Fatih Maçoğlu bir laf etti[1], demediklerini
bırakmadılar. Düne kadar sosyal medyada onun resimlerini, sözlerini
paylaşanlar, bugün onunla “bu adam hıyar yetiştirme derneği başkanı” diyerek
dalga geçiyorlar.
Çünkü doksanların başından 2013’e kadar teori ve
pratik, mücadeleden azade gelişti. Düzen, Sovyetler üzerinden tezvirat
ürettikçe bunlar, “ama biz öyle değiliz” dediler. Özünde Batı’da kadın, çevre
ve her türden kimlik siyaseti, bu bağlamda gelişme imkânı buldu.
Tüm bu kimlik hareketleri, sosyalizm deneyimlerinin
eleştirisi üzerine kuruluydu. Öyle olmamak için çok uğraşıldı. Bahsi geçen
hareketler, sosyalizmi ehlileştirmek, yola getirmek ve demokratlaştırmak için
icat edildiler. Batı kaynaklı metinler, bugün bu tespiti, açık yüreklilikle
yapıyorlar. Burada devlete ve burjuvaziye değil, sosyalizm deneyimlerine yumruk
sallanıyordu. Görülmeyen buydu.
Herkesi kucaklayan bir politika, politika değil.
Politika, ayrım yapmayı gerektirir. Ama apolitika da politik bir müdahaledir.
Sosyalizm deneyimlerine dönük bu kimlikçi müdahalenin, düzenle, egemenlerle,
sermayeyle, devletle bir alakası yoktu. Onlar, bu müdahaleden genel olarak
memnunlardı.
Kimlik, kim olduğuna bakar. Sınıf meselesi, olguların
ne olduğuna. Bugün devletin kim olduğuna bakanlar, onun ne olduğunu
unutuyorlar. Dolayısıyla kendi kimliklerini belertmek, belirginleştirmek,
satmak için devleti Tayyip’e, Tayyip’i de Trump’vari bir nefret objesine
indirgiyorlar. Özünde kendilerini görmek için onu görüyorlar. Buradan devlet
neyse ona örgütleniyorlar. Daha doğrusu, devletin örgütlenme tarzı bu.
Tayyip’in bir kimliğe kapatılması, onun ne olduğunu karartıyor. Onda sadece bir
kimlik görenler, kimliğinin rantını yemek isteyenler. O nedenle “cehalet
toplumu” edebiyatı yapıyorlar. Koyun resimleri paylaşıyorlar. Eskinin
siyasetnamelerinden beri “çoban”ın neye tekabül ettiğine bile bakma gereği
duymuyorlar. Sadece “ben ne kadar özgürüm, istediğimi yapar, dilediğim yere
giderim” deyip duruyorlar.
Kim olunduğunun önemi arttıkça, ne olunduğunun
ağırlığı kayboluyor. Devlet ve sermaye istiyor bunu. Artık Dersim Katliamı,
“geri bir tarihsel ilerleme” olarak niteleniyor. Bunu en öz “Maoistler”
yapıyorlar. Böylelikle kapitalizm çağında ileri bir tarihsel ilerleme de
olabileceğini söylemiş oluyorlar. Siyasetleri samimiyetsiz, gerçeksiz, bağsız,
bağlamsız. Bağlara ve bağlama mecbur, hiçbir yere gidemeyecek kitlelere sahte
şuruplar satıyorlar. Asıl üfürükçülük bu.
O nedenle Tayyip ve AKP’nin yaptıklarını sanki bir
boşlukta yaşanıyormuş gibi değerlendiriyorlar. Kendi kimlikçilikleri uzay
boşluğunda salındığı için, onu da kendileri gibi zannediyorlar. Aynadaki
akislerine yumruk sallıyorlar. Böyle olması işlerine geliyor. Hem kendilerini
tehlikeye atmamış oluyorlar hem de o baskıcı, totaliter, disiplinli olandan
kaçma imkânı buluyorlar. Son yirmi yılı bu kaçışla geçirdiler. Bir de şimdi
“Fethullah’ın yerini Nakşiler aldı” diyorlar. Asıl cahillik bu: çünkü Nakşilik,
yüzlerce yıldır orada, devletin-sermayenin bir yerlerinde. Buna dair tek bir
program, tek bir müdahale yok, ama velvelesi bol!
