10 Şubat 2021

Popper’nın Açık Toplum ve Düşmanları’nın Eleştirisi

Kabul etmem gerekir ki Karl Popper’nın Açık Toplum ve Düşmanları isimli eserinin ilk cildine biraz şüpheyle yaklaşıyordum. Bendeki şüpheye esas sebep olansa (bilhassa onuncu bölümde, o da müphem ifadelerle dile getirilen) “açık-kapalı” ikiliği idi.

Kırklı yılların başlarında kaleme alınmış olan kitap, açık ki dönemi için önemli bir çalışma, totaliter “ütopyacılık”la (ve bazen ona eşlik eden etnik-ırkçı “temizlik”le) ilgili kimi faydalı şeyler içermiyor değil.

Bu makale, sadece Platon’un Büyüsü başlığını taşıyan birinci cildin eleştirisi ile sınırlı. Popper’nın Platon’un Cumhuriyet ve Yasalar isimli çalışmalarını yirminci yüzyıldaki kolektivist-milliyetçi diktatörlükler için bir plan olarak sunma konusunda yaptığı tercih, kanaatimce yanlış. Evet, Platon “ırkın ıslahı”nı, topyekûn beyin yıkamayı (düşünce kontrolünü), katı bir kast sistemini ve benzerlerini savunan bir isim, ama Popper’nın da kifayetsiz bir tarihselci olduğunu söylemek gerekiyor. Her şeyden önce Platon’un siyaseti, en nihayetinde Orfeusçu-Pisagorcu metafizik üzerine kuruludur, bu anlamda da zamansız, saf, kusursuz bir tasarıma sahip olan Devlet, nihai gerçeklik olarak görülen mutlak biçimleri ve fikirleri yansıtır.

Bence bir diğer büyük başarısızlık da Popper’nın etnik kimlik, paylaşılan kültür, “milliyetçilik”, “grup egoizmi” ve benzerlerinin her türden tezahürünü içine alan, ama aslında zaten belirsiz olan “kabilecilik” terimini kullanmasıdır.

Popper kitabında köle sahibi, “demokratik Atinalıları hayranlıkla anıyor ve onların başına bir hale geçiriyor. Ama öte yandan Spartalılara verip veriştiriyor ve onların tehlikeli, akıldışı kabileciliğini yerden yere vuruyor. Sonra da Spartalıların karşısına cahil kabilecileri “demokrasi” ile tanıştıran Atina emperyalizmini çıkartıyor.

Yalnız Milos adasının kıyımdan geçirilen halkının tanık olduğu şey, demokrasi değil. Atina demokrasisini öve öve bitiremeyen Popper, Atina’nın ekonomisinin kölelik üzerine kurulu olduğunu laf arasında dillendiriyor (Elen olmayan köleler, şehir nüfusunun büyük bir çoğunluğunu oluşturuyorlar).

Popper’nın idolü ise emperyalist yönetici Perikles. Vatandaşlığı yerli Atinalılardan doğanlarla sınırlandırmış olan Perikles’in bu tutumunu Popper, “halkın kabileci dürtülerine verdiği bir taviz” olarak nitelendiriyor. (Popper ayrıca Atinalı kadınların vatandaşlık haklarından mahrum edilmesi konusunda tek bir laf etmiyor.

Karl Popper kitabında tarihin basit bir sıçramayla Platon’dan Rousseau’nun “Genel İrade”sine (oradan da Robespierre gibilere) vardığını söylüyor. Peki ama Avrupalı toprak sahibi aristokrasiler ile saray arasındaki asırlık iktidar mücadelelerine, kendi iktidarlarını (sonrasında Popper’nın görmezden geldiği bir mesele olarak tektanrıcılıkla sağlamlaştıran) “kutsal hak” ile meşrulaştıran krallıklarla verilen kavgalara ne diyeceğiz?

“Kutsal” imparatorlar, çoğunlukla şehirli, çok dilli, halkları yönettiler (şehirlerse bulundukları bölgenin pazarları idi). Bu noktada ticaretin döndüğü pazarlardan bağımsız olarak, gerçek bir “açık toplum”un merkezsiz bir politik iktidara, okuryazarlığa ve kütüphanelere, aynı zamanda tektanrıcılık karşısında tercihen sekülerleşmiş bir çoktanrıcılığa ihtiyaç duyduğunu söyleyebiliriz, lâkin Popper, bu meseleleri derinlemesine tartışma gereği duymuyor.

Aslında ben Popper’yı temelde Max Weber, Tonnies, Simmel ve Durkheim gibi büyük sosyologlarla kıyaslandığında, tarihsel ayrıntıları somutlaştırmasındaki eksiklik sebebiyle eleştiriyorum. Bu sosyologların gelişkin teorileri, cemaat, toplumsal düzen, ulusal dayanışma ve “modernite” gibi başlıklarda, Popper’nın teorisini fersah fersah geride bırakıyor.

Üstelik Popper’nın ilgili kitabı yazdığı dönemde sosyoloji ve psikoloji üzerine kalem oynatan Frankfurt Okulu mensupları, faşizm, totalitarizm ve “otoriter kişilik” gibi başlıklarda oldukça etkili teoriler geliştirmişlerdi. (Bu konuda bir kıyaslama için Erich Fromm’un Özgürlükten Kaçış isimli 1941 tarihli çalışmasına bakılabilir.) Öte yandan Popper, “kabileci” (kültürel) irrasyonalizme yönelik dindirilemeyen nefreti yüzünden modern kapitalizmin irrasyonel, kültürel kökenlerini de görmezden geliyor gibi görünüyor (bu konuda Max Weber’in 1905 tarihli Protestan Ahlâk ve Kapitalizmin Ruhu’na bakılabilir.)

Popper’nın bahsini ettiği ve eleştirdiği “kapalı toplum”, alabildiğine milliyetçi, dar görüşlü, kutsallaştırılmış bir öğretiye yaslanan, dış etkilere karşı sınırlarını kalın çizgilerle çizmiş bir toplumdur.

Oysa bugün dünyada totaliter toplumlar, ulusötesi şirketlerin aracılık ettiği “ticaret anlaşmaları” sayesinde dünya ticaretinde büyük oyuncular hâline gelebiliyorlar. Gorbaçef öncesi Sovyetler, birçok bakımdan “kapalı” olsa da, ilkesel açıdan, genele teşmil edilmiş bir sınıfsal eşitlik ve “Sovyet hümanizmi” adına etnik bağlılıkları aştığını iddia edebiliyordu.

Popper’nın genel şeması ve tarzının beni hayal kırıklığına uğrattığını söylemeliyim. Kendisinden, önde gelen bilim insanlarından çok sayıda metin içi alıntı ile argümanlarını güçlendirecek daha bilimsel bir titizlik bekliyordum. Bunun yerine (son notlara rağmen) kitap, biraz hocanın anlattıklarını içeren ders notları gibi duruyor. Yeterince kanıta dayandırılmadan, güçlüymüş gibi görülen, önceden tasavvur edilmiş görüşler bir bir sıralanıyor.

Hâsılı; zahirde çok bilgiliymiş gibi poz kesen Popper, önyargılı yazım tarzı ve (kabilecilik-demokrasi türünden) muğlak ve basit ikilikleriyle birinci sınıf bir âlim ve düşünür yerine, ikinci sınıf bir tebliğci izlenimi veriyor.

William Manson
16 Aralık 2020
Kaynak

08 Şubat 2021

, ,

Marksist-Leninistlerin Temel Görevleri

Bugüne dek yürüttüğümüz çalışmaların temelini ve özünü, kitlelerin politik bilincini artırma çabası teşkil eder. Fakat bu genel, temel ve kesintisiz ifa edilmesi gereken göreve ek olarak Rusya’da bugün yüzleşilen dönemlerde olduğu gibi belirli ve özel görevleri üstlenmek zorunda kalacağımızı unutmamak gerekmektedir. Bu görevlere karşı cahilce veya ukalaca yaklaşmamalı, tüm dönemlerde ve koşullarda değişmeden kalan kalıcı görevlerimize anlamsız bir biçimde atıfta bulunmak suretiyle, bugünün özel görevlerinden kaçmaya çalışmamalıyız. Büyük kitle mücadelesinin yaklaştığını unutmayalım. Bu mücadele, silâhlı ayaklanma biçimini alacaktır.

[V. I. Lenin, “Moskova Ayaklanmasının Dersleri”]

 

Bu broşürde biz, Marksist-Leninistlerin işçi sınıfına ve kurtuluş hareketine karşı üstlenmesi gereken temel görevleri açıklığa kavuşturmaya çalışacağız. Bu görevler ciddiyetle, pratik bir dikkatle ele alınmazlarsa, İran’da komünist hareket ve işçi hareketi, toplumun diğer kesimlerinin faaliyetlerinin gerisine düşecektir. Bugünkü devrimci durum ışığında, kitle hareketindeki yükseliş ve hareketin kendiliğinden bir ayaklanmaya evrildiği koşullar karşısında sözümüze Yoldaş Lenin’in ünlü sözleriyle başladık ki bu kritik günlerde görevlerimizin yanlış anlaşılmasına ve sapmalara mani olabilelim.

Teorik çalışmayla ve devrimci pratikle yüklü sekiz yıllık deneyimin ardından halkımızın Marksist-Leninist silâhlı hareketi, yeni bir aşamaya girmiştir. Geçmişte hareketin maruz kaldığı özel koşullar pratik meselesini öne çıkartmış, o koşullarda devrimci Marksist-Leninistler, işçi sınıfıyla kaynaşma, onlara sosyalist bilinç taşıma, nihayetinde de proleter öncüyü inşa etme çabaları dâhilinde bir dizi engelle yüzleşmişlerdir. Öncü örgütün devrimci pratiği, hareketin yüzleştiği güçlükleri çözüme kavuşturmak zorunda kalmıştır.

