03 Nisan 2012

,

Fikret Başkaya ve Örgütlülük Meselesi


2003’te yönetmen Lars von Trier, Jørgen Leth’le birlikte bir proje hazırlar. Projede Trier, Leth’in 1967’de çektiği Mükemmel İnsan filmini kendisinin tayin ettiği bir dizi yasakla beş kez yeniden çekmesini ister. Filmin Küba’da çekilmesi, kadın kullanılmaması ya da bir versiyonun çizgi film olarak hazırlanması gibi maddelere uygun olarak Leth, projeyi tamamlar ve ortaya Beş Engel filmi çıkar.

Bu türden bir yöntemi Fikret Başkaya’ya uygulasak[1], ondan “bürokrasi” ve “Stalin” sözcüklerini kullanmadan, basit bir kompozisyon kaleme almasını istesek, Başkaya’nın bir cümle bile yazamayacağı görülecektir.

Sürekli kendi benliğinin ve kişiliğinin işaretlenmesini istemeyi politiklik zannetmek, Başkaya’nın alamet-i farikasıdır. O, tüm ömrünü bu kavramların reddiyesi üzerine kurmuş, onca yıldır teorik manada tek bir adım atamamış, bu, politik ve ideolojik açıdan kısırlaşmayı beraberinde getirmiştir.

Kısırlaşma, doğalında, kolaycılığı tetiklemiş, ötelemek, öte diyarlara savurup atmak için o, içi boş bir sınıf mücadelesi ve kitleden dem vurmuş, ama örneğin her liberal gibi o da Stalin ile Kemal’i yan yana koyabilmiş, aradaki sınıfsal-politik farklılığı silikleştirmiştir. Onca sınıf mücadelesi ve “işçilerin kurtuluşu onların kendi eseri olacaktır” ayetinin yinelenmesi işe yaramamış, nedense Stalin-Kemal arasındaki farklar, sınıfsal-politik açıdan analize tabi tutulamamış, aradaki ayrım bir ânda silikleşmiştir. Bu tavrın tabii ki Ekim Devrimi’ni devrimden saymamakla bir ilgisi vardır.

Özgür Üniversite, Kürd kurtuluş savaşının zirvede olduğu dönemde Yalçın Küçük gibi isimlerin bir hava yastığı olarak örgütlediği mekânlardandır. Buralarda devrimci hareketten ve Kürt hareketinden gelen, metropolün tadına varmış gençler, birer bireye dönüştürülüp teker teker likide edilmişlerdir. Doksanlarda İstanbul’daki bürosunun duvarında yazan şu söz, siyaseten ne yaptığını, ne işe yaradığını özetler niteliktedir: “Rakibini geçemiyorsan, onun ilerlemesine engel ol.”

Kimi dönemler belli sol gruplar, özellikle troçkistler, üniversiteyi ele geçirmiş, burada, içinde bürokrasi ve Stalin geçen “yeni” cümleler kurmaya çalışmışlardır. Sosyalist hareket, kendi topuğuna sıkmayı, kendisine çelme takmayı, akademinin küçük burjuva sularında boğulmayı buralarda öğrenmiştir.

“Özgür” Üniversite gibi kurumlar, küçük burjuvanın özel olma takıntısını gıdıklamış, onlara ukalalığı ve kibri solculuk zannetmeyi öğretmiştir.

Özgürlük, bir yanılsama olarak aşma meselesine indirgenmiş, haddini bilmeyenler, teorik, ideolojik ve politik düzeylerde gördüğünü varsaydığı tüm engelleri aşmayı bilip öğretmeyi maharet saymışlardır. Bu noktada ayrımlar, farklar ve sınır çizgileri silikleşmiş, havada uçan, ayağı yere basmayan, yüzergezer bir yarı-aydın güruhu ortalığı, zombi filmlerindeki kimi sahneleri aratmayacak bir biçimde, sarmıştır.

