Balkır
25 Ağustos 2013
Dipnotlar:
[1] AKM Söyleşisi, 22 Ağustos 2013, İnsan Haber.
[2] AKM Söyleşisi.
[3] Eren Balkır, “İslam ve Sol”, 23 Ekim 2009, İştirakî.
17 Ağustos 2013
Mısırlı Kardeşlerime!
Kardeşlerim, ortak rüyamızın yoldaşları!
Kayıtsız bir tonda ve sanki sizin muazzam devriminizin
bana ve benim gibi milyonlarca müslümana ve gayrimüslime doğrudan ve hayatî
etkileri yokmuş gibi yazmanın zamanı artık geride kaldı.
Artık müslüman kardeşler, kırılgan bir gezegenin
kaderini paylaşan insanlar, bizi kendi tarihimizi düzenleme arayışımızda
afallatan kolonyal ve postkolonyal dünyanın şedit ve kalıcı yaralarından
derinden etkilenen halk olarak, oturup ruberu konuşabilmeliyiz.
Size bir akademisyen, bir düşünür ya da işe yaramaz
bir gözlemci olarak yazmıyorum. Size bir İranlı, bir müslüman, insanlığın bir
üyesi ve sizin dünya-tarihsel devriminizle derinden ve sürekli bir irtibat
kuran bir insan olarak yazıyorum. Ben sizden biriyim. Bugün yaptıklarınız
nesiller boyu çocuklarımızı, çocuklarımızın kim ve ne olduğunu etkileyecek.
Beni fahri bir Mısırlı olarak düşünün ve tekrar eden
misafirperverliğinizin, nezaketinizin, dostluğunuzun ve dayanışmanızın
cömertliği ile onurlandırdığınız bana, merhametli varlığınızın yüce
gönüllülüğünü lütfedin.
Beni en ileri dimağlarınızın gölgelerinin bir uzantısı
olarak düşünün: tıpkı merhûm Nasr Hamid Ebu Zeyd gibi filozoflar, merhûm Yusuf
Şahin ya da Yusri Nasrallah gibi sinemacılar, Sunullah İbrahim ya da Ehdaf
Suyif gibi romancılar, Samia Mehrez ya da Mustafa Labbad gibi akademisyenler,
Samah Selim, Nuha Rıdvan ya da Feryal Kazul gibi eleştirmenler, Hani Şükrullah,
Mona Enis ya da Raşa Saed gibi gazeteciler ya da Samir Ferid gibi film
eleştirmenleri gibi.
Beni merhûm dostum, meslektaşım ve yoldaşım Magda
Nuveyhi’nin İranlı hâli olarak düşünün.
Beni ve benim gibi milyonları sizden farklı bir
kıyafete bürünmüş, ama sizin devriminizin kaderine sıkı sıkıya bağlı Mısırlılar
olarak kabul edin.
Bugün hepimiz Mısırlıyız!
Yerkürenin her tarafındaki milyonlar gibi ben de sizin
muazzam devriminizi şaşkınlıkla, umutla ve kalıcı bir hayranlığın bitmek
tükenmek bilmez duygusuyla izlemiştim!
Bunu hepimiz için gerçekleştirdiniz -insanlık,
Araplar, İranlılar, Türkler, Afganlar, ..., müslümanlar, gayrimüslimler,
kadınlar, erkekler, gençler, yaşlılar, sindirilmişler ve tüm ümitvarlar için.
Bununla beraber bölünmeniz, Mursi taraftarları ve
Mursi karşıtları, dindar ve seküler gibi keskin, yaralayıcı ve sahte ayrımlara
düşmeniz, dünya-tarihsel devriminizin lekelenmesi tehdidine yol açıyor. İşte
her iki tarafın da haklı olduğu bir durum çıktı ortaya: bir yanda Mursi’ye
karşı cesurca sokakları doldurup gösteri yapan milyonlar, diğer yanda, halkının
demokratik iradesinin bir göstergesi olarak ona koltuğunda kalıp makamının
saygınlığı ile uyumlu bir şekilde görev süresini bitirmesi imkânı tanınması
için İslamî fikriyatıyla ya da demokrasiye dair görüşleriyle direnenler! Makul
biri için bu iki konumdan birini diğeri hilafına tercih etmek mümkün değil. Bu
seçimi reddetmeliyiz, reddetmelisiniz.
Bu ayrım, sizin devriminizin tarihsel kaderi; bunun
acıları ise gelecek kuşakların, daha iyi bir dünyanın, anne ve babalarımızın
rüyası olan bir dünyanın doğum sancılarıdır. Bu ayrım, biz kendi kolonyal
tarihimizin acımasız ve makûs talihini yenmeye yazgılıyken, tarihsel bir dönüm
noktasıdır.
Bunun üstesinde müslümanlar ve gayrimüslimler,
Mısırlılar ve diğer halklar, yani hepimiz için gelin! Kadın ve erkek, genç ve
yaşlı, müslüman ve gayrimüslim, kahraman omuzlarınıza tarihimizin yüklediği
muazzam sorumluluğun farkına varın!
Görkemli devriminiz tehlikededir.
Yozlaşmış ve işbirlikçi politikacılar, bölgenin jeopolitikasına
boğazına kadar köle olmuş bir ordu, bu ordunun yapısal olarak Amerikan
emperyalizmi ile sarmaş dolaş olan gerçekliği, sadece kendi çıkarlarını düşünen
bölgesel güçler, devriminizi sizden çalmak istiyor! Onlar, çalınan devrimin
sizin ve bizim için, genel olarak bölge için, bütün araplar ve müslümanlar
için, Asya’dan Afrika’ya, Latin Amerika’ya ve hatta Avrupa ve Kuzey Amerika’ya,
bütün insanlık için sahip olduğu anlamı zerre umursamıyorlar.
