27 Kasım 2015

,

Yanlış Sekülerlik


Charlie Hebdo saldırılarının ardından “cumhuriyetçi değerler” lafını çok işitir olduk. Gerçekten de bazı Fransızlar haddinden çok duymuş olmalılar ki geçenlerde yapılan bir ankette halkın yüzde 65’inin “cumhuriyetçi değerler” gibi terimlerin kullanıla kullanıla anlamsızlaştığını düşündüğü ortaya çıktı.

Bu “değer”lerden merkezî önemde olanı ise laïcité. Malum, bu terimin o kadar çok yorumlanış biçimi ve farklı çağrışımı var ki tam olarak çevirmek mümkün değil, “sekülerizm makul ölçüde yakın bir karşılık” denebilir. Bugün laïcité, başörtülü annelerin çocuklarına okul gezilerinde eşlik etmesinin yasaklanmasından tutun da Müslüman ve Yahudi okul çocuklarına okul yemekhanesindeki domuz etli yemekleri yemedikleri takdirde aç kalacaklarının söylenmesine kadar birçok şeyi meşrulaştırmaya yarıyor.

Ancak laïcité, basitçe sağın kültürel ya da siyasi emelleri için tasarrufunda bulundurduğu bir fikir değil; o, solun da, hatta radikal solun da sahip çıktığı bir “değer”.

Dahası, laïcité, sadece insanların kafasının içinde gezinen bir “değer” olduğu için öneme sahip değil; o, Fransız eğitim siteminde tecessüm etmiş bir olgudur. Bugün Fransa’da nüfusun yaklaşık dörtte biri (yüzde 24,7’si) ya çalışan ya da öğrenci olarak eğitim sistemine dâhildir. Bu durum, laïcité ile ilgili idealleri ve bunların uygulanışını Fransız ulusunun iktisadî ve toplumsal yapıları bakımından hayatî kılmaktadır.

Laïcité, uzun ve çetrefilli bir tarihe sahipse de esas dönüm noktasını şüphesiz ki Fransa’da ilköğretimin ücretsiz, zorunlu ve seküler olması üzerine kurulu ilkeyi yürürlüğe koyan 1881-1882 tarihli Ferry Yasaları teşkil eder.

İlköğretimde benzer adımlar tüm Avrupa’da atılmıştır. Sanayileşmenin getirdiği değişiklikler, özellikle de 1870 savaşında Prusya’nın kazandığı (ve birçoklarının onun eğitim bakımından üstünlüğüne bağladığı) mutlak zaferin ardından, Fransa’da okuma yazma bilen nitelikli işgücüne yönelik ihtiyacı artırmıştır.

Ancak başka etkenler de vardır. Artık Üçüncü Cumhuriyet’i yönetmekte olan siyasetçilerin İkinci Cumhuriyet yıllarında muhalefetteyken sütten ağızları yanmıştır. Katolik Kilisesi, Üçüncü Napolyon rejiminin kurulmasında ve sürdürülmesinde mühim bir rol oynamıştır. Vatikan, bir Fransız garnizonu tarafından korunmaktadır ve Vatikan’ın bağımsız bir devlet olma statüsünü kaybedip İtalya’nın bir parçası hâline gelmesi, ancak bu garnizon Fransa-Prusya Savaşı için çekildiğinde gerçekleşmiştir.

Bu nedenle cumhuriyetçi siyasetçiler, ruhban karşıtlığına ve Katolik Kilisesi’ne güvenmemeye eğilimlidirler (ki bu tutum, Fransa halkına hâkim olan havaya da uygundur).

Bu güvensizliğin açık kimi sebepleri vardır. Ruhbanın sadakati, Papalık ve Fransa devleti arasında bölünmüştür, Papalığınsa kendine ait bir dış siyaseti vardır ve bu siyaset, Fransız devletininkiyle bir olmak zorunda değildir. Ayrıca Katolik öğretmenlerin gönüllerinin Paris’ten değil de Roma’dan yana olabileceğinden de korkulmaktadır; örneğin 1859’da, Fransa-Avusturya Savaşı sırasında bir köy rahibinin cemaatten, onlar da Katolik olduklarından ötürü, Avusturyalılar için dua etmelerini istediği yollu bir rivayet edilir.