Akademi, eldeki burjuvazi ve devlet için başarılı olanı mutlaklaştırıp satmakla yükümlüdür. Bugün sermaye, yüksek maliyetli bulduğu araştırma-geliştirme işlerini üniversitelere havale etmiştir. Hocalar ve asistanları, bilimi ve sanatı bu alana bağlamaktan başka bir şey yapmamaktadırlar. Herkes, basit anlamda ekmek davasında ve hayatta kalma uğraşındadır. Solculuk, bu uğraşın süsü püsüdür. Hepsinde birer yaka kartı vardır ve o kartlarda sermayenin hizmet kadrosu listesindeki isimler yazılıdır.

Özgür Üniversite de yaklaşık yetmiş yıldır burjuvazinin mekânlarına giriş kolaylığı sağlayan “bürokrasi ve Stalin eleştirmeni” yazan bu türden bir yaka kartıyla kendi konumunu pekiştirmektedir. Burjuvazi, kendi konumunun “mutlaklığına” halel getiren her türlü çıkışı talileştirmek, geçicileştirmek ve parçalamak için hamle yapmaktadır.

Yani işçiler birleşecek, bir olacaksa, Başkayagiller hemen “tekleşme” eleştirilerine ait mızraklarını çıkartıverirler. Devrimci hareket, birleşme sürecini hakikatin zorunluluğuna uygun olarak dile dökmeye başladığında bu liberaller, kendi sınıflarının tekliğini korumak adına, çoğulluk edebiyatı yaparlar. Komünist hareket nereye elini atsa bunlar, orayı silikleştirmeye, oranın içini boşaltmaya, orayı eritmeye ve geçersizleştirmeye çalışırlar.

Başkaya kendisine hitaben söylenmiş, “bağımsız sosyalistler örgütlensinler ya da konuşmasınlar” eleştirisini savuşturmak için türlü taklalar atar. Dördüncü Enternasyonal boşa düşmüşse, o, üçüncü ve ikincisini de düşürür. “Bakacağımız yer Birinci Enternasyonal’dir” der. Esasen onun da bir kıymeti yoktur. Çünkü Başkaya, Bakunin ve Marx arasındaki teorik ve politik kavgaya bakmaz. Marx’ın “eşek ve sahte peygamber” olarak nitelediği Bakunin’i tasfiye etmek adına enternasyonalin merkezini New York’a taşıdığı gerçeğine gözlerini kapar.

Engels, bu hususta şu can alıcı tespiti yapar: “Bakunin için Enternasyonal, gelecek toplumun çekirdeği, bizim içinse ilkörneğidir.” Burada Engels, özünde, Bakunin’in devrimci ve politik olmadığı üzerinde durur. Ki sonuçta Bakunin, Avrupa ülkeleri ile Rusya arasındaki rekabetten istifade eder ve bir süre sonra da Çar’ın eteklerini öperek siyasi hayatını sonlandırır.

Başkaya gibi liberal küçük burjuvalar, meselelere mülkiyet ve rekabet ölçülerine göre baktığından, “her şeyin başı ve sonu ben olmalıyım” takıntısı ile hareket ettiğinden, kendilerini bir başlangıç belirlemek zorunda hissederler. Burada başlangıç, adı üstünde, Birinci Enternasyonal’dir.

Oysa bu enternasyonalin önceli vardır: Adiller Birliği. Marx ve Engels, esas olarak içe doğru, içrek ve içten bir dille yazdıkları Manifesto’da bu Adiller Birliği’nin teorik, ideolojik ve politik gidişatına ve güzergâhına müdahalede bulunurlar. Temelde metin, bu birliğin eleştirisi ile yüklüdür. Bu anlamda Manifesto’nun salt sosyoloji, iktisat ya da tarih biliminin Procrust yatağına yatırılması yanlıştır. Bu uğraş, metnin politik niteliğini berhava edecektir.

