Bir Adet Diploma Fotokopisi
1996’da öğrenci hareketinin yükselişine tanık olundu.
O dönemde SİP’in başındaki isimler, şık bir eylemle, Taksim Meydanı’nda
diplomalarını yaktılar. Aslında yaktıkları, diplomalarının aslı değil,
fotokopileriydi. Çünkü onlar, partinin resmî kongresi için hazırladıkları
bültende düz lise mezunu olan yoldaşlarının sadece mezun oldukları
üniversiteleri yazan, kendi bitirdikleri özel kolejleri, liseleri, ilkokulları
bir bir sıralayan adamlardı.
Mahir Hüseyin Ulaş Mezuniyete Kadar Savaş
Üniversitede okumak mühim mesele. Orada solcu
olup, adam yurduna konulan kişinin aldığı eğitimi önemsemesi kaçınılmaz. Yani
siyaset bilimi okuyup bitiren öğrencinin bir örgüte üye ve şef olduğunda
sunduğu teori de siyaset de o okulda öğretilenlerin sınırını asla aşamıyor.
Bir örgüt, kendi tarihini kaleme alıyor ve kurucu
kadroların “basın-yayın bölümü” öğrencileri olduklarını söylüyor. Yazılan tarih
okunduğunda, söz konusu rahmin ne denli belirleyici olduğu görülüyor.
Sansasyon, aslî unsur hâline geliyor, kitleler veya sınıf yerine manşetler
düşünülüyor.
Üniversite hayatı, sınıftan, sınırdan, gerçekten
azade, bulutların üzerine yerleşip şimşekler çaktırmayı, yıldırımlar fırlatmayı
maharet kabul eden kişilikler üretiyor. Bulutların üzerinde her şey, müdahale
edilecek birer nesne gibi görünüyor. Eldeki teorik birikim, her şeyi niceliksel
değerlere hapsediyor. Her politik olgu ve olay, akademinin, tezlerin konusu
olabilmek üzerinden anlam kazanıyor. İşçiler oy vermiyorlarsa çöpe atılıyor,
ezilenler dövüşmüyorlarsa, kurşuna diziliyor. Somut sonuç, başarı getirmeyen
her şey, bu kariyerist planlama içerisinde kenara itiliyor, ta ki tek gerçeğin
kendisi olduğunu cümle âlem kabul edene kadar.
Bu açıdan solda ana güdücü unsur, kişilerin
tecimsel, kişisel çıkarları oluyor. Kendi gündelik ihtiyaçları, beklentileri,
kariyer planlaması solun seyrini de belirliyor. Özellikle Avrupa ve Amerika
üniversiteleriyle kurulan soyut ve somut ilişki buradaki teoriyi de
biçimlendiriyor.
Nizamat
Üniversiter birikim üzerinden siyasal-ideolojik
alana birileri nizamat vermeye çalışıyorlar. AKP ise yüzde altmışı internet
bilmeyen, üniversite kapısından ancak işçi olarak girebilen insanlara hitap
ediyor. Tek bir öğrenci derneğinin olduğu üniversiter hareketin kişisel gelişim
ve kariyer planlaması dâhilinde geliştirilmiş kulüplere bölündüğü gerçeğin, o
kitleyle belirli bir rabıta kurabilecek solcu üretmesi mümkün görünmüyor.
Üniversite, en fazla, burjuvaziye ve devlete adam
yetiştiriyor. Doksanlarla birlikte Mülkiyelilik, yerini Odtü’lülüğe ve
Boğaziçi’liliğe bırakıyor. Buradan çıkanların ceplerindeki pasaport Ne Yapmalı’dan, Komünist Manifesto’dan daha kıymetli hâle geliyor. Eski
Mülkiyelilerin değer kaybına uğramış küçük burjuva ürünlerinin daha eski
Mülkiyeli devrimcileri yüceltmelerinin ve bunları Odtülülerin, Boğaziçilerin
beğeneceği kıvama getirme gayretlerinin bir önemi yok bu açıdan.
“Çalışma O Zaman!”
İnşaat işçisi, asansörün düşmesiyle ölen
arkadaşları için çığlık atıyor. Çektiği çileyi anlatıyor, oradan diplomalı bir
solcu, kızarak şunu söylüyor: “Çalışma o zaman!” Bu tepkiyi, kendi cebindeki
CV’si ve diplomasının verdiği cüretle koyuyor. O, çalışma zorunluluğunun, eve
ekmek götürmenin ne demek olduğunu bilmiyor. “O kadar okudum, bu işçiyle bir mi
olacağım?” diyor ve solculuğu bir olmamanın imkânı, bir tür nişanesi olarak
örgütlüyor. Sonra da “sol neden kitleselleşemiyor?” diye tekrar kütüphanesine
ve dost meclisine geri dönüyor.