Kaçtıkları için, onca öznelciliklerine karşın, dış
güçlerden kurtuluş bekliyorlar. Krizden medet umuyorlar. Umdukları medet, gene
burjuvaziye örgütleniyor. Onun ilerlemeye yazgılı mekanizmasına cıvata veya yağ
oluyorlar. Çarklar böyle dönüyor. Ona halel getirmemek için Tayyip’i bir
boşluğa fırlatıp atıyorlar. Kimlikleri piyasada değerlensin diye, ona
küfrediyorlar. Okudukları kitapların, makyajladıkları yüzlerinin, kremledikleri
bedenlerinin bedelini istiyorlar. Kimsenin umurunda değil, sömürülen de mazlum
da.
Hiçbir şey bir boşlukta gerçekleşmiyor. Kriz varsa,
burjuvazi ve devlet buradan sıçrıyor, kanını yeniliyor, adımlarını güçlendiriyor.
Buna karşı kitlelerin içerisinde sınıf mücadelesinin belirleniminde belirli bir
hattı örmek, artık imkânsızlaşıyor. Çünkü herkes, o kana ve o adımlara bakıyor.
Maçoğlu, o nedenle “hıyar derneği başkanı” oluyor.
Sınıfın kim olduğunu göreceğimiz yer, kimliklerin
savaşı; kimliklerin ne olduğunu idrak edeceğimiz yer, sınıf mücadelesi. Kendi
benliklerini biricikleştirme derdinde olanlar, sosyalizm deneyimlerine edilen
küfürden öğrendikleri laf salatalarını tüketip duruyorlar. Fredric Jameson,
“sosyalist bir devletin neye benzeyeceği üzerine kafa yormak, devleti
faşistlere terk etmekten daha hayırlı” diyor.[2] Artık Jameson’ın da
akademideki popülerliğinin sonu gelmiş demek ki! Çünkü herkes, kafasını
“sosyalist bir devletin neye benzeyeceği” tartışmasından başka yöne çevirmiş
hâlde.
Devyolcular, 12 Eylül mahkemelerinde “biz gazeteciyiz”
dedikten sonra, geçmişin eleştirisini şu cümleye sığdırıyordu: “Nasıl
örgütleneceğimizi değil, sosyalizmde anaokulu nasıl olacak meselesini
tartışıyorduk.” Bu tartışmanın geçersiz kılındığı momentte, kendisine ayar
vermek için kurulmuş Birikim dergisinin ölçüsüne tabi olundu. Birikim
de AKP’de nihayet gerçekleşmiş “burjuva devrimi”ni gördü. Şimdi eskinin maddi
imkânlarına çöreklenip subaşlarını tutan eski kimi Devyolcular, Tayyip’i över
hâle geldiler. Misal, Tayyip’in bir danışmanı eski TKP’li. Eski bir AKP
milletvekili eskinin Kurtuluş’çusu ya da bir örnek de Yavuz Bingöl… Devletin ve
burjuvazinin nasıl örgütlendiğini görmek için bu tür deneyimlere iyi bakmak
gerekiyor. Mehmet Ağar diyor, “bu solculara ekmek verin.” O solcular da sosyal
medyada iş ve ekmek için dilenmekten başka bir ideolojik-politik çalışma
yapmıyor. Devlete ve burjuvaziye, “bu gericilerden sıkılmadınız mı, asıl işe
yarar unsur biziz” deyip duruyorlar.
Maçoğlu’nun HDP ve CHP üzerinden ettiği lafa yönelik
tepkiler boşlukta dile gelmiyor. Böylesi bir bağlamda gerçekleşiyor. Bugün son
tecavüz yasası ile ilgili galeyan da dâhil, CHP’nin ipiyle kuyuya iniliyor,
sonra eski Çin atasözünde denildiği gibi, kuyunun ağzından görülen gökyüzü
dünya zannediliyor. CHP, sadece kendisinin görülmesini isteyen, herkesi
kendisine mecbur etmeye yazgılı, küçük burjuva partisi. Bu herkese sıcak
geliyor.