Sonuç olarak Ferry ve destekçileri, yeni nesli eğitmek gibi mühim bir görevin kilisedeki güvenilmez müttefiklere bırakılamayacağına ve bu işin doğrudan doğruya devletçe üstlenilmesi gerektiğine kani oldular.

Ulusal savunma da kilit önemde bir meseleydi. Fransa, Prusya ile girdiği savaşta feci bir yenilgi almış ve yeni kurulan Alman İmparatorluğu’na Alsace ve Lorraine bölgelerini kaptırmıştı. O dönemde bazı çevrelerde Fransa’nın kaybettiği bölgeleri geri almaya çalışması gerektiği görüşü hâkimdi.

Ferry, Almanya ile savaşmaktan yana değildi, bu komşu ülkeyle Fransa’nın ilişkilerini geliştirmeye çalıştı. Ancak hareket alanı, Fransız halkının genel eğilimi ve Almanya ile savaşın gerçekten de ihtimal dâhilinde olması gibi sebeplere bağlı olarak kısıtlıydı.

Ferry’nin tercihi, Fransa’nın sömürge imparatorluğunu genişletmek yönündeydi; bu, onun “üstün ırkların […] aşağı ırkları medenileştirmekle mükellef olduğu” yönündeki ırkçı düşünceleri ile de uyumlu bir misyondu. Filhakika, Fransa’nın Hintçini’ni işgal ve ilhak edişi Ferry döneminde gerçekleşti.

Bu hedefler, orduyu merkezî önemde bir mesele hâline getirdi; Fransa, hâlâ büyük oranda bir tarım ülkesiydi: 1900 yılında Fransa’nın çalışan nüfusunun yüzde 45’i çiftçi ve köylülerden oluşuyordu. 1848 ve 1871’de Parisli işçilerin ayaklanmalarını bastırarak “düzen”i yeniden tesis edenler köylü askerlerdi ve takip eden yirmi-otuz yıl içerisinde de ordu, defaten grevcilere karşı kullanıldı.

Ancak ortada köylülükle ilgili bir sorun vardı. Köylülerde ulusal kimlik bilinci kesinlikle çok zayıftı, onlar kendilerini, Fransa ulusundan ziyade yaşadıkları köy ya da bağlı oldukları bölgeye ait hissediyorlardı. Bretonya’dan Provans’a kadar birçok köylü, Fransızcadan farklı diller ya da standart Fransızcaya uzak lehçeler konuşuyordu; 1863 yılının resmî istatistiklerine bakıldığında, nüfusun dörtte bire yakın bölümünün Fransızca konuşmadığı görülüyor. Bazı bölgelerde köylüler, Fransız olduklarına dair bir bilgiye bile sahip değillerdi.

Dolayısıyla, Ferry’nin eğitim projesinin merkezî yönelimlerinden biri, Fransız kimliğine dair bilinci güçlendirmek, onu vatanseverlik ve ulusal kimlik fikirlerini aşılayacak “ahlakî ve medeni” bir eğitimle dinî yapının yerine yerleştirmekti. Yeni eğitim modelinin temel müfredatı, erkekler için askerî eğitimi, kızlar içinse dikiş-nakış işlerini (muhtemelen üniforma imalatını) içermekteydi.

Yeni okullarda askerî talimler dikkate değer bir önem kazandı. Bir tarihçinin tarifiyle:

“O dönemde okullarda cumhuriyetçi Paul Bert’in icadı olup 1882’de hayata geçirilmiş olan ‘okul müfrezeleri’ vardı. Bu müfrezeler, ilköğretime kaydolan öğrencilerin kafalarına ‘vatansever vatandaşlık’ fikrini askerî talim yoluyla sokmaya yarayacaktı. Çocuklar, tahta kasatura ve oyuncak silâhlarla uygun adım yürüme talimlerinin yanı sıra, okul dışında, orduya ait atış sahalarında gerçek mühimmatla da eğitim alıyorlardı.”

