16 Şubat 2013

,

Anakronik


“Marx’ın intihalciliği” sakızını çiğneyip duruyorlar. Diyorlar ki, “Marx’ın özgün bir fikri yoktu, o, kendinden önceki isimlerden bazı cümleleri aşırmaktan başka bir şey yapmadı.”

Tarihsel bir kişiliğe “bud” misali tapmanın elbette ki anlamı yok. “Put” sözcüğü, o bildiğimiz “Buda” heykelciklerine atfen üretilmiş. Marx’ın heykelciklerini pazara çıkarmanın kıymeti kalmadı. Ama gene de şu söylenmeli: Marx’ın “intihalciliği” tespiti, on dokuzuncu yüzyılda Avrupa bir devrim coğrafyası olmasaydı, geçerli olabilirdi. Demek ki intihalcilik eleştirileri, ya coğrafyanın devrimden temizlendiği momentte arz-ı endam ediyor ya da bu eleştiriler, devrimi coğrafyadan arındırmak için dillendiriliyor.

Liberal ağız, kapitalizmin zamana hüküm koyma derdini mutlak, ilahi bir ilke olarak üstleniyor. Zamanın tarihe doğru daralmasına karşı direnç, hep bu ağızda ve ağızdaki sakızda karşılığını buluyor. Marx’ın kelâmı, tam da Avrupa devriminde anlam ve değer kazanıyor. Politik niteliğini burada buluyor. Avrupa’dan çıktığında sudan çıkmış balığa dönüyor. İşte o vakit Lenin oluyor nefesin adı.

Velhâsıl; Marx, politikleşmiş ve devrimcileşmiş bir coğrafyanın örgütlediği tarihsel bir kişilik. O, politikanın ve devrimcinin koşulladığı bir hurucun kolektif öznesi. O özneye örgütlenmişsen Marksistsin, örgütlenmemişsen ve onu burada tasfiye etmenin derdindeysen liberal.

* * *

Anakronizm, Leonardo da Vinci’nin 1498 tarihli Son Yemek tablosundaki portakaldır. İsa’nın son yemeğini anlatan resimde, on beşinci yüzyılda Portekizlilerin kıtaya getirdikleri portakal da kendisine yer buluyor. Burada İsa’nın güncelle bağı kurulmak istenmiş olabilir ya da bu resim, Avrupa’daki sömürgeci zenginliğin kendisine İsevî bir dayanak bulmak istemesi olarak da anlaşılabilir.

İkinci anakronizm türü ise Bizans sarayının sergilendiği bir Türk filminde kralın düşmanına “mikrop” demesidir. Mikrop, ilk kez 1675’te keşfedilmiş ama nasıl olmuşsa, iki yüz yıl önce Bizans sarayında, üstelik bir küfür olarak kullanılabilmektedir.

Mekânın topluma ve coğrafyaya doğru daralmasına dönük itiraz ise muhafazakâr kesimde dil buluyor. Bunların itiraz biçimleri de liberallerle ortak yönler taşıyor. Her ikisi de anakronizm batağına batmaya mecbur.

Liberalizm ve muhafazakârlık, su olup efendilerinin düşmanlarına ait dayanakları eritmek derdindedir. İlki zamanı, ikincisi mekânı bu amaçla kullanır. İkisi arasındaki rekabetin halesine kapılmamak gerekir. Sonuçta iki yaklaşım da toplumsal-tarihsel dayanaklarımızı çürütmek, parçalamak gayesini güder. Dayanakları zayıf ya da eksik olanların muhafazakâr veya liberal birikime yaslanması, bu noktada kaçınılmazdır.

* * *

İsmail Beşikçi, özellikle doksanlarda, Kürd hareketinin koşulladığı ve var ettiği tarihsel bir kişiliktir. Bilim insanı namusu ile Kürd’ün maruz kaldığı zulme bakmış, bilimi namluya sürme konusunda önemli adımlar atmıştır.

Ancak ya Kürd hareketi onun ya da o Kürd hareketinin genel bağlamından çıktı ki bugün aykırı bir pozisyona savruldu. Bir tür anakronizme meyyal laflar sıralıyor son demde. Beşikçi, tarihin her momentinde bugünkü “Kürdistan”ı arayıp buluyor ve bu “Kürdistan”ı bitmiş, kemale ermiş bir olgu olarak zamana teşmil ediyor. Bu tepkinin liberallerdeki “bırakın şu silâhları artık” sakızını çiğnediğini görmek gerekiyor. Tüm tarihte kafadaki Kürdistan’ı aramak, bu andaki Kürdistan’ı silme çabasının bir sonucu.

Olumlu ya da olumsuz anlamda Kürd hareketini öldürmek, bu türden zaman ve mekân tasarımlarının eşliğinde gerçekleşiyor. İsmail Beşikçi, diyelim on altıncı yüzyılı anlatırken, aklının bir köşesinde bugünün muhayyel Kürdistan’ı konuşuyor ve o günkü dinamikleri bu Kürdistan’a göre ayrıştırmaya ve anlamaya çalışıyor. Anakronik bir üslupla, İsa’ya portakal yediriyor ama İsa’ya portakal yedirmenin onu zehirleyeceğini görmüyor. Belki de görüyor.

* * *

Lenin, Marksizmin dünyevîleşmesi geriliminde tanımlı. Bu ise ancak burjuvazinin toplum ve tarih dayatmasından kurtulmakla mümkün. Burjuvazi ve düşman, “Çar” mecazı üzerinden, karşıya alınıyor. Bu amaçla komünist hareket “öncü parti” kavramıyla tanışıyor. Lenin’in Kautsky’den “intihal” ettiği bu fikriyat, Rus topraklarında dönüşüyor. Zamana hüküm koymak isteyenler, kavramın kronolojisini çıkartırken, arada bir sızı misali yaşanan hurucu, dönüşümü, sıçramayı görmüyorlar ve kavramı kendi kirli sularında eritip yok edeceklerini zannediyorlar.

Öncü parti meselesinin masonizme, karbonarilere ve Hristiyan tarikatlara dek uzanan bir yanı var. Meselenin burjuva sele kapılmaya, rüzgâra saçlarını kaptırmaya karşı kolektif bir direnç oluşturma yönü görülmeli. Karbonariler de parçalanmış İtalya’nın birliği mücadelesinde pazarın ve egemenlerin oyununa kapılmamak için sırra çekiliyorlar ve o şekilde hareket ediyorlar. Öykünme burada.

Öncü parti, kitlenin kendiliğinden mücadelesinin dışında, onu arkadan itip toparlayan, yeri geldiğinde öne geçip hedefe götüren bir lokomotif. Öncü partinin devrimden ve politikadan azade olanların bir gizli tarikatı olarak örgütlenmesi, tabiî ki sorunlu.

Öncü parti, tıpkı Kürdistan gibi, iki yönden çekiştiriliyor ve genel bağlamından çıkartılıyor. Ondaki politik ve devrimci boyut es geçiliyor. Öncü partiyi tarihten ve toplumdan silmek için o, ya zamana ya da mekâna teşmil ediliyor. Lenin, içi sızlamayanların, derisinde bir milim yara izi istemeyenlerin ikonasına ya da şeytanına dönüşüyor.

* * *

Murat Çakır, çok şey söyleyen ama hiçbir şey anlatmayan İsmail Beşikçi eleştirisinde, öncü parti meselesini hiç anlamamış olan Rosa’nın eteğine tutunup, “emekli ol İsmail Hoca” diyor. Milliyetçiliği küçük burjuva olarak etiketleyip, “demokratik cumhuriyet”i proleter ilân ediyor. Mazlumların milliyetçiliği ile zalimlerin milliyetçiliğini eş kefede değerlendirdikten sonra, çıkınındaki tüm ulusötesi ve ulusaşırı, dünyacı ezberini İsmail Beşikçi’nin suratına çalıyor.

“Ne mozaiği, mermer mermer!” diyen Alpaslan Türkeş gibi, tüm dünyayı mermer pürüzlüğünde görmeyi arzulayan Çakır, esasında yeryüzü haritasında bir Kürdistan görmek istemediğini aşikâr ediyor ve onca Kürdün muradını hiç yerine koyuyor. Paris’te kahvaltı, Londra’da öğle yemeği, New York’ta akşam yemeğini yiyen burjuvaların pratik hayatını hayal olarak mazlumlara pazarlıyor, “böyle olmak varken, niye daha Kürdistan diye tutturuyorsunuz” diyor. Oysa Kürd, Paris’te vuruluyor, Londra’dan kovuluyor, New York’un dayağını ve hançerini yiyor.

Doksanların politik bir çentiği olarak İsmail Beşikçi, Murat Çakır gibilerin hayal dünyalarını bozan tehlikeli bir unsur gibi görünüyor. Bazı Ak Partici borazanlar gibi, İsmail Beşikçi’yi Kemalizmin yanına atmaya yelteniyor ama pazarını düşündüğü için bunu yapamıyor ve arkadan dolanıyor.

Tarihsel annesi Rosa Luxemburg da Marx’tan aldığı ezberle millet ve parti meselesinde bu türden çentiklere, kesiklere hep alerji geliştiriyor. Luxemburg, Lenin’in öncü partisini despotik buluyor. Politik ve devrimci dönüşümü görmezden geliyor.

Marx, yaşadığı dönemde Avrupa’nın Ruslar tarafından fethedileceği korkusu içinde yaşayan aydınlar içinde düşünüyor ve doğu meselesini buradan ele alıyor. Osmanlı’nın parçalanmasına bu nedenle karşı çıkıyor, zira o dönemde Osmanlı, Avrupa’yı Ruslara karşı koruyan bir istinat duvarı görevi görüyor.

Rosa da kendi ülkesi Polonya’nın bağımsızlığına bu nedenle karşı çıkıyor. Marx ve Bakunin arasındaki kavga da böylesi bir jeopolitik boyuta sahip. Lenin-Rosa arasındaki gerilim de aynı ortamda doğuyor. Sonrasında Rosa’ların katli ardından yoldaşları, onları ihbar edenin Moskovacı Karl Radek olduğunu söylüyorlar.