Rengârenk
Bölgede son beş-altı yıldır yeni bir organizasyon
süreci işliyor. Bu düzlemde Gürcüstan, Özbekistan, Ukrayna gibi yerlerde
yaşanan renkli devrimler silsilesi Ortadoğu’ya sirayet ediyor. İran’da,
Mısır’da, Tunus’ta ve diğer yerlerde yaşananlar, hep bu üniversiteli gençlerin
öne çıktığı gelişmeler olarak kaydediliyor.
Bu devrimlerde genel anlamda bir Sorosçu renkli
devrim boyutu mevcut. Ama beraberinde bir kıyam da vaki. Gezi hareketi ile
Haziran Kıyamı arasında ayrım yapılmasının nedeni burada. Bu ayrımı yapmamak,
Soros’un da içinde olduğu hareketten nemalanma ihtimaliyle ilgili.
Renkli devrimler, olası halk, ezilen devrimlerine
mani olmak için devreye sokuldu. Süreç içerisinde onca renk içerisinden
devrimin rengi silindi. Cebine girecek paraya, CV’sine eklenecek bir-iki
tecrübeye bakanlar, bu ayrıştırma girişimine düşman kesildiler. Demek ki
devrimin ona mecbur ve muhtaç olanlara bırakılması zorunlu.
Sebz
İran’daki Yeşil Hareket, Güney Tahran’a, fukara
mahallelerine inemediği için eleştiriliyor, karşısında ise petrol gelirlerini
fukaranın yemek masasına akıtacağını söyleyen bir Ahmedinecad var. İktidardaki
isimler, bu ayaklanmalara benzer tepkiler geliştiriyorlar, ortak argümanlara
başvuruyorlar. Bu, hareketin içerisindeki insanlar için de geçerli.
Örneğin İran’da bir anda yerinden, otantik bir
gazetecilik peydahlanıyor, herkes gazeteci oluyor, hareket, bir süre sonra bu
gazeteci zihniyetinin merkeze oturtulması gerektiğini söylüyor.
Aynı süreç, Gezi’de de karşımıza çıktı. Herkes
üçüncü şahıs, görgü tanığı, gözlemci ve gazeteci hâline getirtildi. Devrimci
birer fail olmak, bu koşullarda anlamsızlaştı. Herkes, artık internet
ortamlarında fotoğraf ve anı yarışına girişti. Özellikle her seçim öncesinde
bunun kitlesel bir karşılığı olacağına safça inanıldı. Dünyanın internete
kapandığına, oradaki yüzeysel, akademik çenenin hayatta bir karşılığı olduğuna
iman edildi. Herkes süreç içerisinde internetin efendilerine örgütlendi.
Çok Renkli Tahakküm
Devrimin renklenmesi, çok renkliliği
tartışmalarında bir tahakküm kurma sinsiliği var. Tahrir, mezarlarda kurulu
küçük kulübelerde yaşayan bir milyon fukaranın sesini duymadığı için yeniliyor.
Aynı şekilde İran’da fukaranın dinî zırhları, silâhları ile alay ediliyor,
bunlara savaş açılıyor.
“Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”,
birilerinin, elindeki iktidar araçlarına olan güvenle ve kibirle sarfettiği bir
cümle. “Ezeceğim, tektipleştireceğim” ise gene aynı araçların dile gelmesi.
Bıçağını arkasında saklayanla onu açıktan savuran arasındaki fark kadar fark
var bu iki tarz arasında.
Homojenlik muhafazakârlığın, heterojenlik
liberalizmin egemenler eliyle yürütülmesi… “Dine siyasette alan açma” kibriyle
onu kontrol altına alabileceğini zannedenler, efendilerden aldıkları derslerle
hareket ediyorlar. Gençler sorun mu çıkartacak, hemen gençlik örgütü kuruluyor,
bir iki genç şef yapılıyor, böylece tepki, öfke dindiriliyor. Âlem uyuyor,
kendileri uyanık nasılsa. Üniversiteden aldıkları siyaset bilimi diplomalarını
yakamayanlar, o bilimi kendilerine bahşedenlerin ağzıyla konuşuyorlar. Herkese
ölçü, nizam vermeye çalışıyorlar. Ağızlarından çıkan söz, efendilerin sözü,
başka bir şey değil. “Şimdi izin verelim, heterojenleştirelim, içini
boşalttıktan sonra nasılsa ezeriz” diye düşünüyorlar. Bu göreceleştirme işlemi
Kemalistlerin siyaset okullarında öğreniliyor. Üzücü olan, bu işleme Marksizmin
alet edilmesi.
Think-tank
Sol örgütler, üniversitelerin birer çıktısı,
uzantısı olarak, Marksizmin devlet ve burjuvazi lehine, onlar için devreye
sokulmasını ifade ediyorlar. Altmışlardan beri Amerika’da think-tank’lere
devşirilen Marksistler, Reagan eliyle danışman da yapılıyorlar. Bu, bizde
seksenlerle birlikte sol dergiler ve örgütler şahsında gerçekleşiyor.
Tabanda, gerçekte, sömürülenlerin-ezilenlerin
gerçeğinde yaşanan ayrışmalar veya birleşmeler değil, bu think-tank kuruluşları
arasındaki fikir ayrılıkları belirleyici oluyor. Bu yapılar arasında,
“efendilere daha iyi kim hizmet edecek?” yarışı baş gösteriyor. Bu nedenle sol
örgütler, sadece kendilerine siyaset yapar hâle geliyorlar. Bu yarışın kaotik
yapısı, bir süre sonra rahatsız ediyor, doğalında CHP kucağına koşuluyor. Sol
yapılar arasındaki mülkiyet ve rekabet ilişkisi, siyasetsizliğin de nedeni.
Ortada yapılması gereken işler var ama kimsenin o işin işçisi olmak ve o işi
yapmak gibi bir derdi yok.
Sol yapılar, mülkiyet ve rekabeti bu ilişkiler
üzerinden öğreniyorlar. Örneğin bir örgüt, genişlemek, iri görünmek için
Marksizmi terk ediyor, hemen içinden bir ekip çıkıyor, Marksizmi putlaştırıyor,
kimliğe dönüştürüyor. Bu noktada hem eldeki Marksist kadrolar gitmesin hem de
başkasının marksizmi rekabette öne geçmesin diye “Marksist” dergi çıkartılıyor.
Marksizm, salt bir etiket olarak kullanılıyor. Marx’ın öncesindeki tüm
isimlerin yüceltildiği bir momentte bu Marksizm vurgusu, onun tasfiyesi için
gerekli teorik zeminin oluşumunu koşulluyor. Her şey, bir yalana örgütleniyor.
Solun Temeli
Salt kendisini gören, kendi örgüt geçmişini
yücelten kişinin geleceğin devrimine, devrimin partisine katkı sunması mümkün
değil. O devrimin ve partinin parçalamak zorunda olduğu bir yapının muhafazası,
ister istemez efendilerin yanına koşmakla sonuçlanacaktır.
Temel Demirer, bir gün Batı’da popüler olan
“Zapatista turizmi” bünyesinde biletini alıp Meksika’ya gidiyor. Oradaki eğitim
çalışmalarını izliyor. 19 yaşındaki bir genç öğretmenin anlattıkları
karşısında, “iyi ama bu söylediklerin Marksizme aykırı” diyor, genç de, “daha
iyisini biliyorsan sen yap!” diye cevap veriyor. “Halk en iyi öğretmendir”
deyip halkın rahlesi önünde diz çökmeyi bilmiş bir harekete verilen bu “ayar”
hiçbir anlam taşımıyor.
Demirer, burada “ben de onun gibi olmak istiyorum”
diyen solcularca taltif edildiği gibi, orada da önemseneceğini zannetmiş
anlaşılan. 19 yaşındaki Meksikalı devrimci, kendi gerçeğinin üzerindeki buluttan
gelen bu sese o gerçek adına tepki koyuyor aslında.
Diplomaların yakılmasının gerekli olduğu düzlem de
burası. O bulutların dağılması, gerçeğe ayak basmak, ayaklarımızın çamurlanması
şart.
Bu koşullarda, verili durumda, iç savaşı
göğüsleyecek bir yapı, örgütlülük düzeyi yok. İç savaş, sadece seçimlerdeki
rekabete dair bir mecazdan ibaret. Yoksa fiili olarak kapitalist bir toplumda
her daim bir iç savaş yaşanıyor. Bu gerçeğin üzerine çıkıp, ellerindeki
diplomaları sallayarak ahkâm kesenlerin o iç savaşa karşı bir hazırlık
içerisine girmesi de beklenemez.
Birbirine karşı siyaset uygulandığı, her örgütün
başkası içerisinde ajanlarının dolaştığı, sadece rakibini geçmek ya da onun
ilerlemesine mani olmak için yürütülen bir siyasetin bu gerçekte somut kazanım
elde etmesi mümkün değil.
Alaz
Diplomalı solcular, âlemi enayi, kendilerini
kurnaz zannediyorlar. Halkı, sınıfı, ezilenleri aşağılamanın kibriyle
kendilerini rahatlatıyorlar. Halkın, sınıfın, ezilenlerin siyasette kendisine
yer açmasına asla izin vermiyorlar. Gerekirse düşmanla anlaşabiliyorlar.
İşine yaramayan ezilenin “ağlak, ezik” gibi
snoblara, üçüncü sınıf komedi dizilerine özgü bir dille aşağılandığı bir
dönemdeyiz. Bu şefler, bizi üniversiter akademik gevezeliklerine ikna etmeye
çalışıyorlar. İkna etmek fethetmekse, sınıflar mücadelesinde bu kesimlerin
efendiler adına hareket eden akıncı birlikleri olduğunu bilmemiz gerekiyor.
Kalıcı, yerleşik mevziler
elde etmek için, halklaşmak, proleterleşmek için, devrim için diplomalarınızı
yakın yoldaşlar! Ateşi de CV’lerinizle tutuşturun…
Eren Balkır
21 Şubat 2015
0 Yorum:
Yorum Gönder