Kimlikler önemli ama kimlikçilik tehlikeli. Kim
olunduğu bahsi, o kuyunun ağzından görüleni dünya zannetmek. Herkesi kendin
gibi bilmek. Dışarıya, başkaya, kolektife, ucu açık gerçekliğe karşı körleşmek.
Sınıf tahlilleri, sınıfı da bir kimlik olarak ele almış olsa da en azından bu
hususlara dair bir şeyler söylüyorlardı. Kimi sınıfçılardaki itiraz, sınıfı
kimliğe indirgemiş olmalarının bir sonucu. Başkalarıyla rekabet içine girmek
istemiyorlar. Onların da sınıfla, onun neliği ile bir ilişkileri yok.
Herkesi kucaklayan bir siyaset, siyaset değil. Ayrım
yapmak zaruri. Sınıfın neliği bunu emrediyor. Her türden emri dinlememek için
kimlikçi olanların siyaseten kazandıracakları bir şey yok. Sınıfa bakıp devlet
eleştirisi yapanların kimliğe bakıp burjuvazi eleştirisi de yapabilmeleri
gerekiyor. Her iki eleştiri de kitlelerle çayın şekere karıştığı gibi
karışmakla ancak mümkün. Ama bugün Canan Karatay üzerinden bireysel bedenimizi
koruyup kollamak, siyaseti ve ideolojiyi bu kollama faaliyetine kapatmakla
meşgulüz. Çayımıza şeker atmamakla övünüyoruz!
Mevcut ataleti, CHP veya Fethullah merkezli tezviratla
canlandırmanın imkânı yok. O ataletin kendisinde burjuvazinin ve devletin
birlikte örgütlenmişliğini görmek gerek. Sınıfçılar sınıfsız; kimlikçiler
kimliksiz bir yok-yerin yaygarasını kopartıyorlar.
Dolayısıyla had bilmeyen had bildiremiyor; hesap
vermeyen hesap soramıyor. On yıl AKP’ye tek taş atmamış olanların bugün
herhangi bir inandırıcılığı bulunmuyor. En fazla, devletin ve burjuvazinin AKP
denilen perdenin gerisinde örgütlenişine katkı sunuluyor. Had bilmeden, hesap
vermeden yaşamak denilen şey, bugün “solculuk” adı altında örgütleniyor. Hiçbir
şey, boşlukta gerçekleşmiyor. Had ve hesapla sorunu olanlar, böyle olabilmek
için maddi pratikte solcu oluyorlar. Hepsi de aynı sepette toplanıyorlar, o
sepeti koluna geçiren, kimi zaman devlet kimi zaman burjuvazi.
12 Eylül mahkemelerinde “biz gazeteciyiz” diyenler,
herkesi gazeteci yapıyor, sonra da gazeteciliğin kutsallığı üzerine nameler
düzüyorlar. “Profesyonel devrimcilik” bahsi alay konusu ediliyor. İşi devrim
olan insanlar, bir bir istifa ediyorlar. Kolektif bir iş pratiği olarak
devrimcilik, hükümsüz kılınıyor. Bu, sırf CHP’den üç-beş kişi kazanabilir miyiz
derdiyle yapılıyor. Devlet, CHP üzerinden örgütlüyor muhtemel tehlikeyi
kendisine.
“Profesyonel” sözcüğü, zamanla değersizleşiyor. Kendisi
dışında, maddi pratiğin seyrine dair tek kelam edilmiyor. Gazeteciler
akademisyen; akademisyenler gazeteci olabiliyor ancak. Devrimcininse laf
kalabalığına değil, kitledeki nabza, öfkeye ve derde dair kelama ihtiyacı var.
Kitle de soyut bir öz değil elbette. Onu boşlukta asılı bir şey olarak görmemek
gerekiyor. Görmek için müdahil olmak şart.
Eren Balkır
18 Kasım 2016
Dipnotlar:
[1] “Komünist Başkan: CHP ve HDP Sosyalist Değil”, 17 Kasım 2016, T24.
[2] Bkz. “Frederic Jameson Söyleşisi”, 9 Kasım 2016, İştirakî.
0 Yorum:
Yorum Gönder