Avrupalı solcular, sol komünistler, Rus coğrafyasının devrimcileşmesini ve politikleşmesini asla anlamıyorlar, anlamak istemiyorlar. Bugün Avrupa’da anakronik anlamda Rosacı olmak, politika ve devrim dışılık demek oluyor. Bugün kimileri, troçkistleşmemek için Rosa’nın eteğine sarılıyorlar. Troçkistleşmek, İngiliz-Amerikan çizgisine çekilmek gibi bir anlama sahip.

* * *

Sınıf, millet ve din bayrağı altında toplaşıp zalime, sömürene karşı başkaldırmış tüm âdemoğlunu zamansız-mekânsız bir “ezilen” bayrağı altına toplamak nafile. Öyle bir bayrak yok. O, devrimsizliğin ve politikasızlığın bayrağı sadece. Bu açıdan, ezilenciliğin zaman ve mekân bağlamında muhafazakâr ve liberal külliyattan beslenmesi tesadüf değil. Tarihteki belli bir başarının ezberlenmesi ve bunun tüm zamana veya mekâna teşmil edilmesi, çıkışsız.

Sınıfın, milletin ve dinin politik ve devrimci anlamda dönüşüme uğradığı momentler elbette önemli. Ama bu momentlere ilişkin malumatını satanlardan da uzak durmak gerek. Zira onlar, o momentin ölümüne dair basit birer mecaz. Mecazın sürekli yinelenmesi, asıl söylenecek sözü de öldürüyor. Devrime ve politikaya dair edebiyat, hem devrimin ve politikanın öldüğü noktada vücut buluyor hem de ters yönde devrim ve politika imkânlarını da öldürüyor.

Kürdistan’ı on altıncı yüzyılda arayıp bulmak, bugünkü Kürd mücadelesinin ya bitimine işaret ediyor ya da bitirilmesi iradesine. Oysa mücadele, hâlâ devam ediyor.

1789’u bugünde aramak, bugünkü kurtuluş mücadelelerini Avrupa tasarımına bağlamak, 9. Senfoni’den başka marş tanımamak anlamına geliyor. İlerlemeci bir tasarımla, “geleceğin sosyalizmi için yolları temizliyoruz” deniliyor ama asıl temizlenenin sosyalizmin dayanakları olduğu görülmüyor.

Ezilencilik, Marx, Lenin gibi politik-devrimci momentleri silmek için var. Bu yaklaşımı, sınıfın, milletin ve dinin toplumsal-tarihsel planda var ettiği tüm politik-devrimci momentlerin silinmesi muradı olarak okumak mümkün.

Eren Balkır
16 Şubat 2013

11 Şubat 2013

Zoka


Post-sovyetik dönemdi, Sovyetler’in çözülmesi üzerinden birkaç yıl geçmiş idi ve Rusya ile ilgili olarak ana akım medyada şu haber geziniyordu: “Rusya’da ılımlı kapitalizm tartışılıyor.” Tersten anlaşıldığında, bu başlığın tartıştırılmak istendiği açık. Sosyalizmin çözüldüğü Rusya’da halkın sömürü karşısında eski rejimi arzuladığı bir momentte geri dönüşün önlenmesi için fikriyatın ve pratiğin belli bir noktada sabitlenmesi zaruri.

“Ilımlı kapitalizm” tabirinde liberal bir hava hâkim. Liberaller, “tamam, Marksistlerin eleştirdikleri kapitalizm kapitalizmin o ilk, vahşi aşamasıydı ama artık o dönem çok geride kaldı.” diyorlardı. Dolayısıyla, kapitalizme karşı mücadele etmek gereksizdi. Özetle, yeni türeyen Rus oligarkları, batılı fikir babaları ile birlikte halka “sosyalizmi unutun, artık kapitalizm var, onun da ılımlısına razı olun.” demiş oluyorlardı.

Aynı dönemde, esas olarak seksenlerin başına kadar uzanan başka bir kavram daha tartışmaya açılmıştı: Ilımlı İslam. Burada da batılı efendiler, “mücadeleyi ruh bellemiş o İslam’ı unutun, yeni koşullara uyum sağlamış, diz çökmüş İslam’la idare edin.” diyorlardı.

“Ilım” sözcüğünün bir anlamı, ölçülülük, itidal, bir diğer anlamı ise “ekinoks”. Bu anlamda, “ılımlı İslam” tasarımının yıllar boyu “biz kapitalizmle sosyalizm arasında ya da dışında üçüncü yoluz. Kur’an’ın emrettiği şekliyle, ‘vasat’ ümmetiz.” diyenlerin faaliyetlerinin bir sonucu olduğunu görmek gerekiyor.

Müslüman halk kütlesinin mevcut cüssesine sırtını yaslayarak liberal bir feyz ile üçüncü yolculuk yapmak, bugünün ılımlı İslam tasarımlarının yolunu açmıştır. Rusya’da önerilen kapitalizm de yetmişlerle birlikte komünist parti içinde yapılan tartışmaların bir ürünüdür. Stalin sonrası iki klik ortaya çıkmış, kliklerden biri, Latin Avrupa’daki komünist partilerin sağ reformist yönelimlerinin de etkisiyle, kapitalizmi çağırmıştır. Nihai darbe Gorbaçev ve Yeltsin ile gelmiş, sonuçta sosyalist birikimi ölçü alacak bir tür kapitalizm modeli önerilmiştir. Söz konusu kliğin altmışlarda Ortadoğu coğrafyasına önerdiği “kapitalist olmayan yol” formülü de aynı minvaldedir. Nihayetinde Sovyetler, etrafına hendek kazarken, kendi kazdığı hendeğe düşmüş, ilk düşüş, zafiyet Afganistan’da yaşanmıştır. Bu zafiyet, esasen Amerikan emperyalizminin kurduğu bir tuzakla ilgilidir.

Bu dönemde ellilerle birlikte Sovyetler’in kuşatılması için sivriltilen politik İslam da kendi etrafına hendekler kazmış, ancak o da doksanlarla birlikte, Körfez sermayesinin de çekim gücüyle, kendi hendeğine düşüp ılımlılaşmak zorunda kalmıştır. Ilımı, yani ölçülülüğü tümüyle emperyalist dünya nizamı ile ilgilidir. Artık ölçü insan ve bireydir, zira Soğuk Savaş döneminde komünizmle araya kazılan hendeğin bir ucunda “insan”, diğer ucunda “birey” bayrağı dalgalanmaktadır.

Soğuk Savaş döneminde ABD-Sovyetler kavgasında Müslümanları ABD yanlısı kılmak için Kur’an da istismar edilmiştir. Misal, Rum Suresi’nin konusunu teşkil eden Persliler-Romalılar savaşında Müslümanlara Allah’ın Romalıların safında olduğu söylenmiştir. Bunun gerekçesi de Romalıların ehl-i kitap oluşudur. Bu surede Allah, Romalıların yenildiğini söyler ama birkaç yıl sonra gerçekleşecek savaşta onların kazanacakları haberini verir. Kimi müfessirler, ABD desteği ile kaleme aldıkları yorumlarda, bu ayetin haber değil, “müjde” verdiğini söylemiş, Allah’ın ve Peygamber’in aslen Romalıların safını tuttuğunu iddia etmişlerdir. Oysa ayetin devamında, “Müslümanlar da bir gün sevinecek” denilmektedir. Ama ayet, ısrarla Müslümanların bugün kitapsız olan Sovyetler’e karşı ehl-i kitap olan ABD’nin desteklenmesi yönünde yorumlanmıştır.

Esasında Persliler ve Romalılar arasındaki savaşın o günün jeopolitik gerçeği dâhilinde bölgedeki Müslümanlar için anlamı, Yahudilik-Hristiyanlık kavgasıdır. Dolayısıyla, söz konusu yorum kasıtlıdır. Sonuçta lânetlenmişlerin ve yoldan sapmışların karşısında hak yolunu sürdürmesi gereken Müslümanlar, gündelik çıkarlar uyarınca, yoldan sapmış ve ılımlı İslam için gerekli zemini teşkil etmişlerdir. Bu zemin, İslam’ın mücadelesini belirli bir coğrafyaya ve belirli bir tarihsel kesite kapatmıştır.

Mücadele, kapanmaya gelmez. Mücadeleyi ruh bellemiş İslam’ın silinip yerine diz çökmüş bir İslam’ın hâkim kılınması, ancak İslam’ın kendine kapatılması ile mümkündür. “Ilımlı kapitalizm” türünden tartışma başlıkları fikri ve ameli ne yönde kıstırıyor, boğuyorsa, “ılımlı İslam” tartışmaları da benzer sonuçlar üretmektedir.

İslam düşmanı kimi Hristiyan sitelerinde “siz kanmayın İslam sözcüğünü ‘barış’ diye çevirmelerine, İslam Arapçada teslimiyet demek ve teslimiyet de elindeki kılıcı ile Muhammed’e teslimiyetten başka bir şey değil.” denmesi boşuna değil. Ele göre kendisini yıkıp kuran Müslümanlar, bu sözlere her şeylerini eğip bükmek zorunda kalıyorlar. İslam’ı barış yurduna indirgiyorlar, Muhammed’in ordusuna teslimiyeti geçersizleştiriyorlar ya da Muhammed’i devre dışı bırakıp Kur’an’ı kendine kapatıyorlar. Sonuçta ayrı ayrı ya da bütün olarak geride, Allah’tan, Kur’an’dan ve Hz. Muhammed’den azad olmuş bir fikrî bütünlük kalıyor.

Siyaset alanında tezgâhlar kuruluyor, tezgâhlara mal taşıyan tüccarlar, kendi çıkarlarına uygun tezgâh sahipleri buluyor. Tezgâhta satılan, sömürülenlerin ve mazlumların kanı-teri. Bu açıdan, sömürülenlerin ve mazlumların kan ve ter dökerek verdikleri zulme ve sömürüye karşı mücadeleler içinde ol mücadelelerden kaçanlar, kendi tezgâhında ya da atölyesinde mutlak, bütünlüklü, dört başı mamur, kendine kapalı, havada asılı mallar üretme yoluna gidiyorlar.

Bu tarz malların üretilmesi, onların satılabilmesi için şart. Ama gene de her eylemlilikte malın bir yerinden kan ve ter sızıyor. Bu durum, siyaset alanında köşe başlarını bu tarz mallar üretenlerin tutmasına mani değil. İslamcılık, sosyalizm, Marksizm… Hepsi, kendi özgünlükleri ölçüsünde öne çıkartılıyor ve tezgâhlarda satılıyor. O tezgâhlarda satılan, sömürülenlerin ve mazlumların kanı-teri olduğuna göre, kendine kapalı bir İslamcılık, sosyalizm ya da Marksizm satılabilmek için o kandan ve terden kurtulmalı.

Hristiyanlardaki İslam düşmanlığı, İslamcılık formülünü kansız ve tersiz bir yerde oluşturmayı dayatıyor. Liberallerin ya da faşizmin saldırısı da aynı şekilde sosyalizmi ve Marksizmi böylesi bir yere zorluyor. Ilımlı İslam, Hristiyanlığın yanına kaçtığından beri onun ölçülerine göre kendisini kuruyor ama öte yandan da mücadeleci özü kurumaya yüz tutuyor.

“Ilımlı İslam”, Müslümanların önünde duran ulemanın ikna edilmesi gayretinden başka bir şey değil. Ulema, esas olarak neoliberalizme, Yahudi-Hristiyan teolojisine, tekellerin nizamına ikna ediliyor. İkna gayreti dâhilinde İslam, kendine kapatılıyor. Avam, havassın bu türden teşebbüslerini ağzı açık izliyor ve “vardır bir bildikleri” diye düşünüyor. Sonuçta satılabilir bir meta hâline getirilen İslam, O’nu bugüne getiren kandan ve terden arındırılıyor. Zira, bir yerinden kan ve ter sızan bir metanın satılma ihtimali de bulunmuyor.

Bu aşamada İslamcılık, kendine kapalı bir biçimde formüle ediliyor ama bu işin kökü Hz. Muhammed’e hatta Hz. Âdem’e kadar uzatılıyor. Bunu duyan avam da ne kadar köklü olduğunu düşünerek ve asıl insanın kendisi, kendisi dışındakilerin de hayvan, yeryüzünün sadece kendi yurdu olduğuna inanarak mutlu oluyor. Bugünde güçlü olmak isteyen mazlum ve sömürülen kişi, bu türden tarihyazımları ile kandan ve terden kurtulabileceğini zannediyor. Kan ve terden temizlenmiş bir metanın taşıyıcılığı, satıcılığı veya alıcılığı, kişinin kandan ve terden kurtulduğu huzurlu ve mutlu bir âna işaret ediyor.

Oysa kökün bu denli derine uzatılmasında esasında belli bir hinlik var. Kanın ve terin mücadelesi silindiğinden, belirli bir dönem politik bir anlamı, varoluşsal ve direnişe dair bir değeri olan namaz, şahsî bir eyleme indirgeniyor. Kökün derine uzatılması ile politik muhteva sulanıyor ve İslam’ın sömürücülere/zalimlere salladığı kılıç elinden alınıyor. Bu eylemin dışında bir değeri bulunmayan tüm fıkhî, amelî hususlar kendinden menkul kültürel motiflere dönüşüyor.

Adamın biri elinde bir tabak hurma ile Peygamber’in yanına gelir. Peygamber, “bu sadaka mı hediye mi?” diye sorar. Adam “sadaka” diye cevap verir. Bunun üzerine Peygamber, hem öğrencisi hem koruması olarak görev yapan ashab-ı suffanın kaldığı kulübeyi göstererek “oraya götür” der. Adam elindeki hurmalarla kulübenin kapısına yönelir. Kapıda Peygamber’in torunu Hasan durmaktadır. Uzanır tabaktan bir hurma alır, tam ağzına atacakken Peygamber durdurur onu ve “biz Ehlibeyt’iz, bize sadaka yakışmaz.” buyurur. Sadaka tasdik etmektir ve Peygamber’in konumu tasdik etmeyi gerektiren bir konum değildir.

Ömrünü Peygamber gibi yaşamak ya da diş fırçalamakla geçiren bir Müslüman’ın özdeşlikle yerle yeksan ettiği, işte tam da belli bir mücadelenin komutanı ve onun karargâhıdır. Ilımlı İslam, esasında o komutanlığın ve karargâhın artık zihinlerde ve amelde belirli bir hükmünün kalmamasıdır. Batı, Muhammed’siz Kur’an’a ve Kur’an’sız “Allah”a hazır ve razıdır.

Eren Balkır
10 Şubat 2013

10 Şubat 2013

,

Devrimci Politik Cüret

Politika, hata yapma cüretidir. Teori ise ilkokul düzeyindeki bir algı ile ancak “hatalardan ders çıkartma” düzeyinde ele alınan bir pratiktir. Neyin hata olduğunu söyleyen ise her zaman düşmanın kendisidir.

Hattizatında neyin hata olduğunu söyleyenin, düşmana karşı kolektif devrimci pratiğin bizatihi kendisi olması gerekir. Arada böylesi bir dolayım yok iken, hata diye giderilmeye çalışılan, her zaman düşmanın “düzelt” dedikleridir. Düşmanın bize çekidüzen vermesi, “legalizmi istismar” bile değildir.

Demek ki aslında hatayı giderme pratiğimiz, düşmanın alanının genişlemesi ile ilgilidir. Dolayısıyla, daha fazla akıllanıp daha fazla “kitap yüklü eşek” oldukça düşmanın eli kuvvetlenmektedir. Biz, kavga için neyi ne kadar öğreneceğimizi bile, bu konudaki ölçü ve ölçeği dahi, düşmandan almaktayız. En hızlı devrimcimiz akademisyen olmakta, teorik dünyamız kampüslerle sınırlı kalmaktadır.

Mevcut teorik faaliyet eleştirisi gene de, “burjuva aklından kurtuldum, benim önümde diz çökün” diyenlere kanmamızı gerektirmez. Onların kurtuldukları ve hatanın bizatihi kendisi olarak gördükleri şey, kolektif devrimci pratik ve politikadır. Esasında öylesine burjuva aklıyla donatılmışlardır ki adım atmanın kendisi, Yahudilerin Şabat gününde olduğu gibi, dal kırmak bile, günahtır. Onlarda burjuva akıl nihayet Yehova’ya, her tür fani insanî pratik Tanrı’ya küfre dönüşmüştür. Sonuçta mevcut teorik faaliyet eleştirisi geçersizleşmiş, teori, hiç dokunulamayacak bir yere fırlatılmıştır. Marx’ın tabiriyle, “çamurlu çizmeleri ayağına geçirmesi gereken teori”, modernizm ve aydınlanma eleştirileri ile kirden çamurdan uzak, fildişi kulesine saklanmıştır.

Modernizm ve aydınlanma eleştirisi, esasen bu tanrısallık için gereklidir. Burada Marx denilen faninin insanî pratiği de ezeli-ebedi “ekoloji” ya da “kadın” üzerinden ezilme imkânı bulur. Ekoloji ve kadın, bu kesimlerin tanrısının “Esma-ül Hüsna”sıdır. Böylesi bir eleştiri, her şeyi kişiselleştirip ezmeye ve boşa düşürmeye mecbur olan liberalizme akrabadır. Her eleştiriyi ya da pratik adımı, “bunu sen söylüyorsun” diyerek kişiselleştiren ve talileştiren şahıs, aslında örtük olarak tanrısal bilginin kendisinde olduğunu söylüyordur. Tanrısal bilginin kendisinde olduğunu iddia eden ise, gündelik çıkarlarının, paranın, mülkün tahakkümü altında olmayı yüceye çıkartmış ve kabullenmiş kişidir. Liberal yaklaşım açısından, bir gün sonrasını düşünmeyen, kısa günün kârı deyip tüm hayatı çıkarına göre tasnif etmeyen, kariyer planlaması yapmak yerine kendisinin görmeyeceği bir gerçek için dövüşen kişi ahmaktan başka bir şey değildir. Ahmaklık hata yapmaktır, hata yapmak, politik olmanın gereğidir, dolayısıyla, liberal yaklaşım için politika dışılık en akıl kârı uğraştır.

Teorik, ideolojik ve pratik düzeylerde her şeyi tüketmiş kişi, genel tüketim ideolojisinin kulu olduğunun farkında değildir. Allah kadar birey de bu tüketimin meşru zemini olabilir, olmaktadır. Tüketimde tüm nesneler dünyası, para tanrısının önünde diz çökmüştür ve bu durum, bireye yalancı bir özgürlük hissi verir. Buradan türeyecek özgürlükçü politikanın bir atımlık barutu vardır.

Özgürlükçü politikadan çok politikanın özgürleş(tir)mesinden söz etmek gerekir. Che’nin tespitiyle, sabrı devre dışı bırakıp özgürlüğü hemen şimdi istemek, özgürlüğe ihanettir. Tarihin belirli bir momentindeki burjuva aklına, aydınlanmaya ve modernizme karşı çıkıp soyut bir “ezilenler” kurgusu ile bugünde özgürlük istemek, burjuva aklının somut burjuvalardan çıkıp genele yayılması demektir.

Örneğin “İhsan Eliaçık Müslümanları laikleştiriyor” deyip, genel, ezbere bir laiklik eleştirisi yapmak, dolayısıyla Eliaçık’a özünde “hiçbir şey yapma” demek, burjuva aklının kalıcılaşması ve sürdürülmesinden başka bir şey değildir. Eliaçık’ın saldırdığı hurafeleri ezberindeki batılı aydınlanma eleştirmenlerinin veya postmodernistlerin kafasındaki kilise ile bir tutmak, kiliseyi ülkedeki devlet İslam’ı ile eşleştirmek, hakkaniyetli bir tutum değildir.

Her genç kuşak, biraz da hata yapmama noktasında teoriye, oradan da politik faaliyete örgütlenmektedir. Teori, özünde salt hata yapmamak üzerinden edinilmekte ve buradan da ezbere dönüşmektedir. Devrimci örgütler, gizlilik meselesini daha doğru yapmak ya da örgütsel dayanışma ruhunu daha iyi kurmak yönünde kendilerini öne çıkartmaktadırlar. Ama bu öne çıkartma gayreti asla tek başına politik değildir. Sırf gizliliği daha iyi hallediyor ya da örgüt ruhunu daha doğru kuruyor ve iyi bir “aile” oluyor diye bir örgüt, politika yapıyor değildir. Bunlar yapılırken, devrimci politika adına ne türden ödünlerin verildiği görülmek zorundadır. Brecht’in anlattığı bir Keuner hikâyesinde ifade ettiği üzere, öz biçime kurban edilmemeli, devrim, örgüt, gizlilik, dayanışma ve ruh neden ve ne için var edilmiş, asla unutulmamalıdır.

Genç kuşakların teoriyle ilişkisi, dingin koşullarda, böylesi bir seyir izlemektedir. Daha temkinli, daha akıllı, daha bilgili ve daha vuzuh sahibi olmak, politikanın ön şartıymış gibi sunulmaktadır. Hepsinde de aynı hava hâkimdir: “Eski kuşaklar yapamadı, biz yapacağız.”

Bu yaklaşım tarihselliği anlamsızlaştırmakta, toplumsallığı ise boşa düşürmektedir. Her yenilgide düşmanın gölgesi daha fazla düşmektedir üzerimize. Kimimiz, bu gölgeye sığınarak konuşmayı politiklik zannetmekte kimisi farkında olup “şimdilik, hayatın devamı için bu gölgeye sığınmak gerek” demektedir. Devrim de sosyalizm de kendi bireyliği ölse ölecekmiş gibi durmaktadır. Bu indirgemeci tavır, yani devrimi de sosyalizmi de kendi bireysel oluşuna indirgemek, devrimin ve sosyalizmin pratiğini dirhem dirhem öldürmektedir.

Politika hata yapma cüretiyse eğer, onun sırf hatalara göre şekillendirilmiş teoriden de uzaklaşması gerekecektir. Hata yapmama derdiyle cisimleşmiş teorinin politikaya hayrı olmayacaktır. Böylesi teori, örneğin burjuva devleti, sınıfı ya da diktatöryasından da azade, soyut bir kapitalizme dönük eleştirelliğe mahkûm olacak, o teori dışında atılan her adım “zararlı” kabul edilecektir. Teori sahipleri, kadroları kendilerine mecbur ve mahkûm kılmayı iş zannetmektedirler.

Her şeyi böylesi soyut bir eleştirelliğe ve soyut bir kurguya boğmak isteyenin, somutta gayet maddî çıkarlar hesabına hareket ettiği kesindir. Bir şey ne kadar soyutlaştırılıyorsa, o denli somuttaki belirli güçlere hizmet ediliyor demektir. Bu soyutluk, kapitalizm, devlet, patriarka, küresel ısınma, halkların kardeşliği vs. olabilir.

Yağmurdan kaçayım derken doluya tutulmak budur, buradadır. Hatasız “kul” olayım derken, hatalı bir sahte “tanrı” olmak böyle bir şeydir. Politika, eninde sonunda hata yapmayı içerdiğinden, teorinin ağır gölgesine sığınmak, bizi günbegün daha fazla politik gerçeğe kör etmektedir.

Birileri bir eylem yapar, başkalarına da komplo teorileri üzerinden o eylemi “hatalı” ilân etmek düşer. Birileri eylemi elbette ki somut maddî bazı ilişkiler üzerinden yapmıştır, başka türlü bir eylem yapmak zaten mümkün değildir, başka birileri de eylemin tanrı katından inmiş, pirüpak bir şey olması gerektiği telkini üzerinden, ilgili eylemi değersizleştirmeye ve maddî ilişkileri tekilleştirip kesmeye çalışır. Öte yandan, böylesi pirüpak eylemi ancak kendisinin yapabileceği vaadini de yedekte tutar ama o eylem asla gerçekleşmez. Yani gayet somut olan maddî ilişkiler havada asılı, boş, soyut varlıklara dönüştürülür, sonra da eylemin tarihsel-toplumsal anlamının olmadığı söylenir. Onu tarih ve toplum dışına atan da kendisidir, böyle olduğu için eleştiren de.

Birileri “şiddet olmazsa olmaz” der, bir örgüt çıkar şiddet eylemi yapar ya da Arap halkları kıyam eder, “şiddet” propagandası yapan o birileri, bu sefer eylemin ve kıyamın arkasında ABD emperyalizmi ya da Muhaberat buluverir. Çünkü politika cüret etmektir ve bu teorik akıllar, cüret etme imkânlarından yoksundur.

Bilim ya da felsefedeki şüpheciliğe bulaşmaksızın, esasen buradaki teorik aklın kendisinden şüphelenmek gerekir. Bu akıl, düşmana teslim olmuş akıldır ve eskilerin tabiriyle, cin çarpmış, şeytan girmiş muamelesi görmelidir.

Teori ise basiret ve feraset meselesidir. İlki derinlikle, ikincisi ayırt etme ile ilişkilidir. Sırf hataların ayıklanması üzerine kurulu bir teorik faaliyet, bu iki düşünsel pratiği sekteye uğratacaktır. Çünkü bu faaliyet, düşünsel pratikte de hata yapmamaya kilitlenip ne derinlemesine ne de ayırt etmeye yönelik bir çalışma yürütecektir. Yirmi yıl boyunca “teori ile pratiğin arasında aşılmaz bir engel vardır, bunlar ilişkisizdir anda” diyenin bugün dillendirdiği, “teori ile pratik arasında ilişki vardır ve bu ilişkiyi biz kuracağız” cümlesi, içimizdeki düşmanın fısıltısından başka bir şey değildir.

Hata yapmamayı öne alan bir öznenin bugüne ve geleceğe söyleyeceği bir sözü yoktur, sözü yoksa özne de değildir. Zaten olmamak için hatalara bu denli abanılmaktadır.

Ateistler, aslında mevcut dinler insana yakın bir tanrıya inandıkları için onlara karşıdırlar. İnsana karşıymış gibi görünen bu yaklaşım, insanî bir zaafın ürünüdür. Ateizm, hataya alerjisi olanların ideolojik refleksi, insanî hatalara hatta “insan” denilen hataya karşı pürüzsüz bir tasarıma bağlanarak kendi hata ve zaaflarını meşrulaştırmak isteyenlerin doğal bir tepkisidir. Hiçbir şey yapmak istemeyenler, kendiliğinden böylesi tepkiler üreteceklerdir. “Küçük örgütlerden sıkıldım, büyük partilere koşuyorum” diyen için de benzer bir durum söz konusudur. Aslında bu kişi, hiçbir şey yapmadığı ve söylediklerinin hiçbir anlam ifade etmediğinin belli olmadığı bir yer istemektedir.

Sömürü ve zulümle şu veya bu şekilde, az ya da çok, derdi olanların, “dert” denilen fazlalarının, yüklerinin emretmesiyle verecekleri politik mücadelede hatasızlığa kilitlenmiş teoriyi ellerinin tersiyle itecekleri kesindir. Çünkü onların yakacakları bir dünya, kıracakları bir zincir vardır.

Eren Balkır
9 Şubat 2013

08 Şubat 2013

,

Stalingrad Savunması

Stalingrad Savunması

(23 Ağustos 1942 – 2 Şubat 1943)




Stalingrad

Havan topları gölgesinde açlık ve yıkım
Çelik gibi direniyor kent
Stalingrad sokakları kana belenmiş
Binlerce barikatın üzerinde
Granitten bir kadın gülüyor

Düştüğü yolda buz kesmiş gamalı haç
Artık biliyor önüne çıkan her kentte
Bir Stalingrad bulacağını

Orkestra dans ettiriyor subayları kafelerde
Kemikleri donduruyor zemheri
Ama hapishanelerde hava tıpkı Kızıl Ordusu Korosu
Şarkı söylüyormuşçasına alev alev

Karanlıkta bir radyo
Yedi işçi ellerindeki yedi bardağı
Şerefine kaldırıyor Lenin’in
Sonra Stalingrad çiftliğe gelip
Ambara giriyor, fırlatıyor bir adam kasketini
Gülümseyerek tüfeğini hazırlıyor

Düştüğü yolda buz kesmiş gamalı haç
Artık biliyor önüne çıkan her kentte
Bir Stalingrad bulacağını

Stormy Six
1975

06 Şubat 2013

, ,

Suphilerin Yolunda

Mustafa Suphi ve 1920 konjonktürü ile ilgilenmek, basit anlamda bir entelektüel tarih merakının neticesi değil. Olmamalı.

Bu momentte var edilen komünist hareketin temel zeminini anlamak zorunlu. Neo-ittihatçılık olarak Kemalizmle ve neo-Kemalizm olarak tayyibî rejimle mücadelenin ipuçlarını burada aramak gerek. Aydın, bürokrat ve asker zemininden çıkıp işçi-köylü kitlesi ile hemhal olmanın işaret fişeği orada.

Söz konusu konjonktüre bakıldığında, Kemalizmin nasıl bir karşı-devrim ideolojisi olarak teşkil edildiği daha açık görülüyor. Ülkenin inşası sürecinde ilkin sosyalistler, ardından Müslümanlar, sonrasında da Kürdler tasfiye ediliyorlar. Komünist hareket, bu tasfiye sürecinde daha başta başsız kalmanın cezasını çekiyor. Hareket, zamanla Kemalist kadroların Balkanlı ve Avrupalı gerçeğine göre hizaya çekiliyor. Kaderi bu momentte çiziliyor. Bakû, Çerkes Ethem, Karadeniz’in “kanlı karanlık sular”ı, Müslümanlarla kurulan ilişkiler, Kürdistan gerçeği, ekalliyet ve “işçi-köylü safındayız” diyen bildiriler unutuluyor.

Unutma hâli bugünü koşulluyor ve kendisine “sosyalist ya da komünist” diyenler, son referandumda Kemalist safta hizalanarak, “hayır” diyorlar. Müslüman’ın “evet”ine, Kürd’ün “boykot”una karşı Kemalist yuvasına kaçıyorlar. AKP’ye karşıtlık, emredilen AKP karşıtlığı siyaseti, herkes gibi onları da kör ediyor. Aslen neyle ve ne için mücadele edildiği, bir kez daha unutuluyor. Bir kısmı Kürd’ü, bir kısmı da Müslüman solu AKP karşıtlığı düzleminde önemsermiş gibi görünüyor. Ama buradaki hinlik, anında gün yüzüne çıkıyor. Kürd’e ve Müslüman’a karşı tiksinti, bunların alamet-i farikası oluyor. Çünkü bunlar, Kemalist elite göre, bizzat bu elitin dünyasına örgütlenmiş solcular. Her şeyden arınmış, diyalektikten kopartılmış, maddeden soyutlanmış, biricik bireyliklerini satmayı solculuk olarak pazarlamaya mecburlar.

İktidarı alma hedefi, kendinden menkul bir değer ve anlam taşımıyor. Ancak AKP karşıtlarında kızgınlık ve haset, tam da “göbeğini kaşıyan” adamlardan ya da “takunyalı gericiler”den nefret eden Kemalistlerin kibrine örgütleniyor. Batılı, modernist ve aydınlanmacı kafa, komünist hareketi bir kez daha ele geçiriyor. İşgal harekâtının ve asimilasyon politikasının neticesi olan bu fetih, söz konusu kafayı kırarak ilerleyen Suphilerin ve yanı başında getirdiği Kızıl Alay’ın güzergâhını siliyor. Ama Kemalizmin örgütlediği solcular, Suphileri “basit bir iktidar imkânı”, “devlete memur olma şansı” ya da sıradan bir “cinayet vak’ası” düzeyinde ele alıyorlar. Suphiler, bunun dışında bir değer taşımıyorlar.

İkbal, gündelik çıkarlar, huzur, güvende olma, kısa vadeli amaçlar vs. için Kemalist siyasete örgütlenmek, bu ülkede devrim olmasın diye uğraşan Kemalizmi besliyor, esasta görülmeyen bu. Kürdlerle ve Müslümanlarla ilişkilenme, kendini örgüt zanneden güdük bir birlikteliğin zarar görmemesi ya da tersten büyüyüp şişmesi üzerinden değerlendiriliyor. Oysa tam da ölçü, hiza, göz-kulağın kilitlendiği nokta ve hedef, devrim olmalı.

Kemalizme örgütlenenler, “nasılsa devrim olmayacak” ya da “olsa bile ben görmeyeceğim” diye düşünüyorlar ve efendilerinin huzurlu kucaklarına sığınıyorlar. Birgül Ayman Güler’in dilindeki “Türk Ulusu”nun bir gün sosyalist olacağı beklentisiyle, kitleleri avutmayı siyaset zannediyorlar. Kemalizm, o biricik küçük burjuva bireyin imgesi, simgesi veya mecazı hâline geliyor.

Entelektüel gıdasını Odatv’den, Yalçın Küçük’ten ya da Silivri’den alanların anlamadıkları ve asla anlamayacakları hakikat işte bu. Onlar, vazgeçmişliklerini ya da hiç olmamışlıklarını genele yayarak meşrulaştırmak istiyorlar. Devrim’siz kafa, her şeyi düzlüyor ve politik bir iki laf bilmesi üzerinden kendisini politik zannediyor, politika yaptığını düşünüyor. Komünist içinse devrim’siz politika, politikasız devrimcilik, anlamsız.

Kemalizmi “mazlum bir milletin örgütlü ideolojisi” olarak satanlara kanmamak gerekiyor. Bu topraklarda millet ideolojik planda örgütlenirken esas dert, Osmanlı ve Batı emperyalistlerinin ezdiği canların üzerine bir saray inşa etmek. Faşizmin sırrındaki liberalizm de burada. Batıcı, ilerlemeci, aydınlanmacı akıl, milleti birey nezdinde inşa ediyor. O bireye de kutsal bir put olarak “Atatürk” adı veriliyor. Komünist hareketin putun önündeki sunakta kimlerin kurban edildiğini görüp anlamadan yol alması mümkün değil. Sarayda yaşama arzusu komünist hareketi içten çürütüyor. Tarih ise sarayları yakmayan devrime “devrim” demiyor.

Dolayısıyla, AKP’ye kızıp CHP’nin koltuk altına sığınanların, Suphilerin, Dersimlilerin, Ağrılıların, 12 Eylül’de toprağa düşen yiğitlerin katilleriyle ortaklaştıkları gerçeğini anlamaları zorunlu. Gündelik çıkarlar için işlenen bu günahın kefareti yok.

Mustafa Suphi’lerin yolunda, mazlum milletlerin, işçilerin, köylülerin kurtuluşu için “inkilâbî cehennem ocakları” kurmak yazılı. Kemalizmse inkilâptan, cehennemden, ocaktan kaçanların sığındığı yerin adı. Onu unutup, sığ AKP eleştirilerine bel bağlamak, orta sınıf şehirli korkakların işi.

“Bu vatan bizim” diyerek, üç kuruşluk mülküne sıkı sıkıya sarılmayı yüceltmenin ve mülkiyetçi bir ideoloji üzerinden mülk sahiplerinin duygularına oynamanın komünist siyasetle bir ilişkisi yok. Çek senetleri ve para kasalarını “vatan” olarak görenlerin çıkarlarına işçileri, köylüleri, mazlumları örgütlemek, karşı-devrimcilik. Komünistlerin bu vatanı mutlak, ezeli-ebedi malı-mülkü olarak görenlerin siyasetine devşirecek tek bir kadrosu olmamalı.

Onların, vatanın mevcut sahiplerine yaranarak, onlara hoş görünerek atabilecekleri tek bir adım yok. Bu açıdan Kürd ile nasıl savaşılacağına dair kontrgerilla talimnameleri hazırlayan, öğreti güncelleyen Doktrin Merkezi’nde subaylara “sizin tek çıkış yolunuz var, o da sosyalizm” diye akıl verenlerin bahsini ettikleri sosyalizm, savaşmayan, bölmeyen, mazlum işçi-köylü ekseninde bütünlemeyen küçük burjuva bir gevezelikten ibaret. Bu sosyalizm, Kürd’e ve Müslüman’a düşman.

Kimse, “aslında faşist olan İnönü idi, Kemal devrimciydi” türünden entel salvolara kalkışmasın. Kemalizme karşı sınıfsal kinini bileylemeyen, kendisini devrimci ya da komünist addetmesin.

Çünkü söz konusu sosyalizm, Ankara hükümeti ya da Kemalist cumhuriyet ile süreç içerisinde Moskova hükümeti ya da Sovyetler arasında kurulan ilişkilerin tanımladığı bir ideoloji. Bu ideolojinin gündelik çıkarlar üzerinden şekillendiği açık. O nedenle, işçi-köylü-asker şuraları olarak gerçek zeminde, toprakta kavga veren sovyetlerle bir devlet olarak “Sovyetler”i ayırmak lâzım. İkincisini düşmana karşı savunmak ama birincisini bugünde somutlayarak bu savunuyu yapmak zorunlu. Aksi takdirde, mücadele bir yanıyla eksik olacak. Devletler katındaki müzakerelerin ve anlaşmaların koşulladığı bir tür sosyalizm fikriyatına karşı, yerde, avamda, tüm kiri pasıyla, kanıyla teriyle ilerleyen hatta varolmak şart. Evet biliyoruz; düşman, işçi-köylü-asker şuralarının Anadolu ve İran’a uzanan koçbaşını kırdı. Böyle diye Kemalizmin çoban olduğu sürüye kurt ya da kuzu olunamaz. Teorik ve pratik düzeyde işçi-köylü-asker şuralarının hakiki mücadelesi, kendi komünist militanlarını yetiştirmeli. Bu, geleceğin devriminin bugüne yönelik verdiği bir emir.

Eren Balkır
6 Şubat 2013

03 Şubat 2013

,

Afrika'nın İşgali


Afrika’nın kapsamlı işgali başladı. Birleşik Devletler, Libya, Sudan, Cezayir ve Nijer’den başlayarak, 35 Afrika ülkesine askerî birlikler konuşlandırıyor. Associated Press’in Noel’de bildirdiğine göre, bu gerçek, İngiliz-Amerikan medyasında asla yer bulmuyor.

Esasında işgalin “İslamcılık”la bir işi yok, esasta derdi, kaynaklara temelde madenlere el konulması ve rakip Çin’le husumetin tırmandırılması. Çin’in aksine ABD ve müttefikleri, Irak, Afganistan, Pakistan, Yemen ve Filistin’de sergilenen şiddeti tekrarlamaya hazırlanıyorlar. İşbölümü gereği, tıpkı Soğuk Savaş’ta sürekli yinelenen dünyadaki komünist fesadın “kızıl tehdidi”nde görüldüğü üzere, batılı gazetecilikle popüler kültür, İslamî aşırıcılığın tehditkâr yayına karşı kutsal savaş için gerekli kılıfı örüyor.

On dokuzuncu yüzyılın sonundaki Afrika’da yaşanan kapışmayı hatırlatacak biçimde, ABD Afrika Komutanlığı (Africom), Amerikan rüşveti ve silâhlarına teşne olan işbirlikçi Afrika rejimleri arasından seçilen bir ricacılar şebekesi kurdu. Geçen yıl Africom, Afrika Girişimi Operasyonu’nu başlattı, operasyona ABD ordusunun komutasında hareket eden 34 Afrika ulusunun silâhlı güçleri ile birlikte yürütüldü.

Africom’un “askerden askere” isimli doktrini, generalden kıdemli subayına her rütbeden ABD’li askeri ihtiva ediyor. Bunlarda bir tek güneş kaskı eksik.

Görünüşe göre Patrice Lumumba’dan Nelson Mandela’ya Afrika’nın gururlu kurtuluş tarihi, bugün yeni efendilerin siyah sömürge seçkinlerince unutturulmuş durumda. Frantz Fanon’un elli yıl önce uyardığı gibi, bu seçkinlerin “tarihsel misyon”u, esas olarak kamufle edilmiş olmasına karşın azgın bir kapitalizmin “teşvik” edilmesi üzerine kurulu.

Bu konuda çarpıcı bir örnek olarak Doğu Kongo’daki stratejik madenleri kontrol eden asi grup, M23 verilebilir. Bu grubun ipleri, Washington’un kuklası olan Uganda ile Ruanda’nın ellerinde.