Ferry yasaları ile ilgili 1985 tarihli bir seminerin açılış konuşmasında François Furet, eğitimde laïciténin tesisini “Fransız Devrimi’nden bu yana solun yegâne zaferi” olarak tanımlar. Ne var ki Ferry Yasaları ve laïcité hayata geçirildiğinde, Sol o kadar da mutlu olmamıştı.

Sosyalist Parti’nin, başında karizmatik Jean Jaurés’in olduğu bir kanadı için Ferry yasaları ve kilise ile devletin ayrılmasının ileriye doğru büyük bir adım olarak görüldüğü kesinlikle doğru. Jaurés genç bir adamken Ferry ile dostane bir ilişki içindeydi ve laïcité fikrine cumhuriyetçi siyasete verdiği genel desteğin bir parçası olarak sempati duyuyordu. 1904’te Jaurés, cumhuriyetçi hükümette Sosyalistlerin yer alması gerektiğini -bu hükümetin cumhuriyeti kurtardığını söyleyerek- savunuyor, cumhuriyetçi hükümetin aynı zamanda grevdeki işçilerin üzerine ateş etmeleri için asker yolladığı gerçeğine ise yalnızca üstü kapalı olarak değiniyordu.

Marksist sol içinse işler oldukça farklıydı. 1882 yılının yazında, laïcité ile ilgili Ferry Yasası henüz geçmişken Karl Marx üç aydır -Cezayir dönüşü geldiği- Paris’te idi. O dönemdeki yazışmalarında bu olaydan hiç bahsetmemektedir. Furet’nin laïcitéyi Sol’un en büyük zaferi olarak gördüğünü düşünürsek bu, hayli tuhaf bir durumdur.

Paris’e 1882 tarihinde yerleşmesinden itibaren, otuz yıl boyunca en önemli Marksist düşünür ve yazarlardan biri hâline gelmiş olan, Marx’ın damadı Paul Lafargue da Engels’le yaptıkları çok sayıdaki yazışmaların hiçbirinde Ferry yasalarına atıfta bulunmamaktadır. Belki de bu ihmal, Marx ve Engels’in Ferry hakkındaki kanaatlerinden kaynaklanıyordur; Marx, Paris Komünü’nden önceki dönemde Ferry’nin kötü idaresini tahkir ediyor, Engels ise onu “halis hırsız” diye tanımlıyordu.

Ne var ki -Engels’in ölümünün ardından “Marksizmin Papası” diye anılmaya başlanan- Kautsky’nin görüşü oldukça farklıydı. Her ne kadar genel olarak Üçüncü Cumhuriyet’e ve onun ihtiva ettiği, Fransız sosyalist hareketinde yer alan birçoklarının da inandığı aldatmacalara karşı tutumu eleştirel idiyse de Kautsky, herhangi bir şerh düşmeksizin, “eğitim sahasında Üçüncü Cumhuriyet muazzam işler yaptı” demişti.

Yine de Kautsky, kilise ve devletin ayrılması konusunda şüpheciydi; şunu iddia ediyordu:

“Eğer şimdi Devlet ve Kilise ayrıldıysa bu, Kilise’nin kışkırtmasına da yorulabilir. Her durumda bu ayrılığın kalıcı olacağına hâlâ şüpheyle bakılabilir.”

Daha sonrasında ise Kautsky şunları söyledi:

“Bugün Kilise’ye karşı mücadele etmek burjuva liberal siyasetçilerin çıkarına, ama Kilise’nin hakkından gelmek asla çıkarına değil. Bu mücadele sürdükçe müttefikliğine itimat edebilecekleri tek unsur, proletaryadır. Eğer mücadele bir gün son bulursa, Kilise’nin tepe üstü düştüğü gün müttefikleri düşmana dönüşecekler. En devrimci zamanlarında bile burjuvazi, Kilise olmadan uzun süre ayakta duramadı.”