“Procrust yatağı” tabiri, Elen mitolojisinde seyyahları demirden yatağına yatırdıktan sonra, yatağa tam uysun diye bacakları uzunsa kesen, kısaysa uzatan bir eşkıya hikâyesine dayanır. Dolayısıyla, Manifesto’da kesilip atılan ya da uzatılan ifadeler, politik niteliğinin silikleşmesine dairdir. Burada Marx ve Engels, “tüm insanlık kardeştir” şiarını atan Adiller Birliği’ni eleştirerek, “hayır, tüm insanlar kardeş değildir, bazıları kardeştir ve tüm insanlık ikiye bölünmüştür: işçiler ve burjuvalar” der.

Birliğin bu hümanist tutumunu işçi sınıfına dayatmak da mümkündür. Anlaşılan Başkaya bu hattın devamcısıdır. Onun zihninde işçi, yüce insan ve birey ideasının içinde erir ve kaybolur. Bu hamle de işçi olmaktan korkan, işçi olmaktan tiksinen, işçi olmaktan sürekli kaçan küçük burjuvalara sıcak gelir.

Bu ayrım, yani bazı işçilerin “kardeş” olduğu yönündeki politik ayrımı da Lenin’i var eder. Başkaya’nın esasta Stalin saldırısı Lenin’e yöneliktir ve kafasında tarihsel-toplumsal açıdan hiçbir kırılmaya, dönüşüme ve sıçramaya maruz kalmamış “metafizik” bir marksizm kurgusunu muhafaza etmek ve kendisini bu kurgunun mutlak, biricik taşıyıcısı olarak lanse edip satmak istemesiyle ilgilidir.

Lenin demek örgüt demektir, Lenin’in ifadesiyle, örgütlenme işçi sınıfından öğrenilmiştir. Lenin’i silmek, işçinin adını yaldızlayıp kendisini silmek demektir. Bu, tinerci çocuklar için düzenlenen lüks balolara o çocukların sokulmaması gibidir.

Dev-Sağlık Sendikası, doktorlarla bir çalışma yapar ve sendika görevlisi, yaşanan neoliberal süreci anlatırken, bir bayan doktor, “bir dakika, siz bizim işçi olduğumuzu mu söylüyorsunuz?” diye sorduktan sonra sendikacı “evet” der, bunun üzerine doktor, “ben işçi olmamak için onca yıl okudum” diyerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar.

Sol, genel olarak bu doktorun endişelerine ve korkularına kilitlenmiş durumdadır. Kendi varlığını burada tanımlamaktadır. Dolayısıyla, Özgür Üniversite ve Fikret Başkaya’nın örgüt düşmanlığı da bir seviye üstte, bir biçimde işçileşmeyi emreden örgütlülüğü tasfiye etmeye niyetlenen küçük burjuvazinin liberal özgürlük yalanına hizmet etmektedir.

Bu noktada herkes gibi Başkaya da Marx’a atıfta bulunmaktan geri durmaz ve teorik çalışmanın pratik-örgütsel çalışmanın önüne konulması gerektiğine ilişkin bir cümlesini öne çıkartır. Bu lafı eder, ama onca yıldır kendisinin solun entelektüel birikimine ne kattığını hiç sorgulamaz. Batıdaki bazı isimlerin taşeronluğu ve “copy-paste” entelliği dışında, elde bir şey yoktur. Örneğin her aydın gibi bir tarih çalışması yapmış, ama bu yoğunlaşma şu tür cümleleri üretmiştir: “Osmanlı İmparatorluğu her zaman siyasi bağımsızlığını koruyan bir devlet olarak varoldu. Bu durum 1908-1923 sonrasında da öyleydi.”

Bir ilkokul öğrencisi bile “peki hocam kapitülasyonlar, Lozan, Kore, 6. Filo, Adriyatik-Çin Seddi, 28 Şubat, bugün Suriye ve İran?” diye sorabilir pekâlâ.

Özgür Üniversite’nin tüm ömrü boyunca teorik ve ideolojik süreçlere dair ve içre herhangi bir müdahalesi ve katkısı olmamıştır. Mesele bağcıyı dövmek olunca, taş üstün(d)e taş koyma(ma) derdi de olmaz, bu dert olmayınca varlık içten içe çürü(tü)r.

“Örgüt veya örgütler, devrim öncesinde muhalefetin yükselmesi ve devrim sonrasında da rotanın şaşmasını, yalpalamaları ve zaafları engelleyici bir işlev görebilir.”[2]

Bu tespite göre, devrimde örgütün yeri yok. Onu zaten sınıf yapıyor. “Örgütlülük” yazısında da gerileme döneminde örgütü muhafaza etmenin yanlışlığından bahsediyor Başkaya. Oysa gerileme döneminde üstelik daha sıkı ve disiplinli bir örgütlülük zaruret değil midir? Düz mantıkla şu söylenebilir: bir (karşı) devrim dönemindeyiz, öyleyse buna Ömer Laçiner gibi sarılıp “burjuva demokratik devrimi” diyebiliriz, Başkaya gibi geri çekilip “örgütleri dağıtın” diye de bağırabiliriz. Devrimde örgüt yoksa, bugün yaşanan şu veya bu şekilde “devrim”se örgüte de gerek yok, Başkaya’ya göre.

Zaten bu örgütler de altmışların sonunda üniversitelere sınıf atlamak adına girmiş, işçilere ve köylülere emir yağdırmak ve onları yönetmek için deli divane olan, kafası kırık, saplantılı bir avuç zibidinin kurduğu “hiyerarşik, askerî, anti-demokratik ve bürokratik” çöp tenekesi, bir tekme atıp devirelim hepsini! Hepsi öyle geri zekâlı ki emirleri Sovyetlerden vs.’den alıyor, hayal âleminde dolaşıyor, hiçbirisinin sınıfla, halkla bağ kurmak gibi dertleri de yok. “Bir an önce iktidarı alalım” diye ortalığı yakıp yıkıyor. İktidar saplantılı sapık sürüleri! Başkalarına emir vermekten haz duyan birer manyak…

Ozan Arif, ülkücülerin türkücüsü, bir röportajında: “devrimciler esasında çok yiğit insanlardı, ama Stalin gibi gâvurlara tapıyorlardı” diyor. Başkaya gibi aklıselim, “entelektüel derinliği” olan “rektör”lerin bir ülkücünün gördüğünden daha başka şeyleri görüp söylemesi gerekmez mi? “Moskof uşakları” diye bağırıp devrimcilerin üzerine saldıran ülkücü çetelerin akıl ve zihninden farklı bir hat çizmiyorsa Başkaya’ya niye “sosyalist” diyoruz ki? Sosyalizm konusunda bir iki şey biliyor diye mi?

Ayrıca Başkaya’nın yukarıda alıntılanan tespitine yönelik şu tip sorular yöneltmek mümkün: “Rotanın şaşmasını, yalpalamaları ve zaafları engelleme” görevi, neden sadece devrim sonrasına aittir? Ya da devrim öncesinde sığ bir muhalefet hareketi değil de iktidar hedefli bir hareket çıkartmak neden yanlış? Başkaya, kendisinin hiç olmayacağı bir devrim momentini kendi varlığı ile bütünleştirip neden böylesi bir ayrıma gidiyor? Pratikte hiç olmak ve kendisine halel getirmemek için mi?

Yani “rota şaşmasını, yalpalamaları ve zaafları engelleme”, neden devrim öncesinde iktidar hedefli bir devrimci hareketin görevi olmuyor? Bunu ayırmak, Başkaya’nın neden çıkarına? Devrimden önce rota yok da devrimden sonra mı var? Devrim öncesi devrimci mücadelenin rotaya ihtiyacı yok mu? Devrimi olmayacak bir dua olarak görmek, göstermek kimin işine gelir? Devrimci disiplin, işbölümü ve hiyerarşiyi nasıl olsa gerçekleşmeyeceği varsayılan ya da gerçekleşmesi istenmeyen bir devrim ânının ötesine fırlatmak ve bugünde oluşan disiplin, işbölümü ve hiyerarşinin gereklerinden kaçmak, hangi sınıfın tavrıdır?

Bu polemiğin fitilini tutuşturan Çetin Veysal da tribünlere oynuyor, vitrin süslüyor. Yazısı boyunca “komünist” dememek için taklalar atıyor, “komünizan bireyler” diye anlamsız bir lafı sürekli yineliyor. Demokrasi güzellemesi ile birlikte, kafasında şekillendirdiği harman yerine gelsin diye Başkaya’ya davetiye çıkartıyor. Başkaya da “vitrin mankeni olurum, ama şartlarım var” diyor. Devamında davet edilmenin yol açtığı şımarıklıkla, “benim vitrinim Özgür Üniversite” diye diretiyor. Ve soruyor: “Özgür Üniversite’de yaptıklarımız politika dışında bir şey midir?”

Biz cevap verelim: politik olan, politik olmuş, muhtemeldir ki politik olacakla ilgili malumat sahibi olmak, kimseyi politik yapmaz. Özgür Üniversite, kuruluşu, mayası, iskeleti itibarıyla apolitikti ve böyle olmakla ayakta kalacağını ta başından itibaren biliyordu. O hep diyet ödedi, düzen de likidasyon faaliyeti için ona hiç ses çıkarmadı. Politikadan kaçanların ve politikadan kaçanları etrafına toplayarak prim yapmak isteyenlerin yuvası oldu.

Başkaya’nın odasındaki dart tahtasının ortasına Stalin resmi asması ve sürekli ruhunu elindeki okları fırlatarak arındırmaya çalışması boşunaydı. Zira Stalin’i önemseyen ya da stalinist bir yapı olsaydı, bu ülkede Özgür Üniversite zaten olmazdı. Böyle olduğu için de işbölümü gereği o, “Stalin ve bürokrasi eleştirmenliği” görevini, Bekçi Murtaza misali, bir varlık meselesi olarak algıladı.

Komünistleri, sosyalistleri ve devrimcileri burjuvazinin demokrasi yalanına kul etme gayreti sürdüğüne göre, sınıftan, halktan ya da mazlumlardan değil, bireyden sürekli bahsetmeye devam ettiğine göre, o şeytanlaştırdığı Stalin’in ne adı ne eylemi ne de sureti vardı bu ülkede.

Başkaya, burjuvazinin sol içinde oluşturduğu hiyerarşi, disiplin ve işbölümü bağlamında hareket ediyor, ona sürekli bu konumda durması telkin ediliyordu. Ondaki Kemalizm eleştirisi de liberaldi:

“Bürokrasi, demokrasinin dolayısıyla da sosyalizmin inkârıdır. Bu anlayışın geçerli olduğu yerde, kitle eğitilmeye, bilinç götürülmeye muhtaç, kendiliğinden hiçbir şey yapma yeteneği olmayan, edilgen, ‘profesyonel devrimcilerin’ örgütü tarafından adam edilmesi, ‘kurtarılması’ gereken pasif bir nesne olarak görülür.”

Görülüyor ki Başkaya, örtük ve açık olarak, “askerî vesayet” eleştirisi yapıyor, en az Rasim Ozan ve zevcesi Nagehan Alçı kadar küstahlaşabiliyor.

Gençlik yıllarında marksistlerle tartışan Troçki, liberalizmin verdiği küstahlıkla, onlara cahil bir eda ile şunları söylüyor: “bir kişinin peşinden gidecek kadar aptal mısınız?” Kendi bireyliğini karşısındakine yansılayan, onu da (güya) birey olmaya zorlayan bu yaklaşımın marksistlere yönelik saldırısında gizli olan burjuva tutum, bugün de varlığını sürdürüyor. “Örgüte, kişiye, ideolojiye vs. tapılır mı, siz aptal mısınız?” Kazıma işlemi yapmak mümkün: “Özne ol” emrinin altını kazıyınca “birey ol”, bunun altını kazıyınca da “burjuvaziye kul ol” çıkar.

