23 Mart 2011

, ,

Libya’ya Haçlı Seferi

Emperyal Riyakârlık

Evvelâ şu noktayı açıklığa kavuşturmam gerekiyor: Kaddafi benden, ben de ondan haz etmem. Örneğin Kaddafi, ülkesinde kendisi ile röportaj yapmak için başvurduğumda bana vize vermemişti.

Gene de Libya savaşı ile ilgili fikrimi tüm açıklığı ile ifade etmem gerek: bu savaş yanlış ve yıllarca sürmesi muhtemel bir felâkete ve kargaşaya yol açacak.

Önce şu Avrupalıların riyakârlığından başlayalım. İngiliz milletvekili Blair (Irak savaşı esnasında) koşarak Kaddafi’nin yanına gitmiş ve ona silâh satmıştı. Gordon Brown ise İskoçya, Lockerbie üzerinde uçan Pan-Am uçağını patlatma suçundan hüküm giyen bir kişiyi serbest bıraktı. Fransız Cumhurbaşkanı Sarkozy yıllarca Kaddafi’ye silâh satan bir isimdi. Kendi bakanlarının eleştirilerine rağmen Sarkozy Albay’ı Paris’te resmî törenle karşıladı ve ona nükleer reaktör vaat etti. Albay’ın oğlu Seif’in ifadesine göre, Libya Sarkozy’nin yürüttüğü 2007 seçim kampanyasına parasal destek sundu. İnancıma göre, Seif’in dedikleri doğru, zira bu türden eylemler Fransız siyasetinde vaka-i adiyeden. Eğer karşımızda savaşa aç bir medya durmuyorsa, onun Seif’in sözlerindeki kanıta kulak kabartması gerekiyor.

Geçiş konseyi başkanı, Kaddafi’nin adalet bakanıydı! Konsey ileride yaşanacakların bir işareti olarak, pazarlardan camilere yiyecek dağıttı. İmamlar muktedir bir konuma geldi. Belki de bizleri pek sevmeyen insanlara yardım ediyoruzdur.

Hata yapmamak gerek. Bu savaş petrolle ilgili. Avrupalılar kolay yoldan voliyi vurmak isterlerken başları derde girmeyecek tipler, tıpkı İran Körfezi’ndeki petrol monarkları ile iş pişiren ABD gibi.

ABD bu kavgada tek bir köpeğini bile kullanmıyor.

Çatışmanın bir boyutu da kabilevî. İsyan, doğu Libya’daki Zuvayya kabilesinin yerleşik olduğu Bingazi’de başladı, bu kabile aynı zamanda 1969’da Kaddafi’nin devirdiği kralın mensup olduğu kabile. Söylenenlere göre bu kabile, Irak’taki ABD birliklerine karşı mücadele eden El-Kaide’ye çok sayıda mücahit gönderdi. İsyan kısmen monarşistlerle İslamî köktencilerin liderliğinde ilerliyor ve hiçbirisinin ağzında “demokrasi” şiarı duyulmuyor.

İsyan sayesinde kabileler yoğun miktarda silâhlanmış durumda ve muhtemelen kendi hâkimiyetindeki bölgelerde mevcut petrollerin kontrolünü ellerine almak için mücadele edecekler. Bu, Libya’nın yıllarca sürecek bir çatışma sonucunda fiilî olarak bölünmesi ile sonuçlanacak. Libya petrol sahibi bir Somali olacak.

İsyan, gerçekten de kendiliğinden miydi? O vakit biri çıkıp bana isyanın ilk günlerinde Bingazi caddelerinde, binlerce monarşi bayrağının nasıl olup da ortalığa döküldüğünü izah etmeli.

Son söz, bizim Nobel Barış Ödülü sahibi başkanımıza. Pazar günü Fransız savaş uçağı Rafale’i gözden düşürmek ve F-18 satmak için Brezilya’ya gitti. Her iki uçak da bugün Libya semalarında birbiriyle rekabet ediyor. Demek ki savaş, silâh tüccarları için en uygun sergi salonuymuş.

George Kazolias

06 Mart 2011

,

Ayrım

Zizek’in de, farklı bağlamda, yinelediği bir fıkra var. Asker, eline geçirdiği her kâğıdı “bu değil” diye yırtıp atmaktadır. Komutanları delirdiğine kanaat getirip askeri hastaneye sevk ederler. Asker, doktorun odasında da eline geçirdiği her kâğıdı “bu değil” deyip yırtar. En sonunda buna çürük raporu verirler, raporu eline alan asker, “işte bu!” der.

Tunus’tan Bahreyn’e uzanan hat üzerinde yaşananlara karşı solda bir kesim benzer bir tepki veriyor. “Bu devrim değil, yok hayır bu da değil, bu hiç değil!..” Böylece kendi devrimsizliğini ve devrimcilik dışılığını aklamaya çalışıyor.

Sınıf ve iktidar hususunda ayrı ayrı uzmanlaşmış örgüt şefleri, devrim meselesini kendi uzmanlık derecesine ve yoğunluğuna göre belli bir konuma yerleştiriyorlar. 

Devrim, sınıf ve iktidar kurgusunun, bilgisinin ve öngörülerin bir yerinde basit bir ara kaleme dönüşüyor. Devrim’ciler ise her ikisine kendi devrim bilgisi, uzmanlığı düzeyinde itiraz ediyorlar. Onlar da devrimin sadece kendileri yaparlarsa anlamlı olacağını düşünüyorlar.

Bölgede yaşananlara “mal bulmuş Mağribî gibi” devrim diye sarılanlar da eleştiriyi hak ediyorlar. Mağribî kıyam, basit düzeyde belirli bir “politik devrim” hattını takip ediyor. Tarihin tekerrür etmesinden değil, sömürü ve zulme ilişkin kimi hakikatlerin değişmediğinden söz etmek gerekiyor. Hayatında tek bir (politik) doğru çizemeyenlerin “analitik geometri”nin sakin sularına sığınması kaçınılmaz görünüyor. “Diktatörlük ya da kabile düzeni yerine liberal demokrasiyi tercih ederim” diyenlerin yaşananlara “işte bu!” diye atlamaları, tam da asker kaçaklarının psikolojisini örnekliyor. Batıcı burjuva dünyasının ilerlemeciliğine kul olan bu zevat, yaşananları kendi “ileri” konumunu işaretlediği için önemsiyor.

Yani bu kişi, Mısırlı gençler de kendisi gibi rahat koşullarda “solculuk” oynasın istiyor. “Analitik geometri”, kendi benliğine değer biçilmesini, konumunun yüceltilmesini isteyenlerin sığınağı oluyor. Onlar “devir değişti, Marx mı kaldı?” diyenlerin takipçileri olmaları itibariyle, kendilerinin bizzat içinde bulundukları devri biricikleştirip, onu “yeni” sıfatı ile tarihten kopartıyorlar. Yeni vurgusunu, eskinin en kepaze olanına bağlanmak isteyenler yapıyor. Geçmişin tozu toprağı altında kalmış bir iç mücadelede bir taraf, bugün kendisini “yeni” diye yutturmaya çalışıyor. Bunlar, “devir değişti, orta sınıf güçlendi” deyip Marksizmi içtihada açan Bernstein’ın mağlubiyetinin intikamını almak istiyorlar.

“Mecliste komutanların da oturmasını isterim” diyen Kemal Okuyan, Mağrip ve Maşrık’ta olup bitenlere ilişkin olarak, bölgedeki “kamucu gelenekten yoksun” “Soros uşakları”nın ve “emperyalizmin kuklaları”nın saraylara yürüdüğünü iddia ediyor. Böylece ordu ve Kemalizm uşaklığını, onun kuklası olarak yol alma iradesini örtbas etmek istiyor. Bir yerlere mesaj gönderme gereği duyuyor.

Fikret Başkaya ise, “devrimi halk, yani sıradan insanlar yapar; devrimin ne zaman patlayacağı bilinmez; ve hiçbir devrim bir diğerine benzemez, her devrim ‘tektir’ ve başka türlü olamaz” diyor. O, “bu şefler, örgütler, sizin şahsiyetinizi, biricikliğinizi, egonuzu, varlığınızı tanımaz” diyerek küçük burjuva ördekleri avlamaya çalışıyor. Buna, Mısır ve Tunus’u âlet ediyor, hepsi bu.

Politik, ideolojik ve teorik düzeylerde temelli kimi tartışmalar, güncel gelişmeler üzerinden yürütülüyor. Kemal Okuyan, hâlâ örgüt ve parti meselesini; Başkaya, hâlâ kitleci kripto-troçkizmini savunuyor. Buradan ekmek yediğini iyi biliyor. Her fırsatta bu temel dayanakların kavgası veriliyor. Hiçbirisinin de bugün yaşanan politik bir olayın devrimci anlamda dönüştürülmesi, devrim yolunda anlamlandırılması gibi bir derdi bulunmuyor. İşleri güçleri, alamet-i farikaları olan kimi kavram ve olguları abartmaktan ibaret. Zaten her politik olay lafla geçiştirildiği için, anlam ve değer kazanmıyormuş gibi görünüyor. Kimse, “Bin Ali, Mübarek gitti, sıra Tayyip’te inşallah!” diyemiyor.

Sol içi çocuksu kavgalar, solu kavgadan kaçmanın mekânı hâline getiriyor. Sol, sınıf, millet ve dine ilişkin her gerilim alanından kaçıp sığınılacak bir kovuğa dönüşüyor. Bu alanlara giren kollar ise bir tür ajanlık faaliyeti olarak iş görüyorlar. “Kitle belimizi kırmadan, biz onu dağıtalım” deniliyor.

Muhafaza siyaseti saldırıyı tanımıyor, saldıranı düşman olarak kodluyor.

Sosyalist, milliyetçi ya da İslamcı, kendi ideolojik bütünlüğünü biricikleştirip hakikatin karşısına çıkartıyor. Hakikat, onun bireyliğinin ölçü ve ölçeğine doğru daraltılıyor. O, tüm kirinden, pasından, geçmişinden arınıp özgürleştiğinde güçlü olacağını zannediyor.

Birey olarak sosyalist, milliyetçi ve İslamcı olanlar, toplumun, milletin ve İslam’ın içinde ajan olarak iş görüyorlar.