Başka bir deyişle Kautsky, laïcitéyi bir ideolojik strateji seçeneği olarak değil, Sol’a verilmiş bir imtiyaz olarak görüyordu.

Lafargue’ın meselelere bakışı ise daha keskindi. O bir ateist ve materyalistti, ayrıca kilisenin nüfuzuna şiddetle karşıydı; meclise girdiğinde yaptığı ilk şey (bu konuda başarılı olamadıysa da) devletin ve kilisenin birbirinden ayrılması için bir yasa teklifi vermek olmuştu.

Ama öte yandan Lafargue, ruhban karşıtlığına büyük önem atfedenlere karşı da kuşkuyla yaklaşıyordu. İşçi Partisi’nin Lafargue ve Jules Guesde tarafından yazılmış 1883 tarihli programında, “devlet tarafından kiliseye yapılan maddî yardımın kesilmesini ve devletle kilisenin ayrılmasını” talep eden özgür düşünceli burjuvalara yönelik küçümseyici bir atıf mevcuttu. Yazarlar, ABD’de böyle bir ayrımın bulunduğuna (böylece orada dinin manav ya da kasap dükkânı gibi bir özel işletmeye dönüşmüş olduğuna) ancak bunun “din denen cüzzamın büyük Amerikan cumhuriyetini başka hiçbir iktidarın tecrübe etmediği kadar yiyip tüketmesine mani olamadığına” işaret ediyorlardı.

1886’da Lafargue, La Religion du capital [“Sermayenin Dini”] adlı bir taşlama yayınladı. Burada Clemenceau, Rothschild, Gladstone, Herbert Spencer, von Moltke gibi Avrupa kapitalizminin iktisadî ve siyasî temsilcilerinin katılacakları, Londra’da yapılacak hayalî bir konferanstan söz ediliyordu. Katılımcıların arasında Ferry ve eğitim bakanı olduğu dönemde Ferry’nin laïcitéyi hayata geçirmesinde baş müttefiki olan Paul Bert de vardı. Ele aldıkları mesele, kapitalizmin nasıl sürdürülebileceğiydi. Bunun için de bir tür din zaruriydi.

Bert, kendisi inançsız olmakla beraber işçi sınıfı için bir dinin bulunmasına taraftar olduğunu belirtiyordu.

“İşçiler, yoksulluğun cennetin anahtarı olduğuna inanmalılar. […] Ben, gayet dindar bir adamım […] ama başka insanlar adına.”

Sorun, Hıristiyanlığın artık inanılır olmaktan çıkmış oluşuydu. Voltaire’e has bir alaycılıkla Bert, artık insanları “bir güvercinin bir bakireyle yattığına, ahlaken ve fizyolojik olarak kabul edilemez olan bu birleşmeden bir kuzunun doğduğuna” inandırmanın mümkün olmadığını belirtiyordu. Konferans delegeleri de yeni bir dinin gerekliliğine kaniydiler. Bu din, sermayeye ibadete dayanmalı ve işçilere çalışmayı bir ödev olarak aşılayan bir ilmihali bulunmalıydı.

Burada Lafargue’ın, köhnemiş Hıristiyanlık öğretilerinin artık yerine getiremeyeceği rolü üstlenebilecek bir doktrin olan laïciténin konumuna bir yergi biçemi içinde işaret ettiği anlaşılıyor.

Zaman zaman laïciténin Paris Komünü’nün geleneğini sürdürdüğü iddia edilir. Komünün dini eğitim dışına çıkardığı doğrudur. Ama Maurice Dommanget’nin de belirttiği gibi, komünarlar din meselesine dair tarafsız bir tutum takınmaktansa kendilerini materyalist olarak tarif ettiklerinden, laïcité terimini çok fazla kullanmadılar.

Daha da önemli olan nokta ise Kristin Ross’un geçenlerde yayımladığı dört dörtlük çalışmasında gösterdiği gibi, Komün’ün kendisini bir devlet olarak değil uluslararası çerçevede yerel özerklik hedefi güden bir yapı olarak görmüş olmasıdır. Komün, eğitimi asla askerliğe bir ön adım olarak görmemişti. Bu açıdan Komün, laïcité partizanlarının geliştirdiğinden oldukça farklı, enternasyonalist bir geleneğin temsilcisiydi.