Marksist-Leninistler, şu türden görevlerle karşı karşıyadırlar: Diktatörlük temelli hâkimiyetten kaynaklanan durağanlığa ve pasifliğe, ayrıca geçmişte hareketin yaşadığı stratejik yenilgiye karşı mücadele[1]; hareket içerisindeki oportünizmle mücadele; aktif toplumsal güçleri savaş sahasına çekme; ve öncünün yanlışları sonucu ona yönelik oluşan güvensizliğin ortadan kaldırılması. Öte yandan işçi sınıfının politik güçsüzlüğü ve bu sınıf içindeki kendiliğinden hareketliliğin yetersizliği yukarıda bahsi edilen sorunlarla birlikte, Marksist-Leninistlerin işçi sınıfıyla kaynaşacağı zemini büyük ölçüde parçalamıştır. Fakat bugün belirtilen etmenlerde yaşanan değişikliklerle ve geçmişin yenilgileri ve zaferlerine dair anlayışın yerleşmesi ile birlikte hareketin yüzleştiği genel koşullar, bizi özel bir durumun içine sokmuştur. Bu yeni duruma vereceğimiz tepki, örgütümüzün genelde emekçi kitleler, özelde işçi sınıfının devrimci hareketi ile ilgili teorik ve pratik konumunu yansıtacaktır.

Son aylarda kitlelerin geniş tabanlı mücadelelerinde ciddi bir artışa tanıklık ediyoruz. Hareketteki yükseliş dâhilinde atılan sloganlar ve dile getirilen talepler, etkisiz devrimci hareketin mevcut hâlini yansıtıyor, sınıflı toplumun tüm sefil hâline tercüman, ezilen kitlelerin bastırılmış arzularına ve umutlarına dil oluyor. Gelecek konusunda umutlanmamızı sağlayan bu başlangıca selam olsun.

Ama öte yandan kitlelerin sınıfsal içeriğini dikkate almayan, işçi sınıfının konumunu ve demokratik devrimde proletaryanın oynayacağı rol üzerinde durmayan tek taraflı bir bakış, nihayetinde anti-emperyalist güçleri hüsrana sürüklemekten başka bir işe yaramaz. Bu noktada Yoldaş Lenin’in sözleri öğreticidir: Sonuna kadar sadece proletarya demokrat kalabilir ve krallığa en fazla o düşmanlık edebilir. Bu tespitin gerisine düşülemez. Zira proletaryanın politik özgürlükler ve demokratik değişimler yolunda verilen mücadelenin öncüsü olmasını zorunlu kılan şey, ondaki sınıfsal niteliktir.

O hâlde ana esasları, Marksist-Leninistleri silâhlı mücadelede destekleyecek hususları, işçi sınıfının kurtuluş hareketinde oynayacağı rol ve bu sınıfın hegemonyasını tesis etmesi ile ilgili anlayışımız temelinde aktarmak gerekmektedir. Bu zorunluluk, sınıf mücadelesiyle kurtuluş hareketi arasındaki münasebetten, mevcut aşamada sosyalist görevlerle demokratik görevler arasındaki bağdan kaynaklanmaktadır.

Bugün ülkemiz, genel bir krizle boğuşmaktadır. Emperyalizme bağımlı olan bu sistemin ekonomik, politik ve kültürel açıdan yaşadığı çürüme, milyonları ölüm-kalım mücadelesine sürüklemektedir. Halkın mücadeleleri kesintisiz bir biçimde sürmekte, derinleşmekte, kapsamı genişlemekte, bu da günbegün hissedilen genel krizi derinleştirip yoğunlaştırmaktadır. Şah’ın emperyalizme bağımlı diktatörlük rejimi, kitleleri önceden başvurduğu hâkimiyet kurma yöntemleri ile yönetememektedir. Geçmişte mücadelelere mani olmak için kullanılan tüm baskıcı yöntemler, bugün tüm etkisini yitirmiştir. Şehirlerde orduyu ve polis güçlerini konuşlandırmasına ve sıkıyönetim ilân etmesine rağmen uzun zamandır ezilen kitleler, grevlere ve gösterilere hiç korkmadan, tüm cesaretleriyle devam etmektedirler. Yönetici sınıf içi çelişkiler yoğunlaşmıştır, politik kriz, mevcut çelişkilerin fiili bütünlüğüne ait bir yansımasıdır. Böylesi bir durumda askeri yoldan veya başka bir şekilde iktidara gelmiş hiçbir kukla hükümet, ülke içinde istikrarı yakalayamaz. Ne tür bir yapıda olursa olsun bu türden hükümetler çalışamaz ve nihayetinde çöker, çünkü sistem içi çelişkiler derinleşip yoğunlaşmıştır.

Petrol gelirlerine bel bağlayan Şah ve rejimi, bir zamanlar hem emperyalist devletlere hem de bağımlı kapitalist devletlere borç verir durumdaydı. Bugünse kendi yanlışlarını tazmin edebilmek adına rejim, ekonomik ve askeri programlarını iptal etmekte, ayrıca kredi için emperyalistlere yalvarmaktadır. Bu türden gerçekler de gösteriyor ki toplumumuzda devrimci durum (devrimin nesnel koşulları) mevcuttur. Yani bugün toplumumuzda yaşanan genel kriz öyle bir noktaya erişmiştir ki sömürülen kitleler eskisi gibi yaşayamazlar ve mevcut varlık koşullarını değiştirmek istemektedirler. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, sömürenler ülkeyi eskisi gibi yönetememektedirler. Bu türden bir devrimci durumda devrimci öncünün gerekli vasıflara sahip olduğu (öznel koşulların oluştuğu) gerçeklikte devrimin fitili ateşlenip kitleler o nihai ve tarihsel kavgaya girebilirler. Ayrıca devrimci öncü bu koşullarda hazır olmasa bile, kitleler mücadeleyi sürdürecek durumdadırlar. Halkımın militanca gerçekleştirdiği gösteriler ve onun içindeki bazı grupların büyük bir gayretle ama dağınık bir biçimde yürüttüğü faaliyetler, rejimin devrileceğine dair birer işarettir. Sonuçta yönetici aygıt ezilecektir. Toplumumuzda öncü, belirli bir nüfuza ve örgütsel güce sahip olduğunda bugün rejimin ajanlarına karşı düzenledikleri, Molotof kokteylleri, benzin, taş ve sopalarla gerçekleştirdikleri saldırılarla kendisini savunan kitleleri etkiler. Öncü, kitleleri silâhlı mücadeleyle tanıştırır, kitleler öncünün kendisine sunduğu silâhı alır.

Böylesi bir durumda kitlelerin mücadeleleri her gün daha da gelişir. Öncünün diğer politik taktiklerle birlikte devreye soktuğu devrimci güç, kitlelerin mücadelelerini yönlendirme ve örgütleme noktasında özel bir rol üstlenir. Aynı zamanda Marksizme göre devrimci durumda devrimin zaferi, kitlelerin farklı denetimlerini dikkate alan öncünün hazır olup olmadığına bağlıdır. Bu da bize şunu gösterir: Bir toplumda devrimin nesnel koşulları mevcut olabilir, ama aynı zamanda farklı sınıflar ve katmanlar farklı politik niteliklerle hareket edebilir. Bu farklılıklarsa sınıfların ve katmanların oluşumunda tarihsel koşulların yol açtığı bir sonuçtur, ayrıca onların mücadeleyi deneyimleme biçimleriyle ilgilidir. Bu yanlışları ve kusurları gidermek, o sınıfların ve katmanların ideolojik temsilcilerinin görevidir.

Burada hareketin mevcut durumunu incelemeyeceğiz. Bugün halkımızın demokratik hareketi, şehirli kitlelerin mücadeleleridir ve bu mücadeleler, esas olarak radikal küçük burjuvazi eliyle yürütülmektedir. Emperyalizme ve ona bağlı devletlere yönelik sınıfsal konumu ve sahip olduğu tarihsel mücadele geleneğine bağlı olarak küçük burjuvazide sınıf bilinci yüksektir. Dinî görüşlerini değiştirmek suretiyle diğer emekçi kitlelere, özelde işçi sınıfına yakınlaşabilmekte, birleşik anti-emperyalist cephe içinde ona müttefik olabilmektedir.[2] Ancak radikalleşme süreci ve sahip olduğu geniş kitle tabanı ile birlikte küçük burjuvazi, işçi hareketinin potansiyel düşmanıdır ve devrimci hareketin tüm liderliğinin kendi hakkı olduğunu iddia edebilir. Radikal küçük burjuvazi, sınıfsal çıkarlarını anladığı ve önemli bir politik güce kavuştuğu ölçüde bu grupla ilişkiler, ciddiyetle ve yüksek bir bilinçle yürütülmelidir.

Bir yandan toplumumuzda küçük burjuvazi, emperyalizm karşıtı mücadelede kararlı ve militan bir güç olarak ortaya çıkmaktadır. Bir yandan da proletaryadan farklı olarak küçük burjuvazi, homojen bir sınıf meydana getirmemekte, diktatörlüğe ve emperyalizme karşı mücadelede tarihsel planda parçalı bir yapı teşkil etmektedir. Hangi grubun hâkim olduğuna bağlı olarak küçük burjuvazi, kurtuluş hareketi üzerinde farklı ve önemli etkiler bırakacaktır. Eğer muhafazakârından işçi sınıfı karşıtına tüm küçük burjuva gruplar milli mücadelenin liderliğini üstlenecek olursa, halk güçlerinin birliği önüne engeller çıkartacaktır. Bugün küçük burjuva faaliyetler içerisinde en önemli rolü, bu grup oynamaktadır. Son aylarda yürütülen anti-komünist propaganda, küçük burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki çelişkileri keskinleştirmiştir. Bugünkü aşamada bu çelişkilere ve yoğunlaşmasına gereksiz yere vurguda bulunmak, halk güçlerine fayda sağlamayacak, pratikte düşman karşısında işçi sınıfını ve küçük burjuvaziyi farklı düzeylerde zayıflatacaktır.[3] Biz, toplumumuzda milli ve anti-emperyalist güçlerin çıkarlarına göre hareket eden radikal ve militan küçük burjuva örgütlerin mücadelesini destekliyoruz ve bu desteğin işçi sınıfına ve kurtuluş hareketine faydası olacağını düşünüyoruz. Milli güçlerin dağılması ve yoldan çıkması, birleşik cephe içindeki halk güçlerinin birliğini zayıflatacak, ayrıca demokratik halk devrimini yapması noktasında işçi sınıfının sahip olduğu gücü kıracaktır.

