16 Nisan 2012

,

Kitle, Kadro, Devrim

Sol, sosyalist, devrimci ya da komünist hareketin genel bir tıkanma ve likidasyon döneminden geçtiğini söylemek mümkün. Tıkanma, çekirdek kadroların direnci; likidasyon, çekirdeğin etrafını kuşatan halkaların bu direnç sonucu dağılması olarak okunabilir.

Hindistanlı komünist Manabendra Roy, Lenin için “o kendisinin olmayan şeylerden koca bir bina kurdu” diyor. Yani Roy’a göre, Lenin’in devrimi, Lenin’in mülk edinmediği, mülkiyet hevesiyle ipotek koymadığı, görece “serbest” toplumsal-tarihsel bileşenlerin koşulladığı bir sonuç. Bu tespit, muhtelif çağrışımlara gebe.

Lenin, liberal Zemtsvo’lar ve 1905 Devrimi’nin burjuva demokratik halk meclisleri olan sovyetler konusunda da benzer bir yaklaşım sergiliyor. “Saf ve arî kalalım” diyenlere, “bu hareketlerin içine girin” emrini veriyor. Oysa her ikisinde de Çar’ın istihbarat örgütü Okhrana’nın parmağı var.

Lenin, 1905’te köylü hareketinin önder konumuna gelmiş Papaz Gapon’la birkaç saatlik görüşme yapıyor. Toplantı sonrası karısına, “köylülüğün devrimci bir potansiyel taşıdığını hiç düşünmemiştim” diyor. Krupskaya ise işçi-köylü ittifakı formülünün bu görüşmenin ürünü olduğunu ekliyor. Oysa Gapon, köylü hareketini maniple etmesi için görevlendirilmiş bir Okhrana ajanı.

Mao’nun “Uzun Yürüyüş”ü de ham Leninist formüllere benzer bir biçimde istismar edilen derslerden. Mao, on bin kilometrelik yürüyüşünde Çin’deki Japon güçleri ile milliyetçi güçler arasındaki çatlaklardan sızarak ilerliyor. Yürüyüş boyunca dağlarda eşkıyalarla ittifaklar kuruyor. Elini de çizmesini de kirletiyor.

“Devrimi kitleler yapar” ve “devrimi profesyonel kadrolar yapar” söylemleri, bu türden politik hamleleri ve adımları görmeyecek bir yerde duruyor. İlkinde güçlü görünen bir bedene, ikincisinde kendisini güçlü gösteren bir ruha olan mutlak inanç hüküm sürüyor. İlki, iki açık ve net bedenin, ikincisi saf ve donuk iki ruhun kapışma ânına ilişkin tahayyülünü her somut âna dayatmayı maharet sayıyor. İlki kitleleri, ikincisi kadroları bu kapışmaya göre eğitip hazırlıyor ve bu kapışmanın kendisinin zafer dediği şeyle sonuçlanacağına dair güvenini ve öngörüsünü satmayı siyaset zannediyor. Zanla siyaset olmuyor.

Mutlak inanç, belli olguları mistifiye etmeye mecbur. Kitleciler için kitlesel cüsse, profesyonelciler içinse devrimci durum, hiçbir zaman olmayacak bir dua gibi.

Diyelim, bir ülkede yönetenler eskisi gibi yönetemiyor, yönetilenler eskisi gibi yönetilmek istemiyor ve politik/ekonomik düzeylerde ciddi bir kriz mevcut ise buna “devrimci durum” dememek için türlü taklalar atılıyor. Çünkü bir duruma devrimci diyebilmek için profesyonelci, kendisi gibi devrimcilerin varlığını şart koşuyor. Oysa bu da ancak kendisinin ulaştığı ya da ulaşabileceği bir hedef.

Rus, Çin, Küba ve Arnavutluk çizgilerinin devamcıları, tek vasfı ve tek geçim kaynağı bu devamcılık olanlar, eski ezberlerini bu şekilde güncelleştirme imkânı buluyorlar. Eskiden “en devrimci” onlardı, şimdi de ancak kendileri gibi olanlar, meçhul bir gelecekte devrimci olabileceklerdir. Eskiden devrimciliğin en üst modeli geçmişte aranırdı, şimdi geleceğin sisli dünyasına atılmış hâlde.

Kitlecilerin de profesyonelcilerin de kendi tarih ve toplum algıları var. Her ikisinde de biyolojik bir gen aktarımı misali, belli kodlar kuşaktan kuşağa geçmiş ve sonuçta kendisi var olmuştur. Devrim ve kitle hareketleri, iki kanaldan saf bir biçimde akıp kendisini var etmişlerdir. Bu biyolojist tutum eleştirilmelidir.

İlgili özne, kendi öznel kuruluşunu yıkım sürecine dayatır. Böylelikle kendisini koşullayan yıkıcı dinamikleri kendi öznel varlığında etkisizleştirir. Zaten profesyonelcilik, ilgili yıkıcı dinamiklerin ölümüne ait bir işarettir. Tersten, kitlecilerin belli toplumsal-tarihsel dinamikleri belirli bir durumda formatlaması, sabitlemesi ve mülk edinmesi de kurucu dinamiklerin ölümünü işaretler.

Demek ki bakılması gereken yer, kitlecilerin ve profesyonelcilerin işaret parmakları ya da o parmakların işaret ettiği yer değil. Komünist hareketin kendisini, onların varlık alanlarının dışına taşıması zorunlu.

İslamî hareket ve Kürd hareketi vurduğunda solun neresi zafiyet gösteriyorsa, orası Müslüman ve Kürd olanın nesnel pratiği ile pekiştirilmelidir. Kitleciler ve profesyonelciler, Müslüman ve Kürd olan iki ayrı araziye gene hiçbir değişime maruz kalmaksızın, eski hâlleriyle girip çıkmayı, oradan kitle ya da kadro çalmayı öngörebilmektedir ancak. Bu noktada ezilenler ya da özgürlük bağlamında, “UKKTH” ya da “devrimci İslam” gibi yalanlar dile dolanacaktır. Her iki kesim de komünist manada “kendisinin olmayan”, mülkiyet ve rekabet ilişkisi kurmadan hemhâl olup belli bir hedefe doğru örgütleme pratiğini geçersizleştirmek zorundadır.

Her iki kesim de Kürd’ün ve Müslüman’ın teorik, ideolojik ve politik düzeylerde, nesnel ve öznel planda koşulladığı yıkıcı ve kurucu pratikleri, ya görmezden gelecek ya da görse bile onları etkisizleştirmek isteyecektir.

Mülkiyet ve rekabetle düşünmek, küçük burjuva bir edimdir. Burada saf, arî ve temiz olma istemi başattır. Kitleci siyasetler, kendi özünü belli bir mesafeye çekmek suretiyle saf kalmak isterler. Profesyonelciler ise öznel kuruluşlarını kitlenin dışında gerçekleştirirler.

Kaypakkaya, Lenin’e atıfla, şu tespiti yapar:

“Yine Lenin devrime katılanların birçoğunun küçük-burjuva önyargılarını, gerici hayallerini de birlikte getireceklerini, bunsuz devrim olmayacağını ve bunların devrimden sonra da hemen ortadan kalkmayacağını söylüyor. 1905 devrimine, Japon parası alanların, bir kısım maceraperestlerin vb.nin de katıldığını, ne var ki hepsinin farklı nedenlerle, fakat aynı ortak hedefe saldırdıklarını belirtiyor. Proletaryanın öncüsünün rolü, bütün bu muhtelif unsurları birleştirmek, ortak hedefe karşı saldırılarını yöneltmektir diyor.”

[İbrahim Kaypakkaya], farklı saiklerle hareket eden unsurların ortak hedefe örgütlenmesi noktasında eğitim ayağında yapılması gerekene ilişkin olarak da şunu söylüyor:

“Biz, sınıf mücadelesinden kopuk entelektüel gevezeliği reddediyoruz.”

Bugünse Kaypakkaya’yı vitrin mankeni yapanlar, profesyonelci yaklaşımlarını doğrulamak, doğru Ahmet’i oynamayı komünistlik olarak satmak adına, Tahrir’deki kitleye TKP kafası ile “çapulcu sürüsü” diyor, “devrim benden sorulur” diyebilmek için örgüt güzellemeleri kaleme alıyor, komplo teorilerini güncelliyor.

Örgütün yüceltilmesi adına devlete, kitlenin göğe çıkartılması adına burjuvaziye öykünülüyor. Ülke ve bölge değerlendirilmeleri, ya devlet ya da burjuvazi merkezli olarak şekilleniyor. Bugün sömürüye ve zulme karşı mücadele eden unsurların nesnel kolektif pratiği içinden, orada olarak yapılan bir değerlendirmeye rastlanmıyor.

Tıkanan ve likide olan, mülk edinilen ve rekabet piyasasına sokulan unsurlar. Bu unsurlar, başka mülk edinme biçimlerine vakıf olduklarında ve başka rekabet ortamlarında var olmayı öğrendiklerinde sol-sosyalist ve komünist hareket, tel tel dökülüyor. Bu gelişmeye “saflaşıp paklanıyoruz” diye sevinenler de var, saflıklarını ispatlamak adına kitlelere koşarak cevap verenler de.

Sol, esas olarak mülkiyet ve rekabet dünyasına eleman yetiştiriyor. Devlet ve burjuvazi ile içli dışlı oluşunu devrimcileştiremiyor, devrim olmayınca, kendisini devlet ve burjuvaziye eklemlemek suretiyle var etmeye mecbur kalıyor.

“Devrimi sadece biz yaparız” diyenler, “biz” denilen şeyi, “devrimi kitleler yapar” diyenler ise “kitle” denilen şeyi devrimden kaçırıyorlar. Devrim olmak, bizin ve kitlenin içinde devrim yapmak, geleceğin somut politik devrimi için bugünün ayrışan parçalarını örgütlemek, birleşen unsurlarını bölmek, kendini buna örgütlemek, her kuruluşta kendini yeniden yıkmak, her yıkımda kendini yeniden kurmak, toplumsal-tarihsel dinamikleri kolektivize etmek olmadan devrim, “biz”in ve “kitle”nin oluşumundan kaçırılıyor.

Bilgi ve silâh, esas olarak mesafe almakla ilgili. Kitleciler ve profesyonelciler, farklı üsluplar deneseler de, mesafe alma noktasında ortaklar. Mesafe, zamanla ne için ve neden ve nasıl dövüşüldüğünü unutturuyor. Onca bilgi ve onca silâh, aradaki mesafeye zamanla gömülüyor. Kadrolar ve kitleler, mezarlıkları genişletiyor. Kadro ve kitle arasındaki mesafe açılıyor. Boşluk, devlet ve burjuvazinin güçlerince dolduruluyor. Bu güçler, “devrim olmasın” diye tüm gayretleriyle çalışıyorlar. Sınıflar mücadelesinden azade bir “kitle” ve “kadro” miti, entelektüel gevezelikler üretiyor. Bu gevezelik, varlığını mutlaklaştırmak adına mülkiyet ve rekabeti tek yol belliyor. “Tek yol devrim” bir sokak grafitisi olarak kalıyor.

Eren Balkır
16 Nisan 2012

11 Nisan 2012

Wall Street'i İşgal Et ve Komünistler


Marksizm-Leninizmin en dâhiyane yönü, analiz becerisi değildir. Marx ve Lenin’den önce de bir sınıfın üretim araçlarına sahip olduğu, diğer bir sınıfın da emeğini sattığı düşüncesi zaten mevcuttu.

Marksizm-Leninizm, bu düşünceyi tarihsel bir bağlam içine oturttu, ona bir yön verdi, tarihsel gelişimin yasalarını belirledi ve bu sınıflardan birinin diğeri karşısında nasıl muzaffer olacağını söyledi.

Kendiliğindenlik ve Devrim

Özel olarak Leninizm, bu hedefe ulaşmak için gerekli strateji ve yöntemlerin gelişimini ifade eder. Leninizmin dehası, Marksist “tarihsel kaçınılmazlık” anlayışını açıklığa kavuşturmasıdır. Leninizm, işçilerin basit anlamda bir gün uyanıp maddî koşulların büyülü biçimde itmesiyle ayaklanarak kapitalist sistemi alt edemeyeceği anlayışını ortaya atmıştır.

Bundan ziyade Marksist-Leninistler, işçi sınıfının en gelişkin unsurlarından teşkil olan disiplinli bir öncü partinin sınıfın geri kalan kısmını ileri itmesi gerektiğini düşünürler ve kapitalizmi alt etmek için gerekli liderliği temin ederler.

Lenin’in işaret ettiği üzere, “kendiliğindenlik” devrime yol açmaz. İşçiler belirli durumlarda “kendiliğinden ayaklanmalar” başlatabilirler. Onlar zalimlerle yüzleşirler ama bunu yaparak kendilerine kimin, neden zulmettiğine ilişkin açık bir fikir edinemezler. İşçileri liderlikten yoksun bir biçimde sadece kendi sahip oldukları aygıtlara terk etmek olarak özetlenebilecek bu basit düşmanlık, sadece “sendikal bilinç” üretir. Sınıfı üst, devrimci bir bilince yalnızca devrimci bir parti yükseltebilir.

İşçilerin Dünyası Partisi ve ben, Wall Street’i İşgal Et hareketi’ni bu anlayış üzerinden ele alırken, Jay Rothermel’in Marxist Update’i, The Militant, Worker's Vanguard ise ilgili anlayışı şiddetle eleştiriyor.

Wall Street’i İşgal Et, kendiliğindenlikle ilgili olarak önemli bir ders kitabı niteliğindedir. Sokağa esas olarak gençlik, öncelikle eski işçi aristokrasisinin ve küçük burjuvazinin evlatları döküldü. Bu kitle, “biz %99’uz” diyor. Bunlar, şirketleri ve bankacıları önsınıf bilincinin en temel biçimi dâhilinde eleştiriye tabi tutuyorlar.

Sahip oldukları yegâne birleştirici mesajları ise “parayı elinde tutanlar bizlere kelek atıyorlar”. Elbette bu mesaj yanlış değil, ama Marksistlerin ifade ettiği biçimiyle, sadece buzdağının görünen kısmına işaret ediyor.

“Biz %99’uz” şiarı ile kitle, New York emniyetiyle günün yarısına yayılan bir mücadele yürütüyor. Kapitalist mülkiyetin bir kısmını işgal ediyor. Toplumu sarsıyor. Emekçi halkın muhayyilesini ele geçiriyor ve onların temel, önsınıfsal hislerini paylaşıyor.

Buna Kendiliğindenlik Denir

Öncü partinin işi, müdahale etmektir. Parti, mücadeleyi desteklemeli ve süreç içinde devrimci bir yön dâhilinde politikasını saflaştırıp güçlendirmelidir. Devrimci bir partinin görevi, her kıvılcımı “yangın”a çevirmektir. Burada yapılacak bir hata, devrimci bir partinin işini yapamaması demektir.

Kitle Hareketine Nasıl Etki Edilir?

Wall Street’i İşgal Et, kendiliğinden bir ayaklanmadır, üzücü olan şu ki Marksist solun önemli bir bölümü, tüm kendiliğinden ayaklanmalara yaklaşırken sergilediği sekter alışkanlıkları bu noktada da yinelemiştir.

New York’ta şu mesajı içeren yüzlerce bildiri, makale ve broşür okumak mümkün örneğin:

“Karşı karşıya gelen %99 ve %1 değil, burjuvazi ve proletaryadır. Marx okuyun çocuklar! Biz komünistler sizden daha akıllıyız!”

Wall Street’i İşgal Et’i eleştiren ve küçümseyen bu türden lafların hareketin bileşenleri üzerinde herhangi bir etkisi olamaz. Bu tür sözler, taksilerinin pencerelerinden “gidin bir iş bulun!” diye bağıran Limbaugh (Cumhuriyetçi Parti yanlısı bir radyocu) taraftarlarının sözleri misali, bir kulaktan girip diğerinden çıkar.

Kitle, Spartakistler Birliği, Enternasyonal Bolşevik Eğilim, Sosyalist İşçi Partisi ya da her türden sol eğilimin basıp dağıttığı bu türden bildirilerde aynı cümleleri okumaktadır.

Bu kesimler, şabloncu bir üslupla, Wall Street’i İşgal Et’e Lenin’in Sosyalist Devrimci Parti ya da Narodniklere yaklaştığı gibi yaklaşıyorlar. Bunlar, Wall Street’i İşgal Et’in kendiliğinden bir ayaklanma olmadığını, gelişkin bir oportünist politik eğilim olduğunu düşünüyorlar. “%99 ve %1”deki matematikçilikte “burjuva ile proleter” arasındaki karşıtlığa ilişkin Marksist yaklaşıma zıt bir nitelik buluyorlar.

Bu, tamamıyla ölümcül bir hata oysa. Wall Street’i İşgal Et, ideolojik bir akım değil. O, sadece kendiliğinden bir ayaklanma.

Marksistler, “%99 ve %1” anlayışına düzeltme gayesi ile yaklaşmamalıdırlar. Aksine onların yaklaşımı, “boşlukları doldurma” amaçlı olmalıdır.

%99 ve %1 istenen her şekilde tarif edilebilir. Marksistler de onu burjuva ya da proleter olarak tarif etmekte hürdürler.

Sekter solun yaptığı düzeltmelerin, patronu aleyhinde bir pankart taşıyan grevci işçiye “Aptal mısın, mesele patron değil burjuvazi! Ücret, Emek ve Sermaye’yi daha okumadın mı?” demekten bir farkı yoktur.

Kendiliğinden gelişmiş bir fikriyata sahip işçi patronun kim olduğunu bilir ama sınıfsal ilişkiyi bilmez. İşçiyi düşmanca bir üslup dâhilinde düzeltmek suretiyle ona etki edebileceğini düşünmek mümkün müdür?

Ya da grev hattına katılıp işçiyle birlikte “patronların kıçına tekme atalım!” diye neden bağırmıyoruz ve siperde olduğumuz süreç dâhilinde ona patronsuz bir dünya vizyonunu neden önermiyoruz?

Wall Street’i İşgal Et’in Politik Evrimi

Wall Street’i İşgal Et’in ilk günlerinde anti-komünizm tüm cüssesiyle mevcuttu. Komünist grupların pankartlarını taşıyanlar düşmanca karşılandılar. Onlara “neden buraya hâkim olmaya çalışıyorsunuz?” diye soruluyordu. “Bu partilerle ilgili bir mesele değil ahbap!” deniliyor, komünistlere “Küba bu iş için size kaç para ödedi?” türünden sorular yöneltiliyordu.

Sonrasında ırkçılık ve aşırı duyarsızlık gösterdi yüzünü. Sıklıkla ulusal baskıyı inkâr eden bildiriler dağıtıldı. Ron Paul’un (“solcu” bir Cumhuriyetçi kongre üyesi) yardakçıları ile John Birch Derneği (anti-komünist, Hristiyan aşırı sağcı dernek. Birch, 1945’te Çinli komünistlerce öldürüldüğünden, dernek üyeleri tarafından soğuk savaşın ilk “şehid”i kabul ediyor.) üyeleri göstericilerle kol kola yürürlerken Marksistlere düşmanca muamele edildi.

Ama sonra bu durum tümüyle değişti.

Peki Neden Değişti?

Çünkü John Birch Derneği gitti. “Komünistlerin işe el atmasına izin vermeyin” deyip duran zengin liberal kuruluşlar da ona eşlik ettiler. STK’ler çekildiler. Demokrat Parti onları yalnız bırakmadı.

Ancak binlerce genç orada kaldı. Bu gençlerin önemli bir kısmı için sistemde sorun yoktu ama onlar “lidersizler” denilen kesimin “iyi iş çıkardınız, şimdi eve gidin ve Obama’ya oy verin” gevezeliğine rağmen orada olmaya devam ettiler.

Kitleyi yanlışa sevk etmeye çalışanlar ayaklanmayı parçalamak için çalışıyorlar.

Ama devrimci Marksist-Leninist hareketin küçük de olsa bir kesimi hâlâ orada. Wall Street’i İşgal Et, “anayasa günü”nde işe koyulduğu için böbürlenen bir hareket olmaktan çıkıp 1 Mayıs’ta Genel Grev çağrısı yapan bir harekete dönüştü.

Şimdi Birlik Meydanı’ndaki işgalciler arasında en yaygın soru şu: “Onca dizüstü bilgisayarı nereye gitti?”

Tüm liberal blogcular gitti. Tüm çiçek çocukları ve Demokrat Parti yalakaları gözden kayboldu.

Wall Street’i İşgal Et, beyaz çoğunluğun hâkimiyetinden çıkıp geniş ölçüde çok milletli bir gruplaşmaya evrildi. STK’lerin fonladığı liberallerin “profesyonel sol”unu başından defetti. Hareket, bu kesimin yardakçılarını ya korkuttu ya da saflarına kattı.

Bugün hareketin merkezinde asabi pankçılar, anarko-sendikalistler, işten çıkartılmış orta yaşlı işçiler ve gerçek devrimci eylemciler duruyor.

Yıllarca sekter sol, genel grevin tek cevap olduğunu söyleyip durdu, şimdi ise binlerce genç yapıyor bu çağrıyı. Üstelik bu çağrıyı Uluslararası İşçi Günü’nde yapıyor. Gençler, göçmen işçiler ve onların sendikaları ile birlikte ortaklaşa yürüyüşler düzenleyip şu taleplerini iletiyorlar: “Çalışma! Alışveriş Yapma! Sokağa Çık!”

Trayvon Martin (26 Şubat 2012’de bir beyaz tarafından katledilen 17 yaşındaki zenci genç) davasına sahip çıkıyorlar. Polisin suratına artık “sen de %99’sun” diye bağırılmıyor. Bunun yerine “kötü bir polisten başka bir şey değilsin!” şarkısı söyleniyor. Elvis Presley’nin klasikleşen “Av Köpeği” şarkısının ezgisi (New York belediye başkanı) Michael Bloomberg’in özel ordusunun suratına haykırılıyor.

Semada kızıl bayraklar dalgalanıyor. Her yerde “sınıf savaşı” yazılı pankartlar ve afişler… Yürüyüşlerde “Tıpkı Ho Chi Minh gibi İşgal Hareketi de Kazanacak!” diye bağırılıyor.

Altmışların savaş karşıtı hareketinin de Norman Thomas’ın (altmışlarda Amerika Sosyalist Partisi lideri) siyasetinden Bernadine Dorhn’un (Devrimci bir hareket olan Weather Underground [“Yeraltından Hava Durumu”] örgütünün kurucusu) siyasetine doğru evrilmesi beş yıl sürmüştü. Wall Street’i İşgal Et ise bu gelişimi birkaç ayda tamamladı ve şaşırtıcı olmayan bir biçimde Todd Gitlin’i (“Yeni Sol”cu yazar) doğurdu.

Chris Hedges’ın Rolü

Chris Hedges, Wall Street’i İşgal Et’in politik olgunluğuna ve yaşadığı gelişime karşı verilmiş bir cevap. Hedges, hiç Marksist olmadı. O, Doğu Bloku’nun çöküşünü alkışlayan burjuva bir yazar bozuntusu. Bush dönemi boyunca, Hristiyan diriliş hareketine katılan kafası karışık işçilerin, Mussolini’nin Kahverengi Gömlekliler’ine eşdeğerde olduğunu iddia etti. Bu yaklaşımı kendisinin “Daily Kos” (Demokrat Parti yanlısı bir blog sitesi) tarafından sıkça övgüye mazhar olmasını sağladı.

Birdenbire “anarşist” oluveren Hedges, Kara Blok’u şeytanîleştirdi. Son dönemdeki hedefi ise Oakland’ı İşgal Et Hareketi.

Neden?

Çünkü Oakland’ı İşgal Et Hareketi, ülkedeki en uzun ömürlü, militan Marksist sendikalardan biri olan Uluslararası Kıyı Boyu Ambar Sendikası’nın (Amerika’nın batı sahilindeki dok, otel, konserve fabrikası, kitapçı ve ambar işçilerinin sendikası) lehine bir sözleşme imzalamasını sağladı.

Hedges’ın rolü ise Wall Street’i İşgal Et’i bölüp parçalamak. O, saf anlamda anti-kapitalist bir mücadeleye dâhil olanları hareketten uzaklaştırmaya çalışıyor.

Kitabında klasik tüm numaralara başvuruyor.

Kara Blok, ne türden bir “şiddet”e başvuruyor? Camı çerçeveyi mi indiriyor? Çöp tenekelerini mi deviriyor? Kadınlara cinsel tacizde bulunup, insanların kaburgalarını kıran ve halkı dağıtan Bloomberg çetelerinin tutuklama girişimlerine mi direnmek şiddet?

Bu türden bir hakareti ne meşru kılabilir?

Wall Street’i İşgal Et epey bir gelişme kaydetti. Kara Milliyetçilerin, Devrimci Eylemcilerin ve diğerlerinin Wall Street’i İşgal Et’e katıldıkları, Birlik Meydanı’nda başlayan ve “Hepimiz Trayvon Martin’iz” şiarı ile sokakları fethederek ilerleyen yürüyüş çok güzeldi. “Polisler, Mahkemeler, Ku Klux Klan, Hepiniz Patronların Planının Bir Parçasısınız!” şiarını duymak da harikaydı.

Hedges’ın ödünü kopartan da tam olarak buydu.