Başkaya da küçük burjuvaları kolektif bir işin isimsiz-adressiz bileşenleri olup “işçi”leşmelerine mani olmaya çalışıyor. “Biz örgütlenmeyi işçi sınıfından öğrendik” diyen Lenin’i artık olmayan, savaşmayan bir Marx karikatürü adına tarihin çöplüğüne atıyor. Ekim Devrimi’ni basit bir “hükümet darbesi” olarak görüyor ve böylelikle kendi liberal teorisini haklı ve meşru kılacağını zannediyor. Karşı çıktığı örgüte ve örgütlülüğe dair ve ait bir zafer olarak Ekim’i önemsizleştirirse örgütü ve örgütlü oluşu da geçersizleştireceğini düşünüyor.

Ama hayat ve hakikat, böylelerini toprağa gömerek ilerliyor. Ezilenler ve sömürülenler, örgütü ve örgütlü oluşu kendi bağırlarından günbegün çıkartmayı biliyorlar. Düşmana hizmet adına birileri çıkıyor, örgüte ve örgütlülüğe mazlumları ve sömürülenleri yabancılaştırmak amacıyla içte ajanlık faaliyeti içine giriyor. Kimilerini ölümle korkutuyor, kimilerini hayatla kandırıyor, kimilerini “senden kral yok” diyerek gazlıyor, kimilerini kafkaesk bir böceğe dönüştürüyor, kimilerini de “nesne de nesne, kitle de kitle” diyerek öznelliğini iğdiş ediyor.

Hindistan’da patronunu diri diri yakan işçilere “hümanizm”, Tahrir’de sahneyi yıkan devrimcilere “tiyatro”, önderi için bedenini silâh yapana “birey olma ve edebiyat”, arabaları ve diplomalarını yakan Parisli asilere “estetik”, Zapatistalara ve FARC’lılara “yönetişim ve sivil demokrasi”, Amerikan askerinin boğazını kesen Afgan mücahide “insanlık ve medeniyet”, polisin suratına jilet atan transa “demokrasi”, gün boyu sömürülen, akşam mutfakta, gece yatak odasında kocasının zulmüne maruz kalan kadına “feminizm”, Erzurum’da jandarmayla dişe diş dövüşen çarşaflı kadınlara “ekoloji”, zulme ve sömürüye karşı “iktidar” diye ayağa kalkan emekçiye “muhalefet”, gerçeği tüm ateşiyle bedeninde ve ruhunda yaşayan Pozantı tutsaklarına “ütopya” dersleri veriliyor.

“Lâkin yiğitlik, kahramanlık, davaya bağlılık gerekli ve önemli olmakla birlikte o kadarı başarı için yeterli değildir”[3] diyerek, “başarının sırrı bizde” diyen şirket CEO’larına özeniliyor. Giderek yiğitlik, kahramanlık ve davaya bağlılık başarıcılığın karşısında anlamsızlaşıyor. Başarıyı engelleyen hususlar olduğu için bireyleştirilmiş sömürülen-mazlum kitlelerin evlatlarına yiğitliğin aptallık, kahramanlığın acizlik, davaya bağlılığın ise korkaklık olduğu öğretiliyor.

Oysa ol kitleler, zalimlerin ve sömürenlerin aklından, dayattığı acziyetten ve ruha yedirdiği korkudan örgütler kurarak kurtulabiliyorlar. Devrimci örgütler kolektifi olarak parti ise bu devrimci aklın, cesaretin ve ruhun bileşkesi olarak vücut bulmayı bekliyor.

Eren Balkır
2 Nisan 2012

Dipnotlar:
[1] Fikret Başkaya, “Örgüt ve Örgütlü Olmaya Dair Birkaç Not”, 29 Mart 2012, Gün Zileli.

[2] Fikret Başkaya, “Zaafları ve Yanlışları ile Türkiye Soluna Soldan Bakmak”, Cafrande.

[3] A.g.m.

0 Yorum: