“Suyun yüzeyindeki tüm köpük kenara itilir ve yok olur.
Yeryüzünde geriye kalan, insanların yararına olan olacaktır.”
[Ra’d: 17]
“Kadın
Allah’ın emanetidir” sözünü Tayyip kendi sözüymüş gibi söyledi. Hapisten
çıktığı vakit Hz. Yusuf mertebesinde görülen bu zat, şimdi kimilerince Hz.
Muhammed mertebesinde görülüyor ve Tayyip de bu algıyı kendince yönettiğini
düşünüyor. Hz. Yusuf benzetmesi kadınlara dair, onlara yönelik bir mesaj
içeriyor. İkincisi ise egemen sistemin ürettiği erkek ideolojisine denk
düşüyor. Buradaki terbiyesizlik, Peygamber’in sözünü doğrudan mülk ediniyor.
Mülkün dinini İslam zannetmek, dini mülk edinenlerin ortalığa saldığı bir
vesvese.
Allah,
kadını ümmete emanet ediyor olmalı. Ümmetin iktidardaki erkeklerce mülk
edinilmesi, Allah’ın inkârı. İslam öncesi erkek kibrini törpüleyen İslam,
müstekbir erkeklerin elinde mızrağa dönüşünce, kadının sofradaki yeri öküzden
sonra geliyor. Buna karşılık, burjuvaziyle imal edilip büyütülen “kadın
kibri”ni örgütlemekse, sola düşüyor.
Burjuva
kapitalist ilişkilerin hüküm sürdüğü koşullarda söz konusu mülk edinme,
Müslümanların belli bir bütünlüğe, tevhide ait olma bilincini de törpülüyor.
Bugün Tayyip’e “hırsız” diyen Cehepeliler ve bilumum solcular, önce Rum ve
Ermeni mallarının, sonra kentlere göç edildiğinde hazine arazilerinin üzerine
konmuş bir millete de dolaylı olarak “hırsız” demiş oluyorlar, oysa bu millet,
hırsızlığını doğallaştırdığı, onayladığı için Tayyip’e oy veriyor.
Cehepelilerin
ve solcuların “hırsız”dan kastettiği ise şu: “Bu devlet bizimdi, sizin gibi
aşağılık insanlar, bu devleti bizden çaldılar” “Hırsız” sloganlarının mealen
yorumu bu. Doğalında millet, bu sloganda kendisine edilmiş bir küfür görüyor,
ona tepki gösteriyor. AKP, milletin bu küfürden iman yoluyla arınması, tevbe
etmesi imkânı karşısında iktidara getiriliyor. Esasında mülkiyet, AKP’yle
kendisini koruyor. Buna Avrupa Sol Partisi ya da Avrupa sol enternasyonali ile
cevap yetiştirmek mümkün değil. AKP tabanı, bu zillete karşı kendi iradesini
ortaya koymaya mecbur.
Eskiden
bir ormancı, ormandan odun kesmek için evinden çıktığında, “yaş ağaçları
incitirim” hassasiyetiyle baltasını, nacağını bir bezle örtüyordu. Burada
belirleyici olan, İslam’ın verdiği tevhid bilinciydi. Bugün üç-beş patronun
çıkarı için ağaçların pervasızca katledildiği bir momentte AKP, bu bilincin
susması, öfkelenmemesi için var.
Selahattin
Demirtaş’ın geç de olsa, dile getirdiği gibi:
“AKP’nin ana referansının
İslam olduğunu da düşünmüyorum. Onu motive eden temel mesele, ekonomik
çıkarlar, bu çıkarlar etrafında birleşiyorlar. Neoliberal ekonomiyi savunan,
kapitalizmin nimetlerinden faydalanan bir koalisyon bu.”
O
koalisyonun liberal bir koalisyonla geriletilmesi çıkışsız ama. “Biz yenisini
istemiyoruz, eskisi iyiydi” demenin bir anlamı yok bu koşullarda. Bir şeyi
gizlemenin en iyi yolu, onu açıktan yapmak. Bu açıdan mesele, kendi
liberalliğini aşikâr kılmak, herkesi bu liberal şemsiye altında toplamak
olmamalı.
AKP,
şer kadar hayra da vesile oluyor. Milletin bu denli politikleştiği momentte
mazlumdan-sömürülenden yana siyasetin nefes kanalları bulması daha muhtemel.
Ancak liberalizm, bu tehdidi gördüğü için “laiklik, ilericilik” vaveylasıyla
çıkıyor sokağa. Hemen bu küfür düzenini kendince pekiştiriyor, örtü oluyor ona.
Daha önce masada birlikte olduğu efendilerine işmar ediyor, sözler veriliyor,
oluşacak boşlukta gene onların hizmetinde olunacağı söyleniyor. Efendilerden
dilenilerek elde edilecek bir devrim, devrim vasfını, niteliğini asla
taşımıyor.
AKP’nin
sofrasında olmakla onunla aynı masada oturmak arasında niteliksel bir fark yok.
Mazlumların-sömürülenlerin kendi iradelerini ortaya koyacakları kanallar burada
tıkanıyor.
Ahmet
Örs’ün dile getirdiği “kurucu hareket”, bu küfür düzeninin kenarından
dolanıyor. Onu karşıya alamıyor. Aynı şekilde İhsan Eliaçık’ın “inşa” vurgusu
da AKP şahsında oluşan “politik Müslüman”a sırtını yaslıyor. Taif’te taşlanmayı
göze almadan “kuruculuk” mümkün değil. Aynı şekilde, mazlumları-sömürülenleri
“kurtarılacak güruh” olarak görmek de aynı yanılsamanın ürünü. AKP gerçekliğine
yaslanmak, ister istemez, bu tür yanılsamalar üretiyor. Zira AKP, devletle
masaya oturacak, liberalleştirilmiş bir “Müslüman” kurgusunu temsil ediyor. Bu
kurgunun İhsan Eliaçık eliyle CHP, başkaları eliyle AKP tabanına kaydırılması,
hiçbir sonuç vermeyecektir.
Eliaçık’ın
siyasî hamlelerine bakıldığında, onun CHP’ye esasen AKP tabanını parçalamamak,
ona dokunmamak amacıyla yöneldiği görülüyor. Yıllar önce MÜSİAD başkanına,
“biz, siz zengin olasınız diye mücadele etmedik” diyen öfkenin adı olarak
Eliaçık, ülke ekonomisinin ancak yüzde onunu elinde bulunduran bu derneğe kafa
tuttuktan sonra TÜSİAD çizgisine kayıyor. Antikapitalist Müslümanlar
hareketinin sekteye uğradığı moment de Mehmet Ali Birand’ın onları kendi
burjuva sofrasında ağırladığı, TV’ye çıkarttığı gündür. Dolayısıyla hareket,
kendinden menkul, kendisine özel bir odaya doğalında hapsedilmiştir.
AKP,
bugün mevcut iktidarının her an tehlikede olduğunu söyleyerek, tabanına
yağmaya, kervana koş emri veriyor. İleride en azından maddî açıdan ayakta
durabilecekleri bir zemin örülmek isteniyor. Kişilerin özel imanlarına çekilen
İslam, toplumsal hayatı terk ediyor.
Dolayısıyla,
bu terk edişe, İslam’ı, Kemalist bir kurgu olarak, kişiyle Allah arasındaki
muhabbete kapatma girişimi eşlik ediyor. Her iki isim de AKP tabanındaki
sınıflar mücadelesinden kaçmanın imkânlarına bakıyor; oradaki mücadeleyi gene
kendinden menkul belirli sıfatlar altına toplamaya çalışıyor. Esasen Metin
Yüksel yürüyüşünde taşınan “Müslümanlar Birleşin” sloganı da bu mücadeleye
karşı bir önlem almakla ilgilidir. Oysa bu küfür düzeninde Müslümanların
görevi, kendi özel dünyalarında bir olmak değil, putlar şahsında paramparça
edilmiş ümmeti birlemektir. Bu, doğalında AKP’yi de karşıya atmayı
gerektirecektir. Müslümanlar, CHP çıktısı tüm Demokrat Parti ve türevlerini
batılın safına atmadıkça, haksöz kendisine dil bulamayacaktır. Kurtarıcılık
veya kendini kurtarma, özgürleştirme girişimlerinin bir hayrı olmayacaktır.
Liberalizm
devletle; sosyal demokrasi burjuvaziyle aynı masaya oturma iradesidir. Masayı
parçalayacak müşterek iradeye bakmak zorunludur. Müslüman’ın
liberalleştirilmesi, AKP şahsında Kemalist devletle masada bir olmayı sağlıyor.
Sendika kurmak, böylelikle burjuvaziyle eşit bir masada buluşmak da benzer bir
yanılgıya neden oluyor. İmralı’da kurulan masa da buraya dâhil.
Kuruculuk,
ister İslamî, ister “adalet devleti”, isterse “demokratik halk iktidarı”
başlığı altında olsun, bu masaya dönük güvenle dile getiriliyor. Birileri,
masada olma hâlini tüm zamana-mekâna teşmil ediyorlar.
Ra’d
suresi 11. ayette, “hiç kuşkusuz bir toplumun bireyleri kendi iç dünyalarını
değiştirmedikçe, Allah da o toplumun gidişatını değiştirmez.” buyruluyor.
“Gök gürültüsü” anlamına gelen bu sure, suyun çözücülüğüne, yıkıcılığına vurgu
yapıyor.
Mesele,
demek ki o suya karışabilmekte. Suyun kıyısına kurulmuş masada olanlar, suyun
fiziğinden, kimyasından azade oldukları yanılgısına kapılıyorlar, ama onun
şiddeti, her şeyi yutacak güçte.
O
hâlde kuruculuk vurgusu, rububiyete ve tevhide aykırı. Yani o masada olmak
adına hareketi, mücadeleyi belirli kalıplara dökmek, sıfatlara hapsetmek, iç
dünyayı dondurup onu efendilerin beğeneceği kıvama getirmek yanlış. “Müslüman
mahalle”deki sınıfî yarılmaya karşı sigortalar döşemek, bu sistemin kendinden
menkul Müslüman’ının birliği adına, o mahalleyi koruyup kollamak, döne dolaşa
AKP’ye hizmet ediyor. O Müslüman’ın iç dünyası, dışarının kavgasıyla
harlanmadığı, ümmetin kavgasından düşen alaz o diyarı yakmadıkça, hakiki bir
İslamî kavga vermek de mümkün değildir. IŞİD yangını yangınla söndürmekse; bu
türden teşebbüsler de sistemin köpüğüyle söz konusu yangını boğmaktadırlar.
Dağlarımızdaki
kuşlar, “elâlem bizi fakir sanmasın” diye değil, onların açlığı bizim
açlığımız, onların sefilliği bizim sefilliğimiz olduğu, biz “biz” olduğumuz
için aç kalmamalı. Yem satanlarla ve kendilerini dağların mutlak sahibi
zannedenlerle aynı masada oturmuş olmak, kandırmasın bizi. Gırtlağımızdan aşağı
inen iman, onların kursağına düşen aşa bağlı zira.
Ra’d
suresinde Allah’ın kudreti gök gürültüsü mecazıyla anlatılıyor. Münkirlere ve
müşriklere kendi sınırlı varlıklarının ötesi gösteriliyor. Sınırlı varlığımız
mutlaklaştırıldığı ölçüde Allah’tan uzaklaşıyoruz. Bu sınırlılık, köpük gibi
birikiyor suyun yüzünde.
Bugün
düşman, mazlum-sömürülen Müslüman’ı sınırlandırıyor. O sınırlarda AKP, bir
mevzi değil, mevki olarak varoluyor. Dolayısıyla AKP, o köpüğün parçası. Demek
ki halk, mücadele ettikçe suya kavuşacak.
Müslüman,
köpüğe aldanan değil, suya susayandır.
Eren Balkır
25 Şubat 2015
0 Yorum:
Yorum Gönder