“Nereye Gittiğini Kimse Bilmiyor”

Wall Street’i İşgal Et, kimsenin ummadığı bir nitelik kazanıyor.

Seattle Savaşı, üç günden az sürmüştü. Irak Savaşı Karşıtı Hareket, hafta sonları düzenlenen birkaç gösteriden ibaretti ama herkesin umut ettiği bir yangına hiç dönüşmedi.

Son on yıl içinde küçük kıvılcımlar çakmadı değil ama hepsi de kısa sürede sönüp gitti. Bu kıvılcımların koşulladığı politika hiçbir ilerleme kaydetmedi ve zamanla enerjisini yitirdi.

Wall Street’i İşgal Et, bu şablonun dışına çıktı. 17 Eylül’de başlayan hareket henüz bitmiş değil. Sokak savaşları hâlâ devam ediyor. Politik anlamda gelişme kaydediyor. Değişiyor, yeniden biçimleniyor, yeni ve farklı yollar çiziyor.

Wall Street’i İşgal Et, her ilerici ve solcu talebi tanım itibarıyla kuşatabilecek bir hareket. İşçilerin Dünyası Partisi Genel Sekreteri Larry Holmes’un hareketin doğduğu günlerde dile getirdiği ifadeyle o:

“Herkese ‘ayağa kalk!’ diyen, göğe asılmış bir neon tabela gibi.”

Tabela, gökte hâlâ asılı. Işığı daha parlak. Dr. Frankenstein misali, liberaller, Moveon.org ve STK’ler “biz ne yaptık?” deyip korkudan tir tir titriyorlar.

Marksist gazeteci ve 1919’daki Seattle Genel Grevi’nin lideri Anna Louise Strong da benzer bir durumdan söz ediyor. Birkaç ay sonra kurulan Komünist Parti’ye katılan, Dünya Sanayi İşçileri ile Sosyalist Parti yandaşı dok işçileri için kaleme aldığı broşüründe Wall Street’i İşgal Et’e dönük olarak tüm işçilerin dile getirmesi gereken hissiyatı özetliyor.

Aşağıdaki ifadede “emek” yerine “%99”u koyduğumuzda, Wall Street işgalcisinin polise karşı siper savaşında yanında olan yoldaşından duyması gereken cümleyi okumak mümkün olacaktır:

“Emek hastaları doyurabilir! Emek çocukları büyütebilir! Emek dünyayı asalaklar olmaksızın kendi başına yönetebilir. […] Biz, artık uç vermiş bir yol açıyoruz. Kimsenin nereye gittiğini bilmediği bir yol!”

Caleb T. Maupin

03 Nisan 2012

,

Fikret Başkaya ve Örgütlülük Meselesi


2003’te yönetmen Lars von Trier, Jørgen Leth’le birlikte bir proje hazırlar. Projede Trier, Leth’in 1967’de çektiği Mükemmel İnsan filmini kendisinin tayin ettiği bir dizi yasakla beş kez yeniden çekmesini ister. Filmin Küba’da çekilmesi, kadın kullanılmaması ya da bir versiyonun çizgi film olarak hazırlanması gibi maddelere uygun olarak Leth, projeyi tamamlar ve ortaya Beş Engel filmi çıkar.

Bu türden bir yöntemi Fikret Başkaya’ya uygulasak[1], ondan “bürokrasi” ve “Stalin” sözcüklerini kullanmadan, basit bir kompozisyon kaleme almasını istesek, Başkaya’nın bir cümle bile yazamayacağı görülecektir.

Sürekli kendi benliğinin ve kişiliğinin işaretlenmesini istemeyi politiklik zannetmek, Başkaya’nın alamet-i farikasıdır. O, tüm ömrünü bu kavramların reddiyesi üzerine kurmuş, onca yıldır teorik manada tek bir adım atamamış, bu, politik ve ideolojik açıdan kısırlaşmayı beraberinde getirmiştir.

Kısırlaşma, doğalında, kolaycılığı tetiklemiş, ötelemek, öte diyarlara savurup atmak için o, içi boş bir sınıf mücadelesi ve kitleden dem vurmuş, ama örneğin her liberal gibi o da Stalin ile Kemal’i yan yana koyabilmiş, aradaki sınıfsal-politik farklılığı silikleştirmiştir. Onca sınıf mücadelesi ve “işçilerin kurtuluşu onların kendi eseri olacaktır” ayetinin yinelenmesi işe yaramamış, nedense Stalin-Kemal arasındaki farklar, sınıfsal-politik açıdan analize tabi tutulamamış, aradaki ayrım bir ânda silikleşmiştir. Bu tavrın tabii ki Ekim Devrimi’ni devrimden saymamakla bir ilgisi vardır.

Özgür Üniversite, Kürd kurtuluş savaşının zirvede olduğu dönemde Yalçın Küçük gibi isimlerin bir hava yastığı olarak örgütlediği mekânlardandır. Buralarda devrimci hareketten ve Kürt hareketinden gelen, metropolün tadına varmış gençler, birer bireye dönüştürülüp teker teker likide edilmişlerdir. Doksanlarda İstanbul’daki bürosunun duvarında yazan şu söz, siyaseten ne yaptığını, ne işe yaradığını özetler niteliktedir: “Rakibini geçemiyorsan, onun ilerlemesine engel ol.”

Kimi dönemler belli sol gruplar, özellikle troçkistler, üniversiteyi ele geçirmiş, burada, içinde bürokrasi ve Stalin geçen “yeni” cümleler kurmaya çalışmışlardır. Sosyalist hareket, kendi topuğuna sıkmayı, kendisine çelme takmayı, akademinin küçük burjuva sularında boğulmayı buralarda öğrenmiştir.

“Özgür” Üniversite gibi kurumlar, küçük burjuvanın özel olma takıntısını gıdıklamış, onlara ukalalığı ve kibri solculuk zannetmeyi öğretmiştir.

Özgürlük, bir yanılsama olarak aşma meselesine indirgenmiş, haddini bilmeyenler, teorik, ideolojik ve politik düzeylerde gördüğünü varsaydığı tüm engelleri aşmayı bilip öğretmeyi maharet saymışlardır. Bu noktada ayrımlar, farklar ve sınır çizgileri silikleşmiş, havada uçan, ayağı yere basmayan, yüzergezer bir yarı-aydın güruhu ortalığı, zombi filmlerindeki kimi sahneleri aratmayacak bir biçimde, sarmıştır.

Akademi, eldeki burjuvazi ve devlet için başarılı olanı mutlaklaştırıp satmakla yükümlüdür. Bugün sermaye, yüksek maliyetli bulduğu araştırma-geliştirme işlerini üniversitelere havale etmiştir. Hocalar ve asistanları, bilimi ve sanatı bu alana bağlamaktan başka bir şey yapmamaktadırlar. Herkes, basit anlamda ekmek davasında ve hayatta kalma uğraşındadır. Solculuk, bu uğraşın süsü püsüdür. Hepsinde birer yaka kartı vardır ve o kartlarda sermayenin hizmet kadrosu listesindeki isimler yazılıdır.

Özgür Üniversite de yaklaşık yetmiş yıldır burjuvazinin mekânlarına giriş kolaylığı sağlayan “bürokrasi ve Stalin eleştirmeni” yazan bu türden bir yaka kartıyla kendi konumunu pekiştirmektedir. Burjuvazi, kendi konumunun “mutlaklığına” halel getiren her türlü çıkışı talileştirmek, geçicileştirmek ve parçalamak için hamle yapmaktadır.

Yani işçiler birleşecek, bir olacaksa, Başkayagiller hemen “tekleşme” eleştirilerine ait mızraklarını çıkartıverirler. Devrimci hareket, birleşme sürecini hakikatin zorunluluğuna uygun olarak dile dökmeye başladığında bu liberaller, kendi sınıflarının tekliğini korumak adına, çoğulluk edebiyatı yaparlar. Komünist hareket nereye elini atsa bunlar, orayı silikleştirmeye, oranın içini boşaltmaya, orayı eritmeye ve geçersizleştirmeye çalışırlar.

Başkaya kendisine hitaben söylenmiş, “bağımsız sosyalistler örgütlensinler ya da konuşmasınlar” eleştirisini savuşturmak için türlü taklalar atar. Dördüncü Enternasyonal boşa düşmüşse, o, üçüncü ve ikincisini de düşürür. “Bakacağımız yer Birinci Enternasyonal’dir” der. Esasen onun da bir kıymeti yoktur. Çünkü Başkaya, Bakunin ve Marx arasındaki teorik ve politik kavgaya bakmaz. Marx’ın “eşek ve sahte peygamber” olarak nitelediği Bakunin’i tasfiye etmek adına enternasyonalin merkezini New York’a taşıdığı gerçeğine gözlerini kapar.

Engels, bu hususta şu can alıcı tespiti yapar: “Bakunin için Enternasyonal, gelecek toplumun çekirdeği, bizim içinse ilkörneğidir.” Burada Engels, özünde, Bakunin’in devrimci ve politik olmadığı üzerinde durur. Ki sonuçta Bakunin, Avrupa ülkeleri ile Rusya arasındaki rekabetten istifade eder ve bir süre sonra da Çar’ın eteklerini öperek siyasi hayatını sonlandırır.

Başkaya gibi liberal küçük burjuvalar, meselelere mülkiyet ve rekabet ölçülerine göre baktığından, “her şeyin başı ve sonu ben olmalıyım” takıntısı ile hareket ettiğinden, kendilerini bir başlangıç belirlemek zorunda hissederler. Burada başlangıç, adı üstünde, Birinci Enternasyonal’dir.

Oysa bu enternasyonalin önceli vardır: Adiller Birliği. Marx ve Engels, esas olarak içe doğru, içrek ve içten bir dille yazdıkları Manifesto’da bu Adiller Birliği’nin teorik, ideolojik ve politik gidişatına ve güzergâhına müdahalede bulunurlar. Temelde metin, bu birliğin eleştirisi ile yüklüdür. Bu anlamda Manifesto’nun salt sosyoloji, iktisat ya da tarih biliminin Procrust yatağına yatırılması yanlıştır. Bu uğraş, metnin politik niteliğini berhava edecektir.

“Procrust yatağı” tabiri, Elen mitolojisinde seyyahları demirden yatağına yatırdıktan sonra, yatağa tam uysun diye bacakları uzunsa kesen, kısaysa uzatan bir eşkıya hikâyesine dayanır. Dolayısıyla, Manifesto’da kesilip atılan ya da uzatılan ifadeler, politik niteliğinin silikleşmesine dairdir. Burada Marx ve Engels, “tüm insanlık kardeştir” şiarını atan Adiller Birliği’ni eleştirerek, “hayır, tüm insanlar kardeş değildir, bazıları kardeştir ve tüm insanlık ikiye bölünmüştür: işçiler ve burjuvalar” der.

Birliğin bu hümanist tutumunu işçi sınıfına dayatmak da mümkündür. Anlaşılan Başkaya bu hattın devamcısıdır. Onun zihninde işçi, yüce insan ve birey ideasının içinde erir ve kaybolur. Bu hamle de işçi olmaktan korkan, işçi olmaktan tiksinen, işçi olmaktan sürekli kaçan küçük burjuvalara sıcak gelir.

Bu ayrım, yani bazı işçilerin “kardeş” olduğu yönündeki politik ayrımı da Lenin’i var eder. Başkaya’nın esasta Stalin saldırısı Lenin’e yöneliktir ve kafasında tarihsel-toplumsal açıdan hiçbir kırılmaya, dönüşüme ve sıçramaya maruz kalmamış “metafizik” bir marksizm kurgusunu muhafaza etmek ve kendisini bu kurgunun mutlak, biricik taşıyıcısı olarak lanse edip satmak istemesiyle ilgilidir.

Lenin demek örgüt demektir, Lenin’in ifadesiyle, örgütlenme işçi sınıfından öğrenilmiştir. Lenin’i silmek, işçinin adını yaldızlayıp kendisini silmek demektir. Bu, tinerci çocuklar için düzenlenen lüks balolara o çocukların sokulmaması gibidir.

Dev-Sağlık Sendikası, doktorlarla bir çalışma yapar ve sendika görevlisi, yaşanan neoliberal süreci anlatırken, bir bayan doktor, “bir dakika, siz bizim işçi olduğumuzu mu söylüyorsunuz?” diye sorduktan sonra sendikacı “evet” der, bunun üzerine doktor, “ben işçi olmamak için onca yıl okudum” diyerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar.

Sol, genel olarak bu doktorun endişelerine ve korkularına kilitlenmiş durumdadır. Kendi varlığını burada tanımlamaktadır. Dolayısıyla, Özgür Üniversite ve Fikret Başkaya’nın örgüt düşmanlığı da bir seviye üstte, bir biçimde işçileşmeyi emreden örgütlülüğü tasfiye etmeye niyetlenen küçük burjuvazinin liberal özgürlük yalanına hizmet etmektedir.

Bu noktada herkes gibi Başkaya da Marx’a atıfta bulunmaktan geri durmaz ve teorik çalışmanın pratik-örgütsel çalışmanın önüne konulması gerektiğine ilişkin bir cümlesini öne çıkartır. Bu lafı eder, ama onca yıldır kendisinin solun entelektüel birikimine ne kattığını hiç sorgulamaz. Batıdaki bazı isimlerin taşeronluğu ve “copy-paste” entelliği dışında, elde bir şey yoktur. Örneğin her aydın gibi bir tarih çalışması yapmış, ama bu yoğunlaşma şu tür cümleleri üretmiştir: “Osmanlı İmparatorluğu her zaman siyasi bağımsızlığını koruyan bir devlet olarak varoldu. Bu durum 1908-1923 sonrasında da öyleydi.”

Bir ilkokul öğrencisi bile “peki hocam kapitülasyonlar, Lozan, Kore, 6. Filo, Adriyatik-Çin Seddi, 28 Şubat, bugün Suriye ve İran?” diye sorabilir pekâlâ.

Özgür Üniversite’nin tüm ömrü boyunca teorik ve ideolojik süreçlere dair ve içre herhangi bir müdahalesi ve katkısı olmamıştır. Mesele bağcıyı dövmek olunca, taş üstün(d)e taş koyma(ma) derdi de olmaz, bu dert olmayınca varlık içten içe çürü(tü)r.

“Örgüt veya örgütler, devrim öncesinde muhalefetin yükselmesi ve devrim sonrasında da rotanın şaşmasını, yalpalamaları ve zaafları engelleyici bir işlev görebilir.”[2]

Bu tespite göre, devrimde örgütün yeri yok. Onu zaten sınıf yapıyor. “Örgütlülük” yazısında da gerileme döneminde örgütü muhafaza etmenin yanlışlığından bahsediyor Başkaya. Oysa gerileme döneminde üstelik daha sıkı ve disiplinli bir örgütlülük zaruret değil midir? Düz mantıkla şu söylenebilir: bir (karşı) devrim dönemindeyiz, öyleyse buna Ömer Laçiner gibi sarılıp “burjuva demokratik devrimi” diyebiliriz, Başkaya gibi geri çekilip “örgütleri dağıtın” diye de bağırabiliriz. Devrimde örgüt yoksa, bugün yaşanan şu veya bu şekilde “devrim”se örgüte de gerek yok, Başkaya’ya göre.

Zaten bu örgütler de altmışların sonunda üniversitelere sınıf atlamak adına girmiş, işçilere ve köylülere emir yağdırmak ve onları yönetmek için deli divane olan, kafası kırık, saplantılı bir avuç zibidinin kurduğu “hiyerarşik, askerî, anti-demokratik ve bürokratik” çöp tenekesi, bir tekme atıp devirelim hepsini! Hepsi öyle geri zekâlı ki emirleri Sovyetlerden vs.’den alıyor, hayal âleminde dolaşıyor, hiçbirisinin sınıfla, halkla bağ kurmak gibi dertleri de yok. “Bir an önce iktidarı alalım” diye ortalığı yakıp yıkıyor. İktidar saplantılı sapık sürüleri! Başkalarına emir vermekten haz duyan birer manyak…

Ozan Arif, ülkücülerin türkücüsü, bir röportajında: “devrimciler esasında çok yiğit insanlardı, ama Stalin gibi gâvurlara tapıyorlardı” diyor. Başkaya gibi aklıselim, “entelektüel derinliği” olan “rektör”lerin bir ülkücünün gördüğünden daha başka şeyleri görüp söylemesi gerekmez mi? “Moskof uşakları” diye bağırıp devrimcilerin üzerine saldıran ülkücü çetelerin akıl ve zihninden farklı bir hat çizmiyorsa Başkaya’ya niye “sosyalist” diyoruz ki? Sosyalizm konusunda bir iki şey biliyor diye mi?

Ayrıca Başkaya’nın yukarıda alıntılanan tespitine yönelik şu tip sorular yöneltmek mümkün: “Rotanın şaşmasını, yalpalamaları ve zaafları engelleme” görevi, neden sadece devrim sonrasına aittir? Ya da devrim öncesinde sığ bir muhalefet hareketi değil de iktidar hedefli bir hareket çıkartmak neden yanlış? Başkaya, kendisinin hiç olmayacağı bir devrim momentini kendi varlığı ile bütünleştirip neden böylesi bir ayrıma gidiyor? Pratikte hiç olmak ve kendisine halel getirmemek için mi?

Yani “rota şaşmasını, yalpalamaları ve zaafları engelleme”, neden devrim öncesinde iktidar hedefli bir devrimci hareketin görevi olmuyor? Bunu ayırmak, Başkaya’nın neden çıkarına? Devrimden önce rota yok da devrimden sonra mı var? Devrim öncesi devrimci mücadelenin rotaya ihtiyacı yok mu? Devrimi olmayacak bir dua olarak görmek, göstermek kimin işine gelir? Devrimci disiplin, işbölümü ve hiyerarşiyi nasıl olsa gerçekleşmeyeceği varsayılan ya da gerçekleşmesi istenmeyen bir devrim ânının ötesine fırlatmak ve bugünde oluşan disiplin, işbölümü ve hiyerarşinin gereklerinden kaçmak, hangi sınıfın tavrıdır?

Bu polemiğin fitilini tutuşturan Çetin Veysal da tribünlere oynuyor, vitrin süslüyor. Yazısı boyunca “komünist” dememek için taklalar atıyor, “komünizan bireyler” diye anlamsız bir lafı sürekli yineliyor. Demokrasi güzellemesi ile birlikte, kafasında şekillendirdiği harman yerine gelsin diye Başkaya’ya davetiye çıkartıyor. Başkaya da “vitrin mankeni olurum, ama şartlarım var” diyor. Devamında davet edilmenin yol açtığı şımarıklıkla, “benim vitrinim Özgür Üniversite” diye diretiyor. Ve soruyor: “Özgür Üniversite’de yaptıklarımız politika dışında bir şey midir?”

Biz cevap verelim: politik olan, politik olmuş, muhtemeldir ki politik olacakla ilgili malumat sahibi olmak, kimseyi politik yapmaz. Özgür Üniversite, kuruluşu, mayası, iskeleti itibarıyla apolitikti ve böyle olmakla ayakta kalacağını ta başından itibaren biliyordu. O hep diyet ödedi, düzen de likidasyon faaliyeti için ona hiç ses çıkarmadı. Politikadan kaçanların ve politikadan kaçanları etrafına toplayarak prim yapmak isteyenlerin yuvası oldu.

Başkaya’nın odasındaki dart tahtasının ortasına Stalin resmi asması ve sürekli ruhunu elindeki okları fırlatarak arındırmaya çalışması boşunaydı. Zira Stalin’i önemseyen ya da stalinist bir yapı olsaydı, bu ülkede Özgür Üniversite zaten olmazdı. Böyle olduğu için de işbölümü gereği o, “Stalin ve bürokrasi eleştirmenliği” görevini, Bekçi Murtaza misali, bir varlık meselesi olarak algıladı.

Komünistleri, sosyalistleri ve devrimcileri burjuvazinin demokrasi yalanına kul etme gayreti sürdüğüne göre, sınıftan, halktan ya da mazlumlardan değil, bireyden sürekli bahsetmeye devam ettiğine göre, o şeytanlaştırdığı Stalin’in ne adı ne eylemi ne de sureti vardı bu ülkede.

Başkaya, burjuvazinin sol içinde oluşturduğu hiyerarşi, disiplin ve işbölümü bağlamında hareket ediyor, ona sürekli bu konumda durması telkin ediliyordu. Ondaki Kemalizm eleştirisi de liberaldi:

“Bürokrasi, demokrasinin dolayısıyla da sosyalizmin inkârıdır. Bu anlayışın geçerli olduğu yerde, kitle eğitilmeye, bilinç götürülmeye muhtaç, kendiliğinden hiçbir şey yapma yeteneği olmayan, edilgen, ‘profesyonel devrimcilerin’ örgütü tarafından adam edilmesi, ‘kurtarılması’ gereken pasif bir nesne olarak görülür.”

Görülüyor ki Başkaya, örtük ve açık olarak, “askerî vesayet” eleştirisi yapıyor, en az Rasim Ozan ve zevcesi Nagehan Alçı kadar küstahlaşabiliyor.

Gençlik yıllarında marksistlerle tartışan Troçki, liberalizmin verdiği küstahlıkla, onlara cahil bir eda ile şunları söylüyor: “bir kişinin peşinden gidecek kadar aptal mısınız?” Kendi bireyliğini karşısındakine yansılayan, onu da (güya) birey olmaya zorlayan bu yaklaşımın marksistlere yönelik saldırısında gizli olan burjuva tutum, bugün de varlığını sürdürüyor. “Örgüte, kişiye, ideolojiye vs. tapılır mı, siz aptal mısınız?” Kazıma işlemi yapmak mümkün: “Özne ol” emrinin altını kazıyınca “birey ol”, bunun altını kazıyınca da “burjuvaziye kul ol” çıkar.

Başkaya da küçük burjuvaları kolektif bir işin isimsiz-adressiz bileşenleri olup “işçi”leşmelerine mani olmaya çalışıyor. “Biz örgütlenmeyi işçi sınıfından öğrendik” diyen Lenin’i artık olmayan, savaşmayan bir Marx karikatürü adına tarihin çöplüğüne atıyor. Ekim Devrimi’ni basit bir “hükümet darbesi” olarak görüyor ve böylelikle kendi liberal teorisini haklı ve meşru kılacağını zannediyor. Karşı çıktığı örgüte ve örgütlülüğe dair ve ait bir zafer olarak Ekim’i önemsizleştirirse örgütü ve örgütlü oluşu da geçersizleştireceğini düşünüyor.

Ama hayat ve hakikat, böylelerini toprağa gömerek ilerliyor. Ezilenler ve sömürülenler, örgütü ve örgütlü oluşu kendi bağırlarından günbegün çıkartmayı biliyorlar. Düşmana hizmet adına birileri çıkıyor, örgüte ve örgütlülüğe mazlumları ve sömürülenleri yabancılaştırmak amacıyla içte ajanlık faaliyeti içine giriyor. Kimilerini ölümle korkutuyor, kimilerini hayatla kandırıyor, kimilerini “senden kral yok” diyerek gazlıyor, kimilerini kafkaesk bir böceğe dönüştürüyor, kimilerini de “nesne de nesne, kitle de kitle” diyerek öznelliğini iğdiş ediyor.

Hindistan’da patronunu diri diri yakan işçilere “hümanizm”, Tahrir’de sahneyi yıkan devrimcilere “tiyatro”, önderi için bedenini silâh yapana “birey olma ve edebiyat”, arabaları ve diplomalarını yakan Parisli asilere “estetik”, Zapatistalara ve FARC’lılara “yönetişim ve sivil demokrasi”, Amerikan askerinin boğazını kesen Afgan mücahide “insanlık ve medeniyet”, polisin suratına jilet atan transa “demokrasi”, gün boyu sömürülen, akşam mutfakta, gece yatak odasında kocasının zulmüne maruz kalan kadına “feminizm”, Erzurum’da jandarmayla dişe diş dövüşen çarşaflı kadınlara “ekoloji”, zulme ve sömürüye karşı “iktidar” diye ayağa kalkan emekçiye “muhalefet”, gerçeği tüm ateşiyle bedeninde ve ruhunda yaşayan Pozantı tutsaklarına “ütopya” dersleri veriliyor.

“Lâkin yiğitlik, kahramanlık, davaya bağlılık gerekli ve önemli olmakla birlikte o kadarı başarı için yeterli değildir”[3] diyerek, “başarının sırrı bizde” diyen şirket CEO’larına özeniliyor. Giderek yiğitlik, kahramanlık ve davaya bağlılık başarıcılığın karşısında anlamsızlaşıyor. Başarıyı engelleyen hususlar olduğu için bireyleştirilmiş sömürülen-mazlum kitlelerin evlatlarına yiğitliğin aptallık, kahramanlığın acizlik, davaya bağlılığın ise korkaklık olduğu öğretiliyor.

Oysa ol kitleler, zalimlerin ve sömürenlerin aklından, dayattığı acziyetten ve ruha yedirdiği korkudan örgütler kurarak kurtulabiliyorlar. Devrimci örgütler kolektifi olarak parti ise bu devrimci aklın, cesaretin ve ruhun bileşkesi olarak vücut bulmayı bekliyor.

Eren Balkır
2 Nisan 2012

Dipnotlar:
[1] Fikret Başkaya, “Örgüt ve Örgütlü Olmaya Dair Birkaç Not”, 29 Mart 2012, Gün Zileli.

[2] Fikret Başkaya, “Zaafları ve Yanlışları ile Türkiye Soluna Soldan Bakmak”, Cafrande.

[3] A.g.m.

05 Mart 2012

,

Tunus Ayaklanması


Uzun süre Tunus’u yöneten Zeynel Abidin Bin Ali 14 Ocak 2011’de ülkesinden kaçıp Suudi Arabistan’a sığındı. 14 ay önce Tunus’ta başlamış olan ayaklanma, Afrika ve Ortadoğu’daki tartışmaları ve mücadeleyi yeniden biçimlendiren olaylar zincirinin ilk halkası oldu.

Bin Ali’nin zorla istifa ettirilmiş olması kitlelerin ilk büyük zaferi olmasına rağmen, işçilerin ve gençlerin artan mahrumiyet sorununu çözmedi. Ayrıca ayaklanma, ülkenin Batı’yla ilgili dış politikasına kendi şartlarını dayatmaya hâlâ devam eden, Tunus ile emperyalist devletler arasındaki sömürüye dayalı ilişki de hallolmuş değil.

Ama gene de Tunus halkı, ülkesinin bütünsel dönüşümüne devam ediyor. Son haftalarda başkent Tunus dâhil, ülkenin birçok bölgesinde yeni bir grev ve gösteri dalgası kendisini gösterdi.

17 Ocak’ta kuzeydeki tarım şehri Silyana’daki grev, okulların ve birçok yolun kapatılmasına neden oldu. Silyana halkı, yüksek işsizlik ve düşük yaşam koşullarını protesto etti.

Ülkenin kuzeybatısında bulunan Cenduba şehrindeki gösteriler, ana yolların trafiğe kapatılmasına neden oldu. Göstericiler, hükümetin emekçi halkın toplumsal ve politik sorunlarını tümüyle göz ardı ettiğini söylediler.

Ayrıca kuzeydeki Menuba şehrinde de üniversite öğrencileri açlık grevine başladılar ve yüzü tümden örten, niqab denilen örtüyü giydikleri için okula girmeleri yasaklanan kız öğrencilere dönük saldırıları eleştirdiler. Öğrenciler, yasağın bir an önce kaldırılmasını talep ediyorlar ama üniversite yetkilileri kararı geri çekmeyi kabul etmiyorlar.

Ülkenin ortasında dağlık bir arazi üzerine kurulu olan Maktar şehrinde ise geçen sene eski cumhurbaşkanının devrilmesinden beri ilerleme sürecinin sekteye uğraması ile ilgili olarak 13 Ocak’ta bir genel grev gerçekleştirildi. Halk, şehre giden yolları kapatmak amacıyla ağaçları kesip barikat kurdu.

Şehirde dükkân işleten Münir Luhiçi, “Burada ölüyoruz, hiçbir şey yok. Soğuktan ve işsizlikten kırıldık. Su yok, Cezayir’den İtalya’ya uzanan bir boru hattının yakınında olmamıza rağmen, şehirde gaz da yok” dedi. (AFP, 20 Ocak)

Genç bir İngilizce öğretmeni olan Odid Selama şunları ifade etti: “Ayaklanıyoruz, çünkü artık hayat hiç tahammül edilemez bir hâl aldı.” Şehir sakinleri, yeni hükümetin tüm vaatlerini inkâr ettiği düşüncesinde.

Bir genç, son seçimlerde yüzde kırklık oyuyla ülkeye hâkim olan İslamî Nahda Partisi’nin şehirdeki bürosunun kapısına kocaman bir soru işareti çizmiş. Bugün yeni meclise Nahda ve solcu partilerin oluşturduğu koalisyon hâkim. Munya Larusi isimli bir öğretmen şu dilekte bulunuyor: “Yetkililerden tek istediğimiz, gelip bizim hâlimizi görmeleri.”

Tunus’ta Merkez Bankası’nda çalışan işçiler çalışma koşullarını protesto ediyorlar. Göstericiler, Merkez Bankası başkanı ve yardımcısının istifa etmesini istiyorlar.

Tunus Bankalar Federasyonu Genel Sekreter Yardımcısı Muaman Garbi, birliklerinin işçileri desteklediğini ama söz konusu yöneticilerin istifalarına dönük taleplerini kabul edemeyeceklerini söylüyor. Garbi’nin dediğine göre, gösteriler yılların biriktirdiği bir düş kırıklığına dayanıyor. (Tunisia-Live.net, 20 Ocak)

İşçiler ayrıca Merkez Bankası’nın ülkenin millî kalkınmasındaki rolünü de sorguluyorlar. Garbi’ye göre, “Finans kurumları ekonominin belkemiği”ymiş.

Birlik lideri, bankaların “sürdürülebilir kalkınmadaki, özellikle ülkenin iç bölgelerinin kalkınmasındaki rollerinin özel olarak belirlenip vurgulanması gerektiğini söylüyor: “Gene de Merkez Bankası işçileri, ülke ekonomisine zarar vermek istemiyorlar ve bu nedenle kurumlarının faaliyetini engellemeyecekler.”

Tunus işçi sınıfı mücadelesini yükseltince, Genel Emek Sendikası da 25 Ocak’ta kapsamlı bir grev ilân etti. Ancak bu çağrı, sonrasında yapılacak yeni bir duyuruya kadar, iptal edildi.

Sendikanın sözcüsü Mungi Abdülrahim’e göre, grevin askıya alınmasının nedeni, Sosyal İşler Bakanı ile Başbakan Hamadi Cibali’nin temsilcileri arasındaki konuşmalar. Abdülrahim, 30 Mart sonrası sendikalar çıkan sonuçtan memnun kalmazsa, “genel greve gidecekler”ini söylüyor. (Tunisia-Live.net, 21 Ocak)

Bu noktada belirtmekte fayda var: Genel Emek Sendikası’nın Aralık 2011’de yapılan 22. Kongre’sinde üst yönetime daha solcu liderler seçildi.

Bu son gelişmeler de gösteriyor ki 2010-2011’deki ayaklanmanın halkçı hedeflerinin yitip gitmemesini, aksine, yeni sömürgecilik ve emperyalizme karşı mücadelenin daha alt katmanlarına dönük bir ilham kaynağı olarak yükseltilmesini güvence altına almak için ilerici güçler arasında kurulacak geniş tabanlı bir ittifak hâlâ önemli bir ihtiyaç.

Abayomi Azikiwe

26 Şubat 2012

, ,

Lübnan Solu ve Suriye


Sol, bir yandan kendi hatalarına, bir yandan da onu yerelde kuşatan baskı odaklarına bağlı olarak, sahip olduğu azmin tüm maddî unsurlarını yitirdiğinde, elinde uğruna savaştığı temel üzerinden ilkeselleştirilmiş bir duruş olan politik-ahlâkî söylem dışında bir şey kalmıyor. Sonuçta solcu olmak, zulme karşı adaletin, suçlunun karşısında mağdurun, sömürenin karşısında sömürülenin yanında saf tutmaktır. Bu, örgütlü bir politik hareket olarak Lübnan solunun (yaklaşık) ölümü sonrasında bizi hâlâ solcu kılan ahlâkî konumdur.

Bugün Suriye’nin tüm köşelerinde özgürlük talep eden ve 1.100’den fazla ölüyle, çoğunluğu işçi ya da köylü, Suriye emekçi sınıflarının üyesi olan on binlerce insanın tutuklanması ile sonuçlanan korkunç bir baskı ile yüzleşen geniş devrimci protesto hareketinin ortasında, Lübnan Komünist Partisi (20 Nisan 2011 tarihli) bir bildiri kaleme aldı ve Suriye halkına onun “tüm barışçıl ve demokratik araçlarla toplumsal, politik ve ekonomik reformlar ile yolsuzluğa karşı mücadele etmek için harekete geçme” hakkına sahip olduğunu hatırlattı. Ama bu esnada da Suriye’de şehit düşenlerin ve katledilen kurbanların birinin bile ismini anmayarak, “Suriye hükümetinin Cumhurbaşkanı Beşşar Esad tarafından ortaya konulan tüm reformları hızla uygulamaya koymasını istediklerini” söyledi.

Partinin muğlâk konumunu, “Suriye, bugün ülke içinde ve dışında gerici politikalarla demlenmiş işbirlikçi kimi güçlerle birlikte, İsrail ve emperyalist Amerika’nın tatbik ettiği bir fitne ile karşı karşıya” açıklaması daha da belirginleştirdi. Oysa ortada bizim pek anlamadığımız bir şey vardı: Lübnan Komünist Partisi, ne türden bir fitneden bahsediyordu? Ayrıca, genel planda söylem, zulme, katliama ve terörizme karşı bir dil dâhilinde biçimlenmesi gerekirken, neden özel olarak fitneden bahsediliyordu? Bir biçimde “yoldaş” görülen Mişel Kilo, Arif Dalila ve Yasin Hacı Salih gibi ulusal muhalefetin üyeleri, birden emperyalist “mahfiller”in birer ajanı hâline mi gelmişlerdi? Ya da “komplo” teorisinin bir yan ürünü olan şu saçma fitne teorisi, tüm yönleriyle “halkın partisi” olmaya yazgılı bir partinin alması gereken konumların aslî alternatifi olarak mı görülüyordu?

Suriye’de olup bitenlerle ilgili olarak Komünist Parti’nin aldığı konum, hem ahlâkî hem de politik düzeylerde hatalıdır. Buradaki hata, politikanın gerçek manada mazlum sınıflara hizmet etmesi gerekliliğine ilişkin bir tespitle ilgilidir. Bu konum, partiyi sağcı bir hatta oturtmaktadır. Pratik açıdan parti, Suriye’deki emekçi sınıfların ve işçilerin talebi olan değişime itiraz etmekte ve rejimin dillendirip durduğu “dış kaynaklı komplo” tespitini benimsemektedir. Bu noktada da politik bürodaki yoldaşlara kalan, protestoculara karşı geliştirilen propagandaya duhul etmek ve onları “komplocular” ya da silâhlı çeteler” olarak nitelemekle yetinmektir. Bu yaklaşım, tam karşılığını parti genel sekreteri Halid Hadada’nın bir seferinde Safir gazetesindeki (28 Mayıs 2011 tarihli) makalesinde “Suriye’ye karşı komplo”dan bahsetmesinde karşılığını bulmuştur. Yazıda Hadada, Suriye’de güvenliğe dayalı çözüme de “dış kaynaklı, tehditle dayatılmış” her türden girişime de karşı çıktığını yazmıştır.

Bu noktada yoldaş Halid Hadada’ya, dışarıdan gelecek tehditlerden bugün Suriye’de hangi protestocunun medet umduğunu sormak gerekir? Bölgedeki emperyalist müdahale tarihi, herkesin malumu olduğu hâliyle, gayet yıkıcı olması sebebiyle, bu türden bahanelerin her daim dillendirildiği görülmüyor mu, bu tür bahanelere sığınmanın, bizim Suriye zemininde olan biteni inkâr etmemize neden olan ahlâk dışı bir politik konum üretmemize neden olduğu gayet açık değil mi? Emperyalizmin gerçekte olmadığı yere neden onu sokuşturmaya çalışıyoruz? Azmi Bişara ekranlara son çıkışında, “ortada bir diyalog olduğu açık. Ne yazık ki sadece diyalog içinde olanlar reform yapmayı istiyorlar, geri kalanlar ise reform isteyenleri katletme konusunda ciddi bir kışkırtıcılık içerisinde.” diyor. Öyleyse Komünist Parti, ne tür bir diyalogu talep ediyor?

Komünist Parti liderliğinin belli ölçüde sağcı olması, eldeki sorununun tümünü yansıtmıyor. Hepsi değilse de KP içindekilerin ve dışındakilerin, genelde Lübnanlı solcuların önemli bir bölümü, Suriye’de olup bitenleri, “Selefîler”e bakarak ya da “İngiliz-Amerikasiyonist-Suudi-Katar” komplosu olarak okumaya ikna olmuş durumda. Burada, Suriyeli yazar Yasin Hacı Salih’in ifadesini kullanacak olursak, her zaman hazır ve nazır olan söz konusu komplo korkusuna biraz da (seküler kesimlerin bir mezhep olarak örgütlenmişliği anlamında) “seküler mezhepçilik” ekleniyor. Birçok solcu, bugün Adonis ve Safidi Yusuf gibi şairlerin “camilerden çıkıp yayılan devrim”e dönük itirazlarını tekrarlayıp duruyor ya da yaşananları “Batı icadı” olarak görüyor. Seküler mezhepçilik, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, “Allahu Ekber” nidalarından korkan küçük bir azınlığın hassasiyetini kaşıyor ve Suriye’deki kitleler arasında “devrimci bilinç” düzeyini yeterli görmeyen hastalıklı bir seçkincilik katıyor hayata. Komünist yoldaşlar, tıpkı cennetin anahtarının kendisinde olduğunu iddia edenler gibi, bu devrimci bilince yalnızca kendilerinin sahip olduklarını iddia edip böbürleniyorlar. Bu böbürlenme de bugün katledilen işçi ve köylülere karşı küçük burjuva liderliğin dillendirdiği küçümsemede karşılığını buluyor.

Bugün sürekli olarak devrimin, hırpalandığı açık olan bir sola ait standartla uyumlu olabileceği söyleniyor ve bu sol, kendisini salt “sekülerizm” söylemi ile tarif ediyor. (Bu arada eskiden dillendirilen “mezhepçi rejimin devrilmesi” çağrısına ne olduğunu da sormak gerekiyor.) Eğer temel mesele, Hizbullah’ın bölgedeki durumunun, yani sahip olduğu roketlerin ve İsrail’e karşı geliştirdiği askerî direnişin, Suriye’de yaşananlara karşı bir konum alındığı vakit kaybedeceği ya da kazanacağı ise, son dönemde Lübnan’daki politik sahnede giderek “bir çöl serabı”na dönüşen Komünist Parti’nin politik açıdan neyi kaybetmekten korktuğunu anlamak mümkün görünmüyor. Belki de parti, bu yönde bir tavır içerisinde olmada başka türden bir çıkar hesabı yapmaktadır, kim bilir?

Bugün itibarıyla tüm görevlerinden elini eteğini çekmiş olan “seküler mezhepçi” Lübnan solu, Lübnanlı bir milliyetçi vizyon ile arkaik bir ifade olarak Arap milliyetçisi bir konum arasında bocalayıp duruyor. Entelektüel açıdan tembel, politik açıdan korkak ve bayağı, oportünist bir eğilim içindeki kaba Marksist bir söylem, kendine bile yetmeyen bir varoluş: Lübnan solu, “emperyalist Batı” ile başlayıp, diğer Lübnanlı mezhepçi partilerin kendisine karşı tutumlarındaki “insafsızlığa” karşı feryat etmekle biten bir adaletsizlik masalını benimsiyor. Sol, hazır cevapları sorgulamadığı vakit, (bir anlamda) “dindar” bir sola dönüşüyor. Lübnan solu, Arap halkları hariç, tüm dünyanın ezilen halkları ile birleşiyor. Belki de bunun nedeni, Arap halklarının (hâlâ) derinlemesine “Müslüman” olması ve yeterince “sekülerleşmeme”sidir!

Teorik düzeyde solcuların ve komünistlerin yüzleştikleri daha derin bir mesele var. Bu da mazlum Arap kitlelerini Atlas Okyanusu’ndan Arap Körfezi’ne dek dövüp duran “özgürlük” dalgasıdır. Bu dalgada yerelde birer sömürge olarak yönetilen rejimler yüzünden yitirilmiş olan haysiyet dile geliyor. Bugün söz konusu mesele, şehit Mehdi Amil tarafından yapılan analizlere dönük bizim bitmek tükenmek bilmeyen savunularımızdan ya da Marksizmin aştığı ekonomik determinizmden daha da önemli. Birçok geleneksel komünist, “demokrasi” başlığını “burjuva” bir mesele olarak görüyor. Bunlar, oy kullanma, fikirlerini ifade etme ve politik partiler kurma hakkının “liberal” bir hediye olmadığını, işçi ve köylülerin verdikleri mücadelelerin bir sonucu olarak ortaya çıktıklarını kabul etmek istemiyorlar. Dolayısıyla politik özgürlükten, onu “burjuva özgürlüğü” olarak niteleyip tiksinmek, her şeyden önce “haysiyet”lerini isteyen kitlelerin taleplerini inkâr eden bu tip tutum alışların kökeninde yatan aslî neden.

Bugün Lübnan solunun sağcı eğilimini teşkil eden üç ana mesele var:

1. Bir kimlik politikasına dönüşmüş olan seküler mezhepçilik;

2. Mücadele eden sınıfları hor gören seçkincilik hastalığı;

3. Her türden kaygıya ve şikâyete cevap verdiği iddiasındaki sağır solcuların sürekli yinelenen duaları sebebiyle düşünsel yenilenmenin gerçekleşmiyor oluşu.

Bizim yeni bir sola muhtaç olduğumuz açık. İlgili öncülden hareketle bu, Komünist Partili yoldaşların, mevcut kurulu partileri ile aralarındaki çocuksu ve saf “duygusal” ilişkiyi terk etme ve meseleleri görme biçimlerini tayin eden tarihsel rollerinin farkında olmalarına dönük bir çağrıdır. […] Zira bu parti, bir “komünist parti”dir. Biz bunları solun yüzünü sola, Komünist Parti’nin de komünizme dönmesini umut ettiğimiz için söylüyoruz. Mevcut koşulların da gösterdiği üzere, Lübnan zor günlerden geçiyor ve tam da bu nedenle biz yeni bir sola muhtacız.

Halil İssa
7 Haziran 2011
Kaynak

LKP: Boş Ümit

25 Şubat 2012

, ,

Körfez’de Sınıf ve Kapitalizm


Körfez Ülkeleri İşbirliği Konseyi’nin (KİK) Politik Ekonomisi

Adam Hanieh Söyleşisi
Ed Lewis
5 Aralık 2011

 

Size göre, Körfez İşbirliği Konseyi’ndeki altı ülke (Suudi Arabistan, Kuveyt, BAE, Katar, Bahreyn ve Umman) Ortadoğu’nun ekonomik ve politik merkezinde sadece petrol rezervlerinin büyüklüğü sebebiyle durmuyor. Peki siz, Körfez devletlerinin merkezî bir konum almaları meselesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Burada bir dizi faktör söz konusu. Elbette ilk faktör, petrol meselesidir. Körfez İşbirliği Konseyi (KİK), petrol ve gaz açısından dünya rezervlerinin önemli bir bölümüne sahiptir. Petrol rezervleri ile ilgili değerlendirmeler her ne kadar çelişkili olsa da, bu hususta bir dizi tahminde bulunulmaktadır. En yaygın olanına göre, KİK, küresel petrol rezervlerinin %40-45’ine, gaz rezervlerinin ise %20’sine sahiptir. Bugün itibarıyla dünya toplam petrolünün yaklaşık %20’sini üretmektedir. Hem bir enerji kaynağı hem de petrokimya endüstrisi için hammadde olarak kullanılan fosil yakıtların merkezine sahip olmasıyla KİK, küresel ekonomideki birikim güzergâhları açısından hayatî bir öneme sahip olabilmektedir.

Bununla bağlantılı bir diğer faktör de ham petrol, gaz ve petrokimya ürünlerinin satışı sonucunda bölgede elde edilen sermaye fazlalığının muazzam düzeylere ulaşmış olmasıdır. Bu “petrodolarlar”, küresel mali yapının gelişiminde önemli bir unsur hâline gelmiştir. Bu, yeni bir durum değildir: yetmişler boyunca Körfez kaynaklı para akışları, Avrodolar (ABD dolarının ABD dışındaki bankalarda bulunan kısmı) piyasalarının gelişiminde ve ABD hazine bonolarının satın alınmasında önemli bir rol oynamıştır. Bu yolla petrodolarlar, ABD dolarının hegemonyasını desteklemiş ve dünya piyasasını son otuz yıl boyunca karakterize eden küresel mali dengesizliklerin sürmesine neden olmuştur. Küresel ekonominin hızla finansallaşması, böylelikle kısmen KİK’in dünya piyasasına ve dünya mali çevrelerine entegrasyonuna dayanır hâle gelmiştir.

Tüm bunlar şu anlama gelmektedir: dünya piyasası, son otuz yıl içerisinde düşük ücret alanlarındaki mal üretimleri ile gelişmiş kapitalist ülkelerdeki mal satışları arasında gerilen karmaşık üretim zincirleri ile birlikte hem Körfez’deki meta üretimine hem de oradaki mali artığa daha fazla dayanır hâle gelmiştir. Bu anlamda, KİK bölgesindeki devlet formasyonu ve sınıfın doğası, kapitalist dünya piyasasının gelişimine paralel bir seyir içinde vücut bulmuştur.

KİK’in küresel ölçekte önem arz etmesinin bir dizi sebebi vardır. Ancak Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da son otuz yıl içinde yaşanan köklü dönüşümler, Körfez’in bölgedeki rolünün özel niteliğini bir biçimde değiştirmiştir.

Son otuz yılın en önemli özelliği, bölgedeki birçok devlette neoliberal politikaların yaygınlaşmış olmasıdır. Bu süreç, Dünya Bankası, IMF, Dünya Ekonomi Forumu Arap İş Konseyi, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Bölgesel Gündem Konseyi ve ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı gibi kimi çift taraflı kurumlar ile yapılan işbirliği içinde gerçekleşmiştir. Bu neoliberal politikalardaki kilit unsur, özellikle gayrimenkul, finans ve telekomünikasyon alanlarındaki mülkiyet yasalarının liberalleştirilmesi, yabancı yatırıma açılması, devlet mülkiyetindeki sanayilerin özelleştirilmesi, vergi rejimlerinin yeniden yapılandırılması, gıda ve enerjiye dönük sübvansiyonların kesilmesi ve ticaret duvarlarının esnetilmesidir.

Ulusal ölçekte bu politikalar, halkın fakirleşmesi, öte yandan da zenginlerin daha fazla zenginleşmesi ile sonuçlanmıştır. Birçok Arap ekonomisinde “enformel” sektör muazzam büyümüş, toprakla geçinmek güçleştiğinden, yüz binlerce insan şehirlere (ya da ülke dışına) göç etmiştir. Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi’nin dünya piyasası ile arasındaki ilişkinin giderek sıkılaşması ile birlikte ekonomi, ihraç mallarına ve gıda ile enerji fiyatlarındaki hareketliliklere ve göçmen işçi dövizlerine daha fazla tabi duruma gelmiştir. Sonuçta birçok ülke, küresel ekonomi üzerinde esen rüzgârlara daha maruz kalmıştır. Tüm bu faktörler, bölgenin 2008 ekonomik krizi ile birlikte krize nasıl girdiğini ve küresel ekonomideki çalkantının muhtemel etkilerine nasıl maruz kaldığını izah eden temel faktörlerdir.

Ancak en önemlisi de bu neoliberal tedbirler, ulusal ölçekte sadece iktidarın sınıfsal niteliğini yeniden tayin etmekle kalmamış, ayrıca bölgenin de daha fazla önem ve ağırlık kazanmasına neden olmuştur. Ortadoğu’daki bir “ulus-devlet”, “bu geniş bölgesel ölçekle iç içe geçen bir yolun dışında duran, kendine yeterli birer politik ekonomi olarak anlaşılamaz. Bu iç içe geçmenin farklı yönleri mevcuttur, ancak en temel olanı, KİK merkezli sermayenin 1999’da başlayıp 2008’de zirvesine ulaşan, finansal fazladaki artışın ardından, hızla uluslararasılaşmasıdır. Elbette KİK’in elindeki sermaye artığının önemli bir bölümü, bölge dışında yatırıma dönüşmeye devam etmektedir. Ancak son yirmi yıl içinde bu akış, temel olarak büyük ölçüde Ortadoğu’daki diğer devletlere doğru gerçekleşmiştir. Bölgesel ölçekte baktığımızda KİK üyesi ülkeler, özelleştirmelerden, liberalleşmeden ve piyasalara açılmadan en fazla fayda sağlayan ülkeler olmuşlardır.

Mevcut istatistikler de bu gerçeği ortaya koymaktadır. Bölgedeki yatırımları inceleyen, Avrupa merkezli ANIMA veri tabanına göre, 2008-2010 döneminde, KİK, Mısır, Ürdün, Lübnan, Libya, Filistin, Tunus ve ikinci sıradaki Fas ve Suriye’ye dönük Doğrudan Yabancı Yatırımlar noktasında başlıca kaynaktır. 2010’da KİK sermayesi, Mısır, Lübnan, Libya ve Tunus’ta ilân edilen DYY projelerini üstlenmiştir. Bunlar gerçekten de çarpıcı tespitlerdir. Üstelik bunlara bölgedeki borsalarda ya da Körfez’den Ortadoğu’nun geri kalan kısmına akan “kalkınma kredileri” dâhil değildir. Bu noktada, genelde ifade edilen yanlışların aksine belirtmek gerekir ki bu akışları hükümet fonları ya da devlet mülkiyetindeki KİK şirketlerinin yönlendirmesi gibi bir zorunluluk söz konusu değildir. Bu akışların önemli bir oranı, özel KİK şirketleri kaynaklıdır. Bu şirketler, esas olarak gayrimenkul projelerini, finans kurumlarını, alışveriş merkezlerini, telekomünikasyonu ve diğer yatırım alanlarını hedef almaktadırlar.

İzah ettiğim bu süreçler, 2008’deki ekonomik krizin patlak vermesiyle açığa çıkan ve bölgesel planda derinleşen farklılaşmada karşılığını bulmuşlardır. Her ne kadar KİK ülkelerindeki birkaç büyük holding bir miktar zayiat yaşamışsa da kriz, esas olarak Körfez’deki hâkim sınıfların konumlarını güçlendirmiştir. KİK’teki sınıf oluşumunun doğası gereği, kriz, esas olarak göçmen işçilerin sırtına binmiş, Körfez’deki finans ve sanayi kuruluşlarının devlet desteği ile daha da güçlenmesine neden olmuş, bu gelişme de Körfez’deki seçkinlerin ekonomik sıkıntının kötü etkilerinden korunmalarını sağlayan bir zırh görevi görmüştür.

Krizin bölge genelinde farklı bir biçimde tecrübe edilmesi, büyük KİK şirketlerinin ve yönetici ailelerin görece daha fazla güçlendiklerinin delilidir. Ama bu tecrübe, ayrıca KİK ile diğer Ortadoğu devletleri arasındaki yarığın daha da derinleştiğini göstermektedir. Neoliberalizm, bölgesel ölçekte hem tekil ulusal kapitalist sınıfları hem de aynı zamanda KİK’in bütün olarak bölgede güçlenmesini sağlamıştır.

KİK ile büyük dış güçler, özellikle Ortadoğu’daki devletlerarası politikayı biçimlendiren ABD arasındaki ilişki nasıl seyretti?

Yukarıda da ifade ettiğim üzere, KİK’in dünya piyasası için önemi, sermayenin küresel ölçekte derinlemesine uluslararasılaşması ve finansallaşması ile birlikte artmıştır. Bunun bir göstergesi, Körfez petrolünün, gazının ve petrokimya ürünlerinin yüzünü doğuya çevirmesidir. Bu, zamanla Çin’deki üretimde yaşanan artışı destekleyen bir unsur hâline gelmiştir. 2000-2006 arası dönemde dünya enerji tüketimi yüzde yirmi oranında artmış, ilgili dönemde Çin, tek başına bu artışın yüzde kırk beşini üstlenmiştir. 2007’de Çin’e ihraç edilen ham petrolün neredeyse yarısı Ortadoğu kaynaklıdır. Bugün Suudi Arabistan petrolünün yarısı Çin’e gitmektedir ki bu, ABD’ye yapılan ihracatı aşmaktadır. 2025’te Çin’in Körfez petrolü ithalatının ABD’nin ithalatının üç katına çıkacağı umulmaktadır. Hidrokarbon ihracatı yanı sıra KİK menşeili finansal fazla da gelişmiş kapitalist ülkelere akmaktadır.

ABD’nin gücündeki görece azalma ve çok kutuplu dünyanın ortaya çıkışı ile birlikte tüm bu söylenenler, KİK’in (ve daha geniş bir ifade ile tüm Ortadoğu’nun) önde gelen kapitalist devletler arasındaki rekabete dayalı husumetlerin ne tür bir sonuç doğuracağını tayin edecek kilit bölge olduğunu göstermektedir. ABD’nin KİK devletleri ile sıkı bir askerî ve politik ilişki kurmasının nedeni de buradadır. Bu ilişki, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşmuş, ama daha çok seksenlerde derinleşmiştir. (Esasında KİK’in kurulma tarihi 1981’dir. Bu dönemde Körfez ülkeleri, İran-Irak Savaşı bağlamında ABD’nin askerî şemsiyesi altındadırlar.) ABD’nin Irak ve Afganistan’ı işgal etmesi ile Orta Asya’nın kontrolü için verilen mevcut mücadelelerin gerisindeki temel stratejik faktör, bu bölgenin hâkimiyet altında tutulması ile ilgilidir. İran’a karşı diklenilmesi de bu bağlamda görülmelidir. ABD hükümetinin birkaç hafta önce Irak’taki askerî güçlerini KİK’e kaydıracağını ilân etmesi de bu tespitin onaylanmasından başka bir şey değildir. Bugün KİK, Afrika’dan Orta Asya’ya kadar uzanan bölgedeki 27 ayrı ülkede yürütülen çarpışmalardan, planlamadan ve operasyonlardan sorumlu Amerikan Beşinci Filosu’na (Bahreyn) ve ABD Merkez Komutanlığı (CENTCOM) karargâhına (Katar) ev sahipliği yapmaktadır. KİK’teki krallıklar, ABD’nin askerî muhafızlığına ve Batı’dan gelen politik desteğe mecburdurlar. (Bahreyn’deki ayaklanmaya gelen tepkiler de bunu göstermektedir.). Elbette (KİK üyesi devletlerarasında olduğu gibi) ABD-KİK ilişkisinde de kimi gerilim noktaları ve husumetler yok değil. Ancak buradaki merkezî husus, söz konusu ilişkinin ABD’nin küresel ölçekteki hâkimiyeti için kilit öneme sahip olmasıdır.

Bu söylediklerim, ABD ve diğer dış güçlerin Ortadoğu’yu bütün olarak nasıl gördüklerini anlamak için gerekli temel çerçeve olarak ele alınmalı. Dolayısıyla “İsrail lobisi”nin ABD dış politikasını biçimlendirdiğine ilişkin temelde liberal ve boş argümanlara yaslanan diğer açıklamalar, fikrimce reddedilmeli.

Ancak öte yandan, kapitalist dünya piyasasındaki rakip devletlerarasında seyreden husumetler de bunların ortaklaştıkları çıkarlara paralel olarak incelenmeli. KİK’teki sınıfsal oluşum, bütün olarak kapitalizmin gelişmesi ile birlikte derinlemesine nüfuz etmiştir. Rusya ve Çin dâhil, dünya piyasasındaki önde gelen devletlerin temel korkusu da bu sınıfsal yapıya meydan okunması ihtimalidir. Başka bir deyişle, tüm kapitalist devletlerin ortak derdi, KİK’in bütünüyle dünya kapitalizminin safında kalmasını sağlamaktır. Ortadoğu’daki dış güçlerin politikaları bu nedenle çift karakterlidir: bir yandan bu güçler, rekabetle alakalı öznel çıkarlarını muhafaza edip kârlarını artırmak, bir yandan da bölgedeki zenginliğin küçük bir parazit toplumsal katman yerine geniş halk kitlelerinin yararına olacak şekilde kullanılması gerektiğini söyleyen itiraza ortaklaşa mani olmak için uğraşıyorlar. Geçen yıl bölgede yaşanan ayaklanmanın deruni anlamı budur.

Bahreyn’i kısmen bir kenara koyarsak, Körfez devletlerinde onca eşitsizliğe rağmen, genel olarak politik düzlemde çok az hoşnutsuzluğa tanık olundu. Buralarda otoriter rejimler iktidarda tüm güçleriyle kalmayı bildiler. Bu konudaki değerlendirmen nedir? Bunun nedeni, bölgenin önemli ölçüde Körfez ile küresel düzen arasındaki ilişki tarafından biçimlenmiş olması mı yoksa yereldeki kimi faktörler mi?

Körfez’deki önemli toplumsal mücadelelerin gizlenen ve unutturulan bir tarihi vardır. Ellilerden yetmişlere kadar bölge genelinde iyi örgütlenmiş, militan Arap milliyetçisi ve solcu hareketlere rastlanır. Birkaç örnek sıralamak gerekirse, bu hareketler, Suudi Arabistan’da bulunan petrol bölgelerindeki grevlerde ve protestolarda, Umman’daki Zufar bölgesinde verilen gerilla mücadelesinde, Kuveyt ve diğer ülkelerde Filistin mücadelesine dönük verilen kapsamlı destekte önemli roller oynuyorlar. Filistin, Mısır, Yemen ve başka yerlerden gelen Arap işçiler arasında Filistin ve Arap milliyetçiliğine dönük güçlü bir sempati hâkimdir.

Söz konusu hareketler, İngiliz ve Amerikan danışmanların destekledikleri iktidardaki monarşiler eliyle baskıya maruz kalıyorlar. Ayrıca bu baskıya ek olarak, seksenler ve doksanlar boyunca açık hâle gelen, bölgedeki emek piyasalarının doğasında da ciddi bir dönüşüm yaşandı. Bu dönem boyunca, özellikle 1990-1991 Körfez Savaşı esnasında, birçok işçinin sınır dışı edilmesi ardından ibre, genel olarak Güney ve Doğu Asya’dan gelen geçici göçmen işçilere kaydı. Bu işçiler, kısa süreli sözleşmelerle ülkeye getirilip şehir merkezlerinden uzaktaki kamplara yerleştirilerek, emek ve politika ile ilgili haklar konusunda ciddi bir sınırlandırmaya tabi tutuldular. Birçok durumda, özellikle inşaat gibi düşük ücretlerin ödendiği alanlarda, bu işçilerin ailelerini yanlarında getirmeleri gayet zorlaştı.

Bugün Körfez ülkeleri, bu tip geçici göçmen işçilere dayanıyor olmaları ile öne çıkıyorlar. Muhtemelen yetmişlerde tersi olan bugünkü oran, yetmişe otuzdur. Ortadoğulu işçiler yüzde otuzluk, güney ve doğu Asya’dan gelen işçiler ise yüzde yetmişlik dilimi teşkile ediyorlar. Söz konusu emek akışları, dünyanın diğer bölgelerindeki göçmen akışlarından farklı, zira doğaları gereği kısa erimliler, yurttaşlık haklarından mahrumlar ve kendi ülkelerine yaptıkları döviz akışını maksimize etmeye çalışırlar. KİK devletlerinin tümünde geçici göçmen işçiler, toplam emek gücünün yarısından fazlasını teşkil ediyorlar. Kuveyt, Katar, Umman ve BAE’de bu oran, yüzden seksenden fazla. Geçici göçmen emeğine dönük bu bağımlılık, KİK’teki birikim modellerini kilit önemi haiz, emek ihraç eden bölgelere tabi kılıyor.

Körfez kapitalizmi ve yönetici elitlerindeki bu göreceli istikrar ve uyumluluk, söz konusu sınıfsal yapı ile sıkı bir ilişkiye sahip. Bir işçinin yerleşim izni alabilmesi onun iş sahibi olmasına bağlı olduğundan, yüksek sömürü düzeylerine ulaşmak mümkün olabiliyor. İşçi işsiz kaldığında, “yasadışı”laşıyor ve ülkeyi terk etmek zorunda kalıyor. Başka bir deyişle, ülkede ikamet etme hakkının istihdam edilmiş olmaya tabi olması sebebiyle, işverenler işçiler üzerinde muazzam bir kudrete sahipler. Dahası, sınıfın nesiller üzerinden kendisini yeniden üretmesi de alabildiğine parçalı bir seyir izliyor, zira işçiler, genel olarak sözleşmeleri bittiğinde ülkelerine geri dönüyorlar, böylelikle sınıfsal hafızaları ve dayanışma bağları zayıflıyor, dolayısıyla da kolektif eyleme geçme ihtimali epey azalıyor. Öte yandan, sınıf temelli eylemin sınırlandırılması için ciddi yasal engeller getiriliyor. Örneğin Suudi Arabistan’da ve BAE’de sendikalar yasak.

Genelde kabul edilen izlenimin aksine, Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerinde yaygın bir sefalet hüküm sürüyor. Ancak yerelde, ülkenin kendi yurttaşlarına dayanan bir işçi sınıfının yokluğu, politik mücadelelerin de etkin bir toplumsal tabandan mahrum kalmasına neden oluyor. Söz konusu devletlerdeki politik çelişki, dolayısıyla, genel anlamda elitler arası uyumsuzluklara (din âlimleri ve monarşi arasındaki çatışmalara ve yönetimdeki ailenin farklı kolları arasındaki çekişmelere) bağlı olarak cisimleşiyor. Politik çelişkinin ortaya çıkmasına neden olan diğer bir husus da İslamî hareketlerdir.

Görüldüğü üzere burada sınıf mücadelesi önemli bir rol oynamıyor. Bu ülkelerdeki sakinmiş gibi görünen politik ortam, petrol zengini iki komşu devlette, İran ve Irak’taki ortama aksi yönde bir seyir içindedir. İran ve Irak’ta işçi sınıfının Körfez ve daha geniş planda Ortadoğu’daki batılı politikalara ısrarla muhalif olan ve bu yönde harekete geçen uzun bir tarihi mevcuttur.

Bu, en açık biçimde 2008 ekonomik krizine dönük verilen tepkilerde görülebilir. Krizin hemen ardından Körfez devletleri, halk tabanlı çok az protesto ya da öfkeye maruz kaldı. Şurası kesin olarak doğru ki birçok sansasyonel proje durduruldu, tüketici talepleri dibe vurdu ve iş dünyası kepenk indirdi. Ancak halk, pek zarar görmedi. Dubai gibi yerlerde, kiralık göçmen işçilerin sayısı azaldı ve binlercesi evlerine gönderildi. Bu da krizin gerçek acısının esas olarak Körfez’i kuşatan bölgelerden gelen işsizler tarafından hissedildiği anlamına geliyor.

Ancak Bahreyn, bu süreçte önemli bir istisna idi. Bu ülke, diğer Körfez İşbirliği Konseyi ülkelerine kıyasla daha az petrol zenginliğine sahip (KİK rezervlerinin sadece % 0,03’ü) ve tarihsel gelişimine ait kimi özellikler sebebiyle (Kral Halife ve ailesinin hâkimiyeti altındaki) Sünni yönetici elitle çoğunluğu teşkil eden Şii nüfus arasında mezhepsel bir ayrışmaya sahne olan bir yer. Ancak Bahreyn’in toplumsal yapısı, (medyada genel olarak yansıtılan ve Bahreyn krallık ailesinin de bilerek teşvik ettiği iddianın aksine) Şiilikle Sünnilik arasındaki dinî çelişki ile ilgili bir mesele değil. Aksine, ülkedeki Şii çoğunluğa dönük ayrımcılık sınıfsal oluşumdan ayrı olarak kavranamaz. Ülke, büyük ölçüde göçmen işçiye sırtını yasladığından (örneğin 2005’te Bahreyn nüfusunun %58’i ülke vatandaşı olmayan göçmen işçilerdir) Şii çoğunluğun önemli bir bölümü işsiz kalmış, fakirleşmiş ve zamanla yerleşik bir hâl alan sistematik bir ayrımcılığa maruz kalmıştır.

Son yıllarda Bahreyn de diğer KİK ülkelerine kıyasla daha uzun süreli ve daha gelişkin bir neoliberalizm tecrübe etmiştir. Bu, kapitalist gelişmedeki eşitsizliği derinleştirmiş, (özellikle Şii nüfus dâhilinde) zenginle fakir ve özel sektörle (2010 Küresel Miras Vakfı Ekonomik Serbestiyet Endeksi’ndeki ifade ile) “Ortadoğu’daki en serbest ekonomi”den istifade eden devlet seçkinleri arasındaki uçurumu derinleştirmiştir. 2004’te Bahreyn İnsan Hakları Merkezi’nin tahminlerine göre, Bahreynlilerin yarısından fazlası sefalet koşullarında yaşarken, en zengin 5.200 Bahreynlinin toplam serveti 20 milyar doları aşmış durumdadır. Bahreynlilerin görece daha fazla proleterleşmişliği, mevcut mezhepsel ayrışma ile çakışmış ve neolibralizmin yol açtığı derin etki ile pekişmiştir. Bu da emek hareketlerinin ve genelde solun ülke genelinde önemli bir hâle gelmesini koşullamıştır. Ülkede birkaç yılda bir büyük ayaklanmalara ve grevlere tanık olunmaktadır. Bu hareketlerin en son gerçekleştirdikleri eylem, 2011 intifadasıdır.

Dahası Bahreyn’in önemi, ülke sınırlarını da aşmıştır. Suudi Arabistan’ın petrol zengini olan doğu bölgesinde, Bahreyn’in tam karşısında, hatırı sayılır miktarda Şii yaşamaktadır. 2011’in başlarında burada bir dizi protesto gösterisi yapılmış, bu Körfez ülkeleri genelinde (ve onları destekleyen Batılı güçlerde) ciddi bir korkuya yol açmıştır. Bu protestolar, benzer mücadelelerin Suudi Arabistan ve başka ülkelerde de patlak verebileceğini göstermiştir. Bahreyn halkına karşı ağır bir baskının uygulanmasının nedeni buradadır. Suudi Arabistan, BAE ve Katar askerî birlikler göndererek ayaklanmaları bastırmıştır. Ancak Bahreyn’deki ayaklanmaların henüz sona ermediği kesindir.

Petrol fiyatları ile ilgili mücadele ne denli önemli? Burada ne tür çıkarlar devrede? Bu mücadele, bölgedeki devletlerin ve (ABD gibi) dış güçlerin politikalarını nasıl biçimlendiriyor?

Petrol fiyatlarını belirleyen faktörler, farklı sınıftaki petrollere ve diğer enerji kaynaklarına erişme ve temin etme imkânı, küresel talep, sanayideki sermaye yatırım düzeyleri, spekülasyon ve Ortadoğu’daki politik durumla ilişkili. 1999’dan beri fiyatlarda genel anlamda bir artış söz konusu (2008 ekonomik krizi sonrası yaşanan ani dalgalanma ile birlikte ciddi bir düşüşe tanık olundu). Eğer küresel plandaki arz ve talebe ilişkin en yaygın tahminler doğru ise fiyatlar orta vadede bu şekilde yüksek seyredecektir.

Yüksek petrol fiyatları, büyük ölçüde resesyon dönemleri ile ilişkilidir. Yetmişlerde görüldüğü üzere, petrol ithaline dayanan ülkeler yüksek fiyatlardan ötürü büyük zarar görüyorlar. Aslında bu, yetmişlerle birlikte Güney’de patlak veren borç krizinin temel faktörüdür (bu süreç, bir miktar da Körfez petrodolarlarının geri dönüşümü eliyle hızlanmıştır.). Mevcut dönemde (kısmen hidrokarbonların fiyatlarına bağlı olan) gıda fiyatlarındaki artış eğilimi, yüksek petrol fiyatlarının birkaç yönden tehlike arz ettiği anlamına gelmektedir.

Ancak madalyonun öteki yüzünde de Körfez devletlerinin (ve tabii ki petrol şirketlerinin) fiyatların yüksek oluşundan nemalanmaları duruyor. Yapılan farklı tahminlere göre, KİK devletleri “ne kâr ne zarar” durumundadır. Bu devletler için gerekli petrol fiyatı, bunların mali ihtiyaçlarını karşılayacak düzeydedir. IMF’in tahminine göre, 2008’de Suudi Arabistan’ın mali portresini söz konusu yıl için dengede tutabilme noktasında, genel olarak varil başına 49 dolarlık bir fiyata ihtiyaç duymuştur. IMF, BAE (23$) ve Kuveyt (33$) için bu tahmini düşük tutmuş, Bahreyn (75$) ve Umman (77$) içinse yüksek bir tahminde bulunmuştur. Bütün olarak KİK için tahmin, varil başına ortalama 47 dolardır. Ancak bu tahminler muhtemelen fazla düşüktür. Bu noktada KİK devletlerinin bir dizi ayaklanmanın başlaması üzerine ülkelerdeki her türlü muhalefeti ezmek için bir hükümet programını yürürlüğe soktuğunu hatırlamak gerekecektir. Büyük dünya bankalarının en tepedeki kuruluşu olan Uluslararası Finans Enstitüsü, Mart 2011’de, Suudi Arabistan’ın kâr-zarar dengesi için petrolü varil başına ortalama 88 dolara satması gerekeceğine dönük bir tahminde bulunmuştur. Suudi Arabistan, dünya piyasasına arzı artırma ve dolayısıyla petrol fiyatını düşürme becerisine sahip olduğundan, kilit bir konumda bulunuyor (Ancak öte yandan, bazı sanayi analizcileri, bunun ne ölçüde mümkün olduğunu sorguluyor ve Suudi rezervlerinin fazla abartıldığını iddia ediyorlar). Özetle, burada karşılıklı ilişki içinde olan bir dizi faktör mevcuttur. Ancak bana kalırsa, yakın gelecekte işlerlik kazanacak olan senaryo, fiyatların yüksek tutulması ve KİK devletlerindeki artığın sürekli artması yönündedir.

“Arap Baharı”, bölgedeki güçler dengesini ve ayrıca Körfez devletlerinde hüküm süren sınıf güçleri arasındaki dengeyi tehdit edebilecek düzeyde midir?

2011 boyunca yaşanan ayaklanmaların gerçek potansiyeli tam da budur. Daha önce de izah ettiğim üzere, bölgesel ekonominin artan ağırlığı ve küresel krizin özel etkisi şeklinde özetlenebilecek iki ayrı süreç, iki ayrı politik yüzey olarak, ulusal ve bölgesel ölçeği tehdit edebilecek niteliktedir. Yüzeyden görünen, tekil ulus-devletler dâhilinde yaşanan “ulusal” mücadeleler, kaçınılmaz olarak bu bölgesel hiyerarşilerin inşası ile yüzleşecek ölçüde büyümektedir. Arap ayaklanmalarının açığa çıkardığı temel bağlam, işte budur.

Bunun farklı yönleri mevcuttur. Bir yandan ABD ve diğer dış güçlerin bölgede oynadığı rolü ve daha da önemlisi, İsrail’in konumunu açık bir biçimde görebiliyoruz. Ayaklanmalar (özellikle Mısır ayaklanması) tüm bu yönlerle yüzleşti, zira meydan okunan rejimler, ilgili bölgesel düzenin nasıl inşa edileceği noktasında merkezî unsurlardı. Dolayısıyla, ayaklanmaları tek başına bir “demokrasi” meselesi üzerinden anlamak doğru değildir. Burada yanlış olan, “politik” olanın “ekonomik” olandan, “ulusal” olanın “bölgesel” olandan ayrıştırılabileceğinin düşünülmesidir.

KİK devletleri de bölgesel politik ekonomide önemli bir rol oynuyorlar. Ama ben, burada ayaklanmalarda atılan sloganların ve ortaya konulan taleplerin KİK devletlerini (İsrail ya da ABD’yi) açık biçimde hedeflediğini iddia etmiyorum. Bu ayaklanmaların mantıksal açıdan son yirmi yıldır gelişen bölgesel düzene örtük olarak meydan okuduklarını düşünüyorum. Mısır, Tunus ve diğer yerlerdeki politik yönetimi karakterize eden toplumsal yapılar, KİK’in kendisini, İsrail’in konumu ile dış güçlerin hâkimiyeti ile bağlantılı olarak, bölgesel piyasanın hiyerarşisinin tepesine yerleştirme sürecinin bir parçasıdırlar. Ayaklanmalarda karşılığını bulan, diktatörlük karşıtı mücadeleler, aynı zamanda kapitalizmin bölge genelindeki gelişim kanalı ile iç içedir ve bu anlamda Körfez’e karşı verilen birer mücadeledirler.

Bu, KİK devletlerinin ayaklanmaları zapturapt altında tutup, onları yoldan çıkartmak amacıyla şiddete başvurmasının nedenini de izah eder. Bu devletler, bölgede hüküm süren karşı-devrimci dalganın mutlak merkezidirler. Kanaatime göre, emperyalizm, bölgede KİK devletleri ile eklemlenmiştir ve onlarla birlikte çalışmaktadır. NATO idaresi altında Libya’da gerçekleştirilen işgal, bunun en açık örneğidir. Bu işgalde Katar ve BAE önemli roller üstlenmiştir. Körfez devletleri, bu ülkeye askerî birlikler, para ve ekipman göndermiş, daha da önemlisi, saldırı için gerekli politik meşruiyeti temin etmişlerdir. Başka birçok örnek bulmak mümkündür: Körfez devletleri, Mısır ve Tunus’taki rejimlere milyarlarca doları bulan yardımlar yapmayı vaat etmişlerdir.

Bahreyn’deki askerî müdahale, başka bir örnektir. Ürdün ve Fas’a KİK’e katılmaları için yapılan tekliften de bahsedilebilir (buradaki amaç, bölgedeki tüm gerici krallıkları tek bir blok içinde birleştirmektir.). Ayrıca son dönemde KİK, Suriye ve Yemen’deki ayaklanmaları kışkırtıp bu noktada arabuluculuk yapma girişimleri içindedir. Belki de en önemli tehlike de İran’a yönelik tehditlerin giderek yoğunlaşmasıdır. Esasında İran, sadece İsrail değil, KİK için de bir sorundur.

Bu nedenle ayaklanmalar, bölgesel düzenin yatağını değiştirmek gibi gerçek bir ihtimali temsil ediyorlar. Geniş ve iyi örgütlenmiş işçi sınıfı ile güçlü sol örgütlere sahip Mısır, mücadelenin kilit noktasıdır. Ancak yukarıdaki ana konuya dönecek olursak, uzun vadede Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yüzleşilen eşitsiz gelişim sorunları, “ulusal” planda herhangi bir çözüme kavuşturulamayacaktır. Bu sorunlar, bölgesel ve merkezî bir çözüme muhtaçtırlar; bu da KİK devletlerinin bölgedeki kapitalizmin merkezi olarak sahip oldukları konumla yüzleşmenin şart olduğunu ortaya koyuyor.

Kaynak