Bu noktada proletaryaya bakalım. Kanaatimize göre proletarya, militan bir öncü örgütün bulunmadığı halk mücadeleleri dâhilinde kendi rolünü asla oynayamaz. Halkın mücadelesinde işçi sınıfının çıkarlarını savunan ve o çıkarlara göre hareket eden bir proleter örgüt olmadan, işçi sınıfı birleşik cepheye dâhil olamaz ve hegemonyasını tesis edemez. Mevcut durumda işçi sınıfı hareketi, diğer anti-emperyalist kesimlerin mücadelesinin gerisine düşmüştür. 28 Ağustos 1953 darbesi sonrası işçi sınıfı hareketi durağanlaşmıştır. Bu durağanlığa ise en fazla proleter öncünün olmaması katkı sunmuş, bu süreci Şah’ın diktatörlük rejiminin uyguladığı ağır baskılar ve proletaryanın köylü kökeni beslemiştir (Son yıllarda birçok köylü bu sınıfa dâhil olmuştur). Kendilerini proletaryanın ideolojik temsilcileri olarak gören ve bu sınıfın öncüsü mertebesine yükselmeye çalışan devrimci Marksist-Leninistler, işçi sınıfı hareketinin geriliği meselesini ele almalı, bu yönde bir çalışma yürütmemenin felâketlere yol açacağını görmelidir. Bu husus tüm boyutlarıyla idrak edilmezse Marksist örgütler, ancak küçük burjuvazinin kuyruğuna takılırlar. Fabrikalardaki işçilerse sendika faaliyeti aşamasında çakılı kalırlar ve/veya küçük burjuva ideolojisinin peşinden giderler.

Ancak son yıllarda işçi sınıfı mücadeleleri önemli bir büyümeye tanıklık etmiştir. Bunun sebebi ise rejimin yüzleştiği politik ve ekonomik krizlerdir, ayrıca öncünün silâhlı mücadelesinin toplum üzerinde bıraktığı genel etkidir. Rejim, her yıl onlarca grevle ve gösteriyle uğraşmak zorunda kalmaktadır. Örneğin geçen yıl bazı fabrikalarda yüz kadar greve tanıklık edilmiş, bu grevlerin bazıları ordunun müdahalesiyle bastırılabilmiştir. Toplumda kitle hareketini ileri iten devrimci durum, yeraltındaki işçi hareketinin açığa çıkması için gerekli ortamı hazırlamaktadır. Bugün tam da bu sebeple işçi sınıfı mücadeleleri tarihinde eşine pek rastlanmayacak genişlikte bir sınıf mücadelesine tanık olunmaktadır. Bu koşullarda işçi grevleri, diğer kesimlerin demokratik talepleriyle bağ kuracak güce sahiptir. Marksist-Leninistler, sosyalist bilinci işçilere taşımak için mevcut ortamdan istifade edebildiğinde işçi sınıfı kurtuluş hareketi içerisinde tarihsel rolünü oynayabileceklerdir.

İşçi sınıfı hareketi ile kurtuluş hareketi arasındaki uçurum, gerçek Marksist-Leninistleri önemli sorumluluklarla karşı karşıya bırakmaktadır. Marksist-Leninistlerin en önemli görevi, sosyalist bilinci işçi sınıfına taşımak ve bu sınıfın talepleriyle mücadelelerini birbirine bağlamaktır. Bu bilinci ileri taşımaksa toplumun tabi olduğu tarihsel koşullara, ayrıca toplumun temel ihtiyaçlarına cevap vermesi için öncünün benimsediği stratejik çerçevelere bağlıdır. Farklı koşullarda ve farklı bir durumda bu mesele, politik mücadelelerle çözülebilecek bir meseledir. Ancak bugünün koşullarında sosyalist bilinç, silâhlı mücadeleden ayrı tutulduğu, halkın mücadelelerine yol açacak ve onları besleyecek etkiden mahrum kaldığı durumda gerekli güce sahip olamayacaktır. Bu ilkeye bağlı kalmayan her türden politik mücadele etkisini yitirecek, kelime tüccarı oportünistlerin girdabına kapılacaktır. Politik mücadele biçimleri yanında sendikalar gibi ekonomik mücadele biçimlerinde amaç, işçilerle politik düzeyde kaynaşmak ve onları mücadeleye çağırmaktır. Dolayısıyla silâhlı öncünün varlığı, her şeyden bağımsız, soyut bir varlık değildir. Politik ve ekonomik mücadeleler, silâhlı hareket çizgisini benimsediği noktada, halk hareketinin niteliksel ve niceliksel açıdan büyütülmesinde gerçek bir rol oynayabilirler.

Proletaryanın sosyalist görevleriyle demokratik görevleri arasındaki ilişki konusunu Marksist-Leninistler, sınıf hareketinin mevcut durumuna ve toplumdaki demokratik hareketin mevcut koşullarına bağlı olarak ele alırlar. Rusya örneğinde görüldüğü üzere 1898’de proleter güçler dağınıktı, militan bir proleter örgüt yoktu. İşçi sınıfı mücadelelerinin bu türden bir örgütle kaynaşması komünistlerin en önemli görevi olduğu için Lenin, tüm sosyalist güçlerin proletarya içinde çalışmasını istedi. Onun kanaatine göre işçiler içinde militan bir devrimci örgütün kurulması, en önemli görevdi, dolayısıyla Lenin, o günkü koşullarda güçlerin dağıtılmasına karşı çıktı. İşçi sınıfı, demokratik hareket içerisinde kendi yolunu ancak bu sayede çizebilir, demokratik mücadeleyi temel hedeflere ancak bu şekilde ulaştırabilirdi. Fakat böylesi bir örgütün kurulduğu ve birçok güçleri kendi etrafında örgütlediği koşullarda Lenin, işçi sınıfına her şeyi kapsayan, canlı bir politik bilinci kazandırmak için halk sınıfları içinde çalışılması gerektiğini söyledi. Bu anlamda demokrasiye ilişkin genel görevleri tüm halka aktarmalı, sosyalist ideallerimizi bir saniye bile saklamamalıyız. Lenin bu bağlamda, herkesin önüne geçip, genel demokratik meseleleri gündeme getirme, onlarla ilgili olarak derinleşme ve bu meseleleri çözüme kavuşturma görevini unutan bir kişinin sosyalist olamayacağını söyler.

Bize göre sosyalist görevlerle demokratik görevler arasındaki doğal bağa dair bu Leninist kanun, farklı sınıfların ve katmanların mücadelelerinin bağlı olduğu koşullardan ve taşıdığı niteliklerden, ayrıca bu sınıf ve katmanlar üzerindeki etkisinden bağımsız ele alınamaz. Rusya’da on dokuzuncu yüzyılın sonlarından Ekim Devrimi’ne uzanan süreçte proleter hareket, diğer toplumsal gruplardan daha fazla gelişmiş, Rusya’daki devrimci hareket içerisinde öne çıkmayı bilmiştir. Proleter sınıf mücadeleleri, devrimci hareketin çekim merkezini teşkil eder ve diğer katmanların mücadelesini bir biçimde etkiler. Rusya’da sosyalist hareket, süreç içerisinde bu sınıfın devrimci pratikleri üzerinden paha biçilmez deneyimler biriktirmiştir. Bizim toplumumuzda ise diğer katmanlara kıyasla işçi sınıfının bilinci düşüktür, Marksist-Leninistler dağınık durumdadırlar. Bu koşullarda kitle hareketlerindeki büyüme, emekçilerin mücadelesini ve işçilerin mücadelesini yoğun bir biçimde etkilemektedir. Bu sebeple, diğer toplumlardan farklı olarak İran’da komünistler, kitle hareketini ciddiyetle ele almalı ve ona aktif olarak katılmalıdırlar. Komünistler, proletarya ile ilgili temel görevlerini tek taraflı ele almamalı, bu hareketin karşılarına çıkarttığı görevlerden kaçmamalıdırlar. Lenin’in Doğu Halkları Komünist Örgütleri Kongresi’ne sunduğu raporda dile getirdiği biçimiyle, “öncü, komünizme geçişi tek başına gerçekleştiremez.”[2] Lenin, bu noktada bu ülkelerdeki proleter olmayan emekçi kitlelerin devrimci faaliyetler konusunda teşvik edilmesine ve sınıf bilincinin rolüne dikkat kesilmenin gerekliliğine işaret etmektedir. Dogmatik ve kılı kırk yaran kişilere cevaben Lenin şunu söyler: “Bunlar, çözümünü herhangi bir komünist kitapta bulamayacağınız sorunlardır.”[3]

Bizim toplumumuzda Marksist-Leninistlerin işçi sınıfına ve onun örgütlendiği yapının gerekliliğine yönelik vurgusu, kitle hareketini görmezden gelmeye sebep olmamalıdır. Biz, bu iki olguyu komünist teori ve pratiğe dönük vurgu ile birbirine bağlamalıyız. Toplumun diğer kesimlerini görmezden gelen ve işçi sınıfına tek taraflı olarak bakan aşırı sol eğilimlerden uzak durmalıyız. Buna karşılık, komünist hareket içinde işçi sınıfını ve çıkarlarını görmeyen ve küçük burjuvazinin kuyruğuna tutunan eğilim, sağcı bir eğilimdir. Devrimci militan örgütün sınıfsal bir kimliğe kavuşması, Leninizm açısından, genel bir görevdir. Demokratik ve anti-emperyalist mücadele içindeki ilerleyişimiz ise sınıfsal güce sahip olmamıza bağlıdır. Bu sebeple, devrimci hareket içerisinde bağımsız bir sınıf kimliğinin oluşmadığı, Marksist-Leninistlerin örgütsel ve ideolojik dağınıklık içinde bulundukları koşullarda asıl gerekli olan, işçi sınıfı ile kaynaşmak ve devrimci Marksist-Leninistler arasında birlik meydana getirmektir.

Mevcut durumda silâhlı öncünün tarihsel görevlerini bu şekilde anlamak zorunda olan bir güç olarak biz, silâhlı harekete destek olan tüm Marksist-Leninistlerin ana görevinin işçi sınıfı ile politik-örgütsel düzlemde kaynaşmak olduğunu düşünüyoruz. Tam da bu görevin önemine istinaden “işçi sınıfıyla politik-örgütsel kaynaşma için ileri” sloganını proletaryanın devrimci öncüsünün oluşumuna doğru atılmış pratik bir adım olarak benimsiyoruz. Tüm devrimci Marksist-Leninist birliktelikler, gruplar ve unsurlar, bu kaynaşma yönünde çaba harcamalı, işçi sınıfı hareketini genel kitle hareketine, diktatörlük karşıtı harekete ve anti-emperyalist harekete sosyalist yöntemler dâhilinde bağlamalı, bu noktada sosyalist bilinci onlara taşımalıdır.

Yoldaşlar: milyonların dâhil olacağı o savaşın saati gelip çatmıştır. Emperyalizmin ekonomik ve askeri gücüne bel bağlayan sınıf düşmanı, toplumumuzda devrimci şiddetin düzeyini çoktan tayin etmiştir. Kitleler, devrimci şiddet düzeyini yukarı çekmesi ve istikrarsız oportünist unsurların kararsızlıklarını ortadan kaldırması için, uzlaşma nedir bilmeyen devrimci orduya sahip olabilmeli, sadece ona güvenmelidir. Tam da bu sebeple uzlaşma nedir bilmeyen halk ordusunun kuruluşu için gerekli hazırlıklar, şimdiden başlatılmalıdır.

İşçi sınıfına gidelim.

Proletaryanın ve silâhlı hareketin militan birliğini gerçekleştirelim.

Diktatör Şah’a ve emperyalist destekçilerine ölüm.

İran Halkının Fedai Gerillaları Örgütü
Ekim 1978

Dipnotlar:
[1] Burada Başbakan Musaddık’ın seçimle işbaşına gelen milliyetçi hükümetinin devrilip Şah’ın iktidara taşındığı CIA destekli 1953 darbesine atıfta bulunuluyor.

[2] Son yıllarda Ali Şeriati gibi isimler, İslam’ı reforma tabi tutup modernize etmek ve onu bilim ve ilerlemeyle uyumlu evrensel bir ideoloji olarak sunmak adına kimi çalışmalar ortaya koymuşlardır.

[3] Burada belirtmeliyiz ki kendisini İran Halkının Mücahidleri Örgütü’nün Marksist-Leninist şubesi olarak adlandıran grup, bu çelişkiyi derinleştirmekte, bu noktada küçük burjuvazi ile işçi sınıfı arasına engeller koymakta, işçi sınıfı dışı kesimlerle ülke genelindeki dinî gücün oluşumuna karşı hamleler yapmaktadır. Bunu yaparak örgüt, işçi sınıfı hareketinin çıkarlarına ciddi zararlar vermiştir.

[4] Burada Yoldaş Lenin, “öncü” kelimesini bilinç değil, işçi sınıfı anlamında kullanmaktadır.

[5] V. I. Lenin, “İkinci Tüm Rusya Doğu Halkları Komünist Örgütleri Kongresi’ne Hitap”, 22 Kasım 1919, Collected Works, Cilt 30, Moskova: Progress: 1965, s. 162.

05 Şubat 2021

,

Finans Mahallesi


İstanbul’da belediye eliyle 1 Mayıs Mahallesi’nde gerçekleştirilecek kentsel dönüşüm için bir plan hazırlanmış. Mahallede güya çalışma yürüten sol örgütlerin bu plana dair tek bir fikri bile yok. Bu örgütlerin planın ardındaki akla karşı çıkmaları mümkün değil. O planın ardındaki fikri, niyeti sorgulayacak her yaklaşım, “komploculuk” yaftası yapıştırılıp savuşturulacak.

Komplo eleştirilerini buradan okumak lazım. Tekeller, oligarşi, emperyalistler, devletler, yoksula, emekçiye, ezilene, “biz sizin adınıza düşünürüz, sizde akıl yok” diyor, solcular da bu lafa destek verip, o yoksulun, emekçinin, ezilenin, düşmanın yapıp ettiklerini anlama imkânını ortadan kaldırıyorlar. Onların düşmanı idrak etme ihtimali bulunmadığını düşünüyorlar.

Komploculuğu savunan da eleştiren de aynı kişiler. Aynı madalyonun iki yüzü gibiler. İki taraf da olan bitende “komünist komplo” görüyor. Komünizmi mevcut gerçekte arıyor. Kavganın diyalektiğini siliyor, kavganın maddesini örtüyor. Kavgayla tanımlı bir komünizm, hükmünü yitiriyor.

Sağcı da solcu da Elon Musk, Bill Gates gibi isimleri “komünist” zannediyor. Dolayısıyla, bunların icraatlarının anlamını sorgulama gereği duymuyor. İki taraf da Biden’ın “Kürdistan” kuracağını zannediyor. İkisi de kapitalizmin seyrini kutsuyor.

Oysa ellilerde ABD ile kurulan ilişkilerin mayaladığı sendikal faaliyet, devlet eliyle yönetiliyor, yönlendiriliyor ve her sendikanın başına devletle-sermayeyle uyumlu isimler getiriliyor. Demek ki “Kürdistan”, işte böylesi uyumlu kişiler varsa kurulabilir. Kürdistan, ancak “Geniş Türkiye” kuvveden fiile geçerse vardır. Bu yüzden bugün bazı Kürtler, “beş parçanın tek ülkede olması daha iyi” demeye başlamışlardır. Bu lafı devlet söylemekte, devlet söylettirmektedir.

Değişiklikler varsa, sömürü ve zulmün niceliğine ve biçimine dairdir. Özde ve nitelikte bir değişim yaşanması mümkün değildir. Birileri, nicelikteki ve biçimdeki değişimin işareti, temsilcisi olmak istemektedir. Bu oluşu önemsemektedir. Sömürü ve zulüm, kendi uşaklarını üreterek ilerler.

Dolayısıyla, 1 Mayıs Mahallesi dönüştürülüyorsa, oradaki servet transferini, yoksulların “işgal” ettikleri alanın parsel parsel devlet dolayımıyla sermayenin eline geçişini gizleyen birileri olmalıdır. Eğer ağalar-paşalar, İstanbul’un finans merkezi olmasına karar vermişlerse, dil, tarih, coğrafya buna göre şekil almalıdır. Bu da mahallenin dibine suni bir “Finans Mahallesi” inşa edilmesini gerekli kılar. O mahalle, plazaların, iş merkezlerinin yurdu olacaktır.

Bugün sol, Finans Mahallesi’nin süsü püsü olma derdindedir. O, 1 Mayıs mahallesindeki yozlaşmayı, okeye dönen devrimcilerini, fuhşu, uyuşturucuyu, rantı mesele edemez. O batağa batmıştır. Belediyeye destek verdiği, onunla tecimsel ilişki kurduğu, küçük bir parktaki çay ocağını ele geçirebildiği, belediyeye üç-beş kişi sokabildiği için belediyenin mahalleyi dönüştürme planına ses edemez. Karşı çıkamaz. İnşaat işçilerinin yemeğinden çıkan hamam böceklerine bile laf söyleyemez.

Solun yazılarında cumhuriyet-demokrasi, finans-reel sektör, iyi-kötü emperyalizm, ilericilik-gericilik türü ikiliklerden başka bir şeye rastlanmamaktadır. Akademi, meclis ve medya denilen karakollarla bağlantılı isimler, sol örgütleri ele geçirmiş, sol, topyekûn egemenlerin eşiğine bağlanmıştır.

Finans Mahallesi, solun kültür ve ideoloji bağlamında kendisini satabileceği yerdir. Bu açıdan, değerli ve anlamlı kabul edilecek, orada olmanın kendisi, önemli bir şeymiş gibi gösterilecektir. O mahallenin muhtarı ise şimdiden bellidir ve ona gerekli maddi destek illaki sunulmuştur. Bu anlamda, o muhtarlığı seçimlerde hangi örgütün alacağının bir önemi yoktur.

O mahallede Nâzım Cafe açılmasının da bir önemi bulunmamaktadır. Mesele, bankaların sevdiği şairle değil, kavganın şairiyle yoldaş olmaktır.

Finans Mahallesi kuruluyorsa, mahalleler dönüşüme uğruyorsa, bilinsin ki, o mahalleleri kuran irade, tasfiye olmuştur ve bu dönüşüme uygun bir sol inşa edilmiştir. Solun kendisi, illaki finansallaşmıştır. 1 Mayıs’ı balkonlardan içki kadehlerini tokuşturarak kutlayan solcuların, kendilerini şimdiden o mahalleye uyumlu kıldıklarını söylemek gerekmektedir.

Solun meselesi, Ankara’da temsil olunan, “gerici cumhuriyet”in karşısına finans merkezi olan İstanbul’un “ilerici demokrasi”siyle çıkmak olamaz. Cumhuriyeti ve demokrasiyi sınıfsal-politik düzlemde, birlikte eleştiriye tabi tutmak, solun asli görevidir. Tanıl Bora’nın yaptığı gibi, şarapçılık-rakıcılık tartışması yürütmek, tuzu kuru liberallerin işidir. Yarasına tuz basanlara bakılmalıdır.

Ağalar-paşaların istediği solcu tipi, kıyasıya eleştirilmelidir. Faşistler eleştirilmez, kıyasıya yürütülecek kavganın konusudurlar.

Lenin, dönemin sosyalistlerini halkı kandırmakla eleştirir ve onların Çar adına katliamlar yapan, grevlere saldıran Kara Yüz çetelerinden daha tehlikeli olduklarını söyler. Finans Mahallesi’nin solcularının tepesinden devrimci eleştiri sopası, eksik edilmemelidir.

Ankara eleştirilirken, neoliberalizmin devletin sorumluluklarını silmeyle ilgili operasyonuna destek verilmektedir. Ankara, önünün açılmasını isteyen küçük burjuvazinin cehennemi; İstanbul demokrasisi, her rengi kuşatan hâliyle, cennetmiş gibi takdim edilmektedir. Bu yalan, eleştirilmelidir. İstanbul’un emekçilere, yoksullara dayattığı cehennem görülmeli, gösterilmelidir. Sol örgütler, Ankara’dan İstanbul’a gelmiş, daha fazla iş imkânı bulan bir meslek sahibi gibi davranmamalıdırlar.

Renkli şemsiyeleriyle Hong Kong direnişçileri, solun genel resmini vermektedir. Özgürlükten kasıt, sermayenin serbestiyetidir, dolayısıyla bu ideoloji, kendisine o serbestiyetle yol bulacağını düşünen kişileri örgütlemektedir. İstanbul, Hong Kong olacaksa, onun Ankara’ya değil de Brüksel veya Washington’a bağlanmasını isteyen bir solculuk, illaki türeyecektir. Bakanlıkları tekellerin vakıflarına ve kuruluşlarına tabi olan bir ülkede solculuk, renkli ambalajdan ibarettir. Sömürü ve zulüm güçlerini rahatsız etmeyecek bir şeydir. Çünkü sömürü ve zulmün tanımı, ağalara-paşalara göre değiştirilmiştir.

Bugün sınıf değil, bireyi ilgilendiren konular üzerinden bir sömürü-zulüm tanımı yapılmaktadır. Bu da ağanın ve paşanın kimi yapıp ettiklerinin görülmemesini sağlamaktadır. Teori görmektir; bugün ağalar-paşalar için göze perdeler çekilmektedir.

Solun Finans Mahallesi kurulsun diye geçmişte mahalleler kuran iradeyi tasfiye etmesi şarttır. Dönüşüm, bu yönde gerçekleşmiştir. Artık o “yoksula gülmekte, zenginliğe özenmekte, faşistleri sevmekte, ezilenleri dövmektedir.”

Eren Balkır
5 Şubat 2021

04 Şubat 2021

,

Salgın Sonrası Yağma


Hindistan gibi yerlerde geleneksel çiftçilik pratikleri, büyük teknoloji devlerinin ve özel tarım işletmelerinin ağır baskısıyla yüzleşecekler. Bu pratikler, laboratuvarda yetiştirilmiş gıdalar, GDO’lu ürünler, genetiği değiştirilmiş toprak mikropları, veri toplama araçları, dronlar ve diğer “yıkıcı” teknolojilerin önünü açacaklar.

Söz konusu vizyon, şoförsüz makinelerin yönettiği, dronların izlediği, işleme tabi tutulacak endüstriyel “biyomadde” için patenti alınmış, genetiği değiştirilmiş, gıdaya benzer bir forma kavuşturulacak tohumlardan pazarda satılacak ürünler üretecek, kimyasallara boğulmuş çiftçisiz çiftlikleri içeriyor.

Kovid salgını sonrası dönem konusunda Dünya Bankası, ülkelere yapısal reformları yapmaları karşılığında yardımlar yapacağını söylüyor. Muhtemeldir ki bu reformlar, bireysel borçlar verilmesi ve genel temel gelir karşılığında on milyonlarca küçük çiftçinin topraktan kopartılmasını öngörüyor. Bu çiftçilerin yerinden yurdundan kopartılması, beraberinde köylerinin ve kültürlerinin yok edilmesi, esasen Gates Vakfı’nın talep ettiği bir şey. Vakıf, alaycı bir dille bu süreci, “toprak hareketliliği” olarak adlandırıyor.

Bill Gates ve bu büyük sıfırlama işlemi ardındaki zenginler, “beyazlar kurtarıcıdır” anlayışına sahipler. Bu modası geçmiş sömürgeci anlayış, emperyalizmin mülksüzleştirme stratejileri için gerekli fikri zemini sağlıyor. Sömürgeciler, madenciliği, çiftçilerin elindeki bilgileri temellük etme ve metalaştırmayı bu bağlamda ele alıyorlar, araştırma imkânlarının ve tohumların şirketlerin eline geçmesini istiyorlar, fikri mülkiyetin gizliliğini güvence altına alıyorlar, fikri mülkiyet kanunları ve tohum mevzuatları ile tohum konusunda tekel hâline geliyorlar.

Hâlen daha tarıma dayalı bir toplum olan Hindistan’da salgın öncesinde zaten ağır borçlar altında ezilen çiftçilerin toprakları, salgın sonrasında teknoloji devlerine, finans kurumlarına ve küresel tarım işletmelerine peşkeş çekilecek.

Gıda üretimi, doğa ve kültürel köklere sahip, hayata anlam ve ifade katan inançlar arasındaki bağın kopması ile birlikte, elimizde laboratuvarda üretilmiş yiyeceklerle yaşayan, devletten aldığı gelire bağımlı olan, üretimle ilgili faaliyetlerden uzaklaştırılmış, kendisini gerçekleştiremeyen, yalnızlaştırılmış bireyler kalacak.

Teknokrat aklın sürece müdahale etmesiyle kültürel çeşitlilik ortadan kalktı, toplumsal bağlar anlamını yitirdi, yüzlerce yıllık geleneksel bilgiden beslenen tarımsal ekosistemler yok oldu.

Ne yazık ki Guardian’da yazan George Monbiot gibi isimler, bu büyük sıfırlama işlemine destek sunuyorlar. 2020 tarihli makalesinde[1] Monbiot, çiftçisiz çiftlikleri ve devasa fabrikalarda mikroplardan üretilen “çakma” ürünleri iyi bir şey olarak takdim ediyor.

Buna karşın Vandana Şiva ise şunları söylüyor:

“Çiftlik yüzü görmeden, laboratuvar ortamında ileri teknoloji ile üretilmiş gıda ürünlerinin gezegeni kurtaracağını söyleyen anlayış, bizi bugünkü duruma sürüklemiş olan, bizi doğadan ayrı ve doğanın dışında gören aynı mekanist zihniyetin bir uzantısıdır. […] Gezegeni, çiftçilikle geçim yollarını ve sağlımızı yok eden endüstriyel tarım, işte bu anlayışı temel alıyor.

‘Suyu yiyeceğe dönüştürmek’, ikinci dünya savaşı döneminden kalma bir fikir. O dönemde fosil yakıtı temel alan kimyasal gübreler sayesinde ‘ekmek’ sahibi olacağımız söylenmiştir. Oysa bu anlayış üzerinden okyanuslarda ölü bölgeler oluştu, ayrıca çevreye karbondioksitten üç yüz kat daha fazla zarar veren, azotlu asit içeren sera gazı salınımlarına maruz kaldık, dahası, zamanla toprak çölleşti. Biz, doğadan ayrı ve doğanın dışında değiliz, onun parçasıyız. Gıda, bizi dünyaya, ormanlar gibi farklı varlıklara bağlayan şeydir. Bu bağsa bağırsaklarımızda bulunan ve bedenimizi hem içeriye hem de dışarıya dönük olarak sağlıklı kılan trilyonlarca mikroorganizma aracılığıyla kurulmaktadır.”[2]

Çevreci bir isim olan Monbiot, laboratuvarda üretilmiş gıdaları destekliyor, çünkü aklında sadece endüstriyel çiftçilik denilen çarpık fikre yer var. Kimyasala bağımlı endüstriyel tarımın çevre için yol açtığı tehlikeli sonuçlardan muaf olan zirai-ekolojik yöntemleri hiç bilmiyor. Monbiot bize, şirketlerin kontrolündeki çiftçilikle ilgili iki modelden birini seçmemizi öneriyor. Bu model, bizim toprakla ve insanlarla bağımızı kopartmamızı, bizi tümüyle gıda demokrasisi veya gıda egemenliği türünden kavramları tanımayan kâr düşkünlüğüne ve ahlaksız çıkarlara bağımlı olmamızı istiyor.

Öte yandan laboratuvarlarda üretilmiş belirli gıda ürünleri, metalaştırılmış mahsul formunu almış biyomaddeye ihtiyaç duyuyor. Bu da uzak ülkelerde topraklara el konulmasını ve gıda güvenliği ile ilgili olumsuz sonuçların ortaya çıkmasını gerekli kılıyor. Meseleyi daha iyi anlamak için bu noktada Arjantin’de yürürlükte olan, sadece Avrupa’daki hayvanlar için değil, tüm dünya pazarı için soya üreten, pestisitlere bağımlı GDO’lu tohumlar kullanan tek ürünlü tarım uygulamalarının sağlık, toplum ve çevre üzerindeki olumsuz etkilerine bakılmalı.

Ön planda duran yazarlar, şirketlerin ihtiyaçları doğrultusunda sağda solda gevezelik yapmak yerine, 2015’te Nyeleni’nin kaleme aldığı, anti-emperyalist bir nitelik taşıyan Uluslararası Zirai Ekoloji Forumu Deklarasyonu türünden adımlara destek olmalılar. Bu deklarasyon, hakiki zirai ekolojik gıda üretimini esas alan yeni kır-şehir bağları oluşturulmasından bahsediyor. Ayrıca zirai ekolojinin yereldeki üreticilerin ve toplulukların toplumdaki güç yapılarına karşı koyup onları dönüştürmeleri gerektiğini söylüyor. Bu noktada da deklarasyon, tohumların, biyolojik çeşitliliğin, toprak ve arazilerin, suyun, bilginin, kültür ve müştereklerin kontrolünü dünyayı besleyenlerin eline teslim etmek gerektiği üzerinde duruyor.

Yani gıda ürünlerinin oluşum sürecini ve ürünlerin yetiştirilme tarzını kamu yararı tayin etmeli, özel şirketlerin gücü değil. Zira bu şirketler patentlerle hareket ediyor, kontrolü ele geçiriyor, ticari kazanç peşinde koşuyorlar. Çiftçileri, tüketicileri ve tüm bölgeleri küresel tedarik zincirlerine ve tohum, pestisit gibi konular veya sağlıksızlık üzerinden zaten sorunlu olan ürünlere teslim olmaya mecbur ediyorlar. Tüketiciler açısından kamu yararı, ileride bir küresel salgın daha görüldüğünde bağışıklığı artıracak, beslenme imkânlarını zenginleştirecek daha çeşitli yeme alışkanlıklarını da içeriyor.

Dünya genelinde artık ileride yaşanacak şoklarla başa çıkabilecek, kısa gıda tedarik zincirleri üzerine kurulu, merkezsizleştirilmiş, lokal toplulukların mülkiyetinde olan gıda sistemlerine her zamankinden daha fazla ihtiyaç var. Ne var ki tüm yıkıcı sonuçları ile birlikte endüstriyel tarımı ve küresel zincirleri temel alan işletme modellerine sahip gıda şirketlerinin elindeki güç dikkate alındığında, önümüzde birçok engelin olduğu görülecektir.

Koronavirüsle bağlantılı kapanmalar sebebiyle yaşanan yıkım sürecinin ardından Dünya Bankası Başkanı David Malpass, yoksul ülkelere ayakları üzerinde durabilsin diye yardım edileceğini, bu yardımlarınsa neoliberal reformların yapılması ve kamu hizmetlerinin ortadan kaldırılması şartıyla sunulacağını söyledi.[3]

Malpass’in dediğine göre ülkeler, ileride toparlanma sürecini kısaltmalarına katkıda bulunacak yapısal reformları uygulamak ve bu sürecin güçlü bir şekilde işletilmesi konusunda gerekli güveni tesis etmek gibi bir ihtiyaçla yüzleşecekler.

“Düzenleme noktasında fazla kurala sahip olan, fazla teşvik veren, olumsuz lisanslama uygulamalarına sahip, ticareti koruma konusunda engeller çıkartan ülkelerle çalışma yürütüp onların bu toparlanma sürecinde piyasalara destek olmasını, tercihlere saygı göstermesini ve daha hızlı büyüme ihtimalleri üzerinde durmasını sağlayacağız.”

Tarım konusunda bu tür bir yaklaşım, zengin ülkelere fayda sunacak şekilde, piyasaların açılması anlamına geliyor. George Monbiot gibi gazetecilerse nedense tarım sahasında ortaya çıkan teknolojinin (yapay zekâlı dronlar, genetiği düzenlenmiş ürünler, sentetik gıda vs.) her şeyden önce şirketlerin güçlenmesi için gerekli bir araç olduğunu kabule yanaşmıyorlar. Oysa tarım, zirai işletmelerin çıkarlarına hizmet eden, bu firmaların küresel gıda zinciri üzerindeki kontrollerine destek sunan ABD dış politikasının uzun zamandır üzerinde durduğu bir konu.

Ekonomi profesörü Michael Hudson meseleyi şu şekilde izah ediyor:

“Amerikan diplomasisi, Üçüncü Dünya’nın büyük bir kısmını tarım ve gıda tedariki üzerindeki hâkimiyet sayesinde kontrol altına alabildi. Dünya Bankası’nın jeopolitika temelli borç para verme stratejisi, ülkeleri kendi ürünleriyle beslenmek yerine, kâr amaçlı, plantasyon temelli ihracat ürünleri yetiştirmeye ikna etmek suretiyle, gıda yoksunu bölgeler hâline getirdi.”

Dolayısıyla çiftçisiz çiftlikleri ve laboratuvarda üretilmiş gıdaları içeren cesur yeni dünyada her şeyin farklı olacağını söylemek, nahiflik. Ülke içerisinde yüzleşilen, salgın sebebiyle alınan kapanma ve kısıtlama kararları ile iyice derinleşen ekonomik kriz ve durgunluk karşısında Batılı tarım şirketleri, ister yeni teknolojilere isterse eskinin yeşil devrim yöntemlerine sırtını dayasın, dünya genelinde sahip olduğu konumu daha da güçlendirmek için uğraşacaktır.

Colin Todhunter
14 Ocak 2021
Kaynak

Dipnotlar:
[1] George Monbiot, “Lab-grown Food Will Soon Destroy Farming-and Save the Planet”, 8 Ocak 2020, Guardian.

[2] Vandana Şiva, “Rewilding Food, Rewilding Farming”, 24 Ocak 2020, Ecologist.

[3] “Remarks by David Malpass”, 23 Mart 2020, WB.

[4] Michael Hudson, “Think Tank Memories”, 9 Ekim 2014, MH.

03 Şubat 2021

2021 Tahmini

“Beşinci Yıl” [John R. Grabach -1934]


Geçen yıl bu vakitler 2020 tahminleri ile ilgili yazıma tahmin ile öngörü arasında ayrım yaparak başlamıştım.[1] Orada, iklim ve küresel ısınma hakkında, sınanabilecek öngörülerde bulunabileceğimizi savunmuştum. İklim bilimcileri, karbon salınımları artmaya devam ederse dünyadaki sıcaklıkların da artmaya devam edeceğini, bunun da en nihayetinde iklim üzerinde zararlı değişikliklere neden olacağını öngörüyorlardı (ki öngörüleri gerçekleşiyor). Virologlar da bir süredir yeni patojenlerin yeni bir salgın dalgası yaratacağı öngörüsünde bulunuyorlardı.

Aynı şekilde, daha zor da olsa, sosyal bilimlerde de bazı öngörülerde bulunabilmek mümkün. Örneğin Marksist iktisatta, Marx’ın sermayenin birikim yasasından ve Kâr Oranının Düşme Eğilimi Yasası'ndan yola çıkarak öngörülerde bulunuyoruz. İlk yasa, sermayenin organik bileşiminin zamanla artacağını söylüyor (ki kapitalist ekonomilerde artıyor da). İkinci yasa ise sermaye stoku üzerinden hesaplanan ortalama kâr oranının zamanla düşeceğini öngörüyor (ki zaten düşüyor).

Ama bu, misal gelecek yıl içerisinde neler olacağını tahmin edebilmekle aynı şey değil. Üç gün sonra havanın nasıl olacağına dair başarılı tahminler yapabiliyor olsak da, hava tahmini işi gene de öngörülemeyecek gelişmelere açıktır. Bir ekonomide reel GSYİH büyümesinin, istihdamın, gelirlerin ve yatırımların bir yıl sonra ne kadar artıp azalacağına dair yapılan tahminlerin güvenilirliği ise nihayetinde çok daha az olacaktır.

Buna karşın ben gene de her yıl büyük ekonomilerin nasıl seyredeceğine dair tahminlerde bulunmaya çalışıyorum. Geçen yıl, çekinerek de olsa, ana kapitalist ekonomilerin üretim ve yatırımlarında Büyük Resesyon’dan beri ilk kez bir düşüş yaşanabileceğine dair tahminde bulunmuştum. Gelişmiş kapitalist ekonomiler açısından 2009 ortasından 2019'un sonuna kadar uzanan dönem, 1945'ten bu yana yaşanan en uzun büyüme dönemiydi (Meksika, Arjantin, Brezilya ve Rusya gibi birkaç büyük "gelişmekte olan ekonomi" ve Japonya ise bu dönemde durgunluk içerisindeydi). Ama bu dönem, aynı zamanda ortalama reel GSYİH'in yüzde ikiden fazla büyüyemediği, yatırımların durgunlaştığı ve kârların düşmeye başladığı bir dönemdi, ayrıca bu dönemde II. Dünya Savaşı sonrası dönemin en düşük büyüme oranına ulaşıldı. 2020'de ekonomik krizin eşiğine gelineceğine dair argümanım da bu gerçeğe dayanıyordu.

Salgın tabii ki öngörülebilir bir şeydi, gelgelelim Covid-19’un ne vakit ve nerede ortaya çıkacağını tahmin edemezdik. Covid salgını, önceki tüm tahminlerin çöpe atılmasına neden oldu. Bugün 2020 yılına dönüp baktığımızda şu gerçeği görüyoruz: dünyadaki kapitalist ekonomi, tarihinin en büyük ve en kapsamlı krizini yaşadı, ekonomilerin yüzde 95’i, ulusal hâsıla, yatırım, istihdam ve ticarette daralmayla karşılaştı.

Sadece Çin, Vietnam, Tayvan gibi çok az ülke, bu krizden kaçabildi.

Sonuç olarak, bir anlamda “2021 için bir ekonomik tahminde bulunmak artık daha kolay” diyebiliriz. Çoğu ülke, bu yıl toparlanacak. Reel GSYİH'ler büyüyecek, işsizlik oranları düşmeye başlayacak ve tüketici harcamaları artacak. Meselenin istatistikle ilgili yanı, bunu söylüyor. Misal bir ekonomi, bir yıl içerisinde yüzde on küçülürse, yani diyelim ki 100 iken 90'a düşerse ve sonraki yıl da toparlanıp 95'e yükselirse, bu, o ülkenin yüzde 5,5'lik bir büyüme yaşayacağı anlamına gelir. Ancak tabii ki bu durum, ekonomi kriz öncesindeki seviyesinin hâlâ yüzde 5 altında olacağı gerçeğini değiştirmeyecektir. Kaldı ki kriz yaşanmasaydı, ekonominin belki de yüzde 2-3 büyüyeceğini varsayarsak, mevcut büyümenin olağan eğiliminin hâlâ yaklaşık yüzde 6-7’lik seviyenin altında olacağını söyleyebiliriz.

2021'de çoğu ekonomide yaşanacak olan şey de tam olarak budur. Aşıların (kademeli olarak) dağıtılmasıyla birlikte yaz aylarında çok sayıda insan virüsten “korunacak” (peki ama virüsün tüm türevleri için geçerli olacak mı bu koruma?). Tabii nüfuslarını aşılamaya yetecek mali ve lojistik kaynaklara sahip olmayan yoksul ülkeler, belki de 2024 yılına dek beklemek zorunda kalacaklar! Gene de G7 ekonomileri, yıl ortasına kadar önemli ölçüde toparlanacaklar, en azından istatistikî düzeyde.

Ancak bu, ekonomilerin önceki ulusal üretim, istihdam ve yatırım seviyelerine geri dönecekleri, V şeklinde bir toparlanma olmayacak. Yukarıda da belirttiğim gibi, 2021'in sonunda (Çin hariç) birçok büyük ekonominin üretim seviyeleri, 2020'nin başındaki seviyenin altında kalmaya devam edecek. Aslında IMF, Dünya Bankası ve OECD, büyük ekonomilerin 2022'nin sonundan önce pandemi öncesi seviyelere dönmesini beklemiyor, çoğunun önceki büyüme eğilimini asla yakalayamayacağı tahmininde bulunuyor (ki bu eğilim zaten zayıftı).[2] Bu nedenle küresel “toparlanma”nın şeklinin ters karekök şeklinde olacağını öne sürüyorum. Yani hâsıla, yatırım ve kârlılıktaki yeni büyüme eğilimi, önceki büyüme oranlarının altında seyredecek.

Peki neden? Bunun üç ana sebebi var. Birincisi, çoğu kapitalist ekonomideki “yara”, kalıcı hâle gelmiş durumda.[3] 2020'deki kapanmalar sırasında birçok firma, özellikle hizmetler sektöründeki küçük firmalar, yeniden faaliyete geçemeyecek ve bunların faaliyete ara vermesiyle işsiz kalanlar işlerine geri dönemeyecekler. Ayrıca, tüm şirketler personel sayısını azaltmaya çalışacağından ve bu kapsamda yaşlı, yüksek ücretli işçileri tekrar istihdam etmekten kaçınacağından, hâlihazırda işten çıkartılmış olan birçok kişi, belki de işlerine kavuşamayacak.

İkinci sebep, birçok şirketin kurumsal borçlarındaki ciddi artışın, bu şirketlerin yatırım yapma imkânlarını azaltacak olması.[4] Önceki yazılarımda büyük ekonomilerde “zombi şirketler”in yükselişinden bahsetmiştim. Covid salgını döneminde yaşanan kapanmalar sırasında merkez bankalarının piyasaya büyük miktarda para pompalamasıyla birlikte enflasyon seviyesinin altına düşürülen faiz oranları ve kamu garantili kredi programları yolu ile şirketler, borç seviyelerini hızla artırdılar. Büyük şirketler, devletten gelen paraları istiflediler veya bu paraları, borsada kendi hisselerini ve finansal varlıklarını geri satın almak için kullandılar. Sonuç olarak birçok ülkenin borsası, tüm zamanların en yüksek seviyelerini gördü. Bununla birlikte, birçok küçük şirket, hayatta kalmak için sıra dışı bir şekilde borç almak zorunda kaldı. Her ne kadar borçlarını karşılamanın maliyeti düşmüş olsa da, toplam borç miktarı katlanarak arttı.

Pandemi kaynaklı ekonomik krizde üçüncü aşamaya geçme riski yüksek. Kriz, işletmelerin kapanması, seyahatlerin durması, insanların evde kalması ve hizmet sektörünün felç olması sebebiyle oluşan “arz şoku” ile başlamıştı. Sonra hizmetler, eğlence, seyahat ve diğer “aciliyeti olmayan” şeyler için yapılan harcamalar düştüğü için bir “talep şoku” oluştu. Evden çalışabilen, yüksek ücret alan meslek sahibi kişilerin ve büro bazlı çalışan işçilerin gelirleri sabit kalırken, düşük ücretli ve işe gitmek zorunda kalan vasıfsız işçilerin işleri buhar oldu. Büyük ekonomilerde nüfusun en üst gelir gruplarında yer alanların yüzde 40'ı evden çalışma şansı buldu, bu oran, en düşük gelire sahip olan gruplarda yer alanların iki katının üzerinde. İlk grup, harcama yapmadığı için de tasarruf oranları yükseldi.

Eğer çok sayıda şirket kapanırsa (ki iflaslar artmaya devam ediyor), 2021'de krizin üçüncü aşamasına geçilebilir, sonuçta da kredi sıkışıklığı ve mali krize tanık olunabilir.[5] Dünya Bankası baş ekonomisti Carmen Reinhart'ın gelişmekte olan piyasaların borçlarının temerrüde düşebileceğini (ki İngiltere’de böylesi bir risk mevcut) belirtmesi de bu korkuyu ifade ediyor. Reinhart, küresel güneyin “eşi benzeri görülmemiş bir borç krizi ve yeniden yapılanma dalgası”yla karşı karşıya olduğu konusunda uyarıda bulunuyor ve “Girdaba kapılacak ülkelerin kapsamı açısından bakıldığında bizim şu an otuzlarda bile görülmeyen seviyelerde olduğumuzu” söylüyor.

Otuzlar Grubu denen bankacılar da yakın zamanda bir rapor yayınladılar ve böyle bir krizin yaşanabileceği konusunda uyarıda bulunup, bundan kaçınmak için derhal harekete geçilmesi çağrısı yaptılar.[6] Grup, “Covid-19 ekonomik krizi, bugüne dek likidite azlığı ile tanımlıydı. Eğer salgının yarattığı ekonomik gerilim devam ederse, birçok işletmenin asıl uğraşacağı şey, iflaslar olacaktır” diyor. Ucuz kredi bile “zombi” şirketlerin toparlanmasını sağlamak için yeterli değil. Zombi firmalar, 2 trilyon dolar gibi bugüne dek eşine rastlanmamış bir borç yükünü omuzlamış durumdalar.

Bu da küresel kapitalizmde sürdürülebilir bir büyümeye geri dönme anlamına gelen V şeklinde bir toparlanma beklemiyor oluşumuzun üçüncü sebebidir. Salgında büyük ekonomilerdeki ortalama sermaye kârlılığı, savaş sonrası dönemin en düşük seviyesinde.

Kriz, kapitalist sektördeki “kuru dallar”ı yeterince “budamadığı”, böylece güçlünün zayıfın yerini almasını sağlayıp, hayatta kalanların kâr etme becerisini artırmadığı sürece büyük kapitalist ekonomiler, Keynesçilerin “sürekli durgunluk” veya benim ve diğer bazı Marksist iktisatçıların “uzun süreli bunalım” dedikleri duruma mahkûm olabilirler.

Ana akım iktisatçılar içerisinde 2021 için iyimser konuşanlar yok değil, tıpkı geçen Mart'ta, yani salgının başında da olduğu gibi. O zamanlar bazı önde gelen Keynesçilerin söylediklerini hatırlayalım. Clinton döneminin Hazine Bakanı Larry Summers, kapanmaları turistik yerlerdeki işletmelerin kışın kapalı olmasına benzetmişti. Yaz gelir gelmez bu işletmelerin hepsi açılacak ve her şey eskisi gibi olacaktı. Bu nedenle Summers, salgını sadece mevsimsel bir olay olarak değerlendirmişti. Keynesçi ekonomi danışmanı Paul Krugman da benzer şekilde, salgının yol açtığı durgunluğun ekonomik bir kriz değil, “afet yardımlarına ihtiyaç duyan bir durum” olduğunu düşünüyordu.[7] Yani borçlanma yoluyla finanse edilen hükümet harcamaları, kısa süre sonra ekonomiyi yeniden ayağa kaldıracaktı. Yine Clinton döneminin sözde solcu Çalışma Bakanı Robert Reich da bunun ekonomiyle değil, sağlıkla ilgili bir kriz olduğunu, sağlık sorunu kontrol altına alınır alınmaz da normale geri dönüleceğini söylemişti.

Bugün de Financial Times yeni yıl için umut ve toparlanma mesajı vererek koroya katılmış oldu. Ekonomi yazarı Martin Sandbu, 2020'de biriken ve harcamaya hazır yüksek tasarruflarla desteklenecek olan ertelenmiş talebin devreye girmesiyle 2021'de büyük bir tüketici patlaması yaşanacağını söylüyor. 2021’le başlayan dönemi, geçen yüzyılda ekonominin canlandığı, önemli başarıların elde edildiğine inanılan “yirmili yıllar”a benzetiyor.[8] Bu tahmindeki sorun şudur: Birincisi, yirmili yıllar, birçok ülke için hiç de başarılı ve canlı geçmedi. İngiltere, bahse konu on yılda büyüme, yatırım ve istihdamda uzun bir bunalıma tanık olurken, Avrupa ve Japonya, militarizmin ve faşizmin yükselişine zemin hazırlayan bir çaresizliğin pençesine düştü.

İkincisi, yirmilerde, İspanyol gribi salgınının sona ermesinden sonra ABD ekonomisinde bir patlama yaşanmasına karşın, çalışanların büyük kısmı bundan pek bir fayda görmemişti. Ekonomik büyüme birkaç yıl hızlanmış ve borsa (şimdi de olduğu gibi) ucuz krediyle canlanarak yeni rekorlar kırmış, ancak reel ücretler bir süre için, yani altı yılda, sadece yaklaşık yüzde 5-8 artabilmişti (ki bu, çok da yüksek bir rakam değil). Çünkü verimlilikle birlikte kârlar artarken, işçilerin ücret artışı verimlilik artışının altında kalmış, eşitsizlik artmıştı.[9]

Ve elbette 1929-30'da borsada yaşanan Büyük Çöküş ve ardından gelen otuzlu yılların o Büyük Buhranı ile her şey hüsranla sonuçlanmıştı. Sandbu, gene de bize umut vermekten vazgeçmiyor: “Yirmili yıllar kötü bir şekilde sona erdi. Ama hazzı dizginlemek yerine onu kapsayıcı hâle getirirsek, bu sefer daha iyisini yapabiliriz. Nihayetinde kutlama vakti geldiğinde herkes eğlenecek” diyor.

Financial Times da “Gelecek için umutlu olmanın bir nedeni varsa, o da her şeyden önce geçen yıl uyum sağlama yeteneğimizi geliştirmiş olmamızdır” diyor. Sahiden öyle mi? Kapitalizm neye uyum sağlamış, bir değişime mi maruz kalmış? Bilim insanları ve sağlık çalışanlarının muazzam çabaları sayesinde her yerde virüsün bulaştığı hastaların ve virüsten ölenlerin sayıları düştü, aşılar rekor sürede üretildi. Ama kapitalist ekonomi değişmedi.

Büyük ilâç tekelleri, aşı satışlarından büyük kârlar elde etmeye hazırlanıyorlar, fosil yakıt şirketleri, keşif faaliyetlerini ve üretimlerini genişletmeye devam ediyorlar. Şirketler, her yerde işçileri işten atma ve haklarını ellerinden alma derdinde. Hükümetler, geçen yıl dağıttıkları teşvik ve desteklerin parasını çıkarmak için salgının etkisinin kırıldığı noktada uygulanacak kemer sıkma politikaları yoluyla sosyal harcamaları azaltmak ve vergileri arttırmak zorunda kalacaklarından bahsediyorlar. Küresel ısınma yeniden baş gösteriyor, servet ve gelirdeki eşitsizlik varlığını muhafaza ediyor, yoksul ülkelerde sefalet derinleşiyor ama borsalardaki yükseliş sürüyor. Benim 2021 tahminim bu şekilde.

Michael Roberts
2 Ocak 2021
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Michael Roberts, “Forecast 2020”, 30 Aralık 2019, MR.

[2] Michael Roberts, “The Post-Pandemic Slump”, 13 Nisan 2020, MR.

[3] Michael Roberts, “The Scarring”, 2 Mayıs 2020, MR.

[4] Michael Roberts, “Deficits, Debt and Deflation After The Pandemic”, 29 Haziran 2020, MR.

[5] Michael Roberts, “A Credit Crash Ahead?”, 2 Aralık 2020, MR.

[6] Group of Thirty, “Reviving and Restructuring the Corporate Sector Post-Covid”, 2020, G30.

[7] Paul Krugman, “Disaster Relief Economics”, 30 Ağustos 2011, NYT.

[8] Martin Sandbu, “Goodbye Virus-Ridden 2020”, 12 Ocak 2021, FT.

[9] Gene Smiley, “The U.S. Economy in the 1920s”, EH.

01 Şubat 2021

,

Kum Havuzu

Biz biliyoruz ki liberalizm, fiili faşizmin bağrında taşıdığı, boş bir umut.

Gezi sonrası bu liberalizme örgütlenenler, KHK’lara, küçük çaplı grevlere, ev baskınlarına, bodrumlarda katledilen canlara tek bir laf üretmiyorlar. Seyirci olarak izliyorlar ve herkese koltuk ayırdıklarını söylüyorlar. 

Çünkü bu faşizmin ilanihaye sürmeyeceğini, esasen onun kendi liberal dünyalarının sancılı doğumunun bir parçası olduğunu düşünüyorlar.

Amerika’da askerî stratejistler, Eski Yunan’da Sparta’ya, doğu coğrafyasında Perslilere bakıyorlar. Amerika’nın Sparta ve Pers İmparatorluğu gibi hareket etmesini öneriyorlar. Aşağıdakilere ise Atina ve Elen masalları anlatıyorlar. Tanrıların en büyüğü, Ahura Mazda’nın her şeyi yarattığına, hakikati ifade eden Arta’yı da kozmosa biçim ve düzen vermek için meydana getirdiğine inanıyorlar. Arta’nın karşısında yalan, yani Drauga var. Egemenlere göre, hepimiz yalanız. Yalana karşı hakikatin, karanlığa karşı ışığın safında olmadığımız için yok edilmeliyiz.

Aynı Pers, bugün ona karşı bir devrimi bağrında taşıyan günümüz İran’ının karşısına çıkartılıyor. “Kaçar Hanedanı’nın bıyıklı eşleri” haberleri bu yüzden yapılıyor. Aynı haberleri yapanlar, aynı güzellikte olan Frida Kahlo’yu azize ilân edebiliyorlar. Kılla tüyle uğraşan liberalizm, saç kılını görme arzusuyla, batı kaynaklı, “İranlı kadınlar yasağa rağmen başlarını açıyor” haberleri yapıyor.

Bu İran düşmanlığı, batıya hayranlığın, sadakatin bildirilmesinin bir ifadesi. Herkesin cenneti, orası. Orada fukara halkların çektikleri çilelerle kimse ilgilenmiyor. “Gerçek benim, geri kalan yalan” diyorlar. Birey putu, Batı ile anlam kazanabiliyor.

Oysa İran hiçbir şey değilse, yazının başında paylaşılan fotoğrafta görüldüğü üzere, eski İsrail konsolosluğunu FKÖ’ye tahsis eden iradedir. İran hiçbir şey değilse, IRA militanı Bobby Sands’in ölümü üzerine, İngiliz Büyükelçiliği’nin önündeki Winston Churchill Caddesi’nin ismini Bobby Sands yapandır. Onların asıl düşman olduğu şey, budur. Bilindiği üzere, adreste sürekli Bobby Sands’in ismiyle karşılaşmamak için İngiliz elçiliği, binanın adresini ve giriş kapısını değiştirmiştir.


* * *

Buranın laikleri, liberalleri yüzünü, devletin ideolojik aygıtı olarak inşa edilen tarih kürsülerinin yalanlarına çeviriyorlar. AKP bahanesiyle, liberal AKP karşıtlığını süslemek için ta Sümerlere gidiyorlar. Zorlama bir çabayla, Sümeroloji’nin İslam karşıtı kullanım yöntemlerini devreye sokuyorlar.

Sümeroloji konusunda üstat bellenen kişi, Kemalist mitolojinin kurucularından olan Muazzez İlmiye Çığ. Bu tür isimlerin özel bir eğitimden geçtiğine kuşku yok. İlmiye Çığ’ın kardeşi Turan İtil için de benzer bir durum söz konusu.

Nöropsikoloji profesörü olan İtil, 12 Eylül darbesinden hemen sonra ülkeye geliyor. Bizim bu gelişin tercihen veya tesadüfen olduğunu düşünmemizi istediği açık. Mamak Cezaevi’ndeki tutsaklar üzerinde deneyler yapıyor. “Gençlerin neden terörist olduğunu” anlamaya çalışan profesörle ablasının Sümeroloji üzerinden devlete has bir mitoloji üretmesi ve bu mitolojiyi İslam’la mücadele için kullanması arasında bir tutarlılık söz konusu.

Bugünse sol, 11 Eylül gibi momentlerin ardından, liberalizmle tanıştırılıyor, onunla tanımlı kılınıyor. Giderek solun kitlesi, liberalizm mirasını kendi mirası belliyor. Liberal felsefe, akıl ve siyaset, sosyalist, komünist her türlü pratiği şekillendiriyor. ABD ve AB ile kurulan bağlar üzerinden örgütler, ülkedeki dönüşüme dâhil olabileceklerini düşünüyorlar.

1935’te İran’da örtünmeyi, başörtüsünü yasaklayan bir yasa çıkartılıyor. İsyan yaşanıyor. Şah’ın emriyle eylemlerde birçok insan öldürülüyor. Ölülerin ardına saklanan kişiler bile, toplanıp diri diri toprağa gömülüyorlar. Özünde bu yasak İran’a has da değil. Afganistan ve Türkiye’de de benzer yasaklar gündeme geliyor. Bu yasağın ardında Britanya’nın talebini ve iradesini aramak gerekiyor.

Sol, Türkiye’de İslam’a ve Kürd’e yönelik devlet politikasının bir uzantısı olarak varolabileceğini iyi biliyor. Bu bilinçle hareket ediyor. Kendisinin ancak kültür-sanat alanında yaşayabileceğini görüyor. O, kendisine tahsis edilen kum havuzundan gayet memnun. Politik iktidar yerine “toplumsal devrim” gibi temelsiz, asılsız, gerçek dışı bir olguya sarılmasının sebebini burada aramak gerekiyor. Toplumsal devrimciliğin içi boşaldıkça o, toplum mühendisliğine dönüşüyor. Basit fikir, duygu ve algı değişimlerinin devrimi getireceğini düşünüyor. Liberallerin “önce birey dönüşsün” lafı, bu sebeple benimseniyor. Faşizm karşısında herkesin elini kolunu tam da bu fikir bağlıyor.

Faşizm, liberalizmin ekonomik yönünü benimsiyor, ama felsefi ilkelerini redde tabi tutuyor, modernitenin entelektüel ve ahlakî mirasını çöpe atıyor. Yalnız bu, geçici bir araz. Her liberal, o faşizmin ekonomik yönüne içten içe selam duruyor ve işi gücü, o ilkeleri ve mirası dile pelesenk etmek oluyor. Sonuçta liberallerin AKP eleştirileri, hakikatin önündeki perde; o perdenin yırtılıp atılması gerekiyor.

Eren Balkır
1 Şubat 2021