Müslüman Arabî kıyamın, külli, bu ajanların tasfiyesi olarak okunması mümkün. İşin içinde emperyalist odakların plan ve projelerinin hâkim olduğunu söylemek, o ajanlara hizmet ediyor. Zaten bu türden bir beyanda bulunmak, kendisinin de böylesi bir ajan olduğunu ele veriyor.

Sosyalist, milliyetçi ya da İslamcı, sadece kendisinin mutlak ve biricik olduğu yanılsaması ile sürece, döneme ve duruma bakıyor. Kendi mutlaklığını ve biricikliğini işaretliyorsa, verili durumu göğe çıkartıyor. İşaretlemiyorsa, süreci öne çıkartıp kendi yıldızının parlayacağı günlerin umudunu, bezirgân misali, pazarlıyor.

İşçiliğin yükünden kurtulmasına imkân veren bir cennet diyarı olarak sosyalizmi bulan işçi, kendisi dışında herkesi küçük burjuva görüyor.

Millî oluşun yükünden kurtulmasına imkân veren bir cennet diyarı olarak milliyetçilikle tanışan yurttaş, kendi dışında herkesi vatan haini ilân ediyor.

Müslüman oluşun yükünden kurtulmanın cenneti İslam ise o Müslüman, kendisi dışındaki herkese “kâfir” diyor ya da küfre bulaşan yanları öne çıkartıyor.

Başkaya ve Okuyan: her iki kesimde politik devrimcilikten kaçışın teorisini ve pratiğini üretirken, bölgede yaşananları, iç siyaset malzemesine dönüştürüyor.

Mesele AKP mi? “AKP karşıtlığı”, AKP’nin oluşum ve gelişme dinamiklerine, bu dinamiklerin devlet ve demokrasi alanında yol açtığı sonuçlara karşı körleşiyor. 1960 darbesinin açtığı alan kadar solcu olmaya alışık olan kesimler, ana rahmine dönüp AKP karşıtı söylemi örgütleyebileceklerini zannediyorlar. Oysa AKP’ye karşı mücadele, bir taraftan, onun kitlesi içre bir muhalefeti de örgütlemeyi, bir taraftan da onun varlığı ile sebep olduğu çatlaklara sızmayı gerektiriyor. AKP karşıtlığı, her iki politik adımı da engelliyor.

Dimyat’a pirince giden tüccar kafalar evdeki bulgurdan oluyorlar. Bu türden bir siyaset ve teori ile AKP karşıtlığı Kemalizme; Mağrip kıyamı eleştirisi devletçiliğe kapaklanıyor. “Devrim tüccarları”na kızanlar, örgüt tüccarlığı yapıp siyasetin ve teorinin gereklerine uzaklaşıyorlar. Ticaretini yaptıkları örgüt de devrimden azade, steril bir yere hapsediliyor.

Kendisinden başka kimseye tahammül edemeyen Okuyan ve Başkaya gibi isimler her şeyi düzlüyorlar. Birinde “örgüt”, diğerinde “halk” tanrı katına yerleşiveriyor. Bu tanrılık, teoride, ideolojide ve siyaset alanında cereyan eden gelişmelere ahkâm kesmekle yetiniyor, vahiyler savuruyor yukarıdan ve aşağıdakileri aşağıda olma hâllerine dayanarak aşağılıyor.

Okuyan, kendiliğinden isyan eden halk kütlelerini; Başkaya, devrimci örgütlü iradeyi horgörüyor. Başkaya için Ekim devrim değilse, Okuyan için Tahrir bir devrim değil. Lenin’e “Alman ajanı” diyenler de aynı kafadan. Ekim’i devrim olarak görmeyen ultra troçkistler ve sol komünistler de aynı soydan.

İki kesimin Kavuklu-Pişekâr atışması ise kimseye bir hayır getirmiyor. İlkinin laboratuvar ortamında ürettiği Frankestein’ı, yani partisi, tarihin kitlelere miras bıraktığı birikimi; ikincisinin Gepetto misali, marangozhanede ürettiği “pinokyo”su, yani “halk”ı ise, toplumsal mücadelelerin kendi içre birer mevzi olarak oluşturduğu örgütleri ezip geçiyor.

Lenin, “sınıf, partisini savaş alanında tanır” diyor. Bu, işçinin ancak savaş alanında sınıf olabildiğini, partinin de kendisini orada teşkil etmesi gerekliliğini anlatıyor. Okuyan ve Başkaya, savaş alanından kaçışın “teorisyenleri” olarak, bu sınıfın ve partinin oluşumuna sürekli engel çıkartmak yükümlülüğü ile hareket ediyorlar. Kimse, üzerindeki yaldızların dökülmesini, kendisinin geçersizleşeceği bir ortamın oluşmasını istemiyor.

Yirmilerin başında Sovyetler’deki kavga da bu minvalde. Dünya devrimi perspektifinde ustalaşmış kesimlerle ülke içine kapanan sosyalizm pratiğinde belirli mevziler elde etmişlerin arasında bir alan kavgası sürüyor. İlkine “sol muhalefet-Troçkizm”, ikincisine “Stalinizm” deniliyor.

Mısır ve Tunus hususunda her iki kesim, Okuyan-Başkaya kavşağında buluşuyor: Başkaya, Okuyan gibi, “Belki de hepsinden önemlisi bu devrimlerin, ta baştan ve oldum olası kolonyalizm/emperyalizm tarafından peydahlanıp, ‘araçlaştırılan’ Politik İslam’ın iflasını da ilân etmiş olmasıdır” diyor. Okuyan sitesinde, kendi teorisini ispatlamak adına, yeni peydahlanan Arap kadınlararası güzellik yarışmasına ait görüntüleri yayınlıyor. Bu türden yarışmalara itikadî manada itiraz edeni ise “gerici” olarak damgalıyor.

Okuyan’da öznellik, nesnelliğin üzerini örten bir zırh, Başkaya’da nesnellik öznelliği gizleyen bir şal olarak iş görüyor. O zırhı ve şalı yırtan ne varsa, o zırh ve şal neresinden yırtılıyorsa, devrim oradan işaret veriyor.

“Sosyalist Devrimciler’in programındaki ana çelişki, onların Narodnizm ile Marksizm arasında salınmalarının bir sonucudur. Marksizm, asgarî ve azamî program arasında açık bir ayrımın yapılmasını talep eder. Azamî program, toplumun sosyalist dönüşümüdür ki bu program, meta üretiminin ilgası gerçekleşmeksizin imkânsızdır. Asgarî program, meta üretiminin sınırları dâhilinde bile mümkün olan reformlar önerir. Her iki programın karıştırılması, kaçınılmaz olarak, proleter sosyalizmden küçük burjuva, oportünist ya da anarşist kimi sapmaların yaşanmasına yol açar ve gene kaçınılmaz olarak, proletarya tarafından politik iktidarın ele geçirilmesi aracılığıyla gerçekleştirilecek toplumsal devrimin hedeflerini karartır.” [Lenin]

Mesele, gençliğinde, civarındaki Marksistlere “siz insanı önemsemiyorsunuz” şeklindeki burjuva liberal eleştiri ile saldıran Troçki’ye kadar gider. Öncesi de vardır ama konuyla ilgili örnek burasıdır. Bu solculardaki işçi sınıfı, halk, insan ya da birey ile ilgili hassasiyet devrimci politikanın körleşmesini getirir. Bu türden yücelik kodları biçim değiştirir ama öz hep aynı kalır. Troçki, Marksist olduktan sonra da benzer bir hassasiyetle hareket etmiş, Lenin’i “insanlık dışı” bulmuş, onda bir diktatörün ruhunu görmüş, hareket içinde sürekli yücelik kodları adına, yatay düzlemde kimi uzlaşma zeminleri kovalamıştır.

Adam yurduna konmak, 2009 1 Mayıs’ında Taksim’e giren “makul sayı”ya dair bir meseledir. Düşman, dişine uygun olanı kendi hasmından devşirmeyi bilebildiği için güçlüdür. Tersten, güçlü olduğu için, vurduğu her yer ve zamanda önünde diz çöken “uşaklar” bulabilmektedir. Makulleştirme işlemi, adam yurduna konmak, dikkate alınmak isteyenler üzerinde uygulanır. Burada “eşitlik” ya da “özgürlük” sloganları veya bu sloganların sahipleri arasındaki ayrımın bir önemi yoktur. Makulleştirme işlemi her iki kesimde de bir biçimde işler.

Makulleşenin Marksizmi, sosyalizmi ve devrimi de makulleşecektir. “Bugün hak ve şirk ayrışmış, kavga ediyor” diyene, “ne hakkı ne şirki, basbayağı sınıf savaşı bu” diye cevap verenin ağzındaki sınıf, artık makuldür. Bundan yüz, yüz elli yıl önce yüzeysel ayrışmaları, tartışmaları dikine kesen ve onları disipline eden sınıf savaşı perspektifi, bugün, hele ki sınıfın ölgün olduğu dönemde, savaş kaçkınlığının kılıfıdır. Teorik düzeyde hak-şirk ayrımı, elbette ki sınıf mücadelesine içredir, ancak ikincisini bir hakikat gibi dillendirmek, ilkini ezmemelidir.

Lenin’in, Marx’tan miras, “politik devrim toplumsal devrimi önceler” tespitini program meselesine tercüme edişi, benzer bir makulleşme sürecine dönük itirazla ilgilidir. Bu makulleşme sürecinde Mağribî kıyam, birilerinin uykusunu kaçırmıştır. Bugün bariz Kemalistin bile, “biz, devrimi üretim araçlarının el değiştirmesi olarak biliyorduk, bunlar devrim değil” dediği ortamda, ilgili ayrımın hatırlatılması zorunludur.

“Karşı devrim de bir devrimdir.” Marx’ın bu sözü de dikkate alınmalıdır. Devrime ilahi anlamlar yükleyenlerin esasta devrimden kaçtıkları görülmelidir. Karşı devrim bile olsa, öndevrimsel ya da reformist momentlerin dahi, komünist harekete sunduğu ciddî fırsatlar ve imkânlar mevcuttur. Görmek isteyen göz yoksa, bunlar, tümden düşmanın çekmecelerinde mahpus kalırlar. Bir diş macunu markasının bile “devrim” sözcüğünü kullanması karşısında hayıflananlar, en az o diş macunu markasının sahibi kadar, devrimle sadece laf düzeyinde ilgilidirler.

“Toplumsal devrim-politik devrim” ayrımında ilkine eğilimli olanlar, politik devrimleri toplumsal katılımı ölçüsünde, “yüce halk” nezdinde, değerli bulurlar. İkincisine eğilimli olanlar ise toplumsal zemine politik ağırlığı, “yüce devlet/iktidar” açısından taşıdığı önem bağlamında anlam yüklerler. Birinciler, politik devrimin tüm gereklerinden kaçarlar, ikinciler ise toplumsal dönüşümün tüm mevzilerini tarumar ederler.

Evet, “günümüzde sosyal devrime yükselemeyen politik devrimler, kaçınılmaz olarak kitlelerin geri çekilmesi ve yenilgisiyle sonuçlanır.” [Hakan Gülseven] Ama bu tespit, sözü edeni ikna eden sözlerle ve sözü edenin başkalarını ikna etme gayretiyle ilgili bir meseledir. Eğer sözü eden şahıs, bir grup devrimcinin şiddet yoluyla devrim yoluna düşmesinin yanlışlığı hususunda ikna edilmişse, o da aldığı emir dâhilinde, başkalarını politik devrime değil, kendinden menkul bir “sosyal devrim”e örgütleyecektir. Kendinden menkul bir “sosyal devrim”, politik devrimin işbölümü, disiplin ve hiyerarşiye dair öğrettiklerinden mahrum bir süreç olarak, gevezelikten ibarettir.

Küreselleşme bağlamında en fazla tekrarlanan husus, ulus-devletlerin geçersizleştiği meselesidir. Bu noktada sol, ona sahip çıkanlarla, ona karşı ezelî husumetini, husumetin nesnesi kalmadığı tespiti ile unutanlar olarak ikiye bölündü. Her iki kesim de ulus-devlet ile kapitalist dönüşümler arasındaki teması ve ilişkileri kaçırdı. Birinciler, politik devrimciliği toplumsal; ikinciler, toplumsal devrimciliği politik devrimcilik olarak ifa etme imkânı buldular. Aradaki duvar yıkıldı ve politik devrimciler, hiç adım atmadıkları arazilerde bildikleri ile yol almaya çalıştılar. Aynı şekilde, toplumsal devrimi öne çıkartanlar da gene hiç adım atmadıkları çorak arazide bildiklerini yaptılar. Bu süreçte toplumsal devrim’ciler politik devrim’cileri küçük gördüler, politik devrim’ciler ise toplumsal devrim’cileri horladılar. Bir dönem böyle geçti. Eskiden toplumsal devrim’ci olanlar, bugün yerelleştiler, iktidara oynadılar, eski politik devrim’cilerin rollerini çaldılar. Aynı rol çalma işlemi politik devrim’cilerde de fiilîleşti. Eski politik devrim’ciler, “devlet önemsizleşti, demek ki bizim toplumsal meselelere odaklanmamız lâzım, zaten bu politik iktidar tutkusu bizi iyiden iyiye köreltmişti” dediler. Eski toplumsal devrim’ciler ise, “değerdüşümüne maruz kalan devlet, bizim şiddetsiz politikamızı haklı çıkardı, demek ki politik-yönetsel konulara şimdi daha fazla ağırlık vermek gerek” diye düşündüler. İki rakip, kendisine değil, diğer rakibine ait olan koltuktan karşı tarafa incili sözler dökmeyi sürdürdü. Oysa koltuğun her ikisinin de üçayağı vardı: Fransız Devrimi-Kemalizm-60 Darbesi.

Devrim hususunda ölçü Fransız Devrimi ise, bu burjuva bir teori, ideoloji ve politikayı koşullayacaktır. Nesnel devrim, şahıslar nezdinde, bu sayede makulleştirilir. “Devrimi halk yapar” lafı, “üçgen üç köşelidir” türünden bomboş bir laftır.

Kısa süre önce, devrim sonrası Kahire gözlemlerini paylaşan Sefer Turan, gençlerin sokakları süpürdüğünü, kaldırım kenarlarını boyadığını anlatmaktadır. Bu, annesinin vazosunu kırmış olmanın utancı ile onu koltuğun altına saklamaya çalışan bir çocuğun psikolojisi de olabilir. “Süpürülen, devrimdir” de denilebilir. Ama gerçek bir devrim varsa, o süpürge sapları illaki kırılacaktır.

“Devrimi halk yapar” tespiti de alttan böylesi bir utancı barındırır. Yapılan işe belli bir toplumsallık ve tarihsellik bahşetme derdinde olanlar, bu türden küçük burjuvalardır. Yani tarihin ve toplumun yasaları gereği devrim olmamakta, birileri münferit, tekil ve göreceli eylemlerine özel bir “tarih ve toplum” bulmaya çalışmaktadırlar.

Devrimin ölçüsü Fransız Devrimi değil, Ekim Devrimi de olabilir, bir başkası da. Bu, aynı ölçünün niteliğinin değiştiği anlamına gelmez. “Ekim Devrimi de Doğu’nun Fransız Devrimi olsun” diye ilgili devrimi ele alanlar ya da onu “Avrupa’nın Fransız Devrimi varsa Dünya’nın da Ekim’i var” şeklinde yüceltenler görülmüştür. Bugün Tunus ve Mısır üzerinden dönen tartışmalar, bu iki kesimin kavgasıdır.

Oysa mesele, 1789-92 dönemecini önceleyen tüm sömürü ve zulüm karşıtı mücadelelere duhul edebilmek ve onlara ait olabilmektir. Mağribî ve Maşrıkî kıyam buradadır.

Eren Balkır
6 Mart 2011

05 Mart 2011

, ,

Fidel-Guevara ve Küba Deneyi


Fidel-Guevara ve Küba Deneyi Karşısındaki Tavrımız

 

Yeni oportünizm, Küba devrimi deneyi karşısında şaşkın ördek gibidir. Kimilerine göre Küba, sosyalist bir ülke değildir. Küba’da devrim olmamıştır. Bazılarına göre de, “evet Küba’da devrim olmuştur ama bu, dar deneyci bir anlayışın tesadüfî sonucudur”. [Bkz. H. Berktay, Proleter Devrimci Aydınlık, Sayı: 16, s: 327) Ve bunlara göre eğer Amerikan emperyalizmi uyanık davranmış olsaydı, bu devrim olmazdı! “Gerek Küba hâkim sınıflarının ve gerekse Amerikan emperyalizminin uykuda olmasından gelen koşullarda Küba tecrübesi başarıya ulaşmıştır.” (H. Berktay, P. Devrimci Aydınlık, Sayı: 16, s: 326) Yani bunlara göre Küba devrimi mucizevî bir olgudur. İşte, sergilenen bilimsel sosyalist düşünce(!), daha doğrusu katledilen Marksizmin diyalektiği!

Metafizikçi, devrimleri tesadüf ve mucizelerle açıklar. Onun için örneğin, Fransız burjuva devrimi bir tesadüftür. Fransız devrimi, metafizikçi tarafından XVI. Louis’nin zayıf ve yumuşak bir insan olmasıyla açıklanır. “Güçlü bir insan olsaydı, devrim olmazdı” der. Hatta ona göre “Varennes’de XVI. Louis yemeğini kısa kesseydi, yakalanmaz ve tarihin akışı değişirdi.”[1] Oysa bilimsel sosyalist anlayışta mucize ve tesadüf açıklamalarına yer yoktur. Mucize ve tesadüf, Lenin'in deyişiyle, “ne tabiatta ne de tarihte vardır.” İşte biçimle özü birbirine karıştıran, öz yerine biçimde kesinkes ilkeler arayarak dünya devrimci hareketinin trafik polisliğini yapmaya kalkanların teoride sonu, metafiziğin bataklığında kulaç atmaktır!

Bilimsel sosyalist dünya görüşü, Küba devrimini Amerikan emperyalizminin ve Küba hâkim sınıflarının bir anlık gafleti ile açıklamaz. Küba tecrübesinin başarıya ulaşması dünya kapitalizminin bugünkü durumu ile ilgilidir.

Lenin, Küba gibi sömürge bir ülkenin bir sıra iç devrimlerle sosyalizme geçmesinin ilk etabı olan anti-emperyalist savaşı kazanabilmesi için şu üç şartın var olmasını önermektedir:

“Ezilen bu ulusların ahalisinin önemli bir kısmının çabalarının koordinasyonu... veya uluslararası durumun özellikle uygun olması (örneğin emperyalistlerin müdahalesinin zayıf düşmesi, aralarındaki bir savaş ve kendi çelişmeleri vs. sebebiyle felce uğraması) veya büyük devletlerden birinin proletaryasının aynı anda burjuvaziye karşı koyması gereklidir.”[2]

Bugünkü emperyalizmin III. genel bunalım döneminin ayırt edici özelliği, bütün bu etkenlerin bir araya gelmiş olmasıdır. Dünyanın üçte biri sosyalisttir. Ezilen uluslar, her geçen gün emperyalizme öldürücü yumruklar indirmektedir. Dünya, sürekli altüst oluşlar içindedir. Artık dünya kapitalizmi son nefesini vermektedir. Küba devrimi, ne dar deneyci bir anlayışın tesadüfî bir sonucudur ne de mucizevî bir olaydır. Küba devrimi, can çekişen emperyalizmin zorunlu bir sonucudur!

Küba devrimini Amerikan emperyalizminin önleyebilmesini mümkün görerek “Amerikan emperyalizmi uyanık davransaydı, bu devrim olmazdı” diye açıklamak, revizyonizmin ta kendisidir.[3] Bu, emperyalizmin “her şeye kadir” olduğunu söylemek, dolayısıyla stratejik planda onu (emperyalizmi) gözde büyüterek dünya halklarının, özellikle Latin Amerika halklarının devrimci mücadelelerinin zaferine inanmamaktır! İşte pasifizm ve pasifizmin ideolojisi budur!

Tesadüfler ve mucizeler ve de sol oportünistler, Marksizm-Leninizm hazinesini derinleştirmezler. Oysa Küba tecrübesi ve onun önderleri, Marksizm-Leninizm hazinesini derinleştirmiş ve zenginleştirmişlerdir! “Sen halk savaşından yana mısın, yoksa gerilla savaşından mı” diyerek saçma sapan bir ikilem ortaya atan yeni oportünizme göre, Küba’da halk savaşı hiçbir zaman olmamıştır. Oysa gerilla savaşı, halk savaşının ilk iki aşamasının temel mücadele şeklidir.

Biz, “kahraman Küba halkı, bir halk savaşı vererek Milli Demokratik Devrimi yapıp sosyalizme geçmiştir” diyoruz. Ve Küba deneyi, Fidel Castro ve Che Guevara hakkında görüşlerimiz açıktır: Şimdi Ekim ihtilâlinin deneyine ilaveten, Çin'de, Doğu Avrupa Sosyalist ülkelerindeki, Kore, Vietnam ve Küba’daki devrimci deneyler mevcuttur. Bu ülkelerin muzaffer devrimcileri, Marksizm-Leninizm ve Ekim ihtilâlini zenginleştirmiş ve geliştirmiştir. Çin’den Küba’ya kadar bütün bu devrimler, istisnasız silâhlı mücadele ile ve silâhlı emperyalist saldırısına ve müdahalesine karşı savaşmakla kazanılmıştır. Küba halkının silâhlı ayaklanması 1953 yılında başlamıştır. Amerikan emperyalizmi ve Küba’daki kuklası Batista’nın yönetimini devirmeden önce iki yıldan fazla bir devrimci halk savaşı vermiştir. [China in Revolution, History, Documents and Analysis, Yayına Hz.: Verasimons, s: 404-5. 31 Mart 1964’te yayınlanan SBKP Merkez Komitesinin açık mektubu üzerine Çin KP’nin yorumu]

Evet, Küba Devrimi Marksizm-Leninizm hazinesine büyük bir katkıdır. Ve Küba devriminin muzaffer proleter devrimcileri olan Fidel Castro, Che Guevara ve arkadaşlarından bizim gibi yarı-sömürge ülke Marksistlerinin öğreneceği pek çok şey vardır. Çünkü biz, Marksizmi entelektüel gevezelik ve dünya devrimci hareketinin trafik polisliğini yapmak için okuyup öğrenmiyoruz. Biz dünyayı değiştirmek için, dünyanın Türkiye'sinde devrim yapmak için Marksizmi öğreniyoruz!

Küba sosyalist devriminin muzaffer proleter devrimcilerine “küçük-burjuva devrimcileri”, “sol oportünistler” demek, ihanetin, oportünizmin ta kendisidir. Ve bu görüşü saflarımızda yaygınlaştırmaya çalışanların kişiliklerinden bütün Türkiyeli proleter devrimcileri şüphe etmelidir.

“Proleter Devrimci” Aydınlık’ın eyyamcı yazarı, bizim “Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori” yazısında Fidel Castro’ya atıfta bulunmamızı eleştirmektedir. [Bkz. Ş. Alpay, P. D. Aydınlık, Sayı:17, s: 366] Biz, daima Marksizm-Leninizm hazinesine katkısı olan muzaffer proleter devrimcilerine atıfta bulunduk ve her zaman da bulunacağız.[4] Yeni oportünizmle aramızdaki küçücük(!) fark da burada ya! Onlar, Amerika’nın sözde devrimcileri kampüs “Mao”istlerine, biz ise Marksizm-Leninizm hazinesini geliştiren muzaffer devrimcilere atıfta bulunuyoruz!

Latin Amerika’daki proleter devrimci çizgi hakkında son derece önemli bir sorunu da bu bölümü bitirmeden açıklayalım. Şu iki hususun özellikle karıştırılmaması gerekir:

Bütün Latin Amerika ülkelerinin “sanayinin geri kalmışlığı ve tarımın feodal karakteri” ortak özellikleri olduğunu belirterek, “anti-emperyalist mücadelede, halkın çok büyük çoğunluğunu, işçi sınıfının, köylülerin, aydınların, küçük-burjuvazinin ve ulusal burjuvazideki en ilerici tabakaların çıkarları yönünde bir kurtuluş programı üzerinde birleştirmemiz gerekmektedir.” (ikinci Havana Deklarasyonu'ndan) diyerek, bütün Latin Amerika ülkelerinin önlerindeki devrimci adımın Milli Demokratik Devrim olduğunu söyleyen Fidel Castro ve arkadaşları ile Milli Demokratik Devrim stratejisinin geçerliliğini üretim ilişkisi olarak feodalizmin varlığına bağlayarak, Latin Amerika ülkelerinde “tarımda azgelişmiş kapitalizm hâkimdir ve de milli burjuvazi yoktur” diyerek, bu ülkeler için sosyalist devrim stratejisini öneren A. G. Frank, A. Shah, vs. gibi yazarçizer takımını ayırmak gerekir, bir.

Fidel Castro’nun, Che Guevara’nın görüşleriyle özellikle Debray’nin dogmatik önerilerini kesinlikle karıştırmamak gerekir, iki. Silâhlı halk savaşının, emperyalizmin boyunduruğundan kurtulmanın tek yolu olduğu gerçeğine karşı çıkarak, barışçı bir yoldan da devrimin zafere ulaşabileceğini mümkün gören W. J. Pomeroy bile bu gerçeği açıkça itiraf etmektedir. Bakın ne diyor Pomeroy: “Debray’nin oldukça dogmatik formüllendirmelerinin, çoğu kez kendi adlarına konuştuğunu sandığı Kübalı önderlerin beyanlarından ayırt edilmesi gerekir.” Hele “Debray’nin Devrimde Devrim kitabı KKP’nin resmi görüşüdür. Bu kitap, Küba’da 2,5 milyon basılıp dağıtılmıştır” demek, gerçeği ahlaksızca tahriften başka bir şey değildir. Çünkü bu kitap, KKP’nin görüşlerini dile getiren Simon Torres ve Jullo Arende tarafından, “Debray ve Küba Tecrübesi” başlıklı yazı ile Monthly Review’ün 1968 Haziran sayısında çok sert bir şekilde eleştirilmiştir. Bu eleştirinin ana çizgileri şunlardır;

1. Debray’nin “askerî liderliğin temel unsur olması gerekir” önerisi yanlıştır. Tam tersine, siyasal çalışma esastır. Ve askerî yan, politik liderliğe tabi kılınmalıdır.

2. Debray’nin “burjuva şehir-proleter kır”, “Llana-Sierra” şeklinde yaptığı ayrımını, bir sınıf çatışması olarak ortaya koyması, Leninist bir analiz değildir.

Yazının “Kim Kimi Yarattı” başlıklı kesiminde, Debray’nin “Küba”da foco, partiyi yarattı” iddiasının yanlış olduğu belirtilerek, devrim için partinin şart olduğu ileri sürülmektedir. Simon Torres ve Julio Arende, Lenin’in Ne Yapmalı kitabına atıflar yaparak, Debray’nin ekonomist bir görüşe sahip olduğu sonucuna varmaktadırlar.

Ancak bütün ülkelerin pasifistleri, bu farklılıkları görmemezlikten gelerek Debray’nin dogmatik formülasyonları ile Latin Amerika'daki proleter devrimci çizgiyi özdeş tutmaya çalışmaktadırlar. Örneğin, Progressive Labour adlı Amerikalı sözüm ona “Mao”cu bir parti, bütün bu farklı ideolojileri Debreizm başlığı altında toplayarak F. Castro, Che Guevara ve arkadaşlarını sol oportünizmle(!) suçlamaktadır.[5] Ve ülkemizde de, kampüs “Mao”izminin şubesi olan yeni oportünizmin sözcüleri, tıpkı Amerikalı ideologları gibi, bu farklı ideolojileri (yani A. G. Frank, Debray oportünist çizgileri ile Kübalı muzaffer proleter devrimcilerinin Leninist çizgisini) karıştırarak, Debray’nin kitabına atıfta bulunarak, F. Castro-Che Guevara’yı eleştirmeye kalkmaktadırlar. Yeni oportünizmin sözcüleri, kırlardan şehirlerin fethedilmesini öneren Latin Amerikalı muzaffer proleter devrimcilerini Debray’nin dogmatik formülasyonları ile mahkûm edip, onların Leninist çizginin dışında olduklarını söyleyerek, büyük proleter devrimcisi Mao Tse Tung’u da Amerikanca yorumlayarak korkaklıklarına ve ihanetlerine ideolojik kılıf bulacaklarını zannetmektedirler!

Emperyalizmin ölüm saatlerinin yaklaştığı bu III. genel kriz döneminde, Marksist-Leninist hareket, yeni oportünizmin iddia ettiği gibi, Castro-Guevara çizgisine karşı verilecek olan mücadele ile değil, modern revizyonizmin şehirlere öncelik tanıyarak, kırlara ikinci dereceden önem veren, köylülerin giderek “Köylü” halkların devrimci potansiyelini küçümseyen “sol”, işçi sınıfının dışında sosyalizme geçişi mümkün görerek barış içinde bir arada yaşamayı savunan sağ çizgilerine karşı, neo-Troçkist, neo-Blankist... kısaca her çeşit sağ ve “sol” sapmalara karşı verilecek mücadeleler ile güçlenecek ve emperyalizmi çökertecektir. Castro-Guevara ve bütün Latin Amerikalı proleter devrimcilerini “sol oportünist” ilan eden ağızlar bütün ülkelerin pasifistleridir!

Mahir Çayan

Dipnotlar
[1] George Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, s. 179.

[2] (A. Propos de la Brochure de Junius C. 1, s:336) Arzumanyan, Dünya Kapitalizminin Bugünkü Bunalımı, s. 2.

[3] Karşı devrimcilerin dikkatini çekmek için bu tip yorumları Ticaret Odalarının bastırdığı anti-komünist broşürlerin yazarları yapmaktadır.

[4] Yeni oportünizmin bir sözcüsü, bizim F. Castro’ya atıfta bulunmamızı eleştirmektedir. Diyelim ki, F. Castro “Sol oportünist”(!). Bir “Sol oportünist”ten aktarma yapmak eleştiri konusu olacak fahiş bir hata mıdır? Hayır. Lenin Ne Yapmalı’da, Marx ve Engels’in hainlikle suçladıkları anti-marksist Lassalle’a atıfta bulunmaktadır. Bu bayımızın mantığına göre Marx’ın ihanetle suçladığı Lassalle’a atıfta bulunduğu için Lenin de aynı oportünist çizgiyi, Lassalle ile paylaşmış olmaktadır.

[5] Progressive Labor’da Debreizmin eleştirisi uzun uzun hikâye edilmektedir. Hatta John Kily imzalı yazıda Che Guevara yalancılıkla bile suçlanmaktadır.

18 Şubat 2011

, ,

Mağrib-Maşrık: Hak ve Şirk


Amerikancı İslam, eşraf İslam’ı, pis saray mollalarının; medreselerin ve üniversitelerin şuursuz sözde mukaddesatçılarının, zilleti kabul edenlerin, sermayenin ve sermayedarlığın mazlumlar ve yalınayaklılar üzerindeki sultasını savunan kişilerin İslam’ıdır.

[Ruhullah Humeyni]


Devrim Ânı

Mısır ve Tunus intifadaları bağlamında, Türkiye özelinde, sağda ve solda yapılan değerlendirmeler gizli bir mesajla maluldürler. Bu mesaj, kendilerini, kendi bütünlüklerini işaretleyen, yücelten birileri çıkar mı arayışının sonucudur. Gelişmelere ilişkin tespitler ve yaklaşımlar böylesi bir gizli mesajı içermektedirler. Verili konumları meşrulaştırmak için istismar edilen intifada, söylenenlerin arkasında, başka bir şeyleri dile dökmektedir.

Yaşanan intifadanın ve kıyamın verili bütünlüklerini parçalamalarına direnen kesimler, kendi ürettikleri etiketleri ilgili olayların üzerine yapıştırmak niyetindedirler. Sağ, politik-yönetsel; sol, toplumsal-muhalif olana odaklanmıştır. Sağ ve solun yatay düzlemde bu denli yarılmış, ayrışmış olması, alt ve üst arasındaki gerilimin ne denli yoğun olduğunun delilidir. Adına, “mazlum”, “mustazaf” ya da “sömürülen” denilsin, alttakiler, sağ ve sol haznelere doluşmaktadırlar. Devrim ânı ise bu ideolojik tercihlerin askıda olduğu bir momenttir. Devrim ânını defterinden, kitabından, ajandasından ve fikriyatından silmiş olanlar, bu tasnife tavdırlar.

Devrim ânına ait yarılma, devrim öncesi ideolojik ayrışmaların altındadır. Gizdedir. Bu gizi açığa kavuşturacak olansa, kitlelerin kolektif isyanıdır.

İdeolojik ayrışmalar, politik tasniflere dairdir ve politik tasnifler, mülkiyet-rekabet belirlenimindeki toplumsal-tarihsel oluşun devrimci varlıkla, mevcudiyetle yarılmasına izin vermezler. Bu mevcudiyet, oluşa ilişkin bir edebiyata bağlanmak istenecektir.

Politik tasnife tabi tutulmuş özneler, önsel bir mülk sahipliği iddiası ile rekabet ederler ya da eşit düzeyde, aynı kulvarda, âdil koşullarda yarışmak için sonsal bir mülkiyet sahipliğine meylederler. Akış, meyil bu yöndedir.

Devrim ânı, mülkiyet ve rekabet ilişkilerinin kırıldığı, askıya alındığı ya da ötelendiği momentlerdir. Bu ânda Tahrir, bir komün sofrasına dönüşür, Sidi Buzeyd ise bir mevziiye.

Ama eğer burada irade ve inisiyatif orta sınıfta ise, sofraya bir tekme vurulur, mevzi ise derhal dağıtılır. Orta sınıf, devrimlerin Aşil topuğudur.

Eğer bir Mısırlı, Tahrir sayesinde Mısırlı olmaktan ilk kez gurur duyduğunu söylüyorsa, bu, dünya pazarında Mısır’ın kötü imajına dönük bir itirazın cümlesi de olabilir. Bu noktada, fakir gencin uzaktan sevdiği kızı son model arabası ile tavlayan zengin çocuğu bir örnek model olacaktır.

Efendiler, kırk sekizde İsrail’i bir üs olarak biraz da bu amaçla yerleştirmiştir bölgenin ortasına. Sovyetler, kendi bağrından çıkan solcu Yahudilerin iradesine güvenip Amerikan karşıtı bir mevzi ummuş, bu arzusu kısa sürede kursağında kalmıştır. Ol Yahudiler fazlasıyla Avrupaîdirler zira.

Bugün İsrail yerine Türkiye sahneye sürülmektedir. Tayyibî ülke, Müslüman coğrafyanın tasfiye olması ve zillete düşmesi için seçilmiştir. Ama gene de Mısır gençliği arasında yapılmış ve Türkiye ile ilgili övgülerle dolu anketlere pek güvenmemek gerekir. Bunlar, alttaki devrimin sancılı yürüyüşünü ezmek için yapılan müdahalelerdir. Bugün Mısır devrimse, Türkiye karşı-devrimdir.

Hak ve Şirk

Mağrip (batı) ve Maşrık (doğu), hak olanla şirk olanın ayrışmasına tanık olmaktadır. Kâbe üzerindeki altın suyuna batırılmış ipliklerle örülü örtüyü hac sonrası aralarında pay eden kralların altından toprak kaymaktadır. Bu, Muhammedî bir kıyamdır.

Mağrip ve Maşrık, hakikî olanın şirke gömülmüş olana başkaldırısıdır. Paranın pulun, malın mülkün saltanatı Ebuzerî isyanın darbeleri ile sarsılmaktadır.

Devrim ânı, bu ayrımla anlaşılmalıdır. Bu ayrım çıplaktır. Yalınayaktır. Her türden kılıflama çabasından uzaktır.

İster sol ister sağ ideolojiye ait kavramlar dünyasına oturtulmaya çalışılsın, Mısır ve Tunus’ta olanlar, alttakilerin kolektif çığlığı olarak dinlenmelidirler. Solun ve sağın kendi tercihlerine kapatılmaya çalışılan gerçeklik inatçıdır ve bu inat hayırlıdır. Soldaki, kemalist aydınlanmadan miras, Arap ve İslam olana iğrenerek bakan gözler, isyan ateşinden kör olmuşlardır. Sağdaki, kemalist modernizmden miras, devrime ve devrimci olana tiksinerek bakan kafalar, yalın ayaklar altında ezilmişlerdir.

Devrim ânı, “emniyet”, “huzur” ve “istikrar” sözcüklerini hiç sevmez. Şirk nizamının emniyeti, huzurlu gidişatı ve istikrarlı varoluşu, devrimin şiddetine çarpıp dağılır. Mesele, bu anlamda despotların, diktatörlerin özel polis teşkilâtlarına sırtlarını yaslayıp yaslamamaları değildir. Mesele, halkların o ân itibariyle, bu emin ve güvenli hâle son vermeleri, huzuru bozmaları ve istikrarı tarumar etmeleridir. Polis güçlerinin tasfiyesi bir işaret, devrimin âyetidir.

Kâğıt üstündeki hak ve şirk ayrımı, o kâğıdın yırtılması suretiyle, verili gerçekte kendisini ele verir. Hak mücadelesi had mücadelesini içerir. Devrim, tarihte ve toplumda açık bir sınır çekmektir.

Ebuzerî isyan, paranın pulun, malın mülkün “Allah”ına “lâ” demektir. Paranın ve metanın sahipliği ile hakikat arasına aklî-vicdanî bir sınır çekmektir. Mağrib’in ve Maşrık’ın tüm damarlarında bu isyanın kanı akmaktadır. Paraya ve mülke başkaldıran bu kan, çöle artık yedirmiştir kendisini. Geri dönüşü yoktur. Devrim, piramitlerin gölgesinde gömülü kölelerin intikamıdır zira.

Tunus ve Mısır’da, başka yerlerde, hak mücadelesi, efendilerin hukukunda pay kapmak için verilmemektedir. Daha doğrusu, sadece bu türden bir mücadeleyi verenlerin gösterildiği bir illüzyon sahnesinin gerisinde, o hukuku imha etme imkânları taşıyan yürüyüşün adımlarını izlemek gerekir.

Ayrışma-Birleşme

Bölünmemiş bütünlük tuzaktır, bütünleşmemiş ayrışma haindir.

Bu anlamda, Arap coğrafyasındaki diktatörlerin kellelerinin çöl kumuna düşmemiş olması, mazlum-sömürülen Müslüman Arap emekçilerin yakın bir zamanda düşecekleri tuzağı işaretler.

Aynı şekilde, coğrafyada, kıyamın uç verdiği noktalar, eylemli bir bütünlüğe doğru evrilmiyorsa, her bir parça harekete en kısa zamanda ihanet edecektir.

Akıbet budur. Dost-düşman, mazlumların kanı yanında efendilerin kanının aktığını görmeli, saflar buna göre netleşmelidir, birilerinin kafasındaki solculuk ve sağcılık ölçütlerine göre değil. Bu olmuyorsa, Mübarek ve Bin Ali Amerikan gölgesine sığınıyorsa, kara gölgeleri ülke üzerinde duruyorsa, kazanılan bir şey yoktur. Bu tuzak, eylem ânında görülmeli, eylem ânında önlenmelidir. Şimdi Tahrir’in hayatın tüm noktalarına uzanan kılcal damarlarda, kan misali, ilerlemesi vaktidir.

Mısır ve Tunus, eskiden İngiliz ve Fransız, şimdilerde Amerikan hâkimiyetinin bölgesel üsleridir. Buralarda tesis edilmiş bulunan devlet teşkilâtının halk ayaklanması içinde zemin bulması en önemli tehlikedir.

Bölge planları açısından bu zemin, çift yönlü olarak, maalesef İslamîdir. Yani birçok örnekte görüldüğü üzere, efendiler, çözmek istediği güçten belli bir payı kendisine tahsis etmekte, çözme ve teslimiyet işlemini o paya yaptırmaktadırlar. En güvenli yol, kestaneleri, ocaktan elini yakmadan almaktır.

Misal, Türkiye örneği üzerinden, halkçı kimi dinamikler ya da mevziler tasfiye edilmek istenmişse CHP ve türevleri, millî olan çözülmek istenmişse MHP ve benzerleri, İslamî olan teslim alınmak istenmişse Millî Görüş ve mahsulleri devreye sokulduğu düşünülürse, genişletilmiş Ortadoğu planı için tüm sınıfî, millî ve dinî dinamiklerin kendi hainlerini efendilerin sarayına uşak olarak yollamış oldukları tespit edilmelidir.

Mücadele sınıf, millet ve din özelinde uç veriyorsa, mücadelenin ezilmesi için sınıfî, millî ve dinî araçlar elbette üretilecektir. Mücadelenin seyri, bu dinamikler içinde belli bir ayrışmayı da koşulluyor olmalıdır. Konuşlanılması gereken yer burasıdır: liberalizm ve muhafazakârlık arasında tercihe zorlanmış kitlelerin devrimin zorunluluğunu idrak edecekleri yer, mücadelenin bizatihi kendisidir. Bu idrak, tampon bölgelerin iğvasından kurtulmalıdır.

Ellilerden sonra devletin sosyalizm hakikatinden zarar görmemesi için gerekli tampon bölge, genelde bir tür İslam, özelde Müslüman Kardeşler’dir. İhvan, devletin siyah bir irin misali halk içine akmasını sağlayan kanaldır. İslam, bu noktada devlettir. İslam’ın özgürleşmesi ideolojik planda devletin serbestleşmesi olarak çınlamıştır. Seyyid Kutub, kendinden menkul bir İslam’ın zayıf imgesi olarak istismar edilmezden önce, tam da bu İslamî hareketin tanık olduğu bir iç devrimdir. Yola döşediği işaretler, yanılgılara ve efendilerin oyununa dairdir günümüzde. “Savaşmadan iktidar olunamadığı gibi silâhsız da özgürlük korunamaz” diyen Hasan Benna, basit bir köy müftüsüdür artık.

Dışarıdan bakıldığında, harç tabakasının duvardaki tuğlaları ayırdığı düşünülebilir ama bu yanılsama, harcın maddî özelliğini ve bu maddiyatla tuğlaları birleştirdiği hakikatini örtmez. Müslüman Kardeşler, sosyalizmin şiddetinden devleti muhafaza etmenin gerekli olduğu dönemin ayıracı, harcıdır. Sosyalizmin üst düzeyde, halktan, onun gerçeğinden uzak bir yücelikte teşkil edilmesi, “İslamî sosyalizm” kurgusunu koşullamıştır. Burada öne çıkartılan ortak ölçü bireydir ve birey, kapitalizmin devleti, batılı sosyalizmin demokrasisidir. Birey ölçüsüne vurulmuş İslamî sosyalizm, birey olamayan ve asla olamayacak mustazafın, ümmetin ve proletaryanın dışındadır.

Bu anlamda zaman, artık yüceliğin payandalarını çökertme, eski sultanların, kralların özel ellere açık kütüphanelerini halka açma zamanıdır. Bu dönemde, bir devlet ideolojisi olarak sosyalizmle gene bir devlet ideolojisi olarak İslam’ın “dostlar alışverişte görsün” anlayışına dayalı muhabbetine itiraz edilmelidir. “Halk anlamaz” diyerek muhafaza edilen amel ve fikriyat, halkın o ameli ve fikriyatı hiç mi hiç anlamamasına hizmet eder sadece. Amacı da zaten budur.

Mısır’daki kıyamın şiddetinin ilk ânda Müslüman Kardeşler’i ürkütmesinin sebebi, buradadır. O da en az Mübarek kadar, devletlû payandalarının sarsıldığını görmüştür. Kolektif örgütlü irade Müslüman Kardeşler’de ise eğer, halk ve devlet ayrımı somutlaşmamış demektir. Müslüman Kardeşler, Türkiye tarihindeki DP-ANAP-Ak Parti çizgisinin oynadığı rolü oynamıştır. Ayrım gene de Müslüman Kardeşler içinden gerçekleşecektir.

Kıyamın uç verdiği noktalar eylemli bir bütünlüğe evrilecekse bu, Gazze’de ve Bağdat’ta duvarları çatlatan çığlıkla buluşmakla mümkündür. Müesses nizamın rol dağıttığı kimi öznelerin devrimci bir kopuşu gerçekleştirmedikleri sürece bu vuslat mümkün değildir. İsrail’in “Süveyş Kanalı’ndan İran savaş gemileri geçecek” yaygarası koparması, Mısır içinde kimi kesimleri korkuya kul etmek amaçlıdır. Korku, korku nesnesine bağlılıkla ilgilidir. İsrail’in bağlı olduğu kurguya “onurlu” bir özne olarak duhul etmek, zaten korkunun iyice içselleşmesi anlamına gelecektir. Eskiden sadece Mübarek korkuyordu, şimdi tüm halk kesimleri bu korkuya bağlanacaktır. Devrim ânının negatif yönü burasıdır.

Hakî Söz

AK Partililer ve onun yandaşları, partinin teorik-ideolojik-politik mevcudiyetinin bir neden olduğu konusunda bizi kandırma derdindedirler. Oysa bu parti, belli ilişkilerin sonucudur ve bütünsel bir hesabın parçasıdır. Tunus ve Mısır’da ayağa kalkan halklar, aynı ölçüde, Tayyip’in de kellesini istemektedirler esasta. Böyle bakılmalıdır. “Model parti ve model ülke” teranelerinin, seçimlere uzanan süreçte, iç siyaset mezesi olmaktan başka bir kıymeti yoktur. Bu görülmelidir.

Yeni devlet, yeni bölge ve yeni nizam için Tayyip timsaldir. O, geçmişin temizlenmesine ve aklanmasına dair bir imgedir. İlgili geçişin yaşandığı eşikte Tayyip, tüm geçmişin düzlenmesi, mermerleşmesi, geleceğin ise tuz buz olmasıdır. Devrimle kaim olan Ortadoğu halkları, özgürleştirdikleri geçmişlerini gelecek olarak bütünlemek derdindeler oysa. Tayyip gibiler bu iradenin düşmanıdırlar. Namaz kıldığı, oruç tuttuğu için “bizdendir” denilen bu politik figürün namazın ve orucun ardındaki hakikati örttüğü görülmemektedir. O perdenin, Mağrip ve Maşrık’ta yırtılan korku perdesi gibi, yırtılması zorunludur. Hakikati örten perde, halkın korkuları sayesinde mevcuttur.

AK Parti ile devrimci İslam arasında tampon bölge olma derdindeki Haksöz’ün telâşa kapılmasının, İslamcılık yapıp kendisini kurtarmaya çalışmasının anlamı yoktur bu noktada. Devrim varken, şapka inkılâpları ile milleti düzleyen despota karşı durduğunu zannedenler, yeni despotun dalkavukluğunu yapmakta, bölgede “devrimin yanlış, inkılâpların doğru” olduğunu telkin etmektedirler. Mustazafların, mezarlık evlerinde yaşayanların sesini, soluğunu Tahrir’de duymayanlar, Tayyip’in hatipliğine kul olmuş durumdadırlar. Onlar, sadece orta sınıfın şımarık mızırdanmalarını duyabilmektedirler.

Meta ve para ilişkilerinde orta sınıf bir konumda olanların siyasî temsiliyetine soyunanları (Müslüman Kardeşler) önemsemek gerektiği söylenmekte, malsız mülksüz, parasız pulsuz yığınların öfkesi boğulmak istenmektedir. Türkiye özelinde onlar, AK Parti’nin sınırları dışına taşan devrimci İslam’ı rehabilite ve terbiye etmenin “hak”ça söylenmiş sözü olmaktadırlar. Bu açıdan Haksöz “haki söz”dür artık. İslam yeşili değil, askerî yeşil! Kimin askeri oldukları ise açıktır.[1]

Janus: Türkiye ve İsrail

Roma mitolojisinin en önemli tanrılarından birisidir Janus. Eşik tanrısıdır. Hem şehrin hem de evin kapısından içeri ve dışarı bakan bir çift yüzdür. Esasta o, insan hayatına, tarihsel çağlara ve iktisadî teşebbüslere ilişkin, somut ve soyut, her türden yeni başlangıcın efendisidir. Janus, bir koşuldan bir başkasına, geçmişten geleceğe geçişin temsilidir. Ocak (January) ayına ismini veren bu tanrı, aynı zamanda barbarlıkla medeniyetin, kırsalla şehirlinin ve gençlikle yaşlılığın arasındaki ara yüzeye dair bir imgedir. Her şeyi kendisinin başlatıp kendisinin bitireceğini zanneden müstekbirin teolojisidir o.

Bölge için küresel efendilerin Janus’u, İsrail ve Türkiye’dir. İki ülke, benzer dinamiklere ve koşullara tabidir. İç içe geçmiş bir tarihe sahiptir. Siyam ikizi gibi yapışıktır. İki ülkeyi dikine kesen hat, batılı efendilerin serbestiyet bölgesidir. Planlar, bu bölgenin salahiyeti uyarınca hazırlanmaktadır.

“Seksenlerde Türkî cumhuriyetler ve Turan masalı milliyetçileri, doksanlarda Avrupa Birliği solcuları liberalleştirmiş, şimdilerde neo-Osmanlıcılık ya da Hizbul Tahrir örneğinde, tarihteki tüm ‘Müslüman’ devletlerin coğrafî haritası aynı şekilde Müslümanları liberalleştirecektir. Mesele, birileri için ülkedeki egemen unsurların önünü açmak, dikkatleri başka yöne çekmek, birilerinin mücadelesini minder dışına atmaktır. Devlet emperyal kapitalizmin kulu oldukça, ona uygun bir millet de kurgulanmak zorundadır.”[2]

Özal üzerinden öne çıkan Sovyetler bakiyesi, “Türkî” cumhuriyetler masalı, Tayyip eliyle “Ortadoğu” masalına dönüşmüştür. İlkinde milliyetçiler erimiş, ikincisinde Müslümanlar çözülecektir. Türkî coğrafya, İsrail’e, Ortadoğu ise Türkiye’ye açılmıştır. Rol paylaşımı bu şekildedir. İlkine itiraz edecek bir Türk, ikincisine karşı çıkacak bir Müslüman kalmamıştır artık. Bu çözülme ve erime, sınıfî olanı da vurmaktadır. Mücadelenin uç verdiği üç zemin, sınıf, millet ve din, bir tür devlet kurgusundan, bir tür demokrasi kurgusuna doğru kapatılmaktadır. Devlet klikleri arasındaki sürtüşmede ve her seçimde aradaki Janus’a adaklar adanmaktadır.

Soğuk Savaş Tezkiyesi

Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nden kasıt, Kuzey Afrika’nın da plana dâhil edilmesidir. Burada kilit nokta, her zamanki gibi Mısır’dır. Ellilerden itibaren ülke tepeden inme bir tür devletlû sosyalizmini tecrübe etmiştir. Bu, esas olarak Sovyetler’le ABD arasındaki pazarlığın bir ürünüdür. Mübarek’in düşmesi, bu pazarlığın geçersizleşmesini ifade eder.

Yakınlarda ifşa olan Sovyet belgelerine göre, Mısır ile ilgili tartışmalarda devletçi sosyalizme meyil veren kesimler, seksenlerde ABD’ye teslim olan kadrolardır. Sosyalizmin alta, halka nüfuz etmesi yönündeki gayretler, bir tür sınıflandırma ile, askıya alınmış, bu boşluğa Müslüman Kardeşler dolmuştur. İdeolojik bir dolgu malzemesi olarak iş gören İhvan, bugün yeni dönemin belirgin bir aktörü olarak, yeniden benzer bir niteliğe bürünmektedir. Halkın devletle arasındaki gerilimin yumuşatılması görevi yerini, küresel sermayenin ülke ile ileride açıktan yaşayacağı gerilimleri yumuşatma görevine bırakmış görünmektedir. Tezkiye, bunun için gereklidir.

Bugün İslamcı basında kimi kalemler, bu devrimin aynı zamanda geçmişte İslamî hareketin solla kurduğu temasın kesilmesi gibi hayırlı bir sonucu olacağını söylemektedirler. Soğuk Savaş’ın buzu çözülmekte, diri ama donmuş olan ilişkiler, eklemler, açıktan kesilmek istenmektedir. İslam’ın ideolojik planda özgürleşeceği günleri özlemle bekleyen kesimler, bu özgürleştirmenin ABD eliyle gerçekleşmesine ses çıkarmamaktadırlar. “Özgür İslam”ın para ve metanın kulu olacağı, bu vaizler eliyle gizlenmektedir.

“Özgür İslam”, çeşitli rekabet ve mülkiyet ilişkileri sonucu özelde marksizm, genelde sol ile kurulan ilişkilerin kesilmesinden memnundur. Ama bu, marksizmin ve solun sömürü ve zulme karşı mücadeleden elini eteğini çekmiş olması ölçüsünde anlamlıdır. Zira İslam da politik ve ideolojik niteliğini tarih boyu bu mücadele bağlamında teşkil etmiştir. Giderek liberalleşen marksistlerden ve soldan uzaklaşmak hayırlı ise de bu uzaklaşmanın, belli bir bölüğün kopartılıp devrimcileştirilmesi ile kıymet kazanacağı kesindir. Düşmanın hamlesi cevapsız bırakılmamalıdır.

Tarih olarak daralan zamana hüküm koymak, bu amaçla, tarihi düzlemek, liberalizmin aslî ajandasıdır. Soğuk Savaş denilen kesitin tüm haritası tabiî ki parçalanmalı ama bu, alttakilerin mücadelesinde temin ettiği mevzilerin de düzlenmesi pahasına gerçekleşmemelidir. Kör nihilizm, cingöz liberalizme hizmet edecektir.

Ancak gene de tarihin zamana doğru açılması, düzlenmesi, tüm pürüzlerin giderilmesi ve zamana hüküm koymak tam anlamıyla hiçbir vakit mümkün değildir. Bu, sadece kapitalizmin kendiliğinden bir “temenni”sidir. Bu “temenni”, liberallerde dillenir.

Bölgenin küresel piyasalara açılması için kilit, Mısır’dır. Buradaki tarihsel ölçekse, Osmanlı’dır. İsyanların ve devrimlerin gerçekleştiği noktalar, Osmanlı sınırları, uç boylarıdır. Efendiler, yeni nizam-ı âlemi eskisine öykünerek inşa etmektedirler. Mısır, kendi cumhuriyetini, M. Kemal’ini, biraz DP’sini bulacağı güne açılmıştır artık. Geçmişten geleceğe, süreklilik arz eden iktidar ilişkileri yeni güne uyarlanmaktadır. Artık gün, bir eli yağda bir eli balda, bir ayağı Londra’da bir ayağı Dubai’de olan yeni yetme şeyhlerin günüdür. Artık harem, kokainli grup seks partileri; divan-ı hümayun, ihalelerin kotarıldığı bir kumpanyadır.

Artık bu Osmanlı, İsmet Özel’in tabiriyle, “Müslüman olmakla Türk olmuş” kavimlerin inşa ettiği devlet değil, emperyalist bir projenin altında uzanan bir haritadan ibarettir.

Mağrip ve Maşrık’ta cereyan eden kıyam, ilgili haritanın da yırtılmasına yazgılı olmalıdır. Bölgenin ortasına yerleştirilmiş Janus heykeli, ayaklar altına alınmalıdır.

Eren Balkır
18 Şubat 2011

Dipnotlar:
[1] Bahadır Kurbanoğlu, “İntifada Ne ‘Ekmek İsyanı’ Ne De Liberal Demokrasi Talebidir”, 6 Şubat 2011, Haksöz.

[2] “İslam ve Sol”, 23 Ekim 2009, İştirakî.

17 Şubat 2011

, ,

Mısırlı İşçilerin İsyanı

Mısır’daki devrim, halkın iradesinin, kararlılığının ve sadakatinin bir ifadesidir. […] Müslümanlar ve Hıristiyanlar bu devrimde birlikte çalıştılar, bu kesimlere İslamî gruplar, seküler partiler, milliyetçi partiler ve aydınlar eşlik ettiler. […] Gerçekte gençler, yaşlılar, din adamları, sanatçılar, aydınlar, işçiler ve köylüler, yani toplumun her kesimi devrimde rol oynadı.

[Hasan Nasrallah, Hizbullah Genel Sekreteri]


Gerçekte Mısır’da yaşananlar ABD’de pek anlatılmıyor, zira bu ülkede olanlar, medyanın bıkıp usanmaksızın yinelemeyi sevdiği “kapitalizm uludur” tezi ile pek uyuşmuyor. Aslında yaşanan ise şu: Vaşington’un rüşvetçilik ve baskı yolu ile ihraç ettiği ekonomi politikaları emekçi halkta rahatsızlığa yol açtı ve bu rahatsızlık Ortadoğu’yu alev alev kuşattı. Mübarek, neoliberalizme karşı mücadeledeki ilk nedendi, ancak onun yanına başkalarının da ekleneceği kesin. Mübarek’in istifası, muhtemelen ordunun tavsiyelerine kulak asacağı, Berlin ve Şikago’daki kodamanların daha fazla kâr elde etmeyi sürdürmelerine ses etmeyip, kuzu gibi fabrikalarına döneceği umulan işçi sınıfına verilmiş bir sus payı.

Ama muhtemeldir ki bu yaşanmayacak, zira Tahrir Meydanı’nda geçirilen on sekiz gün “artık yeter” diye çığlık atan seksen milyonluk ülkenin bilincinde önemli bir dönüşüme yol açtı. Halk uykudan uyandı ve çağıldamaya hazır hale geldi.

Devrim, Tahrir Meydanı’ndaki gösterilerden çok önce başlamıştı zaten. Gerçekleşmesi için epey uzun bir zaman gerekti. Sefalet koşullarına, kölelik ücretlerine ve neoliberalizmin “saray mücevheri” özelleştirmeye karşı her yerde işçiler ayaktaydı. Devlet işletmelerinin özelleştirilmesi, verili ayaklanmanın başlıca nedenlerinden biriydi. Özelleştirme, halkın geçmişin olduğu gibi sürmesine karşı polis copunu tercih etmesine yol açan, yaşam standartlarındaki genel bir çöküşe yol açtı. Olan biteni izah eden bir Foreign Policy makalesinde süreç şu şekilde anlatılıyor:

“Kahire’nin kuzeyinde, şehre birkaç saat uzaklıktaki, El-Mahallet’ül-Kübra’daki giderek büyüme kaydeden fabrikalar, Mısır devriminin kalbi olarak niteleniyor. Eylemci bir işçi olan Muhammed Marai, Tunus’ta devrimin fitilini tutuşturan sokak satıcısının kendisini ateşe verdiği şehre atıfla, ‘burası da bizim Sidi Buzid’imiz’ diyor.

Hattizatında diktatör Hüsnü Mübarek’i iktidardan uzaklaştıran kitlesel ayaklanmanın kökleri yıllar önce bir dizi grevi ve kırsalda önemli halk hareketlerini tetikleyen sözkonusu şehirde bulunabilir. Kübra, devrimin son deminde yaşanan bir dizi gelişmenin de sembolik merkezi niteliğinde: Mısır’ın belli bir bölümünün duraksadığı noktada buradan başlayan grevler sosyal ve ekonomik eşitsizliklere odaklanmayı sürdürdü.

Yirmi dört binden fazla işçi onlarca kamu ve özel tekstil atölyesinde, özellikle Mısır İplik Dokuma tesisinde greve gitti ve altı gün süresince fabrikaları işgal etti. Bu eylemin sonucunda ücret artışı gerçekleşti ve işçiler sağlık yardımı temin ettiler. Benzer eylemlere 2007’de de tanık olundu.

Arap İnsan Hakları Enformasyon Ağı üyesi Cemal Eid’e göre, ‘2008’deki Mahalle grevi sonrası rejimde ilk zayıflama belirtileri başgösterdi.’ O günden sonra Mısır’da hiçbir şey eskisi gibi kalmadı.” [“Egypt's Cauldron of Revolt” -“Mısır’da İsyan Kazanı”-, Anand Gopal, Foreign Policy].

Şimdi de bu hikâyeyi ABD medyasındaki anlatımlarla kıyaslayalım. ABD medyasına göre sözkonusu devrimleri Kahire civarında fısıldaşıp birbirlerine Twitter ile mesaj yollayan bir grup başlatmıştı. Bu, tam anlamıyla saçmalık oysa. Sözkonusu devrimin müesses nizama tabi basının gerçekte olup bitenleri izah etmeyi reddettiği, esaslı bir proleter bir zemini mevcut. ABD medyasında “sınıf”tan söz etmek yasak olduğundan dünya tarihindeki eşitsizlikleri yaratan cepçi baronlarla ilgili çok az şey duyabiliyoruz. Duymadıklarımızı biraz da Michael Collins’ten dinleyelim:

“Mısır, doksanlardan beri, işçi ve köylüler aleyhine olan bir dizi reforma tanık oldu. Hükümet, büyük devlet işletmelerini sattı. Yeni sahipler çok az insanı iş sahibi yaptı. Hükümet büyük toprak sahiplerini koruyan tedbirler aldı ve küçük köylüyü kendi hâline bıraktı.

2004’te hükümet olan, muhafazakâr başbakan Ahmed Nafiz döneminde koşullar daha da kötüleşti. Yeni emek karşıtı yasanın yürürlüğe girmesiyle Mısır’daki sanayi işçisinin üzerindeki baskı daha da arttı. Avrupa Sendikalar Federasyonu, Mısır işçi sınıfına çok az destek verdi ve yerelde yaşanan grevleri kendince geçersiz kabul etti.

2006’da greve çıkan ve eylemlerini 2007’de de sürdüren aynı emek hareketi, asgarî ücretin artırılması ve yüksek yiyecek fiyatlarının protesto edilmesi için ülkede genel grev çağrısı yaptı. Mübarek hükümeti, grev sürecini müdafaa etme arzusuyla fabrikaları işgal eden sınıfın üzerine polislerini gönderdi. Grev çağrısı yapmış olan sendika üyeleri ile polis arasında şiddetli çatışmalar yaşandı. Polis, işçileri gözaltına aldı. Saldırıları, davalar, verilen hükümler ve hapis süreci izledi. Diğer üyeler ise protesto eylemlerine devam ettiler.

Mısırlı bir yazarın tespitine göre, ‘6 Nisan Ayaklanması’nda işçilerin talepleri ile halkın genelinin talepleri çakıştı. Halk yiyecek fiyatlarının düşmesi için çağrıda bulunurken işçiler asgarî ücretin artmasını istediler.’

Ek olarak, 6 Nisan Gençlik Hareketi genel grevin amaçlarını ileri götürme noktasında kilit bir rol oynadı. Bu, ülke genelinde kitleleri eylem alanlarına taşıyan örgütün ta kendisi.” [“Forces Behind the Egyptian Revolution”, - “Mısır Devrimi’nin Ardındaki Güçler”, Michael Collins, The Economic Populist]

Gördünüz mü? Mesele tek başına bir despotu koltuğundan indirmek değilmiş. Mesele, batı medyasında hiç adından söz edilmeyen, sınıf mücadelesi ile ilgiliymiş.

Devrim, örgütlü emeğin yükselişini, Vaşington Konsensüsü’ne karşı cephesel bir saldırıyı ve Mısırlı işçileri ayrışma noktasına iten rejimin tükendiğini işaretliyor. Tüm bunlar bir gecede olmadı elbette; uzun zamandır birlikte çalışan sözkonusu güçler nihayet bugün fitili tutuşturdular.

Bu, hem işçilerin hak ve politik iktidar mücadelesi hem de ücret ve koşulların iyileştirilmesi mücadelesi. Mübarek’in istifası halkı yüreklendirdi ve gerçek yapısal değişimin gerçekleşmesi yönündeki kararlı duruşlarını pekiştirdi. Bu, onların geleceği biçimlendirme noktasında önlerine çıkan bir fırsattır ki bu fırsat tam da Vaşington’un endişe duyduğu şey. ABD destekli STK’lerin ve ajanların aktif olarak Mübarek’i azletmeye çalışmalarının nedeni de bu, zira ilgili kesimler tiranın gönderilmesi sonrası kitlelerin sakinleşeceğini, onların başlarının okşanarak fabrikalara ve atölyelere geri döneceklerini umdular. Oysa süreç bu şekilde işlemedi. İşçiler, Mübarek’in emperyal mekanizmadaki her daim değiştirilmesi mümkün basit bir dişli olduğunun bilincindedirler. Obama tayfasının ve cunta lideri Tatavi’nin tüm gayretlerine rağmen işçi sınıfı şimdiye kadar hiç sakinleşmedi, teslim olmadı ve sistemin bir parçasına hâline gelmedi.

Barnard Koleji’nde siyaset bilimi bölümünde öğretim görevlisi olarak çalışan Mona Gobaşi ile yapılmış mülâkat, Kahire’de yaşananların içeriğine ilişkin önemli bir katkı niteliğinde:

“Bu isyanın belli bir tarih öncesi var. Mısır siyaseti 25 Ocak’ta başlamadı. Esasında Mısır, 2000’lerden beri kapsamlı toplumsal protesto eylemlerine tanık oluyordu. Yaşananlarda yeni bir şey yok bu anlamda. 13 Şubat sonrası da farklı olmayacak. Bu, 2006 ve 2007’de zirveye ulaşmış bir sürecin devamıdır aslında. Eylem sürecine memurlar, polisler ve diğer devlet çalışanları da katıldı ve gösteriler zamanla olağandışı bir niteliğe kavuştu. Tüm bu yaşananlar, eski protesto üslubu ile tümüyle değişmiş bulunan politik ortamın örtüştüğünü gösteriyor. İsyanı önemli kılan da bu.

O hâlde, bugün yaşananların önemini gerçek anlamda kavrayabilmek için bizim onu 2000’de çıkış alan Mısır siyasetinin inşa süreci ve özellikle doksanlarda cereyan eden protesto eylemleri ile bağlantılandırmamız gerekiyor. En büyük protesto eylemlerinden birisi, 1996’daki maden işçilerinin grevi ve bu grev yaşandığı dönemde ülkeyi sarsmayı bilmiş. Elbette bugün kimse hatırlamıyor bu grevi.

Ancak yeniden vurgulamam gerekir ki bizler, İssandr’ın da belirttiği üzere, anayasanın ve meclisin askıya alındığı Mısır siyasetinde gerçek bir devrimci momente, yeni bir döneme giriş yapıyoruz. Fakat bu sefer karşımızda, halkın her bir kesiminin sokaklara dökülüp rejimin değişmesi ile doğan politik fırsattan faydalandığı yeni bir toplumsal yapı var. Halk, bu kez ne yapacağını biliyor. Bakanlarla nasıl görüşülmesi gerektiğinden haberdar. Bir bakan gelip konuşmak istediğinde, kaç insanın sokak köşelerine yerleştirilmesi gerektiğinin bilincinde. Sadece 13 Şubat sonrası Mısır siyasetinin yeniden doğmasından değil, işte tam da bundan ötürü önemli yaşananlar.” [Mona Gabaşi, Democracy Now]

Obama yönetimi devrimin iplerini elinde tutmuyor, aksine o diş etleri ile bağlı devrime. ABD tabanda yaşananlar üzerinde çok az kontrole sahip, tüm gayretleri “ziyanın kontrolü”ne odaklanmış durumda. Obama’nın sürekli aptalca açıklamalar yapıp protestocuları barışa çağırmasının ve suyun durulması için Martin Luther King’in cümlelerine atıfta bulunmasının nedeni tam da bu. Obama kimsenin umurunda değil. O tümüyle konu dışı. Kimsenin, Hillary Clinton’ın “seküler politik partilerin güçlenmesi”ni sağlamak adına kongreden pay ayrılması için yaptığı çalışmalarla ilgilendiği de yok. Tüm bunlar ne için yapılırsa yapılsın, ok yaydan çoktan fırladı bir kere.

Mısır ordusu da kontrol dışı. Bir yandan Tahrir Meydanı’nı selâmlıyor, bir dakika sonra da kitleyi zorla dağıtmakla tehdit ediyor. Ordu stratejiye uygun olarak harekete geçip grevdeki işçileri ezerse işte o vakit başlayacak gerçek devrim. İşte o vakit yeni politik gerçeklik kendisini ele verecek. Sokaklarda dökülen kan kadar hiçbir şey bir sınıfın köklerini canlandıramaz, onun bilincini uyaramaz.

Bir devrimi başlatmanın belli bir yolu ya da devrimin başarısı için belli bir projeden söz edilemez. İnsanların arzuları özgün olduğu için her devrim de birbirinden farklıdır. Rosa Luxemburg da bu yönde bir tespitte bulunuyor:

“Modern işçi sınıfı, belli bir kitaba ya da teoriye göre hazırlanmış bir plan uyarınca yürütmez mücadelesini. Modern işçilerin mücadelesi tarihin ve toplumsal ilerlemenin bir parçasıdır, bizlerin dövüşmeyi öğrendiği yer tarihin, ilerlemenin ve mücadelenin tam orta yeridir. […] Onu övgüye değer kılan özellik işte budur, tam da bu sebeple modern işçi sınıfı hareketi içinde mevcut kültürün bu muazzam parçası çağımızı tarif eden şeydir: büyük işçi kitleleri ilkin kendi bilinci, inancı ve hatta kendi kurtuluşuna ait silâhlara dair anlayışı ile şekil alır.”

Mısır halkı yerinde bir çeviklikle, hükümet güçlerinin karşısına çıkmaktan çekinmiştir. Ancak devletin halkı ezme tehlikesi hâlâ günceldir. İşçiler, kendi taleplerini ortaya koymuş bulunmaktadırlar, bu yeni politik eylemlilik koşullarında hedeflerine ulaşmadan geri dönmeleri de pek muhtemel görünmemektedir. Mübarek’in gidişi işçileri aldatamamıştır. Onlar, “yeni patronun da eskisi gibi” olduğunu bilmektedirler. Sendikalar ve İşçi Hizmetleri Merkezi’nin de kendi manifestosunda tespit ettiği üzere, mesele, “yeterli ücret” ya da “tıbbî bakım” vs. değil. Mısır işçi sınıfı, “sürekli aşağılanarak yaşamayı reddediyor.”

“[…] Özgürlüğün bedelini ödemek ve çilesini çektiğimiz köleliğin sürekli bizleri aşağıladığı bir hayattan bizleri kurtarmak için üç yüz genç insan hayatlarını feda etti. İşte şimdi bizler için yol açıldı. […] Özgürlük sadece gençliğin talebi değil. […] Bizler de kendi taleplerimizi ve haklarımızı dile getirebilmek için özgürlük istiyoruz. […] Böylelikle bizler ülkemizin refahını, ağır çalışma koşullarının sonucunda bizden çalınanların sonuçlarını izleme imkânı bulabileceğiz ve böylelikle adalet duygusu ile yeniden dağıtımı gerçekleştireceğiz. […] Böylelikle geçmişte sürekli zulüm altında yaşayan toplumun farklı kesimleri kendilerine borçlu olunandan daha fazlasını temin ederek, açlık ve hastalığın çilesini gereksiz yere çekmekten kurtulacaklar.” [Merkezin Manifestosu’ndan alıntı.]

Mısır halkı, kendisine borçlu olunanı, özgürlüğü, haysiyeti ve pastadan adilce alacağı payı istiyor. Yaşananların da gösterdiği üzere, alacaklarmış gibi de görünüyor.

Mike Whitney
17 Şubat 2011
Kaynak