04 Mart 2022

Biz Çoğuz Zalimler Az


2016’da Iraklı bir adamla sohbet ettiğimi hatırlıyorum. Almanya’da taksicilik yapıyordu. Denemelerimden birinde ondan şu şekilde bahsetmiştim:

“Geçen ay Berlin'de Iraklı bir taksi şoförüyle sohbet ediyordum. 12 yaşındaki oğlum ve ben Çağdaş Sanat Müzesi'nden otelimize giderken taksiye binmiştik. Taksiciye neden Berlin’e geldiğini sormadan edemedim. Vize almak için geldiğini söyledi. İslam’ı sevmediği için ülkesinden ayrılmak zorunda kaldığını altını çizerek vurgulama ihtiyacı duydu. Müslümanların birbirini öldürdüğünden bahsetti.

Biraz üzgün hissettim kendimi, çünkü bu lafı ‘terörist’ olmadığını kanıtlamak için söylemek zorunda kalmış gibi geldi bana. Ona, kendisi için uygun bir isim olduğu dönemde ABD’nin Saddam’ı desteklediğini söyledim. Ardından ABD’nin, kendi çıkarına geldiği için politikasını değiştirerek ona sırtını döndüğünden bahsettim. Sonra kendisine ‘Taliban, El Kaide, IŞİD, hepsi aynı eski hikâye değil mi?’ diye sordum.

Ardından beklenmedik bir şey söyledi. ‘O bir halk devrimiydi, Saddam’a karşı durduk’ dedi. 1991’deki ilk körfez savaşından bahsediyordu. Hiçbir şeyin insanların istediği gibi gitmediğini, neticede yıkıcı bir ticaret ambargosunun uygulandığını, savaşın bitmediğini, tüm bunların IŞİD’i doğurduğunu anlattı. Sesi tutkuluydu. Sesinde kendimi buldum, onda savaşa ve emperyalizme karşı öfkeyi ve hüsranı hissettim.”

ABD'nin hegemonik dayatmalarına ve ihtiyaçlarına meydan okuyan ülkelere karşı imparatorluğun yürüttüğü savaş, birkaç aşamayı takip ediyor. Hedef kitle, ekonomik ambargo, ticari yaptırımlar, seyahat kısıtlamaları ve liderinin şeytanlaştırılmasıyla temel ihtiyaçlarından mahrum bırakılıyor.

Toplum, kaynakların ve ekonomik faaliyetlerin eksikliği nedeniyle istikrarsız hâle geliyor. Ülkedeki muhalif güçler, emperyalizme kafa tutan “rejime” karşı hareketi “devrim”, “demokrasi”, “özgürlük” vb. adına ivmelendirebilmek imparatorluk tarafından cömertçe finanse ediliyor.

Toplum bölünüyor. Kurumlar, sermayeye hizmet etmek için tavizlerde bulunuyor, böylelikle halkın kafası daha da karışıyor, onu daha fazla açmaza sürüklüyor.

Çoğu zaman bu tarz hamleler müdahalelere karşı çıkanları susturmak için kâfi geliyor ve mevcut düzenin yıkılmasıyla sonuçlanıyor. Toplum, kaynakların sömürülmesi, özelleştirme, finansallaştırma, ucuz emeğin sömürülmesi, ABD askeri üslerinin inşası vb. ile sonuçlanan batılı endüstriler tarafından oluşturulan sömürge politikalarına uyacak şekilde dönüştürülüyor.

Oldukça az sayıda Ortadoğu ülkesi bu tür müdahalelere karşı gelmiş, bu itiraz, neticede vekalet savaşlarına ve batılı askerî müdahalelere sebep olmuştur.

Bu terörle mücadele konsepti, ABD güçlerinin “terörle mücadelenin yasal çerçevesi”ne uygun olarak, dünyaya karşı konuşlandırılmasıyla bugüne kadar devam etti. Kısıtlamalar, havalimanlarında ve başka yerlerde hâlen daha yürürlükte, yasal haklarımız hâlen daha budanmaya devam ediyor.

Çoğumuz, diğer ülkeleri işgal etme, onları sömürgeleştirme ve boyun eğdirme suçlarına karşı sesimizi yükselttik. Şaşırtıcı bir şekilde, “onları işgal etmeseydik, onlar bizi işgal edeceklerdi” iddiasına, onların “terörist” olduklarına dair suçlamalara epey insan itiraz etti.

Dünyanın en zengin ülkelerindeki bazı mazlumların yanı sıra savaşın parçaladığı ülkelerdeki halkların hilâfına, devasa bir kamu projesi olarak yürütülen savaştan muazzam kârlar elde edildi. Ölümlerden ve yıkımdan kimse sorumlu tutulmadı. İnsanları teröristlerden kurtarmaya yönelik mücadele, kendilerine politikacılar, hayırseverler, iş adamları, aydınlar, vatanseverler, akademisyenler vb. diyen katmerli suçluların gücünü ve zenginliğini artırmak için yürürlüğe konulmuş büyük bir kapitalist projeydi.

Neokolonyal şiddetin dayandığı temel zihniyet, hedef alınan ülkelerin halklarına yönelik önyargıları temel alır.

Emperyal politikalara itaat etmeye yemin etmiş “liderler” tarafından yönetilen ülkelerde ikamet eden bu halklar, emperyal kurumların çıkarlarına hizmet etmek için daha sıkı sömürü ve boyun eğdirme önlemlerine tabi tutulurlar. Söz konusu nüfusun açmazları; yoksulluk, toplumsal huzursuzluk ve ekonomik boyunduruktan kaynaklanan yolsuzluk, batılılar arasındaki zihinsel üstünlüğü haklı çıkararak, batılılar tarafından “yardım edilmesi” gereken “barbar” halkın aşağılık bir halk olduğunu kanıtlamak için kullanılır.

Sömürge bir ülkenin lideri, o ülkenin kendi halkına hizmet eden politikalar uygulayarak adaletsiz durumu düzeltmeye çalışırsa, batı otoritesi, böyle bir unsuru ortadan kaldırmak için kendi politikalarını devreye sokacaktır. Politikalar, emperyalist ülkenin halkında varolan önyargılar eliyle desteklenirler.

“Kendi halkını öldürüyor”, “çocukları kurtarın”, “rejim”, “diktatörlük” ve “soykırım” gibi basit sloganlar ve anahtar kelimeler, emperyalist ülkenin halkındaki beyaz kurtarıcı zihniyetin yanı sıra sömürge zihniyetini de tetikler.

Buradan hızla virüsle mücadele dönemi olarak 2021 yılına geçelim. Bugün muazzam miktarlarda servetin zenginlere ve muktedirlere akışına tanıklık ediyoruz. Bu gelişmenin en iyi kanıtı ise çalışanlarına ve müşterilerine müteşekkir olduğunu söyleyen Jeff Bezos’un kârlarındaki hızlı artış.

Ülke genelinde işçileri alaya alan yoğun sömürü, tüm şiddetiyle hüküm sürüyor. Tüm sektörlerde karşımıza çıkan bu sömürü yoğunluğu, küçük toplulukların elindeki işletmeleri yıkıma sürüklüyor, insanları kütleler hâlinde evlerinden barklarından ediyor, onları intihara sürüklüyor, uyuşturucuyla bağlantılı ölümlerin kurbanı hâline getiriyor. Öte yandan, kapanma önemleri şimdi yeniden düzenlenmesi gereken hayati sosyal ilişkilerde hasara yol açıyor.

Virüs, azalan sağlık sistemini maske takmayı, sosyal mesafeyi ve son derece kazançlı deneysel GDO’lu ilâçların enjekte edilmesini dayatan bir yapıya dönüştürdü. Bu süreçte Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi’ne ait Aşıların Olumsuz Etkilerini Raporlama Sistemi’ne virüs öncesinde düşen tüm aşı kaynaklı hasar ve ölüm vakalarının toplamını aşan miktarda hasar ve ölüm sayısına tanık olundu.

Virüse karşı kapanma önlemleri ve kâr odaklı önlemler, genel sağlık sisteminin kapasitesini daha da daralttı, çok sayıda hasta, acil durumlarda hayatî bakım hizmeti alamadı. Hayat kurtarmak adına sağlık sistemi yok edildi, (zerre muhalefetle yüzleşilmeden tele-sağlığa geçiş yapıldı). Bu, mevcut seferberliğin somut bir yönüydü.

Nesiller boyu şirketlerin saldırısına uğrayan eğitim sistemi, akademisyenleri kovmak, dersleri çevrimiçi öğreticilere dönüştürmek ve Dördüncü Sanayi Devrimi için itaatkâr işçiler yaratmak ve yeni bir misyon peşinde koşmak amacıyla gerekli onayı aldı.

Finans kurumu, nüfusun bir veri hâline getirildiği, metalaştırıldığı ve sömürüldüğü dijital alana sürülmesini hızlandırdı. Her sektörde Kovid önlemleri adına kâr amaçlı büyük bir yeniden yapılanma süreci yaşanıyor.

Solunum yolu hastalıklarının çok tehlikeli olabileceğini biliyorum. Kovid öncesi döneme ait makalelere bakarsanız, tesis ve kaynak eksikliğinden dolayı grip salgını riski ile ilgili olarak çığlık atıp duran sağlık uzmanlarından umutsuz çağrılara şahit oluyordunuz. Bugün, Kovid’den sonra, bakım evlerinin kapanması neticesinde büyük ölüm oranlarına ulaşıldı ve o sağlık uzmanlarının öngörüleri gerçekleşmiş oldu. Etkili seçenekler kısıtlanırken, kâr odaklı tedavi seçenekleri teşvik edildi ve daha da fazla ölümle ve hastaneye yatışla sonuçlandı.

Ancak istatistiksel olarak, ABD'deki tüm bu ölümler, ölüm oranındaki yıldan yıla değişiklik aralığını aşmamıştı. Bu önemli gerçek, çeşitli ülkelerde gözlemlenmiştir.

Kovid denilen süreç, muhtemelen insan yapımıdır. Kovid, hıyarcıklı veba ile karşılaştırılabilecek türde ölümcül bir salgın olarak tanımlanamaz. Dolayısıyla güvenilirliği şüpheli PCR testleri tarafından oluşturulan “vakalar”la desteklenen virüs anlatıları tümüyle çöpe atılmalıdır. Zira test, PCR testinin mucidi de dâhil olmak üzere birçok bilim insanı tarafından yüksek oranda eleştirilmiştir. Çünkü PCR testi, DNA parçacıklarını arama süreci dâhilinde gerçekleşen kopyalama işleminin düzeyine tabidir, bu sebeple test, keyfi sonuçlar ortaya koymaktadır.

Yukarıdaki gözlem, kesinlikle dünya çapında çok sayıda sağlık uzmanı, doktor ve bilim insanının görüşlerine dayanmaktadır. En azından bilim alanında Kovid’in her yönü, tedavileri ve kapanma önlemleri konusunda önemli anlaşmazlıklar olduğu kabul edilmelidir.

Ancak bunların hiçbiri, kurumsal düzeyde ciddi bir biçimde incelenmemektedir. Aslında, aşı hasarı vakalarını bildirdiği, tedavi politikalarına karşı çıktığı ve virüsle ilgili yaygın varsayımları sorguladığı için disipline sevk edilen çok sayıda sağlık çalışanı var. Sağlık çalışanları, pratikte birçok yerde resmi Kovid anlatısına uymak zorunda kalıyorlar.

Genel kamuoyu nezdinde mevcut çelişkilerden kaynaklı duygu karmaşası, zamanla hayal kırıklığına dönüştü ve bu hayal kırıklığı, içi resmi anlatılarla, sokağa çıkma yasaklarıyla ve zorunlu aşılamayla dolu düdüklü tencerenin içinde sıkışmış olduğumuza dair hisse sebep olarak öfkeyi artırdı. Yükselen ısı ve basınç, “yeni normal”in dikte ettiği gündelik rutinlerle birlikte, toplumsal dokuyu paramparça etti.

Geçen yıldan bu yana pek çok şey oldu. Ama bir şekilde işler kafamızda doğru yerlere oturmuyor gibi görünüyor.

Zaman ve mekân algımızı her daim olup biten olaylar, günlük rutinler ve ortak bilgilerimiz belirliyor. Bunları kaybettiğimizde, bu belirleyici işaretler olmadan bir dizi unsur ve dinamikle baş başa kalıyoruz.

Ama bizi zaman-mekân algımızı belirleyecek araçlardan mahrum bırakanlar, bize alternatif araçlar temin ettiler. Hayatlarımıza kapanmaların, maskelerin ve sosyal mesafenin damgası vuruldu. “Yeni normal” işte buydu.

Şimdi hayatımızı onunla işaretliyoruz.

Dışarısını ölümcül bir hastalığın sardığını, tek çözümün aşı olduğunu söylediler. Yaşamımız ve ölümümüz, en büyük kurumsal varlıklardan biri olan tıp-sanayi kompleksi tarafından belirleniyor.

Tıpkı terörle mücadelenin, sömürgecilerin çarpık dinî ve kültürel üstünlüğünü meşrulaştıran, beyaz adamın sorumluluğunu insanî bir yükümlülük olarak gizleyen bir tür “haçlı seferi” olarak tanımlanmasında olduğu gibi, virüsle mücadele de “bilimi” yol gösterici güç olarak taçlandırıyor. Bununla birlikte, söylemeye gerek yok, “bilimin” güvenilirliği, ona eşlik eden zenginlik ve kudretin sahip olduğu güçle orantılıdır. Aynı durum, savaşa dair gerçeklerin “gazetecilik” olarak alınıp satılmasında da söz konusudur.

Propaganda amaçlı yalanlar her yanı kuşatıyor, çünkü karşı çıkanlar, güvenlikli sitelerin koruması dışında oldukları için kınanmayı hak eden “ötekiler” olarak damgalanıyor.

Karşımızdaki güç tıp-sanayi kompleksi olarak isimlendirilmeli. Çünkü bu tür bir isimlendirme, bizim kapitalist hegemonya içindeki dinamikleri anlamamıza katkı sunacaktır. Bununla birlikte, söz konusu yapı, aynı zamanda medya-sanayi kompleksinin, STK-sanayi kompleksinin, siyaset-sanayi kompleksinin ve tabii ki askeriye-sanayi kompleksinin oluşturduğu bütünün bir parçasıdır.

Hâsılı, hayatlarımıza, kapitalizm denilen çerçevede kendisini ifade eden “gerçekliği” yöneten oligarklara ait dinamik güçler yön veriyor. Bu kafes, bu oligarkların zorunlulukları üzerinden bizim hayatlarımızı koşulluyor.

Virüs seferberliği, mevcut değerleri, normları ve inançları yok ederek toplumumuzu yeniden şekillendirirken, kurumsal yapılar ve sahipleri, hayatımızı ve ölümümüzü belirleyen mutlak varlıklar olarak kutsanmıştır. Bu nedenle “olağanüstü hâl” ile meşrulaştırılan kararnameler artık kabul edilebilir siyasi araçlardır. Büyük şirketler bu sayede muazzam servetler kazandılar. Tam da bu sebeple hepimiz koyun sürüleri gibi dijital âlem denilen ağıla doğru güdülüyoruz. O ağılda metalaştırılıyor, sömürülmek için koşullandırılıyor, hayatın ve bilinmezin gizeminden kopmuş varlıklar olarak hakikatten uzaklaştırılıyoruz.

Peki ama öfke ve hayal kırıklığı nereye gidiyor?

ABD’deki müesses nizam, mevcut gidişata yönelik giderek kaynayan öfkenin ve hayal kırıklığının gayet farkında. Öfke körükleniyor, insanlar birbirlerine düşman ediliyor, eskiden beri yürürlükte olan ve bir tür toplum mühendisliği aracı olarak kullanılan ve “iki partili düzen” olarak takdim edilen hileye başvuruluyor. Amerikan İç Savaşı’nın hayaletleri, bugün köleleştirme için kullanılan araçları hâlen daha belirliyor. Bir yandan da aynı hayaletler, muktedir sınıfın “demokrasi”, “özgürlük” ve “insanlık” denilen tiyatro oyunlarını sahnelemesine, o imal edilmiş “gerçekliği” yönetmesine imkân sağlıyor.

Bireycilik, kendi kaderini tayin hakkı ve birçok ezilen insanın fedakarlığına dayanan bir özgürlük duygusu, yalnızca ekonomik güvenliği olan insanlara tanınan bir ayrıcalıktır. Bu, Kovid ile ilgili kapanma önlemlerine karşı direnişin gerici bir unsur içermesinin bir nedenidir. Kapanma karşıtı eylemlere katılan kitlenin belirli bir bölümü, hatalı bir değerlendirmeyle, gidişatın sosyalizme veya komünizme doğru olduğunu düşünüyor.

Tuhaf bir değerlendirmeyle kapitalist zulüm, kapitalist düşmanı olmakla suçlanıyor. ABD’deki iki partili mekanizma ve yoğun kısıtlamaları esas alan ağır tedbirlere ihtiyaç duyan, eskiden ekonomik açıdan güvende olan kesime yönelik sömürünün şiddetindeki artış, bu süreçte daha da görünür hâle geliyor.

Cumhuriyetçi eyaletlerin aşıya ve kapanma önlemlerine ilişkin resmi söylemlere karşı çıkması, buna karşılık, Demokrat Partili eyaletlerin resmi söylemlere sıkı sıkıya bağlı kalması, asla tesadüf değil. İlgili eyaletlerde yaşayan halklar, kendilerine yönelik uygulanacak köleleştirme tarzları arasında seçimde bulunuyorlar aslında. Gelgelelim yapılan tercihteki ufak değişiklikler, birbirlerine yönelik, sömürgecilere has nefretin körüklenmesine neden olabiliyor. Tarih boyunca çözüme kavuşturulamamış olan acı, duygusal yük ve kin, içimizdeki “düşmanlar”a karşı hemen kendisine ait ifade kanallarını bulabiliyor.

Malcolm X’in dediği gibi, dişlerini gösterip duran kurtlar ile kurnaz tilkiler arasındaki kavga, öfke ve hüsranı kapitalist çerçeve içinde güvenli bir şekilde farklı yerlere kanalize etmeyi biliyor. Medya, politikacılar ve büyük kurumlar, “pandemi” anlatılarını şu ya da bu şekilde korurken, muhalifleri aşılar ve kapanma önlemleri konusunda şeytanlaştırarak, insanlar arasındaki çatışmaları dikkatli bir şekilde kışkırtıyor.

Bazı insanlar, işlerin daha iyiye gitmeden önce daha da kötüye gitmesi gerektiğini düşünebilir. İşler kesinlikle daha da kötüye gidebilir, ancak görünen o ki, bu, sadece toplulukların daha fazla parçalanması ve kurumların istikrarsızlaştırılması anlamına geliyor; bu da acımasız önlemler için gerekli gerekçelerle birlikte kapitalist tahakküm tarafından insanların çıkarlarının daha fazla aşınmasına imkân sağlıyor. Bu da muhtemelen etrafı yüksek duvarlarla çevrili sitelerde oturan ayrıcalıklı kişilerin yüreğine su serpiyor.

Tabii bu sürece bir de batı emperyalizminin elindeki hegemonik güçleri her daim meşru kılmaya çalışan faşizmin güçlenmesi eşlik ediyor. Bu noktada Trump denilen olgunun şirketlere ait iki parti tarafından da benimsenmekte olan politikaları nasıl dayattığını, bir yandan da narsist ama çökmekte olan imparatorluğa ait bir karikatür olarak algılanan Trump’a yönelik itirazları nasıl meşrulaştırdığını anımsamakta fayda var. Neticede ABD kapitalizmi, emperyalizm yelpazesi dâhilinde sağa sola makul ölçülerde salınarak ilerliyor.

Kısacası Ortadoğu ülkelerini harap edenlere göre her şey kontrol altında. Tek fark şu ki artık hedef biziz. Saldırı altındayız. Bazılarımız, düzen tarafından günah keçisi rolü oynamak için şeytanlaştırılıyor. Bazılarımız, hayat kurtaran ve kendilerini feda eden kahramanlar olarak övülüyor. Toplumlarımız, insanlık ve doğa sömürgecileri tarafından daha fazla tüketilmek üzere yok ediliyor.

Virüsle mücadele, hayat kurtarmak, çevreyi kurtarmak ve insanların geçim kaynaklarını kurtarmak adına büyük miktarlarda kamu harcamalarının elde edilmesine yardımcı olan istikrarsızlaştırma sürecini ve korkuyu ifade ediyor. Oysa hayat da, çevre de, geçim kaynakları da kapitalistlerin vahşi saldırısı altında.

Virüsle mücadele halkın parasını hedef aldığı için kapsamlı bir propaganda bombardımanına tabi tutuluyoruz. Sanki şirketlere ait partilerden birini seçeceğimiz bir seçim sürecinin içine girmiş gibiyiz. Bizden, resmi söylemlere göre hareket edip kapitalist sorunlara bulunan, kapitalistlere kazanç sağlayacak kapitalist çözümlere “evet” dememiz bekleniyor.

İnsanlar kendi aralarında savaşmaya zorlandıkça, politikalara karşı kamuoyunun tepkileri halklar arasında güvenle tüketilmektedir.

Dahası, virüsle mücadele, daimî savaş anlamına geliyor. Akıl almaz “hatalar” yapılacak, orada burada zaferler ilân edilecek, gerçekler uygun olduğunda ortaya çıkarılacak ve gerçeklerin çoğu oligarklar tarafından bu koruma şantajı üzerine kurulu kapsamlı planı desteklemek için çarpıtılacak. Bir adım ileri sonra da bir adım geri atıyoruz; hayatlarımız, “tıbbi kriz”in ıstıraplı tiyatrosunda dönüp duruyor, ama gerçek çözüm asla bu krizde bulunamıyor.

İmparatorluk savaşı kaybedemez, ancak imparatorluğun savaşı kazanmaya da niyeti yoktur, çünkü kazanmak, halk arasındaki iç çatışmanın kontrol alındaki seyrini ve “bizim demokrasimiz” adına kapitalist gündemleri etkin bir şekilde yönlendiren STK-sanayi kompleksi tarafından desteklenen “aktivizm”deki çeşitliliği ortadan kaldırabilir.

Sonuçta, biz çoğuz zalimler az.

Kitleleri para ve şiddetin feodal hiyerarşisi dâhilinde evcilleştirmek için evcilleştirme mekanizması bir biçimde muhafaza edilmelidir. Bu arada, korku, şüphe ve kitleleri ekonomik açıdan boğazlama biçimi alan, geçim kaynaklarımıza yönelik gerçek tehdit, bizi suç örgütüyle yapılan koruma şantajı anlaşmasına zorla da olsa uymak durumunda bırakmaya devam ediyor.

Nihayetinde gidişat, tüm üretim araçlarının, ürünlerinin ve dağıtım sisteminin yönetimi yoluyla türümüzün tam bir evcilleştirilmesi yönünde. Halklar biyoteknoloji prosedürleriyle kendileri birer ürün hâline geldikçe, dijital âlemdeki sosyal ilişkiler, üretilmiş gerçeklikle kusursuz bir şekilde birleşerek, mutlak gücün feodal hiyerarşisini fiilen sağlamlaştırıyor.

Sosyal medya mecralarında faaliyet gösterirken, kimliklerimizi onların çerçeveleri içinde sunarken ve doğal dünyaya fiziksel tepkimizi değiştirmek için bize GDO’lu ilâçlar şırınga edilirken, sonunu hepimizin gayet iyi bildiği o tehlikeli aşamaya girmiş bulunuyoruz.

Ölümcül ambargo ve işgallere maruz kalan Iraklılar ne yapabilirdi? Bu soru artık bizim için de geçerli. Ne yazık ki, imparatorluğun yanında duranların çoğu, hepimizin savaşın hedefi hâline geldiği, toplumumuzun üyelerinin düşman olarak gösterilip şeytanlaştırıldığı, imparatorluğun yeniden yapılanmasını haklı çıkarmak için atılan sloganların, yapılan konuşmaların yinelendiği, sömürgeciler tarafından bir bir yutulsun diye toplumumuzun lime lime edildiği koşullarda, savaşın devam etmesi hususunda hâlen daha ısrarcı.

Pandemi konusunda yürütülen fiili seferberliğe karşı çıkanların, tıpkı esmer insanları bombalamayı reddedenlerin esmer çocukların bir “diktatör” eliyle ölmesine izin vermekle suçlanmasında olduğu gibi, ırkçı, komplo teorisyeni veya faşistler olmakla suçlanması tesadüf değil.

Gerçek düşmanımız, “aşı karşıtları” ya da şirket propagandasını yutan saf insanlar değil. Asıl düşman, insanları sömürme ve onlara boyun eğdirme yöntemlerini uygulamaya devam edebilmek için toplumumuzu biçimlendiren emperyalist oligarklardır.

Hayal gücümüzün son kalıntılarını ortadan kaldırmak, insanlık ve doğa ile olan bağımızı kopartmak için yeni bir kapitalist kafes inşa ediyorlar. Bugün asıl soru şudur: İnsanlığın ve doğanın sömürgeleştirilmesine nasıl karşı koyabiliriz?

Yıkıcı yapısıyla çökmeye mahkûm olan suç düzenine karşı direnişin bir parçası nasıl olabiliriz? Kendimizle, birbirimizle ve doğayla uyum içinde olmanın yollarını nasıl oluşturabiliriz? Böyle bir uyumun hayalini kuran sayısız insan var. Biz, asıl onlarla dayanışma içindeyken güçlüyüz.

Biz çoğuz, zalimler az.

Hiroyuki Hamada
5 Ağustos 2021
Kaynak

03 Mart 2022

,

Liberaller İçin Sosyalizm


ABD’de 2016 yılında yapılan seçimin gerçek kazananı sosyalizmdi. Birçoklarının öldüğünü sandığı bir fikir, Bernie Sanders’ın kampanyası sayesinde politik sahneye hızlı bir giriş yaptı ve neredeyse o sahnede başrolü ele geçirdi.

Aradan dört yıl geçti ve bugün sosyalizm her yerde, ana akım medyanın haber kanallarında arzı endam ediyor, dergilere, konferanslara, partilere ve podcast’lere sızıyor, borç yükü altında ezilenleri inceleyen anketler kapitalizmin reddedildiğini ortaya koyuyor. Sosyalizm bu koşullarda, ister sağın kâbuslarına uzun zamandır giren bir hortlak, isterse düzene isyan eden, eşitlik isteyen kampanyalar biçiminde olsun, şehir, eyalet ve ülke seçimlerinde önemli bir rol oynuyor.

2019’daki konuşmasında Trump, ülkenin en popüler programlarının “sosyalist” olarak nitelendirilen programlar olduğu koşullarda, sosyalizmin Amerika’nın bir numaralı düşmanı olduğunu söyledi.

Peki ama bu hangi sosyalizm?

Kitlesel zemin bulan her türden fikir gibi sosyalizm de farklı insanlara ve partilere farklı şeyleri ifade ediyor. Yaklaşık yüz yıldır uluslararası sol sosyalizmin anlamını, içeriğini ve pratik uygulamalarını tartışıyor. ABD’de yeniden doğma imkânı bulan sosyalizm, terim olarak yirminci yıldaki devlet sosyalizminden Roosevelt’in Yeni Mutabakat’ına, komuta ekonomilerinden ve merkezi planlamadan küçük ölçekli kooperatiflere ve zenginlerden vergi alınmasını öneren yaklaşımlara, devrimci anti-emperyalizmden geçmişin kamusal projelerinin reformist anlamda korunmasına dek geniş bir yelpazeyi kapsıyor.

Günümüzde süren tartışmalarda daha çok köleliğin kapitalist endüstrinin küresel gelişimine yaptığı katkı, işçi sınıfındaki çeşitlilik, ücretsiz çalışan, toplumsal açıdan yeniden üretime katkı sunan emeğin önemi, teknolojinin iki kenarı keskin kılıcı ve iklim değişikliğinin yol açtığı güçlükler gibi başlıklar ele alınıyor. Bu başlıklara bir de reform ve devrim, parti ve sendika ayrıca bir türlü sönümlenmeyen devlet gibi klasik meseleler de ekleniyor.

Martin Hägglund, süren tartışmaya demokratik sosyalizmi seküler bir din olarak gören yaklaşımı ile katkıda bulunuyor.

Birçok sosyaliste göre Marx ve Engels, işçi sınıfı mücadelesiyle ahlakçı ve ütopyacı sosyalistlerin geliştirdiği kapitalizm eleştirisini birbirine bağlamak suretiyle paha biçilmez bir katkıda bulundu.

Marksçı sosyalizm ve komünizm, işçi sınıfının dövüşen teorisidir, sınıf mücadelesi içerisinde kullandığı bir silâhtır.

Buna karşılık, Hägglund’un seküler dini, sınıf mücadelesinin içini boşaltır ve yüzünü yeniden ilk dönem sosyalist reformcularının ahlakî ve manevi kaygılarına döner. Hägglund’a göre demokratik sosyalizm, özgür hayatın maddi ve manevi koşullarını güvence altına alma taahhüdüdür.

Seküler bir din olarak demokratik sosyalizmin üç ilkesi vardır: toplumsal servetin toplumsal düzlemde elde edilebilen özgür zaman üzerinden ölçülmesi; üretim araçlarındaki kolektif mülkiyet ve dağıtım alanına ilişkin olarak dillendirilen “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesi (ki Marx, komünizmi tarif ederken bu sözü aktarır).

Son iki ilkeye baktığımızda Hägglund’un devrimcilerin safında olduğunu düşünebiliriz. Üretim araçlarındaki kolektif mülkiyet ilkesi ise nispeten daha radikal bir talep. Herkese temel gelir, bu talep bağlamında dillendiriliyor. Bu noktada Hägglund’un herkese temel gelir ile ilgili eleştirisinin ikna edici ve gerekli olduğunu söylemek lazım.

“Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesi ise sömürü ve zulüm ile kol kola ilerleyen üretim tarzının devrimci anlamda dönüştürülmesini gerekli kılıyor. Mal ve hizmetleri ücretli emek üzerinden temin eden kapitalizm, aslında baskı olarak görülecek şeyi bir tercihmiş gibi sunuyor: Size “ister çalış ister çalışma, ama eğer çalışmazsan ne evin ne aşın olur, geberir gidersin” diyor.

Ücreti ortadan kaldırmak suretiyle demokratik sosyalizm, herkesin kolektif esenliğe katkı sunacağını umuyor, ama bir yandan da dağıtımla ilgili tartışmaların bu katkıyı sunmasına imkân vermiyor.

Devrimi savunmak, analiz ve örgütlenme çizgisinde ilerlemek yerine Hägglund, toplumsal serveti toplumsal düzeyde elde edilebilen özgür zaman olarak değerlendirmek suretiyle gerçekleşecek dönüşüme destek sunuyor.

Esasında, parti veya hareketin yüzleştiği içinden çıkılması güç zorlukları ile eli kolu bağlanmamış bir felsefeciye hitap eden bir proje bu. Yazarın seküler din olarak gündeme getirdiği demokratik sosyalizm vizyonu, bu anlamda devrimci bir vizyon değil. O daha çok “hâlihazırda sahip olduğumuz, ama aslında henüz netliğe kavuşturulmamış” olduğunu söylediği liberal değerlere bağlı bir isim.

Hägglund da zaten demokratik sosyalizmin üç ilkesinin, liberal demokrasinin ve kapitalist ekonominin kendisini meşrulaştırmak için kullandığı eşitlik ve özgürlük taahhüdünde örtük olarak varolanı açığa çıkarttığını söylüyor. Buradan da yazarımız, alabildiğine bölünmüş ve eşitsiz olan kapitalist toplumu henüz gerçekleşmemiş müşterek taahhütler üzerinden tanımlıyor.

Hägglund da Marx’a atıfta bulunuyor. Ondan istifade ediyor. Marx’ı Marksist materyalizmde eksik olan manevi özü açığa çıkartıp besleyerek “derinleştirdiği” iddiasında bulunuyor.

Oysa bu hamle, Marksizmi derinleştirmek şöyle dursun, onu tahrif ediyor, materyalizmin altını idealizme ait kazma kürekle oyuyor. Marx, burjuvaziyle proletarya, kentle kır, kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki temel maddi ayrımları teorize ederken, Hägglund ideallerin asli birliği üzerinde duruyor, kâra dönük “inancımız”a vurgu yapıyor, değer anlayışının yanlış anlaşıldığını söylüyor. Bu sebeple Hägglund, günümüzde küresel kapitalist sistemi, emperyalizmi, yani ABD’ye ait askerî gücün, bir avuç güçlü devletin, tekellerin ve finans kuruluşlarının ayakta tuttuğu, dünyadaki ısınma ile birlikte gezegeni felâkete sürükleyen, bu anlamda insanlığın büyük bir kısmını sömüren ve yoksulluğa mahkûm eden düzeni politik mücadelenin hedef tahtasına koymuyor, sadece “değer verdiğimiz şeyler sorunlu” diyor.

Hägglund, Marx’ın değer biçimine dair klasik analizinde dile getirilen değer anlayışı karşısında “özgün” bir anlayış ortaya koyduğunu iddia ediyor. Aslında kendisi, Marx’ın genelleşmiş mübadele süreçlerinin bir sonucu olarak görüp eleştiriye tabi tuttuğu değer kategorisini bireyin fani ömrüne ait somut değer anlayışı ile ikame ediyor.

Marx’a göre değer doğrudan ortaya çıkmaz. O her zaman bir başka şeyle ilişki içerisindedir, iç içe geçen birden fazla sürecin toplam hikâyesine ait bir üründür. Değerin bir “öz”ü yoktur. Bu süreçlerin gizli hakikatini bulmak yerine, Hägglund, bireyin fani ömrü dediği başka bir değer anlayışını gündeme getiriyor. Ona göre kapitalist toplumlarda kâr arayışı, bireyin kendi şahsi hedefleri peşinde özgürce koştuğu zaman anlamında özgür zamanın değerli görülmesi gerekirken, emek zamanın değerlenmesini sağlıyor. Bu anlamda kapitalizm, yanlış bir değer anlayışına sahip.

Hägglund, özgün sandığı değerle ilgili yaklaşımının Marx’ın teorisini geliştirmekle kalmadığını, aynı zamanda liberalizmin ve kapitalizmin vaat ettiği içsel hakikati de idrak ettiğini düşünüyor. Ona göre liberal demokrasi, kendisini herkesi özgür bir hayat yaşama imkânı sunacağı vaadi üzerinden meşrulaştırıyor. Kapitalizm ise toplumsal serveti artırdığı iddiası üzerinden kendisine bir kılıf buluyor. Hägglund, demokratik sosyalizmde toplumsal servetin özgür zaman üzerinden değer kazanmasıyla liberal idealin gerçekleşeceğini sanıyor.

Hägglund, aslında liberalizmin ve kapitalizmin taahhütlerini bu kendisine has, tuhaf demokratik sosyalizm anlayışı üzerinden anlamlı kılmaya çalışıyor. Birçok sosyalistin toplumsal ihtiyaçları karşılama fikrine bağlı olduğu koşullarda, Hägglund bireyin özgür zamanıyla ilgileniyor. Marx, ücretli köleliğin işlediği suçlar üzerinde dururken, Hägglund, ücreti özgürce yaşama hakkı üzerinden temellendiriyor. Marx, köleliği kapitalizmin bir pratiği olarak görürken, Hägglund, köleliği kapitalist ilerlemenin geride bıraktığı, geçmişe ait bir şey olarak anıyor. Solun önemli bir kısmı emperyalizme karşı çıkıp uluslararası dayanışma ilişkileri örerken, Hägglund, kitabında da yer alan, kitabın satıldığı şehir listesinden de anlaşılacağı üzere, sadece ABD ile sınırlı bir vizyon sunuyor.

Bu kitabı okuyunca ondan istifade edecek insanlar illaki olacaktır. Lâkin uluslararası sosyalist hareketi güçlendirmek için uğraşan örgütçülerin onu okumaya vakit ayırmalarına hiç gerek yoktur.

Jodi Dean
15 Temmuz 2020
Kaynak

02 Mart 2022

,

Neofeodalizm: Kapitalizmin Sonu mu?


I.

2019 tarihli Capital is Dead [“Sermaye Öldü”] isimli kitabında McKenzie Wark şu soruyu soruyor: “Peki ya şu an kapitalizm koşullarında değil de ondan daha beter bir düzende yaşıyorsak?

Bu kışkırtıcı, bugüne dek mutlak bellediğimiz şeyleri ayaklar altına alan, rahatsız edici soru, antikapitalistleri hiç üzerinde kafa yormadıkları, kapitalizmin bir uzanımı hakkında düşünmeye zorluyor.

Eskiden kapitalizmi komünizmin izleyeceği düşünülürdü, komünizm burada olmadığına göre biz hâlen daha kapitalizm koşullarında yaşamıyor muyuz yani? Bu soru cevaplanmadığı ölçüde politik analize de mani oluyor. Tarihsel determinizmin katı yorumuna karşı çıkıyorsak eğer, bizim kapitalizmin niteliksel açıdan farklı bir şeye dönüşme ihtimalini de göz önünde bulundurmamız gerekiyor.

Wark’un sorusu bizi düşünsel bir pratiğe davet ediyor aslında. Hepimizi kapitalizmin daha kötü bir şeye dönüştüğünü ortaya koyan eğilimleri görmeye zorluyor.

Son on yıl içerisinde gündeme gelen “neofeodalizm” kavramı, genellikle aşırı eşitsizlikle, genele yayılmış güvencesizlikle, tekellerin gücüyle ve devlet düzeyinde yaşanan değişikliklerle ilişkilendiriliyor.

Liberter ekonomist Tyler Cowen’ın dünyada kalıcılaşan aşırı eşitsizliğe, otomasyona dayalı ekonomiye yönelik vurgusundan istifade eden muhafazakâr coğrafyacı Joel Kotkin, ABD’nin gelecekte kitlesel serfliğe doğru evrileceği öngörüsünde bulunuyor. Bu düzende mülksüz alt sınıflar, yüksek gelirli kişilerin ihtiyaçlarının giderilmesi noktasında kişisel asistan, eğitimci, çocuk bakıcısı, aşçı, temizlikçi vs. olarak hizmet etmek suretiyle hayatta kalmaya çalışacaklar. Bu neofeodal kâbustan uzak durmanın yegâne yolu ise Amerika’daki varoşlarda insanların ev sahibi olmasını, yollarının açık tutulmasını sağlayan istihdam düzeyi yüksek sektörlere, inşaat, emlak, petrol, doğal faz ve otomobil, ayrıca şirketlerin elindeki tarım işletmelerine teşvikler verip bu sektörleri düzenlemeci müdahalelerden ari tutmak.

Friedrich Hayek’in sosyalizme yönelik saldırısı dâhilinde üzerinde durduğu serflik denilen hayaletten farklı olarak, Kotkin düşmanı bizzat kapitalizmin içinde arayıp buluyor. Yüksek teknoloji, finans ve küreselleşme, kimi yönlerden sanayi kapitalizminin zuhur ettiği kaotik döneme nazaran hareket önündeki güçlü engelleriyle daha çok feodal yapıya benzeyen yeni bir toplumsal düzen meydana getiriyor. Bu liberterlerde ve muhafazakârlarda karşımıza çıkan muhayyilede feodalizm, eskiden düşman olarak görülen komünizmin yerini alıyor. Merkezîleşmenin yol açtığı tehdidin yanında özel mülkiyete yönelik tehdit de komünizm bağlamında kullanılan ideolojik unsurlar olarak yeniden gündeme getiriliyor.

Bir dizi teknoloji yorumcusu, fosil yakıtlara ve kenar mahallelere onay vermeseler bile, liberterlerin ve muhafazakârların teknolojinin günümüzdeki feodalleşme sürecinde oynadığı role ilişkin eleştirilerini paylaşıyor.

2010’da epey ses getirmiş olan kitabı You Are Not a Gadget’ta [“Sen Bir Alet Değilsin”] teknoloji yazarı Jaron Lanier, internetin köylülerinin ve efendilerinin ortaya çıktığı tespitinde bulunuyor. Bu mevzu, bir avuç teknoloji şirketinin daha zengin, daha istismarcı olması, sahiplerini çalıştırdıkları işçilerin ucuz emeği, kullanıcılarının ücretsiz emeği ve iş imkânı sunuyor diye şehirlerin yaptıkları vergi indirimleri sayesinde milyarderler hâline getirmesi ile birlikte daha fazla gündeme gelmeye başladı. Apple, Facebook, Microsoft, Amazon ve (Google’ın kardeş kuruluşu) Alphabet’in toplam değeri, ABD, Çin, Almanya ve Japonya dışında kalan ülkelerin her birinin servetinden daha büyük. Bu teknoloji devlerinin veya ağalarının ulaştığı etki ve ekonomik ölçek, egemen olduğu iddiasındaki birçok devletin etkisinden ve ölçeğinden daha büyük. Evgeny Morozov, bu şirketlerin ulaştıkları hâkimiyet düzeyi üzerinden “feodalizmin hiper modern formu oluştu” yorumunu yapıyor.

Albert-László Barabási ise özgür seçim, büyüme ve tercihe bağlı ilişkilenme pratiklerinin tayin ettiği karmaşık ağlardan oluşan yapıya dair analizinde neofeodalizm meselesine dayanak oluşturan süreçleri açıklığa kavuşturuyor. Yazara göre bu ağlar, insanların gönüllü bir biçimde birbirleriyle bağlar kurdukları veya tercihlerde bulundukları yerler. Site başına düşen link sayısı zamanla artıyor, insanlar başkalarının sevdiği şeyleri seviyorlar (Mesela Netflix öneri sistemi, tam da bu tespiti temel alıyor.)

Karmaşık ağlardaki link dağılımının ardından güçlünün hukuku devreye giriyor. Bu hukuk bağlamında en popüler olan konu iki kat daha fazla tık alıyor, ona daha fazla link veriliyor. Aynı durum, üçüncü sıradaki için de geçerli. Böylece dağıtım eğrisinin sonundaki konular önemsizleşiyor. “Kazanan hepsini alır” veya “kazanan daha fazla etkiye sahip olur” kanunu dağıtım sürecini biçimlendiriyor. En üstteki en alttakinden çok daha fazlasına sahip oluyor. Dağıtım, zaman içerisinde çan eğrisi şeklini almıyor. Uzun bir kuyruk biçimini alıyor. Bu düzende bir iki milyardere bir milyar güvencesiz işçi düşüyor.

Karmaşık ağların mevcut yapısı, herkesi içermeyi, kucaklamayı öngören pratikleri davet ediyor. Ağa daha fazla konu başlığı girildikçe, en üsttekiler daha fazla ödül kazanıyor. Rekabet kızışıyor. Dikkat, kaynak, para, iş, yani ağa biçim veren her şey için rekabet ediliyor. Böylece özgür seçim, büyüme ve tercihe bağlı ilişkilenme, hiyerarşiyle neticeleniyor. Güçlünün hukukunun belirleyici olduğu dağıtım sürecinde en üsttekiler en alttakilere kıyasla daha fazla şeye sahip oluyorlar.

Bu hukuk, ille de gerçekleşmek zorunda değil. Onun durdurulması mümkün. Ama bunun için politik iradeye, iradenin uygulanabilmesi için de kurumsal güce ihtiyaç var. Oysa yirminci yüzyılın neoliberal politikaları, özgür seçimi, büyümeyi ve tercihe bağlı ilişkilenme pratiklerini durdurmak şöyle dursun onları mümkün kılan koşulları yaratmak için çabaladılar.

Quinn Slobodian’ın Globalists: The End of Empire and the Birth of Neoliberalism [“Küreselciler: İmparatorluğun Sonu ve Neoliberalizmin Doğuşu”] isimli çalışması, neoliberalizmin dünya ticaretini geliştirmek adına ulus-devletlerin ekonomileri üzerindeki otoritesini kırma stratejisinden bahsediyor. Küresel Güney’in sömürgecilik sonrası döneme yeni geçen ülkelerinin tazminatlar, kendi doğal kaynakları üzerinde egemenlik tesis etme, emtia fiyatlarını istikrara kavuşturma ve ulusötesi şirketleri düzenlemelere tabi kılma ile ilgili taleplerinin tehdidini hisseden yetmişlerin neoliberalleri, “ulusal hükümetlerin otoritelerini ortadan kaldırmaya çalıştılar.” Neoliberaller, düzenleme meselesini farklı düzeylerde ele alan bir yaklaşımı ve sermayenin hükümetleri disipline ettiği, ama kendisinin demokratik kontrolden muaf olduğu rekabetçi federalizmi savundular. Slobodian’ın incelediği bu neoliberallerden olan Hans Willgerodt’un ifadesiyle, “yeni rekabetçi federalizm, devletin egemenliğini federal yapılarla paylaşmasına, ayrıca uluslararası hukuka bağlı olmasına ihtiyaç duyuyordu.”

Albena Azmanova’nın Capitalism on Edge [“Kapitalizm Eşikte”] isimli çalışması, neoliberalizmin kökenlerine odaklanmak yerine, pratikte neoliberalizmin güvencesizliğin hâkim olduğu yeni bir tür kapitalizme yol açtığı yolları ortaya koyuyor. Deregülasyonu ve küresel serbest ticareti dayatan politikaların beklenmedik sonuçlara yol açtığı görülüyor. Dünya piyasası “ticaret anlaşmaları ile ulusötesi üretim ağlarına entegre olan ulusal ekonomiler sistemine dönüşüyor.” Bu ağların ulusal ekonomilere yaptığı katkının belirsiz ve müphem olması sebebiyle ulusal ekonomilerin rekabet etme becerisini muhafaza etmesi en önemli politik mesele hâline geliyor. Rekabet etme becerisi devletin hedefi olarak rekabetin kendisinin ve büyümenin yerini alıyor, bu da devletlerin oyun sahasının kendisini veya tekellerin sökülüp atılmasını değil de belirli ekonomik aktörlere, bilhassa kâr amacıyla dünyadaki rekabet sahasında gayet iyi performans ortaya koyacak konuma sahip olanlara yardım yapmayı öne almalarına neden oluyor. Özel sektörün her daim kamusal fonlardan yararlandığını kabul eden Azmanova, kamusal otoritenin şirketlere bu imtiyazı bağışladığı yeni bir kapitalizm biçimi üzerinde duruyor. Devletler, tekellerin belini kırmak için sürece asla müdahale etmiyorlar. Hatta bilâkis, onlara yol açıp ödüller dağıtıyorlar.

Tekellerin belirli sektörlerde birikmesi, eşitsizliğin yoğunlaşması ve devletin piyasaya tabi hâle gelmesi ile birikim süreci de dönüşüyor, bu dönüşümse emtia üretimi kadar kira, borç ve güç aracılığıyla da gerçekleşiyor. Azmanova’nın da vurguladığı biçimiyle, rekabetten ari tutulan, enerji, demiryolu, geniş bant hizmetleri gibi ekonomi sektörlerinin özelleştirilmesi, sahiplerine “imtiyazlı rantiye statüsü” kazandırıyor. Dünya ölçeğinde ise bilgi ve teknoloji sektörlerinde fikri mülkiyet hakları üzerinden elde edilen kira gelirleri, emtia üretiminden elde edilen gelirleri aşıyor.

ABD’de finans hizmetlerinin GSYİH’ye katkısı, mamul ürünlerin yaptığı katkıdan daha fazla. Sermaye, üretim alanına yatırım yapmıyor. Kira olarak tüketilip yeniden dağıtılıyor. Değerleme süreçleri fabrikanın dışına taşıyor, gözetim, baskı ve şiddete tabi, alabildiğine karmaşık, spekülatif ve istikrarsız devreler dâhilinde işliyor.

Kapitalizm kendisini neofeodalizme dönüştürüyor.

II.

“Neofeodalizm” kavramını kullanmamız, günümüzde haberleşmeye veya ağlara dayanan kapitalizmin Avrupa feodalizminin tüm özelliklerini yeniden ürettiğini söylüyoruz anlamına gelmiyor. Esasında tarihçilerin de başarıyla ortaya koyduğu biçimiyle, tek bir Avrupa feodalizmi fikri tümüyle kurgudan ibaret. Farklı baskılara karşı kıta genelinde farklı feodalizmler gelişmiş.

Bugünün kapitalizmini feodalleştiren eğilimler açısından ele almak, iç içe geçen dört özelliğe sahip yeni sosyo-ekonomik yapıyı açıklama imkânı sunacaktır. Bu dört özellik şu şekildedir: Parsellenmiş egemenlik, yeni lordlar ve köylüler, hinterlandizasyon ve felâketçilik.

Parsellenmiş Egemenlik

Tarihçi Perry Anderson ve Ellen Meiksins Wood, egemenliğin parselizasyonunu Avrupa feodalizminin ana özelliği olduğunu söylüyor. Feodal toplum, Roma İmparatorluğu’nun başındaki idarenin “devletin yatayda ve dikeyde parçalı bir yapı olarak işlediği farklı yetki alanlarından oluşan bir yamalı bohçaya izin vermesiyle ortaya çıkıyor. Yerelliklerdeki düzenlemeler farklı biçimler alıyor, örneğin lordlarla krallar, ayrıca lordlarla vassallar arasında sözleşmeye dayalı ilişkiler kuruluyor ve bu ilişkiler bölgesel idareyi tamamlıyor. Hakemlik müessesesi hukuk düzeninin yerini alıyor. Legalite ile illegalite arasındaki ayrım silikleşiyor. Feodal lordlar, yasal baskı üzerinden köylülerden artığı aldığı ölçüde politik otorite ile ekonomik güç iç içe geçiyor. Baskı yasal, çünkü yetki alanları dâhilinde köylülere tatbik edilecek hukuka lordlar karar veriyor. Wood’un ifadesiyle, “Bunun sonucunda emeğin özel kişilerce sömürülmesi pratiği, kamunun idare, yargı ve kolluk gücü sahasında oynadığı rol ile birleşiyor.”

Neofeodalizmde ise toplumun doğrudan politik olan yönü kendisini yeniden ortaya koyuyor. Küresel finans kurumları ve dijital teknoloji platformları borçları, serveti dünyanın en yoksul kesiminden en zengin kesimine dağıtmak için kullanıyorlar. Ulus-devletler, belirli özel şirketlere arka çıkıp onları koruyorlar. Politik güç ekonomik güçle birlikte ve o olarak pratiğe dökülüyor, sadece vergiler değil, cezalar, rehinler, varlıklara el koyma pratikleri, lisanslar, patentler, yargı pratiği ve sınırlar bu uygulamanın sahası hâline geliyorlar. Aynı zamanda ekonomik güç, ondan devletin tayin ettiği hukukun menzili dâhilinde ondan istifade edenlere koruma sağlıyor. Dünyadaki servetin yüzde onu vergiden kaçmak adına offshore hesaplara akıtılıyor. Şehirler ve devletler, Apple, Amazon, Microsoft, Facebook ve Google/Alphabet ile birer egemen devletmiş gibi ilişki kuruyorlar. Onlarla müzakere yürüten devletler, bu şirketleri etkilemeye çalışıyorlar, ayrıca onların kabul ettikleri şartlar üzerinden bu şirketlerle işbirlikleri kuruyorlar. Para sıkıntısı çeken belediyeler, halkın parasına doğrudan el koymak adına, yeni ceza sistemleri geliştiriyorlar, yoksulun sırtına ağır yükler bindiriyorlar.

Punishment Without Crime [“Suçsuz Cezalandırma”] isimli kitabında Alexandra Natapoff, ABD’deki hapishane sisteminde kabahatler kanununun kapsamının oynadığı muazzam rolden bahsediyor. Yoksullar, siyahîler, uydurma suçlarla tutuklanıyorlar, karşı çıkmaları gereken cezaları çekmek, hapiste yatmak istemeyen insanlar ikna edilip suçu kabule zorlanıyorlar. Suçun kabul edilmesi sicile işlenmekle kalmıyor, ayrıca cezaya çarptırılan insanlar, o ücretleri ve cezaları ödeyemedikleri için bir kez daha cezalandırılıyorlar.

Michael Brown’ın katledilmesi sonrası Missouri’nin Ferguson kasabasında yaşanan isyan dalgası kapsamında adaletsizliğin ve yasal hâle gelmiş yasadışılığın kısa bir özetine tanık olmuştuk: “Şehirdeki mahkeme ve polis teşkilâtı, düşük gelirli Afrikalı-Amerikalılardan milyonlarca dolar alıyordu.” Buna karşın polise “gelirleri artırmak için tutuklama yapmaları ve ceza kesmeleri talimatı verildi.” Tıpkı feodal lordlara bağlı yardakçılar gibi polis de halkın elindeki değerlere el koymak için güç kullandılar.

Yeni Lordlar ve Köylüler

Feodal ilişkileri asıl tanımlayan unsur, köylülerin lordlar tarafından sömürülmesini mümkün kılan temel eşitsizliktir. Perry Anderson sömürücü tekelleri lordların kontrolündeki su değirmenlerine benzetir. Bu düzende köylüler, buğdayını lordun değirmeninde öğütmeye, bunun karşılığında para ödemeye mecburdur. Dolayısıyla köylüler kendilerine ait olmayan toprağı ekip biçmekle kalmazlar aynı zamanda, Marx’ın ifadesiyle, feodal lordun üretim sürecinin ve tüm toplumsal hayat sürecinin hem yöneticisi hem de efendisi olduğu koşullar altında yaşamak zorundadır. Kârın emtia üretimi aracılığıyla işçilerden elde edilen artık değere dayandığı kapitalist düzenin aksine feodalizmde değeri lordlar tekel, baskı ve kira yoluyla elde ederler.

Bugünün dijital platformları yeni su değirmenleri, o platformların milyarder sahipleri yeni lordlar, onlar için çalışan binlerce işçi ve onları kullanan milyarlarca insan ise yeni köylülerdir.

Teknoloji şirketleri, işgücünün küçük bir kısmını istihdam etmelerine rağmen muazzam bir etkiye sahiptirler, veri temini, veri madenciliği ve veri kullanımı gibi alanlarla ilgili tüm sektörleri bu şirketler biçimlendirirler. Az sayıda işçiyi çalıştırması, dijital teknolojinin düzeni yeniden feodalleştirme eğiliminin somuttaki bir göstergesidir. Bu düzende sermaye birikimi emtia üretimi ve ücretli emekten ziyade hizmetler, kiralar, lisanslar, ücretler, ücretsiz yapılan (çoğunlukla katılım maskesi ardında gerçekleşen) işler ve doğal bir kaynak olarak ele alınan veriler üzerinden sağlamaktadır. Kendilerini aracılar olarak konumlandıran platformlar, kullanıcı faaliyetleri için gerekli zemini teşkil ederler, ayrıca kişiler arası ilişkilerin kurulması için gerekli koşulları belirlerler.

Google alabildiğine yoğun ve değişen bir bilgi ortamında bilginin bulunmasını mümkün kılar. Amazon, ürünleri kolayca bulmamızı, fiyatları kıyaslamamızı, eski ve adı sanı bilinmeyen satıcılardan ürün almamızı sağlar. Uber, yabancıların aynı araçta yolculuk etme imkânı sunar. Airbnb aynı işi evler ve apartmanlar için yapar. Tüm bu şirketlerse devasa veri üretimi ve dolaşımına tabidirler.

Platformlar, sadece veriye bağımlı olmakla kalmazlar ayrıca o verileri üretirler de. Platformları kullanan insan sayısı arttıkça, bu platformlar daha güçlü ve daha etkili hâle gelmekte, nihayetinde parçası oldukları ortamı dönüştürmektedirler.

Platformlar değere iki kat daha fazla el koyma imkânına sahiptir. Köylülerin başka tercihi olmadığı için mecburen kullandıkları su değirmenlerinden farklı olarak platformlar bankalar, kredi kartları, telefonlar ve yollar türünden kullanılması gereken bir araç olarak takdim ederler, aynı zamanda bu platformlar kullanıldıkça sahiplerine veri üretirler. Kullanıcılar hizmet için para öderler, bunun yanında platform bir de hizmet kullanımı üzerinden üretilen verileri toplar. Bulut platformları kiraları ve verileri tıpkı parsellenmiş topraktan alınan kira gibi toplar.

Uber ve Airbnb bu konuda uç örneklerdir. Bu şirketler hiçbir şeyin sahibi değildir, sadece kendi bakımından, eğitiminden ve araçlarından sorumlu olan, şirket bünyesinde çalışmayan işgücünden istifade etmektedir. Kişi kendi aracı, kişisel kullanım için değildir. O para kazanmak için vardır. Bir kişinin dairesi yaşamak değil kiralanmak içindir. Uber ve Airbnb isimli platformların başındaki lordların elinde sermaye ve veri biriksin diye kişisel mülkler birer araç hâline gelmekte, böylece tüketim maddeleri birikim araçları olarak yeni bir içeriğe kavuşmaktadır. Bu köylüleşme eğilimi, yani kişinin üretim aracına sahip olduğu ama emeğiyle platform sahibinin sermayesini artırdığı bu yönelim kesinlikle neofeodaldir.

Teknoloji devleri sömürücüdür. Tıpkı haraç düzeninde olduğu gibi burada da teknoloji devlerinden kesilen vergiler kısılır ve para toplumdan kesilir. Bu şirketler yüzünden kiralar yükselir, emlak fiyatları artar, ucuz evler, küçük işletmeler silinir, düşük gelirli insanların sayısı artar.

Shoshana Zuboff’un “gözetim kapitalizmi” ile ilgili incelemesi, teknolojik feodalizmin askerlik hizmetleri ile ilgili boyutuna ışık tutuyor. Geçmişte krallarla işbirliği kuran lordlar gibi Facebook ve Google da güçlü devletlerle işbirliği kurmakta, bu güçlü devletlerin hukuken toplayamadıkları bilgileri onlarla paylaşmaktadır.

Neticede bugün ağlar üzerine kurulu teknolojilerin bilgi toplama ve kaynakları sömürme ile ilgili yönü alabildiğine yaygınlaşmış, kaçınılmaz hâle gelmiş, her yere izinsiz girme imkânına kavuşmuş durumdadır.

Bugünkü düzeni düz manada köylüler ve lordlar dönemi olarak niteleyemeyiz elbette ama zenginle fakir arasındaki uçurumun derinleştiği koşullarda şirketleri, sahiplerini ve toprak ağalarını koruyan hukuk düzeninin de katkısıyla işçi sınıfını ve alt sınıfları yoksullaştırdığını, belirli alanlara hapsettiğini görmek gerekmektedir.

Hinterlandizasyon

Neofeodalizmin üçüncü bir özelliği, canlı ve korunaklı merkezleri çevreleyen tarımsal ve ıssız art bölgelerden oluşan ve feodalizmi andıran bir mekânsallıktır. Bunu aynı zamanda şehir ve ülke, kentsel ve kırsal, kent komünleri ve çevredeki kırsal kesim arasındaki bir bölünme veya daha soyut olarak, dışarısı ile duvar örülmüş bir içerisi arasında neyin güvende neyin tehlikede, kimin refah içerisinde kimin tehlikede olduğunu belirleyen bir ayrım olarak da nitelendirebiliriz.

Wood, orta çağ şehirlerinin en temelde “krallar, imparatorlar ve papalar için yürütülen ticaret ve finansal hizmetler aracılığıyla zenginleşmiş hâkim sınıflardan” oluşan oligarşiler olduğunu söyler. “Kırsaldan şu veya bu şekilde servet elde ederek onun üzerinde kolektif bir hâkimiyet kurdular” diyen Wood, ayrıca şehirlerin dışında, dayanılmaz koşullarla karşı karşıya kalarak yaşamak ve çalışmak için yeni yerler arayan, ancak çoğu zaman çaresiz kalan göçebeler ve göçmenlerden söz eder.

ABD hinterlantları, uzun süre kendilerinin ve çocuklarının hayatlarının gerçekten daha iyi olabileceği ümidiyle oyalanmış kapitalist bir geçmişe dair hayallerin mekânlarıdır. Onları daha ucuz emek gücü için geride bırakan endüstriyel bir kapitalizmin kalıntıları arasında hinterlantlar, neofeodalizmin yeni, yoğunlaşmış sömürüsü için olgunlaşmış durumdadır. Artık şeyleri yapmıyor olan hinterlantlardaki insanlar, depolar, çağrı merkezleri, dolar mağazaları ve fast food ile kendilerini idame ettiriyorlar.

Phil A. Neel’in son kitabı Hinterland, Çin, Mısır, Ukrayna ve ABD’nin ortaklaştığı benzer yönelimleri aktarırken, hepsinde aşırı yüklenmenin eşiğinde terk edilmiş virane arazileri ve şehirleri olan bölgelerle karşılaşılabileceğinden bahseder.

Siyasi olarak, hinterlantların çaresizliği, şehirler dışındaki kişilerin, bazen çevresel sorunlar (hidrolik kırılma ve boru hattı mücadeleleri), bazen karadaki sorunlar (özelleştirme ve kamulaştırma), bazense hizmetlerin azaltılması (hastane ve okul kapanması) etrafında şekillenen hareketlerde kendini açıkça gösterir. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki silâh politikası hinterlantları kentlere karşı konumlandırmaktadır. Ayrıca kentler ve hinterlantlar arasındaki ayrımın şehirler içerisinde yeniden üretildiğini de söyleyebiliriz. Bu durum, hem yoksul alanların terk edilmesi hem de kapitalist soylulaştırmanın toprak gaspı içinde yok edilmesinde kendini gösterir. San Fransisko, Seattle, New York, Los Angeles örneklerini düşünürsek, bir şehir zenginleşirken giderek daha fazla insan evsizleşmektedir.

Toplumsal yeniden üretime artan ilgi hinterlandizasyona, yani yaşanabilir bir hayatın temel koşullarını yeniden üretme kapasitesinin kaybına karşılık gelmektedir. Bu durum, artan intihar oranları, anksiyete ve uyuşturucu bağımlılığı, azalan doğum oranları, düşük yaşam beklentisi ve Amerika Birleşik Devletleri’nde psikotik bir toplumsal kendini yok etme hâli olan toplu silâhlı saldırılarda gözlenebilir. Bu, çöken altyapılar, içilemeyen sular ve nefes alınamayacak düzeyde havalarda da görülebilir. Hinterlantlar, insanların vücutları ve kara parçaları üzerine yazılmaktadır. Hastane ve okulların kapanması ve temel hizmetlerin azalmasıyla hayat daha umutsuz ve belirsiz hâle gelmektedir.

Felâketçilik

Son olarak, neofeodalizm boğucu bir felâket hissiyatına bağlı olarak güvensizliği ve kaygıyı da beraberinde getiriyor. Güvensiz hissetmek içinse geçerli nedenler var. Eşitsizliğin giderek arttığı ve ısınmakta olan bir gezegende, toplumsal artık değere kapitalistler tarafından el konulmasının başlı başına bir felâket olduğunu kimse inkâr edemez.

Apokaliptik bir güvensizlik hâlini bir arada tutan ve güçlendiren gevşek ve mistik bir neofeodal ideoloji, okült, tekno-pagan ve anti-modernliğin bağrında şekilleniyor gibi gözüküyor. Örnekler arasında Jordan Peterson’ın mistik Jungculuğu ve Alexander Dugin’in Atlantis ve Hyperborea’sının mitik jeopolitiğini sayabiliriz. Keza PayPal’ın milyarder kurucusu Peter Thiel gibi özgürlüğün demokrasiyle bağdaşmadığını savunan, teknoloji sektöründeki yeni-gericilerin yükselişine de dikkat çekebiliriz.

2012’deki bir derste Thiel, feodalizm ile yenilikçi teknoloji şirketleri arasındaki bağlantıyı açıklıyordu: “Hiçbir kurucu ya da CEO’nun mutlak gücü yoktur. Var olan durum, daha ziyade arkaik bir feodal yapıya benzer. İnsanlar, en tepedekileri her türlü güç ve yetenekle donatır ve daha sonra işler ters gittiğinde de, onları suçlarlar.” Diğer Silikon Vadisi kapitalistleriyle birlikte Thiel, servetini demokratik yaptırımlara karşı korumakla ilgilendiği için, vergilendirmeden kaçmak adına denizde yaşam ve uzay kolonizasyonu gibi göç ve tecrit stratejilerini savunuyor. Aşırı kapitalizm, neofeodalizmin radikal âdem-i merkeziyetçiliğine kadar uzanıyor.

Neofeodal yarılmanın diğer tarafındaki insanlar arasında ise, anksiyete ve güvensizlik hissiyatı; umutsuz ve bitimsiz bir ıstırabı yatıştırmak için kullanılan (uyuşturucu, alkol ve yiyecekler gibi) şeylerden daha az gündemdedir. Emily Guendelsberger, iş yerindeki sürekli teknolojik gözetimin neden olduğu stresi anlatırken, kotaları karşılayamayan, birkaç saniye geç kalan veya sıkça lavaboyu kullanan insanların işten atılma riskini örnek veriyor. “Depresyon ve anksiyete”, bunlar gibi tekrara dayalı, düşük kontrollü, yüksek stresli; teknolojik olarak gözetim altında olan bir çalışma biçimine bağlı işlerle doğrudan ilişkilidir. Ücret hırsızlığının yaygınlaşması sonucunda esnek ve değişken ödemeli diye alkışlanmakta olan belirsiz mesai saatleri, stresli ve hissizleştiricidir. Neofeodal felâket, bireysel ölçek kadar aile ve yerel ölçek de gerçekleşebilir. Birkaç nesil daha bu toplumsal felâketleri yaşadığında ise iklim değişikliği konusunda harekete geçmek daha zor olacaktır.

III.

Bugünkü güvencesiz kapitalizmimizi post-kapitalist, neofeodal bir şey olarak düşünmenin ne gibi bir yararı vardır? Neofeodalizm hipotezi, Kotkin gibi muhafazakârlar için neyi savunmak istediklerini (karbon kapitalizmi ve Amerikan yaşam tarzı) ve kime karşı savaşmaları gerektiğini (orta sınıf üzerinden kendilerini zenginleştiren kapitalist elitlere, yani yeşilci ileri teknoloji girişimcileri ve onların finans alanındaki müttefikleri) belirlemelerine yardımcı oluyor. Neofeodalizm, kapitalist sınıfın fosil yakıtlar, gayrimenkul ve büyük tarım alanları gibi belirli bölümlerine yönelik işçi sınıfının desteğini sağlamayı hedefleyen bir teşhisin parçasıdır.

Sol görüşlüler açısından neofeodalizm kavramı, politik çatışmanın ilk elden neoliberalizmden kaynaklandığını anlamamızı sağlar. Bugünkü büyük yüzleşme, demokrasi ve faşizm arasında gerçekleşmemektedir. Bu formülasyon liberaller arasında popüler olmasına rağmen, finansörler, medya ve emlak grupları, karbon ve teknoloji milyarderleri gibi oligarkların gücü göz önüne alındığında pek de mantıklı görünmez. Günümüze, yükselen faşizmin tehdit ettiği demokrasiler olarak bakmak, küresel olarak şebekelenmiş iletişim kapitalizminin azdırdığı yaygın öfke ve hoşnutsuzluğa dikkat çevirmemizi engelliyor. Sağa yönelen politikleşmenin temelinde ekonomi yatmaktadır. Karmaşık ağlar, aşırı eşitsizliği ve kazananın payın hepsini veya en çoğunu kazandığı türden dağılımları üretiyor. Sağa yöneliş ise eşitsizliğin derinleşmesinin bir karşılığı olarak karşımıza çıkıyor. Solun zayıf olduğu veya ana akım medya ve kapitalist siyasi partiler tarafından siyasi görünürlüğünün engellendiği bir ortamda, halkın öfkesi sisteme saldırmaya istekli başka kesimler aracılığıyla ifade kanalları buluyor. Şu anda, ‘bu başkaları’ aşırı sağcılar.

Dolayısıyla neofeodalizm üzerine düşünmek, bizi aşırı ekonomik eşitsizliğin siyasal toplum ve kurumlar üzerindeki etkisiyle yüzleşmeye zorlar. Milyonlarca insan iklim göçmenlerine dönüşürken ve beklentileri giderek zayıflayıp yalnızca hayatta kalma mücadelesi verirken, milyarderlerin trilyonlarca dolarlık servetleri ile satın aldıkları topraklarda kendilerini tecrit ettiği gerçeğini gündeme almamızı sağlar.

Neofeodalizm bahsi, aynı zamanda emek ilişkilerindeki bir değişikliğe işaret eder. Sosyal demokrasi, emek ve sermaye arasındaki bir uzlaşmaya dayanıyordu. Küresel Kuzey’in çoğunda örgütlü emek bir parça iyi yaşam standardı karşılığında işbirliğine açık bir işçi sınıfı sunuyordu. Emeğin yenilgisi ve buna müteakip, refah devletinin parçalanması, kapitalist sömürü ile uzlaşmayı hedefleyen bir stratejinin iflas ettiğini kanıtlamış olmalı. Yine de bazı sosyalistler, sanki kapitalistler stok yapmayı üretimden daha cazip kılan piyasa mantığına tabi değillermiş de yalnızca incelik olsun diye teslim oluyorlarmış gibi daha kibar ve daha uysal bir kapitalizm umutlarını sürdürüyorlar.

Neofeodal hipotez bize, kapitalizmin sürdürülmesi üzerine kurulacak olan herhangi bir emek mücadelesinin başarısızlığa uğrayacağını gösteriyor. Kapitalizm ise zaten çoktan daha kötü bir şey hâline geldi bile.

Küresel Kuzey’in hizmet ağırlıklı ekonomilerinde çoğunluk, hizmet sektöründe çalışmaktadır. Bazıları, telefonlarının, bisikletlerinin, arabalarının ve evlerinin kişisel mülk olarak karakterlerini kaybederek üretim araçlarına veya rant elde etme araçlarına dönüştürüldüğü bir tablo ile karşı karşıya. Başkalarının sahip olduğu platformlara bağlı olan tüketim kalemleri ve hayatın sürdürülmesi için gerekli olan araçlar, artık platform sahiplerinin birikiminin birer aracı. Çoğumuz, yalnızca yüksek kazançlıların ihtiyaçlarına hizmet ederek hayatta kalabilen mülksüz bir alt sınıfı oluşturuyoruz.

Çalışma İstatistikleri Bürosu tarafından yayımlanan bir rapor, önümüzdeki on yıl içinde en fazla artacak iş alanının sağlık sektörü değil, insanlara banyo yaptırmak ve onları temizlemek gibi bakımları üstlenecek olan kişisel bakım yardımcılığı olacağını belirtiyor. Yönetici sınıfın (temizleyiciler, aşçılar, bakkallar, kasiyerler, teslimatçılar, depo personeli ve diğerlerinden oluşan) muazzam bir hizmet sektörüne bağımlı olması, işçilerin güçlerini yönlendirebilecekleri zayıf noktalar ile yeni mücadele alanlarına işaret ediyor. Hemşireler, Amazon işçileri ve diğerlerinin grevleri, varlıklıların hayatta kalmak için ihtiyaç duydukları araçlara erişimlerini engelleyerek onların kendilerine muhtaç olduğu gerçeğini hedef alıyor. Eğer kapitalist dönemdeki emek mücadeleleri üretim meselesine öncelik verdiyse neofeodalizm döneminde ise hizmet meselesine önem veriyor.

Son olarak, neofeodalizm çağdaş solun temel bir zayıflığını tespit etmemize imkân sağlıyor. En çok geçerliliği olan sol fikirler, neofeodalizme karşı koymaktan ziyade onu onaylayan fikirlerdir. Yerelcilik parselleşmeyi teşvik eder. Teknoloji ve platform yaklaşımları hiyerarşiyi ve eşitsizliği pekiştirir. Belediyecilik, hinterlandizasyon ile bağlantılı olarak kent-kır ayrımını tasdik eder. Geçim ve hayatta kalmaya yönelik vurgular, köy ekonomilerinin gezegenin sadece kentlerde yaşayan yarısı için değil (Kuzey Amerikalıların yüzde 82’si ve Avrupalıların yüzde 74’ü), aynı zamanda iklim değişikliği, savaş ve ticari arazi hırsızlığı nedeniyle yerinden edilen milyonlar için de mantıklı olabileceğini ileri sürer. Öte yandan hinterlantlarda yaşayanların pek çoğu, tarımsal işle hayatta kalamayacakları politik, kültürel, ekonomik ve iklimsel koşullarla karşı karşıyadır. Evrensel Temel Gelir savunulamaz bir ‘hayatta kalma’ yaklaşımıdır. Bu yaklaşım, hinterlantlardaki insanların hayatlarını ancak idame ettirebilecekleri, şehirdeki insanların ise ev sahiplerine teslim etmelerine zar zor yetecek bir gelir vaat etmektedir. Felâketçilik, önümüzdeki birkaç yüz yıl önemli değilmişçesine, umut etmeyi ve çabalamayı aşağılayan, günümüze has, her şeye boş yere itiraz eden, olumsuz yaklaşan tavra yol açar.

Hepsi bir arada düşünüldüğünde, güncel sol fikirler, geçimlik tarım ve el emeği peynir üretimi yapan küçük gruplar önermektedirler. Bu, belki de şehirlerin uç bölgelerinde hayatını sürdürmeye çalışan kapalı yerleşimlerin, kent bostanlarının ya da dronla çalışan teknoloji işçilerinin tecrübe ettikleri şeylerdir. Bu tür gruplar, yaşamlarını müşterek bir şekilde yeniden üretirler, ancak yeniden ürettikleri müşterekler, zorunlu olarak küçük, yerel ve sayıları zorunlu olarak sınırlı olduğu ölçüde münhasır ve özlemleri yaygın olmaktan ziyade kültürel olarak spesifik olduğu içinse elittir.

Düşük ücretli veya ücretsiz emekle uğraşan insanlardan oluşan çok uluslu bir işçi sınıfının kurtuluşuna demirlemiş bir bakış açısının aksine neofeodalizm kavramını popüler sol sahasında kullananlar, bir işçi sınıfı göremezler. Bazı solcuların “çalışma sonrasını hayal etmek lâzım” dediği koşullarda iş denilince akla, romantik ve risksiz tarım faaliyetleri veya “maddi olmayan emek” anlamında teknoloji çalışmaları geliyor. Şimdiye kadar, çağrı merkezinde çalışanların maruz kaldığı ağır ve sıkıcı çalışma biçimi ve bunun yanı sıra Facebook gibi sitelerdeki yasadışı, rahatsız edici içeriklerin gözetimi için gösterilen emeğin travma tetikleyici karakteri “maddi olmayan emek” fikrinin yetersizliğinin reddedilemez olduğunu göstermiş olmalı. Ayrıca çalışma meselesini aşan tahayyüllerin, toplumsal yeniden üretim ve bunun için gerekli olan envai çeşit emeği, altyapının üretimini ve devamlılığını, bunun temelini oluşturan devlet organizasyonunu yok saydığı benzer bir şekilde görünür olmalıdır.

Neofeodalizm hipotezi, bu hâliyle popüler sol fikirlerin hem cazibesini hem de zayıflığını görmemize imkân sağlıyor. Bu fikirlerin cazip gelmelerinin sebebi, baskın bir duyguya hitap etmelerindendir. Bu baskın his neofeodalizm eğilimlerinin bir ifadesi olduğu içinse zayıftırlar.

Tıpkı kapitalizm altında feodal ilişkiler nasıl devam ediyorsa, neofeodalizm altında da kapitalist üretim ve sömürü ilişkileri devam eder. Aradaki fark ise kamulaştırma, tahakküm ve zor gücü gibi kapitalist olmayan unsurların işgücü piyasasında serbest ve eşit aktörlerin ancak bir kurguda bir araya gelebileceğini düşündürecek kadar güçlenmiş olmasıdır. Bu rant ve borç birikiminin kârdan daha fazla olduğu ve böylelikle bir işin ücret ilişkisini giderek aşmakta olduğu anlamına gelir.

Peki kapitalizm küresel olduğunda ne olur? Dijital ağlar ve kişiselleştirilmiş kitlesel medya aracılığıyla insan yaşamının özelliklerini üreterek, kapatarak ve “kazarak” kendi içine kapanır. Bu kendi kendini yeme hâli, çoğunluğun hinterlantlarda başıboş dolaştığı, giderek ruhsuzlaştığı koşullarda, yeni lordlar ve yeni serfler, muazzam servetler ve aşırı eşitsizlik ayrıca bu eşitsizliği güvence altına alan parsellenmiş egemenlik üretir.

Jodi Dean
12 Mayıs 2020
Kaynak

01 Mart 2022

,

Ukrayna’daki Kriz Ukrayna Değil Almanya’yla İlgili


Almanya ve Rusya arasındaki ilişki, ABD’nin uğruna I. ve II. dünya savaşlarına, ayrıca soğuk savaşa girdiği, onun yüzlerce yıldır en fazla ilgilendiği mevzudur. Bizi ancak iki ülkenin birleşmesiyle ortaya çıkacak güç tehdit edebilir. Dolayısıyla birleşmenin gerçekleşmemesi için her şey yapılmalıdır.

[Stratfor Başkanı George Friedman, “Şikago Dışişleri Konseyi’ndeki Konuşmadan”]


Ukrayna krizinin Ukrayna ile bir alakası yok. O genelde Almanya, özelde de Almanya’yı Rusya’ya bağlayan ve adına Kuzey Akım II denilen boru hattı ile ilgili.

Washington, bu boru hattını kendisinin Avrupa nezdinde güçlü olan elini zayıflatacak bir tehdit olarak görüyor. Onu daha başında sabote etmek istemesinin sebebi bu.

Tüm müdahalelere rağmen Kuzey Akım projesi yürürlüğe girdi, şuan çalışmaya hazır durumda. Almanya nihai izni verirse doğal gaz akışı başlayacak. Almanya’da evler ve işletmeler, temiz ve ucuz enerji kaynağına kavuşacak, Rusya da doğal gaz gelirlerinde önemli bir artışa tanıklık edecek. Bu anlaşma sayesinde her iki taraf da kazanacak.

ABD dış politikasında söz sahibi olan güçler, bu gelişmeden memnun değil. Onlar, Almanya’nın Rusya gazına daha fazla bağımlı hâle gelmesini istemiyor, çünkü onlar da biliyor ki ticaret, güven ilişkilerinin, güven ilişkileri de ticaret sahasındaki genişlemenin zeminini oluşturuyor.

Aradaki ilişkiler sıcaklaştıkça ticaret önündeki engeller kaldırılacak, düzenleyici kurallar hafifletilecek, seyahat ve turizm artacak, neticede yeni bir güvenlik mimarisi oluşacak. Almanya ve Rusya’nın dost ve ticaret ortağı olduğu bir dünyada NATO’ya da ihtiyaç kalmayacak. Enerji anlaşmalarının Amerikan dolarıyla yapılmasına veya Amerikan hazinesine koz vermeye de gerek kalmayacak. Ortaklar arasındaki işlemler dolar karşısında hızla değer kaybeden ve ekonomik gücünü önemli oranda yitiren kendi para birimleriyle yapılabilecek.

Biden yönetimi, Kuzey Akım’a işte bu yüzden karşı. Bu, sadece bir boru hattı değil, geleceğe açılan bir kapı. Bu gelecekte Avrupa ve Asya daha da yakınlaşacak, birlikte büyük bir serbest ticaret bölgesi oluşturacak, bu da iki tarafın gücünü ve refahını artırırken, bir yandan da ABD’yi gelişmeleri dışarıdan, eli kolu bağlı bir biçimde izlemeye mahkûm edecek.

Almanya ile Rusya arasındaki ilişkilerin ısınması, ABD’nin son 75 yıldır yönettiği “tek kutuplu” dünyanın sonunun geldiğine dair bir işaret aslında. Almanya-Rusya ittifakı, adım adım uçuruma sürüklenen süper gücün çöküş sürecini hızlandıracak bir tehdit. Washington, bu sebeple Kuzey Akımı’nı sabote etmek ve Almanya’yı kendi yörüngesinde tutmak için elinden gelen her şeyi yapmaya kararlı. Bu, onun için bir beka meselesi.

Ukrayna, tam da bu noktada sahneye çıkıyor. O, Washington’ın Kuzey Akım’ı bombalamak için elde tuttuğu, tercih ettiği bir silâh, Almanya ile Rusya arasına sokulacak bir kama.

İlgili strateji ise ABD dışişleri siyasetinin yıllardır kullandığı el kitabının birinci sayfasındaki kuralı temel alıyor: Böl ve yönet. Washington, Rusya’nın Avrupa’nın güvenliğine yönelik bir tehdit olduğuna dair algı oluşturmaya çalışıyor. Amacı bu. O, Putin’i kolay galeyana gelen, asla güvenilemeyecek, kana susamış bir saldırgan olarak göstermek zorunda. Bu amaca ulaşmak adına medyaya “Rusya Ukrayna’yı işgal etmeyi planlıyor” lafını tekrar tekrar söyletme görevi vermiş.

Oysa Rusya, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından beri hiçbir ülkeyi işgal etmemiş. Ama ABD, aynı dönemde elliden fazla ülkeyi işgal etmiş, kimi yerlerde rejimleri devirmiş. Üstelik dünya genelinde 800’ün üzerinde askeri üssü var. Nedense bu gerçekleri medya dillendirmiyor, onun yerine, durmadan “kötü Putin, yüz bin asker toplayıp Ukrayna sınırına gönderdi, adamın amacı Avrupa’yı kanlı bir savaşın içine çekmek” deyip duruyor.

Tüm bu gemi azıya almış savaş propagandasında amaç, Rusya’yı tecrit etmek, şeytanlaştırmak, nihayetinde küçük parçalara bölmek için kullanılabilecek bir kriz imal etmek. Ama şunu da görmek lazım: asıl hedef Rusya değil, Almanya. Michael Hudson bu meseleyi güzel özetliyor:

“ABD’li diplomatların elinde kalan tek seçenek, Avrupa’nın Rusya’dan mal satın alınmasına mani olmak için Rusya’yı askerî planda bir cevap geliştirmesi konusunda tahrik etmek, ardından da bu alınan intikamın ulusal ekonomiyle ilgili her türden çıkarın ötesine geçtiğini söylemek. 27 Ocak günü dışişleri bakanlığının düzenlediği bir basın konferansında şahin bir siyasetçi olan eski dışişleri sözcüsü Victoria Nuland şunu söyledi: ‘Eğer Rusya, Ukrayna’yı şu veya bu şekilde işgal edecek olursa, Kuzey Akım II projesi bir adım ilerleyemez.”

Her şey bu kadar basit ve yalın aslında. Biden ekibi, “Kuzey Akım’ı sabote etmek için Rusya’yı askerî planda bir cevap geliştirmesi konusunda tahrik etmek istiyor.” Bu da bize, Putin’in Ukrayna’nın doğusundaki etnik açıdan Rus olan halkın korunması amacıyla sınır boyunca asker göndermesi konusunda provoke edileceğini ortaya koyuyor. Eğer Putin yemi yutarsa, ona hızlı ve sert bir cevap verilecek. Medya, yapılan hamleyi Avrupa’ya yönelik bir tehdit olarak takdim edecek, bir yandan da dünya genelinde liderler Putin’i “yeni Hitler” olarak gösterip eleştirecek. Washington’ın stratejisinin özeti bu. Tüm süreç tek bir hedef, Alman cumhurbaşkanı Olaf Scholz’un Kuzey Akım’a nihai onayı verme süreci ardından projenin yürürlüğe girmesini imkânsızlaştırma hedefi doğrultusunda yönetilecek.

Washington’ın Kuzey Akım’a itirazına dair sözlerimize kimi okurlar, Biden yönetiminin neden senenin başında kongrede bu projeye yönelik daha fazla yaptırımın uygulanmaması için çalışma yürüttüğünü sorabilirler. Bu sorunun basit bir cevabı var: İç siyaset. Almanya, bugünlerde nükleer santrallerini söküyor ve enerji açığını gidermek için doğal gaza ihtiyaç duyuyor. Ayrıca, ekonomik yaptırım tehdidini dışarının içeriye müdahalesi olarak algılayan Almanlar, bu tür tehditlerden bıkmış durumda. Bugün sıradan bir Alman, “ABD bizim enerjiyle ilgili kararlarımıza neden karışıyor?” diye soruyor ve “Washington kendi işine baksın, bizim işlerimize burnunu sokmasın” diyor. Her makul insan, bugün buna benzer şeyler söylüyor.

Al Jazeera konuyla ilgili şu haberi yapıyor mesela:

“Almanların büyük bölümü projeye destek veriyor, boru hattına zenginlerin belirli bir kısmı ve medya karşı. […] Konuyla ilgili olarak, Alman Dış İlişkiler Konseyi’nde Rusya ve Doğu Avrupa uzmanı olarak çalışan Stefan Meister, ‘ABD yaptırımlardan bahsettikçe veya projeyi eleştirdikçe, Alman toplumundaki desteğini yitiriyor’ diyor.”

Kamuoyunun Kuzey Akım’a arka çıkması, Washington’ın yeni bir yaklaşım geliştirmeye karar vermesini izah ediyor. Yaptırımların işe yaramayacağını gören Sam Amca, B planına geçiyor. Bu plan da Almanya’yı boru hattının açılışını durdurmaya mecbur edecek büyüklükte bir dış tehdit meydana getirmek üzerine kurulu. Dürüst olmak gerekirse bu strateji, çaresizliğin ürünüymüş gibi görünüyor. Ama gene de Washington’ın bu planda sebat etmesi herkesi etkilemeli. Nihayetinde son çare olarak başvurulan bu plandan henüz kimse vazgeçmiş değil. Görünüşe göre son bir hamle daha yapılacak, yol alınıp alınmadığına bakılacak.

Pazartesi günü [7 Şubat] Biden, Beyaz Saray’da Alman cumhurbaşkanı ile ilk ortak basın konferansını düzenledi. Bu konferans öncesi epey gürültü kopartıldı. Her şey, Biden’ın cumhurbaşkanını ABD politikasına uygun bir çizgiye getirmek için kullandığı mevcut “kriz ortamı”nın oluşturulması için ayarlanmıştı. Hatta yaklaşık bir hafta önce Beyaz Saray sözcüsü Jen Psaki birkaç yerde çıkıp “Rus işgalinin eli kulağında” olduğunu söyledi. Psaki’nin yorumları ardından, dışişleri sözcüsü Ned Price, istihbarat kurumlarının kendisine Rusya destekli bir “yanıltma harekâtı” ile ilgili detayları sunduğundan ve bu harekâtın yakın bir gelecekte Ukrayna’nın doğusunda gerçekleşeceğinden söz etti. Price’ın uyarısı sonrası, Pazar sabahı ulusal güvenlik danışmanı Jake Sullivan, “Rus işgali her an gerçekleşebilir, yarın bile başlayabilir” dedi. Bu sözler, Bloomberg News’in “Rusya Ukrayna’yı İşgal Ediyor” türünden, tümüyle yanlış ve sansasyonel bir manşeti atmasından günler sonra edilmekteydi.

Sürecin adım adım nasıl örüldüğü açık değil mi? Bu temelsiz iddiaların, kendisine yönelik tehdidin farkında olmayan, yürütülen kampanyadan bihaber olan Alman cumhurbaşkanına baskı uygulamak için dillendirildiklerini görmemek için idraksiz olmak gerekiyor.

Tabii adama son bir tokadın atılması gerekiyordu, onu da Biden attı. Konferansta Biden, “Eğer Rusya Ukrayna’yı işgal ederse […] Kuzey Akım II diye bir şey kalmaz. Onu sonlandırırız” dedi.

Demek ki bugün Almanya’nın uygulayacağı politikayı Washington belirliyormuş!

Bu kibrin kabul edilir bir tarafı yok.

Alman cumhurbaşkanı, Biden’ın sözü karşısında afalladı. Bu da onun söz konusu cümleyi daha önce duymadığını gösteriyor. Daha önce duymuş olsaydı bile Scholz, Kuzey Akım’ın iptal edilmesi kararına onay vermez, boru hattının adının anılmasını bile istemezdi. Biden, halkın gözü önünde dünyanın üçüncü büyük ekonomisinin liderini köşeye sıkıştırıp yumruklayabileceğini düşünmüşse eğer, yanıldığını söyleyelim. Almanya, kendisine uzak olan Ukrayna’da ne tür fırtınalar koparsa kopsun, Kuzey Akım projesinin yürürlüğe girmesiyle ilgili kararına bağlılığını sürdürüyor. Ama tabii bu durum her an değişebilir.

Her şeyden önce Washington’ın yakın gelecekte ne türden fitnelerin peşinde olacağını, Almanya ile Rusya arasına kama sokmak amacıyla kaç insanın canına kıymayı planladığını, Biden’ın Amerika’nın çöküş sürecini yavaşlatıp yeni bir çok-kutuplu dünya düzeninin ortaya çıkışına mani olmak adına ne tür riskler alma niyetinde olduğunu bilmiyoruz. Önümüzdeki haftalar içerisinde her şey olabilir. Bu dönem her şeye gebe.

Şuan için Almanya avantajlı konumda. Meselenin nasıl çözüleceğine ilişkin kararı Scholz verecek. Alman halkının çıkarlarına hizmet edecek siyaseti mi uygulayacak, yoksa Biden’ın gözünün yaşına bakmadan büktüğü kolun acısıyla ona teslim mi olacak? Bugünlerde canlı olan Avrupa koridorunda yeni ittifakların kurulup güçlenmesini sağlayacak yeni bir yola mı girecek, yoksa Washington’ın zıvanadan çıkmış jeopolitik hırslarına destek mi sunacak? Almanya’nın yeni ortaya çıkan birçok güç merkezinin dünya yönetiminde eşit paya sahip olacağı, liderlerin çok farklı ülkelerin söz sahibi olduğu, herkes için barışçıl kalkınmayı ve güvenliği esas alan düzene bağlı kalacakları yeni dünya düzeninde öncü bir rol mü üstlenecek, yoksa raf ömrünü doldurmuş olan, II. Dünya Savaşı sonrası oluşmuş, paramparça durumdaki sisteme payanda olmaya devam mı edecek?

Sonuç ne olursa olsun, şurası kesin: Almanya’nın alacağı karar hepimizi etkileyecek.

Mike Whitney
11 Şubat 2022
Kaynak