Afrika savaşı, NATO için uzun süre önce planlanmış olan bir “misyon”. Bu misyon dâhilinde, uzun süredir kıtada kaybettiği sömürgeleri yeniden ele geçirmek için azimli bir çalışma içinde olan Fransa da önemli bir rol oynuyor. Arap dünyası, Mübarek’lerden ve Washington ile Avrupa’nın destekçileri olan diğer isimlerden kurtulmaya başladığında, Afrika savaşı 2011’de acilen uygulamaya konuluyor. Emperyalist ülkelerin başkentlerinde oluşan histerinin pek abartılacak bir yanı yok. NATO bombaları Tunus’a ya da Kahire’ye değil, Libya’ya düşüyor. Bunun nedeni, Muammer Kaddafi’nin Afrika’daki en büyük petrol rezervlerini elinde bulunduruyor olması. Libya’daki Sirte şehri yerle bir olduktan sonra İngilizlerin SAS birlikleri, “asi milisler”e ırkçı bir kan banyosu ile sonuçlanan bir katliam için emir veriyorlar.

Sahra’da yaşayan yerli bir halk olan ve Berberî savaşçıları Kaddafi tarafından korunan Tuaregler, savaş esasında Cezayir üzerinden Mali’ye kaçıyor, kaçtıkları bölge Tuareglerin altmışlarda ayrı bir devlet kurmak istedikleri yer. Patrick Cockburn’ün de ifade ettiği üzere, “kuzeybatı Afrika’da batının en çok korktuğu husus El-Kaide değil, bu yerel ihtilaf (…) ne kadar fakir olursa olsunlar, Tuaregler, petrol, gaz, uranyum ve diğer kıymetli madenlerin üzerinde yaşıyorlar.”

Fransız/ABD’nin 13 Ocak’ta Mali’ye saldırması ardından, Cezayir’deki bir gaz kompleksi kanlı bir kuşatmaya sahne oluyor. Bu saldırı, David Cameron’a için bir 11 Eylül mazereti verdi. Carlton TV’nin eski halkla ilişkiler görevlisi, yaşananın “küresel bir tehdit” olduğunu ve bu tehdide karşı batının onlarca yıl şiddet uygulaması gerektiğini söylüyor. Bu adam, çok farklı etnik grupları barındıran Suriye’ye saldırılmasını ve bağımsız bir devlet olan İran’ın işgal edilmesi ile birlikte, Afrika için batının iş planlarının uygulanması gerektiğini iddia ediyor.

Bugün Cameron, İngiliz birliklerine Mali’ye gitme emrini veriyor ve RAF insansız hava aracını buraya gönderiyor, öte yandan Cameron’ın lafebesi generali Sir David Richards şu tespiti yapıyor: “Tüm dünya genelinde cihadcılara şu açık mesaj verilmeli: bize bulaşmayın ve asla ayağımıza dolaşmayın. Bu gerçekle tüm gücümüzle uğraşacağımız herkesçe bilinmelidir.” Bu sözler, tam da cihadcıların duymak istedikleri şey. İngiliz ordusunun uyguladığı terörün tüm kurbanları Müslüman. İngilizlerin “sistematik” işkence davalarının mahkemelere çıkartılıyor olması, bu generalin sözlerine tuhaf bir ironi katıyor. Sör David’in bahsettiği “güçlü” yollarına bir seferinde şu şekilde tanıklık etmiştim. Bir keresinde ona, batılıların ve onların kendi ülkesindeki destekçilerinin barbar davranışlarını tarif eden Afganlı cesur feminist Malalay Joya’yı sormuştum. General, bu soru üzerine bana, “sen Taliban’ı savunuyorsun” demişti. (Gerçi sonrasında benden özür dilemişti.)

Evelyn Waugh’dan çıkma bu soğuk esprili komedyenler, tarihin canlandırıcı esintisini ve ikiyüzlülüğü hissetmemize imkân veriyorlar. “Afrika’nın zenginliklerini çalmak için bir tür bahane olarak kullanılan “İslamî terörizm”, esas olarak bu batılılarca icat edildi. Ama artık BBC/CNN hattının kırıntılarını sindirmek ve hakikati bilmemek için ortada herhangi bir bahane kalmadı. Bu noktada Read Mark Curtis’in Secret Affairs: Britain’s Collusion with Radical Islam [“Gizli İşler: Britanya’nın Radikal İslam ile Birlikte Çevirdiği Dolap” -Serpeant’s Tail], John Cooley’nin Unholy Wars: Afghanistan, America and International Terrorism [“Kutsal Olmayan Savaşlar: Afganistan, Amerika ve Uluslararası Terörizm” -Pluto Press) ya da modern köktenci terörün doğumuna ebelik eden Zbigniew Brzezinski’nin The Grand Chessboard’u [“Büyük Satranç Tahtası” –HarperCollins] gibi çalışmalardan bahsedilebilir. Esasında El-Kaide mücahidleri ve Taliban, CIA, Pakistan istihbaratı, Servisler Arası İstihbarat ve İngiliz MI6 tarafından yaratıldı.

Başkan Jimmy Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Brzezinski, bugün “teröre karşı savaş” denilen saldırının başladığı 1979 tarihinde gizli bir başkanlık talimatını anlatır. Bu talimata göre, 17 yıl boyunca ABD “bir nesli şiddete boğan” cihadcı aşırıcıları bile isteye beslemiş, silâhlandırmış ve bu kişilerin beyinlerini yıkamıştır. Kod adı Siklon Operasyonu olan bu faaliyet Sovyetler Birliği’ni yıkmak için tertiplenmiş “büyük oyun”un adıydı ama bu oyun İkiz Kuleler’in yıkılması ile sonuçlandı.

O günden beri zeki ve eğitimli kişilerin hem uyguladıkları hem de sindirdikleri haberler, Hollywood’un elindeki yalan söyleme ehliyeti ile bir tür Disney gazeteciliğine dönüşmüştür. Burada Dreamworks şirketini WikiLeaks ile ilgili, iki Guardian gazetecisinin kaleme aldıkları hain ve dedikoducu kitabından sinemaya uyarlanacak filmden ve Oscar ödüllü Kathryn Bigelow ile Leni Riefenstahl’ın yönettiği, işkence ve cinayeti teşvik eden, Führer sineması gibi efendisinin sesini aktaran Zero Dark Thirty filminden bahsedilebilir. Bunlar, bizim şöyle göz ucuyla baktığımız ve iktidarın bizim adımıza yaptıklarını yansıtan, arkasını gösteren birer aynadırlar.

John Pilger
31 Ocak 2013
Kaynak

25 Ocak 2013

, ,

Mustafa Suphi ve Hikmet Kıvılcımlı

İşin başı ve sonu olma niyeti, işin ve işe ortaklaşmanın hakikatini asla görmez. Bu yaklaşım, süreç içinde en fazla esnaf-zanaatkâr zihniyetine doğru kapanmak zorunda kalır. İlgili yaklaşım üzerine kurulu bir siyasetin ve teorinin iş yapma ve ortaklaşma istidadı yoktur. O siyaset ve teori, devrim ve sosyalizm olmasın diye vardır.

“İlk teorik Marksist” ya da “ilk politik Marksist” türünden tespitlerin küçük burjuva bir nitelik arz ettiği açıktır. “İlk olmak” isteyenler, küçük burjuvalardır, zira sonu da tayin etmek istiyorlardır. Proletarya ise başını sonunu bilmediği bir iş sürecinin doğal parçası olduğunun bilincindedir. 

Küçük burjuva, siyasetinde ve teorisinde proletaryaya dönük nefretini ve tiksintisini konuşturur. Her daim kendi üstlerine bağlılık yemini eder.

Bu anlamıyla, Demir Küçükaydın öncülüğünde büyük bir yürek ve takdire şayan bir emek ile somutlanmış “Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumu”ndaki genel havanın bu küçük burjuvalıkla malul olduğunu net bir biçimde dile getirmek şarttır.

Teorik, akademik ve/veya siyasî planda Kıvılcımlı’nın biricikleştirilmesi gayretleri, söz konusu küçük burjuvalığın tecessümünden ibarettirler. Kıvılcımlı’nın genel bağlamından kopartılması, kişilerin kendi hırslarını, arzularını ve niyetlerini Kıvılcımlı’ya konuşturmak istemeleri, onun TKP içi husumet politikası sonucu ülke ülke gezerken çektiği çilenin derinleşmesinden başka bir şeyi ifade etmez.

Sempozyumda “Kıvılcımlı” derken bir kez bile “TKP”den söz edilmemesi, ülkedeki komünist faaliyetin eksikleri, zaafları ve güçlü noktalarına değinilmemesi, Kıvılcımlı’nın Komintern-TKP bağlamında değerlendirilmemesi, ciddi bir marazdır. Kıvılcımlı şahsında yüceltilen, parlatılan, altı çizilen, övülen, esas olarak bugündeki bazı bireylerin enfüsü, şahsî mevcudiyetleridir. Kıvılcımlı’nın yaldızlanması, Kıvılcımlı ile ilgili malumatın ve malumatın sahibinin öne çıkartılması amacını gütmektedir. Kıvılcımlı, bu noktada bir tür nişandan, süsten veya ambalajdan ibarettir.

Kıvılcımlı denildiğinde akla gelen, TKP, Komintern, Lenin ve kısmen Sovyetler olmalıdır. Ama onun da parti içerisindeki mücadelede Türkiyeci kanatta kaldığı, hatta bu kanadın öncülüğünü yaptığı görülmelidir. Türkiyeci kanat, devrimle değil, devletin Sovyet devletiyle kurduğu ilişkinin eseridir. O eser, tartışılmamıştır. İsmail Bilen’le yaşanan sürtüşme, basit bir Moskova-Ankara kavgasıdır.

Osmanlı’da sol-sosyalist mücadele, temelde ekaliyyet üzerinden ilerler. Ermeni, Rum ve Yahudi halkın mücadeleleri ayrı veya birleşik alanda sürerler. Söz konusu mücadelenin İkinci Enternasyonalci yanı barizdir. Ancak bu niteliği Ekim Devrimi ile birlikte dönüşüme uğramıştır. 

Döneme dair değerlendirmelerde ana eğilim, Ekim Devrimi’nin ağırlığının yok sayılması yönündedir. Bu kasti eğilim, dönemin ittihatçıları ile ilgili değerlendirmelerde de hâkimdir. Sanki ittihatçılar, hiç dönüşmeden ve etkilenmeden, 1917 Kasım’ını aşmış gibilerdir.

Bilindiği üzere, 1918’de Moskova’da uç veren iştirakiyyun faaliyeti, 1920 Mayıs’ı ile birlikte ittihatçıların Sovyetler’le yaptığı anlaşmanın sonucu kurduğu Türk Komünist Partisi’ni tasfiye eder ve Mustafa Suphi, Kırım, Kazan, Taşkent gibi noktalarda, kendi tabiriyle “Garb kapitaline karşı inkilâbî cehennem ocakları” olarak kurduğu iştirakiyyun teşkilâtlarını birleştiren bir kongre tertipler. Kongreye Anadolu ve İstanbul’daki ekipler de katılır. Ancak 1921 Ocak’ındaki katliam sonucu parti, temel olarak söz konusu kongreye katılmamış olan ve esasta Avrupaî bir sosyalizme meyli bulunan Şefik Hüsnü’nün eline geçer. Şefik Hüsnü, Avrupa çizgisidir.

Partinin Ankara’da tertiplediği ikinci, legaldeki kolu olan Halk İştirakiyyun’un birinci kongresine Ermeni örgütlerinin katıldığı söylenmektedir. 1923 yılında sonradan Yunanistan Komünist Partisi genel sekreteri olacak olan Niko Zaharyadis TKP üyesi olur. Ancak Rum ve Ermenilerle olan bu ilişki, partinin 1925 sonrası ülke içine doğru kapanması ve Şefik Hüsnü çizgisinin Kemalist cumhuriyeti tanıması gibi sonuçlar üzerinden kopar. 1929 tevkifatı sonrasında bu ayrışma, özellikle hapishanelerde derinleşir, sonuçta Ermeniler ve Rumlar, hem partiden hem de ülkeden koparlar. Kıvılcımlı’nın bu kesimlerin arkasından savurduğu “küfür”, herkesin malumudur.

Bu ayrışmaya parti içinde alınan tüzük kararları yol açar. Tüzükteki değişikliklerin altında Hikmet Kıvılcımlı’nın imzası da vardır.

Alınan kararlar, Şefik Hüsnü çizgisinin Kemalist siyasî sınırlara tabi olması ile ilişkilidir. Söz konusu çizgi, salt sendikal faaliyete endeksli bir politika öngörmekte ve Kemalist diktatöryanın ilerlemeciliğini onaylamaktadır.

KUTV mezunu kadroların bir kısmı, sonrasında Kemalist safa geçer. Örneğin bu damar, Şeyh Said isyanı ile ilgili olarak Kemalizme destek çıkar. Ancak öte yandan, partide Kemalist siyasete karşı çıkan, onu diktatörlük olarak gören, hatta silâhlı mücadele yürütülmesini öneren başka bir damar daha vardır. Kıvılcımlı, esas olarak Şefik Hüsnü hattına örgütlenmiş, o hat üzerinden partili olmuş bir komünisttir.

Türkiye’nin kuruluş sürecinde Balkanlar ve Kafkasya’dan gelen politik ve sosyolojik iki ayrı akımın etkili olduğu söylenir. Çerkeslerin Ethem ile birlikte tasfiye edilmesi, Şeyh Servet gibi isimlerin kenara itilmesi, Balkanlardan gelen isimlerin öne çıkması ile sonuçlanır. Bugün sanıldığının aksine, Balkan hattı İkinci Enternasyonalci ve reformist iken, Doğu’dan gelen hat, Bolşeviktir.

Balkanlar-Kafkasya yarılmasının TKP içine de yansımaları olduğu açıktır. Şefik Hüsnü, Avrupa’da sosyalizm eğitimi görmüş, buranın idealleriyle yüklü bir isimdir ve esas olarak Mustafa Suphi damarından pek haz etmemektedir. Haz etmeyen, Avrupa solculuğudur.

Karadeniz’de Suphilerle birlikte katledilen yoldaşı Ethem Nejat, 10 Eylül’deki kongrenin esasında “emperyalizme karşı bir ittifakın ürünü” olduğunu söylemekte, faniliği ve geçiciliği üzerinde durmaktadır. Yani bu kongrede komünistler birleşmemiş, sadece işgale karşı bir araya gelmişlerdir. Kurulan, gerçek bir parti değildir. Biraz da olmadığı için Karadeniz’de boğulmuştur.

Doğudan özelde Kafkaslardan gelen hattın İstanbul hattı tarafından pek desteklenmediği, içselleştirilmediği açıktır. Bu tartışmalar, Şefik Hüsnü’nün yoldaşı Ethem Nejat ile ilgili tespitine de yansımaktadır: “Ethem Nejat, Suphi’den farklı olarak, ittihatçıların kim olduklarının farkındaydı.”

Oysa Suphi, millici olduğu dönemde, 1910’ların başından beri, ittihatçıların kim olduğunu, neler yapabileceklerini ve neleri yapamayacaklarını gayet net bilmektedir. Şefik Hüsnü’nün ittihatçılık eleştirisi, bir miktar onun kemalizmin safına düşmesiyle ilişkilidir. Öte yandan, Suphi’de eleştiri kılıcı her iki tarafı da hem neo-ittihatçılar anlamında Kemalistleri hem de eski ittihatçı paşaları kesmektedir.

Bu ortamda Hikmet Kıvılcımlı’nın Yol çalışmasında Suphileri “maceracı, anarşist” olarak nitelemesi, tam da Suphilere karşı ciddi bir tertibat içerisinde olan Kemalistlerin ifadeleri ile benzeşmektedir. Onlar da “burada bir devlet, hükümet var, nizam kuruldu, bu Suphiler gelip ortalığı karıştıracaklar” demektedirler. Yani esasında “marjinal” edebiyatı yapanlar, bu eleştiriyi yönelttikleri kişileri marjinalleştirmek niyetindedirler.

Şefik Hüsnü’nün de değerlendirmesi bu yöndedir. Bugün özel ellerde toplaşmış tarihî belgelerin yeni yeni günışığına çıkmasıyla o dönem Suphilerin marjinal olmadıkları, aksine Anadolu’da güçlü bir tabana sahip bulundukları görülmektedir. Biraz da mesele, maddenin kendi diyalektiğine kavuşmasıdır. Suphilerin Ankara’ya gelip konuşlandığı vakit birçok dinamiği örgütleyeceğini sınıf düşmanları Suphilerden önce görmüş ve önlemini almıştır.

Sınıf düşmanlarının gördükleri şudur: İttihatçıların sol kanadıyla ittifak kurulmuştur, Müslüman çevrelerle organik ilişkiler geliştirilmiştir. Komünist faaliyet, işçi ve köylü tabanına doğru gelişme kaydetmeye başlamıştır. Basit aydın, bürokrat ve asker tabanı üzerinden halk içerisinde sağlam ilişkiler kurulmaya başlanmıştır. Kabuk, duvar çatlamış, toprak çatallanmıştır.

Özelde iştirakiyyun hareketi işçi-köylü merkezli iken; Şefik Hüsnü ve Aydınlık çizgisi aydın tabanlıdır. Şefik Hüsnü ve Kıvılcımlı, ikisi de birden, Fransız aydını Henri Barbusse’ü önemsemektedir ve Barbusse’ün çıkardığı dergiyle aynı isimde bir yayın organı çıkartılmıştır (Clarté-Aydınlık). Barbusse’ün genel teorik vurgusu, aydınların toplumsal dönüşümde öncü olmaları ve aydınlanmanın muzaffer olması ile ilişkilidir.

Dolayısıyla Kıvılcımlı Sempozyumu’nda onun İslam ve yerel tarihle kurduğu ilişkilerin biricik olduğunu iddia etmek, ciddi bir yanılsamayla maluldür. Bu türden ilişkiler çok öncesinden tesis edilmiş, Anadolu’nun çeşitli noktalarında yayınlanan Bolşevik-Müslüman gazetelerde bu türden meseleler tartışılmıştır. Bu ilişkilerin ilk kez Kıvılcımlı ile kurulduğunu iddia etmek, “Kıvılcımlı” dükkânlarını terk etmek istemeyenlerin bir pazarlama yöntemi olmalıdır. Bu yönteme başvuranlar, Kıvılcımlı’nın kendisini önceleyen, Bolşeviklerin ve Anadolu sosyalistlerinin Müslüman halkla kurduğu politik ve ideolojik ilişkiden kopartmanın, biricikleştirip satmanın derdindedirler.

Elimizde, Misak-ı Milli ve Kemalist kuruluşun verili olarak benimsenmesi siyaseti içinde düşünen bir Kıvılcımlı vardır. Daha önce ifade edildiği üzere, partinin bu topraklarda sosyalizm bayrağını kesintili ve sürekli olarak taşıyabilmiş azınlıkları dışlayan karar, doğrudan Kıvılcımlı ile de bağlantılıdır. Bu eğilimin TKP’nin doğrudan İstanbul ekibinin eline geçmesiyle bir ilişkisi olması gerekir.

Özetle; esasta sempozyuma dönük itiraz, belirli kişilerin bugündeki teorik faaliyetlerini Kıvılcımlı istismarı üzerinden aklamaya çalışmaları, Kıvılcımlı’yı bu amaçla biricikleştirmeleri ve onu genel tarihsel bağlamdan soyutlamaları ile ilgilidir. Kıvılcımlı külliyatı, Suphilerin 1918’lerden başlayan iştirakiyyun hareketine ait kılınmalı, o akan suya yatırılmalı, oradaki mevcudiyeti üzerinden yeniden değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Tarihten ve toplumdan azade, basit bir akademik figür statüsünde tutulan Kıvılcımlı’nın ne eksikleri, zaafları görülebilir ne de meziyetleri. O Kıvılcımlı, karikatürleştirilir ve ancak akademide, örgüt tepelerinde, yayın köşelerinde koltuklarına kurulmak isteyenlere hizmet eder. Bize, geçmişten geleceğe, dövüşen Kıvılcımlı lazımdır.

Eren Balkır
25 Ocak 201
3

05 Ocak 2013

Yan Yana ya da Yana Yana



“Yan yana durmak, ortaklaşmak demek değildir.”

5 Ocak 2013 tarihli “Siyasal Karar Süreçleri ve Toplumsal Muhalefet Dinamikleri” başlıklı panelde Beytullah Önce bu manada bir söz ediyordu.

Paneli müteakip başlayan forum, Kur’an’da “ateist” kelimesini bulup onun kellesinin alınmasını emrettiği düşünülen “Allah”a küfretmekle başladı ve bu laik müdahale, salona epey bir süre hükmetti. Ardından “devrimci” müdahale geldi, “devrim için biz öldük, ey İslamcılar siz ne yaptınız?” diye hesap soruldu. Tüm tartışmalar esnasında “liberal” müdahale boş durmadı ve o da yan yanalığa, kesrete övgü düzdü, kış ortasında hava ılımanlaştı birden.

“İşçici” müdahaleyi de unutmamak gerek. “Emek-sermaye çelişkisini tanıyor ve bizim safımızda oluyorsanız, sizinle iş yaparız” (TSİP) denilip kürsüden inildi.

Yan yana ya da karşı karşıya bir muhatap olarak iki İslamcı bulununca tüm ezberler cilâlandı, sivriltilmiş kılıçlar çekildi, onlardan daha bilgili ve zeki olduklarına dair birileri, ukalalık ve kibir üzre, telkinlerde bulundu. Dert, İslamcının derdiyle dertlenmek değil, kendi bilgisinin onunkinden üstün olduğunu ispatlamaktı. Pratikte bu tür yan yanalıklar, daha da uzaklaşmanın mazereti olarak iş görmekteydi. Bugündeki ortaklıkların değil, en fazla, karşılıklı üstünlüklerin hatırlatılması ile, bir tür pazarlığın peşinde koşulmuş olunuyordu. Oysa ne İslamcının burjuvazinin teknesinde yoğrulmuş solculuk hamuruna ne de solcunun devletin teknesinde yoğrulmuş İslamcılık hamuruna ihtiyacı vardı. Pazarlık, dolaylı olarak tekne sahipleri ile ilişkiliydi.

Panel ve forumu müteakip yapılan akşam sohbetinde “devrimci” müdahale, “biz sizin cemaz-ül evvelinizi biliriniz” manasında Nureddin Şirin’e akıl vermeye devam etti. “Ezilenci” (Teori ve Politika dergisi) müdahale ise ek olarak “ezilen” kategorisi içinde ehlileştirip makulleştirdiği bir İslamcı hayali ile konuşup durdu, konuştuğu esasen gerçek İslamcı değildi, olamazdı. Ondan nefret etmek ve tiksinmek dışında bir şey yapılamadığı için ezilenciydi o zira. Bu kafa için İslamcı, sobanın üstündeki kestaneleri toplamakta kullanılan maşadan başka bir şey değildi.

Bu dil, “politik ikbal” ile Muhammed İkbal arasındaki köklü farkı bile bilmez, bilemezdi! Bu zihniyet (Türkiye Gerçeği), 1 Mayıs’ta “armut piş ağzıma düş” taktiği ile Taksim ağzında Müslüman gençleri sotede bekleyip kitlesini kalabalık, Müslüman gençleri kendi mülkü gibi göstermeyi akıl edebilirdi ancak. İçlerine giren bir genç ise “beni kendilerine benzetmekten başka bir şey yapmadılar” diyordu öte yandan. Bu, ol İslamcının rahle-i tedrisi önüne diz çökmeyi zul kabul etmekle ilgiliydi. Söz konusu entrizm, yani içeri sızıp adam koparma, “yana yana ilerleyelim” diyemez, “yan yana duralım” deyip kısa günün kârını düşünebilirdi ancak.

Öte yandan, haftalar önce Mazlum-Der’de Ümit Aktaş ile yapılan sohbette bir bayan arkadaşın ifadesiyle, “eğer Muhammed Mursi İslamcı ise ben İslamcı değilim” demekteydi mesele. Ümit Aktaş, örtük olarak cemaati ve Ak Parti’yi müdafaa ettiği konuşmasına cevaben sarf edilen bu söz, aslında “Tayyip İslamcı ise ben İslamcı değilim” anlamına geliyordu. Bu sözü söyleyene eski İslamcılık eleştirilerini sivriltip saplamanın gereği yoktu. Ya da bu İslamcıyı yana alıp onu ısrarla dışsallaştırmak da anlamsızdı. Aslolan, onunla birlikte İslamcılığın, yani risalet üzerinden iktidarla ilişki kuranların değil, abdiyetle Peygamber’in kulluğuna öykünenlerin davalarına yoldaş olmak elzemdi.

Elçiliğe öykünenlerin sahiplik ve mülkiyet üzerinden bugüne bakması kaçınılmazdı ancak abdiyet yani kulluk üzerinden bugüne bakanların derdi aidiyet üzereydi.

Yani “laik”in, “devrimci”nin, “işçicinin” ve “ezilencinin” kılıç salladığı veya gül uzattığı İslamcı ile onların kafasındaki İslamcı, aynı kişi değildi. Bazı İslamcılar, bugün Ak Parti’yi ve iktidarı eleştiriyor diye onlara kaba manada “ayar” vermenin, onları hizaya çekmenin, “bizim alanımıza giriyorsunuz, haddinizi bilin” demenin kıymeti yoktu. Hele ki böyle diye, yani “alan ihlali” var diye, kendi mülkü zannettiği alanın giriş kapısına badigard gibi yerleşip parola sormak da değersizdi.

“Lehül mülk” kılıcı, Zülfikar misali, her iki ideolojinin bekçilerine ve sahiplerine çalınmayı beklemekteydi.

Dolayısıyla, her ne kadar akşam toplantısında “o eskiden liberaldi” diye küçümsense de İhsan Eliaçık’a atıfta bulunalım bu noktada: burada mesele, gene mülk meselesidir. Alana hüküm koyan ve kendi iradesini alanın tek, yegâne varoluş biçimi olarak satanlara karşı hassas olmak gerekmektedir bu anlamda.

Yan yana durmak yetersiz hatta tehlikelidir bu açıdan. Yana yana ilerlemek, sömürü ve zulme karşı ortak mücadelenin ocağında birlikte yanmak ve ortak mevzilerimizin neferi olmak şarttır. Bu yol, Komintern’in kuruluş kongresinde “doğu müslümandır, orada devrim olmaz” diyen yoldaşlarına “hayır, doğuda devrim ocakları kurulacaktır” diye cevap veren, İştirakiyyun Fırkası’nın önderi Mustafa Suphi’nin de tarihsel planda anımsattığı, üzerindeki tozu kaldırdığı yoldur. Daha fazla yola ve daha fazla devrimci kavşağa ihtiyacımız var.

Burjuva siyaset pazarında tezgâh kapmak ya da o pazarın tüccarı olmak isteyenler, üç beş kişiyi yan yana görünce, “parti, dergi, platform” gibi hesaplar yapabilir. Ama hakikat savaşçılığı, devrim ocaklarında yanmak, bu hesapların hep görmezden geldiği aslî dinamiktir. İradenin tarif edileceği yer de burasıdır. Devrim ocağı olamayan parti, dergi ya da platform değersizdir ve anneyi rahimde zehirleyen ölü bebektir.

Birileri tezgâhlarını terk etmek, ticarî kariyerini silmek istemeyebilir ve bu nedenle, gene o tezgâhlar ve ticarî kariyer üzerinden birliktelik hesapları yapabilir. Bu hesapların her daim sömürü ve zulme karşı mücadelenin mas edilmesi, sindirilmesi, ezilmesi ya da lime lime edilmesi ile sonuçlanacağı açıktır. Bu, kişilerin iyi niyetinden bağımsız bir sonuçtur.

Bir partide, dergide ya da platformda yan yana gelmek kolay, halkın kılcal damarlarında akan bir damla kızıl kan olmak zordur. İkincisi için birlikte yanmak şarttır. Birlikte yanmak, burjuvazinin ve devletin üzerimize sinen kokusundan bizi kurtaracaktır. İşte o vakit, cam sanayinde çalışan işçilerin öfkeli bildirisini okuyacak cami imamlarımız olur; işte o vakit, halkımızın devrimi zulmün tüm kalelerine diker bayrağını. Bize aritmetik değil, kavganın ortak kimyası, fiziği ve biyolojisi lâzımdır.

Mevlânâ’nın o çok popüler sözünün hep yanlış tercüme kurbanı olduğu söylenir. Bu yanlış, kasıtlıdır ve Kemalist diktatörya ile mutlaka ilişkisi vardır. “Ne olursan ol gel” diye başlayan sözün doğrusu “tövbe et öyle gel”dir. “Tövbe”, pişmanlıkla, günahtan dönmeyle ilişkilidir.

Kendi alanlarımızı, geçmiş birikimlerimizi, gelecek tasavvurlarımızı mülk edinmemiz, temel günahımızdır. Bu kadar mülkiyet, rekabeti tetiklemekte, rekabet solcu ya da İslamcı öznelerin hem kendi aralarında hem de kendi içlerinde mevcut olan parçalanmayı derinleştirmektedir. Bu kafa, bu zihniyet üzerinden yan yana gelmiş bir sol ile İslam birbirine ancak kötü yanlarını, günahlarını öğretebilir. Zira, temel günahımız, onca sömürü ve onca zulüm varken hiçbir şey yapmayacak düzeyde kendi bencil irademizin kölesi olmamızdır.

Bir eşiğe, Farsçadaki karşılığı ile bir dergâha gelip dayandık. Şeyhimiz halktır, mazlum ve sömürülen o halk. Che Guevara’nın sözüyle, “halk en iyi öğretmendir.”

Burjuva siyasetinden içeri girerken eşikte bıraktıklarımızı yeniden kuşanmalıyız. Yeniden öfkemizin, umutlarımızın, düşlerimizin kılıcını kınından çıkarmalıyız. Burjuva siyasete giriş bileti hüviyetindeki parti, platform ya da dergi gibi lafızlardan uzak durmalıyız. Daha doğrusu, bunları sömürülen-mazlum halkların ortak mücadelesine ait bir mevzi olarak örebilmeliyiz. Bunlar neden değil, sonuçtur ve halkın ortak mücadelesinin işbölümüne, disiplinine ve hiyerarşisine tabidir.

Eren Balkır
5 Ocak 2013