Geleceğinize hep birlikte karar verin, anayasa
taslağınızı her birlikte hazırlayın. Müslüman ya da liberal, islamcı ya da
seküler, Sünni ya da Şii, Kıpti ya da diğerleri gibi sahte kimliklere bakmadan,
en iyilerinizden, size nasıl bir Mısır hayal ettiklerini anlatmalarını isteyin.
Mısır’ı Mısırlı kadınlar için güvenli kılın. Onların
güvenliği, emniyeti ve saygınlığı, hayallerinizin ayrılmaz bir parçası olsun.
Kız kardeşleriniz, ablalarınız, anneleriniz, kızlarınız ve karılarınız, devriminizin
ölçüsü onlardır. Eğer tarihinizi yazdığınız sokaklar, caddeler ve meydanlar
onlar için güvenli değilse, hiçbir ülkünüz, özleminiz ya da hayaliniz de
güvende değil demektir.
Devriminizin kaderinin işbirlikçi ellere geçmesine
izin vermeyin! Bu tarihî görevde en son güvenebileceğiniz insanlar, politikacılar
ve subaylardır. Kendi kaderinizi kendi ellerinize alın!
Mursi’ye karşı ayaklanmış olanlar, askerî bir darbenin
kendi hesaplarına yazılmasına izin vermemeli. Şimdi vakit karanlıkta kalkıp Mursi
lehine düzenlenen gösterilere katılanların ellerini arayıp bulmanın vaktidir.
Ayrımın karşı tarafındaki kardeşlerinizi arayıp bulun. Evlerine, mahallelerine,
camilerine gidin. O evler sizin evlerinizdir, o camiler sizin camilerinizdir, o
mahalleler sizin mahallelerinizdir. Barış, barış, barış… Beyaz bayraklar, açık
kalpler ve birbirine uzanmış eller!
Şehit düşmüş kahraman Mursi taraftarlarının tamamı
için ulusal yas günü ilân edin. Onlar, devrimin, aynı zamanda hem onların hem
de sizin olan devrimin şehitleridir. Anılarını onurlandırın, ailelerini teselli
edin, onları destekleyin, onları kardeşiniz addedin ve onlara öyle seslenin!
Ocak devriminizin en zor ve en önemli günlerinde, daha birbirinizi
birbirinizden ayıramadığınız, etle tırnak olduğunuz, Tahrir Meydanı’nda
beraberce geçirdiğiniz günleri ve geceleri hatırlayın!
Mursi için gösterilere katılmış olanlar, ona karşı
sokağa dökülenleri düşmanları olarak görmemeli. Öyle değiller, tıpkı sizin gibi
Mısırlı ve çoğu müslüman. Sizinle aynı kaderi ve hayali, özgür ve demokratik
bir gelecek rüyasını paylaşıyorlar. Bir askerî darbe peşinde değiller. Sadece
demokratik haklarını kullanıyorlar.
Sömürgeciliğin dayattığı o aşağılık dindar/seküler
ayrımının ve bunun aynı derecede tehlikeli Sünni/Şii, Müslüman/Gayrimüslim
ayrımlarını, Kıpti, Yahudi, agnostik veya ateist türü etiketlemeleri reddedin!
Bunlar, sahte ayrımlardır. Birbirimizin gözlerinin içine bakın. Orada
kardeşlerinizi görün, ister sakalı olsun ya da olmasın, ister nikabı olsun ya
da olmasın. Ortak kampanyalar hazırlayın ve birbirinizin elini tutun. Sizler
birbirinizin düşmanı değilsiniz. Düşmanınız insan postunda değil. Düşmanınız bu
dünyaya yapısal olarak içkindir ve sizin döşediğiniz yolla onu hep beraber alt
etme imkânı kazanıyoruz.
Sizin muazzam devriminiz, bu kalıcı yaraları nasıl
iyileştireceğimizi gösterdi bize. Size milyar dolarlar vermeye gelenler, çözümün
bir parçası değil, sorunun bir parçasıdırlar. Mısır’ın sadakaya ihtiyacı
yoktur, Mısırlıların cömertlik edebiyatına karnı toktur. Sizin devriminiz,
cömertliğin bizatihi tanımıdır. Sanayiinizle, çalışkanlığınızla, maharetinizle
Mısır’ı dünyanın geri kalanının gıpta ettiği ve öykündüğü bir model hâline
getireceksiniz.
Önemli olan, Mursi ya da başka bir politikacı değil,
Mursi ya da başka bir cumhurbaşkanı da değil. Önemli olan, Mısır’ın
geleceğidir, milyonlarca insanın kaderidir, Mısır’ı izleyen, ona dair ümitleri,
hayalleri olan, onu merak eden diğer milyonların umutlarıdır.
Dünya, hangi yöne gideceğinizi korku ve umutla takip
ediyor: Acaba sahte ayrımlar umutlarınızı, umutlarımızı yok edecek mi yoksa
yeni bir düşünme biçiminin, dayanışmanın ve amaçlılığın şafağı sizi ve bizleri
daha iyi günlere mi götürecek?
Aklın kudreti, aklıselimin ışığı, kolektif iradenizin
inayeti sizinle olsun ve sizi yönlendirsin!
Dayanışma duyguları ile dolu gerçek kardeşiniz!
Hamid Dabaşi
16 Temmuz 2013
Kaynak