Laïcitéye yönelik en keskin eleştirilerden bazıları anarşist ve sendikalist akımlardan geldi. Anarşistlerin tutumu “ne kilise ne devlet” biçiminde özetlenebilir. Sébastien Faure’nin tespitiyle Hıristiyan okulu, “Kilise tarafından Kilise için örgütlenmişken, laik okullar devlet tarafından devlet için örgütlenmişlerdi”. Faure, buna karşılık, “geleceğin okulunun çocukların kendileri için örgütleneceğini” belirtiyordu. André Lorulot, daha keskin bir ifadeyle, devlet okullarının öğretmenlerinin “kapitalist sınıfın zihin polisleri” olduklarını söylemekteydi.

Anarşistler, muhtelif zamanlarda hem kiliseden hem de devletten bağımsız olacak liberter okullar kurma girişimlerinde bulundular. Böylesi girişimlerden biri, Émile Zola’nın ve başka yazarların maddî desteğini almış, ne var ki yine de kaynak eksikliğinden amacına ulaşamamıştı.

Anarşistler de tıpkı Marx ve Engels gibi Ferry’yi değersiz buluyor, onu katiyen Sol’un bir kahramanı olarak görmüyorlardı. Émile Pouget’nin gazetesi Le Père Peinard [“Yorgun Yaşlı Adam”] radikal düşünceleri dolaysız ve genellikle kaba bir halk dili kullanarak dillendiriyordu ve Pouget’nin Ferry hakkındaki düşünceleri, en hafif tabirle, düşmanlık düzeyindeydi:

“Şu dünyada midemi kaldıran biri varsa o da Ferry’dir. Bu pis vahşi hayvan, Fransa’nın en büyük düzenbazıdır. […] Birinin ipi boynuna geçirdiğini görmeyi ne çok isterdim; insan bu adamı öldürse böcek öldürmüş kadar bile azap duymaz.”

Pouget’nin rahiplerin öğretmen olarak çalışmalarına izin verilip verilmemesi konusunda da ilginç fikirleri vardı. Öğretmenlik yapmalarının tamamen yasaklanmasına taraftar değildi, o, cinsel ilişki yasağına riayet ettiklerini göstermek ve öğrencileri korumak adına rahiplerin hadım edilmelerini öneriyordu.

Başka birtakım anarşist dergiler de laïcité karşıtı yayınlar yapıyorlardı.

L’École: Antichambre de caserne et de sacristie [“Okul: Kışlanın ve Kilisenin Eşiği”] adlı, anonim gibi görünen ama Fransız sendikası CGT’nin kurucularından ve rivayete göre Fransa’daki ilk liberter okulun kurulmasına önayak olmuş olan Émile Janvion’un kaleminden çıktığı anlaşılan broşürde, laïciténin sadece kiliseninkine alternatif bir dogma oluşturduğunu savlamak üzere Bakunin ve Stirner’den yapılmış alıntılara yer verilmekteydi.

Broşürde ayrıca cumhuriyetçi siyasetçi Léon Gambetta’nın “ruhban sınıfının esas düşman” olduğu iddiası aktarılıyor ve bu iddiaya “(ister devletinki olsun ister kiliseninki) dinler(in) esas düşman” olduğu biçiminde karşılık veriliyordu. Varılan sonuç şuydu: “Bizim ruhban karşıtlarımız, rahiplere benzer bir ruha sahip, ateistlerimizse dindar.”

Janvion, bilhassa seküler okulların ulusal hassasiyetleri güçlendirmeye yönelik tutumlarına dikkat çekiyordu. “Çocuğun kafası, bilmem hangi nehrin diğer yakasında yaşayan insanlara karşı körlemesine ve aptalca bir nefretle doldurulacak, onun başka ulusların hilafına kendi ulusuna sevdalanması” sağlanacaktı.

Seküler okulların öğretmenlerinin tahtaya öğrencilerin gün boyunca muhtelif zamanlarda koro hâlinde tekrar edecekleri cümleler yazdığından söz ediyordu Janvion. Şunlar yaygın olarak kullanılan örneklerdi: “İyi bir Fransız’ın bayrağı için ölmeyi bilmesi gerekir”, “İnsan, vatanı sayesinde vardır ve onun için yaşar” ve “İyi bir Fransız çocuğu, iyi bir asker olmaya kendini hazırlamalıdır.”

Janvion’un işaret ettikleri arasında “askerlik görevinin savaşa hazırlık” anlamına geldiğini, “bizi dâhili ve harici bedhahlardan koruyacak sağlam bir ordu kurmanın” elzem olduğunu anlatan “ahlakî ve medenî eğitim” içerikli bir kitabı vardı. Esasta “dâhili bedhah” da olsa olsa 1914’e kadar işi gücü grevleri bastırmak olan ordu olmalıydı.

Antonin Franchet’nin Le Bon Dieu laïque [“Seküler Tanrı”] adlı risalesi, seküler okullarda kullanılan okuma kitaplarına odaklanıyordu. Bunlardan eski bir eğitim bakanı Charles Dupuy’un yazdığı ve hayli popüler olan bir tanesi, öğrencilere şunu sormaktaydı: “Vatanımıza olan sevgimizi nasıl gösterebiliriz? -Bize güçlük de çıkarsalar, yasalarına uyarak, vatan toprağını ve onun yabancılardan bağımsızlığını kanımız pahasına koruyarak.”

Okul kitaplarındaki metinler, çocuklara Fransa hakkında nasıl düşünmeleri gerektiğini de öğretiyordu:

“Fransa’yı anamı babamı sevdiğim kadar seviyorum. Sevgimi ispat için iyi huylu ve çalışkan bir çocuk olacağım ki böylelikle büyüdüğüm zaman iyi bir vatandaş ve iyi bir asker olayım.”

Enternasyonalist idealler ise hor görülüyordu:

"Belki yörenizdeki aylak ve bencil insanlardan bir ülkenin vatandaşı olmanın bir şey ifade etmediğini, insanın ‘kozmopolitan’ dedikleri türden bir dünya vatandaşı olması lazım geldiğini, bir insanın vatanının kendini rahat ve evinde hissettiği her yer olabileceğini, vatanın bir sözcükten ibaret olduğunu, müspet ve pratik zihinler için bu sözcüğün bir soyutlamadan öte bir anlamı olmayacağını işitmişsinizdir.”

Ahlakî eğitim vermeyi hedefleyen kitaplarda ahlakın izine rastlanmıyordu:

“Biliyorum ki diğer halklardan nefret etmeden ve onların felaketini arzu etmeden insanın kendi vatanını sevmesi mümkündür. Ancak askerler için gücünü kötüye kullanıp bizi Alsace-Lorraine’deki kardeşlerimizden ayrı düşüren ve her zaman son darbeyi indirmek üzere tetikte olan acımasız düşmandan nefret edebilmenin gerekli olacağı durumlar mevcuttur.

Vatanımızı işgal edene duyulan nefret varoldukça yenilen, ne affeder ne unutur.

Şu hâlde geçmişteki adaletsizliğe ki bu adaletsizlik hâlâ bir tehdittir, nefret beslemeli. Evet, geçmişteki adaletsizliğin öcünü almak ve muhtemel adaletsizliğin etkilerini savuşturmak için nefret gerekli bir kuvvettir ey Fransız ulusu, nefret bir görevdir.”

Émile Lavisse’in yazdığı Tu seras soldat [“Sen Asker Olacaksın”] isimli okul kitabında genç okurlar, geleceği bir casus gözüyle görmeye teşvik ediliyorlardı. Kitap, onlara bir tür James Bond’luk yapmalarını önermiyorsa da kati şekilde amaca giden yolda her aracın mubah, yalan söylemenin ve ikiyüzlülüğün tamamen meşru olduğunu öğretiyordu:

"Barış zamanlarında ülkesine hizmet eden bir casus, gözü açık, cesur ve atılgan bir adamdır. Bu adam, yabancı bir ülkeye gidip o ülkenin savunma önlemlerini ve savaş hazırlıklarını, vatanını bu konularda bilgilendirmek amacıyla, tetkik eder.

Bu adamı hedefine ulaştıracak her yol meşrudur. Hangi ulustan olduğunu saklar, sahte bir isim kullanılır; hangi ülkedeyse o ülkenin dilini konuşur ve sürekli iş değiştirerek asıl görevini gizler.”

Gerçi Laïcité’yi eleştiren anarşistlerin kendileri de eleştiriye muhtaçtır. Pouget ve Janvion antisemitisttiler. Bununla beraber, onların gözlemleri, laïciténin doğru bir bağlama yerleştirilmesine ve bu kavramın çokça iddia edildiği gibi mutlak surette ilerici olmadığının ortaya konmasına katkı sundu.

Bazı itirazlara karşın laïcité, askerî bir gücün desteklediği bir ulusal kimlik oluşturma hedefinde büyük oranda başarıya ulaştı. Tarihçi Eugen Weber’in yazdığı gibi:

“1914 Ağustos’unda Fransa’nın Var bölgesinden bir köylünün (ailesine yazdığı mektupta belirttiği üzere) arkadaşlarıyla beraber cepheye gidip Fransa’yı savunmaktan mutluluk duyduğunu işitmek şaşırtıcı değildi.”

Ama 1912 yılında ilkokul öğretmenleri sendikasının anti-militarist bir fon olan sou du soldat lehine oy vermesi ile işler ufaktan sekteye uğradı. Bu durum, bir derece paniğe yol açtı. Eski savaş bakanı Adolphe Messimy, şüphesiz samimi bir biçimde, kendisinin laïcité’yi desteklediğini, ancak bununla beraber, öğretmenlerin davranışlarının kabul edilemez olduğunu söyleme gereği duydu. Bir an için devletin memurları ona sırtlarını döner gibi olmuşlardı. Ne var ki öğretmenlerin sadece yüzde beşi sendikalıydı ve nihayetinde muhalefetin bu gösterisi bir gösteri olarak kaldı.

Laïcité eleştirisi, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da sürdü. Tamamen komünist partinin organı olmamakla beraber ona yakın olan Clarté isimli dergi, devrim sonrası Rusya’sından eğitimle ilgili devlet ya da kilise eğitimine alternatif olabilecek gelişmeleri haber veriyordu. Örneğin 1919 yılında Moskova’da gerçekleştirilen bir konferans, akademik yansızlığı ve laïcitéyi burjuvazinin çıkarlarının hizmetinde olan bir tür üçkâğıtçılık olarak niteliyordu.

Fransız Komünist Partisi ise ilk yıllarında laïcitéye karşı bugünkü Sol’un genelinden oldukça farklı bir tutum takınmıştı. Bir Fransız’la evli olan ve bu nedenle birçok Kuzey Afrikalının aksine tam Fransız vatandaşı olan Abdülkadir Haceli partinin kurucu üyelerindendi, (göçmenlere ve sömürgelerdeki işçilere yönelik komünist yayın organı) Le Paria’ya düzenli olarak katkı sunuyordu ve 1924 yılında meclise girmesine ramak kalmıştı. Hayatı boyunca mümin bir Müslüman olan Abdülkadir, Komünistlerin İslam’a karşı polemik yürütmeyi esas almayan bir tutum benimsemeleri gerektiğini savunuyordu.

Bugün İslamofobinin hizmetine koşulmuş olması hasebiyle laïcitéyi yükseltildiği yerden indirmek, bilhassa önemli. Bunun için de laïciténin yanlış yorumlanıp saptırılmış soylu bir ideal değil, başından beri sakat bir fikir olduğunun anlaşılması gerekiyor.

Ian Birchall
19 Kasım 2015
Kaynak

0 Yorum: