14 Şubat 2015

,

Üç Devlet



“Eskiden laikliğin güvencesi, payandası bürokrasi ve orduydu, artık onlar kalmadı, bugün laikliğin muhafızı biz sosyalistleriz.” [Alper Taş]

Bu söz, Birgün gazetesinin “Öyle geriledik ki İslam öncesi döneme geçtik” manşetiyle tutarlı. Aynı şekilde, “Dün dündür, bugün de bugün” [Süleyman Demirel] düsturuna yaslanan bir söz bu. Demirel’in dün de o gün de nitelik, vasıf ve misyon açısından aynı varlık olduğu düşünülürse, demek ki Taş gibi sosyalistler geçmişte de laiklermiş, nasıl olsa bürokrasi ve ordu koruyor diye biraz sosyalistlik oynuyorlarmış, laikliğin tehlikeye girdiğini görünce de “bırakın sosyalizmi, devrimi, laiklik elden gidiyor” korosuna katılmışlar.

Dün-bugün, an-süreç gibi ayrımlar yapanlar, zaten mevcut küçük burjuva kimliklerini ve varlıklarını korumak amacıyla bu türden ayrımlara tevessül ediyorlar.

Yoksa bugün Alevîlerin yanında olup süreçte Hz. Ali’yi katleden Haricîler gibi olmayı öğütlemek mümkün olabilir mi? Bu, ancak “Ali’siz Alevilik” teranesiyle mümkün. Devletin olmayan Kemalizm, bir anda liberalizmin kucağına koşuveriyor. “Yaramazlık ettim özür dilerim” diye annesinin eteğini, babasının elini öpüyor. O yaramazlık da zaten “birkaç enayi bulup kandırabilir miyim?” diye yapılıyor. Esasen liberal küçük burjuva dünyanın terk edilmesi, bunlar için imkânsız.

Üç devlet var iken küçük burjuvanın kendisini devlet karşıtıymış gibi sunduğu yer, bir boşluk ve bu boşluk, ya emperyalizmle ya da kemalizmle dolduruluyor. Üç devletin ilki emperyalistlerin kurduğu Türkiye devleti; ikincisi toprak ağaları, kaçakçılar ve yağmacıların, birkaç burjuvanın Kemalizm örtüsü altında kurduğu devlet; üçüncüsü ise mazlumların ve sömürülenlerin bugünün kavgasında rüşeym hâlinde olan müstakbel devlet. Devlet karşıtı solculuk, esasen bu müstakbel devlete düşman, diğerlerine değil. Yani emperyalizme ve Kemalizme karşı geliştirilen eleştiriler politik değil, apolitik. Aslolarak mazlumun-sömürülenin muktedir olmasına karşı.

Sömürge değil her daim sömürgeci olmuş ülkelerden teori ithal etmek, kurgu itibarıyla, emperyalizmin devletine hizmet ediyor; sömürgelerdeki ağaların, paşaların geliştirdiği düşüncelere yaslanmaksa Kemalizmin devletine. AKP’nin parti-devleti ise birinci devletle ikinci devlet arasında salınıyor. Buna, Kemalizmin açtığı yuvarda solculuk oynayanlar tepki geliştiriyorlar. Emperyalizmin doksanlarla birlikte salık verdiği ideoloji ise yavaş yavaş bu sahnede kendisine yer buluyor.

Kimlik siyaseti, feminizm, etnisite, cinsiyet gibi başlıklarda saf liberal tezlere sarılanların elinde “devrimcilik ve sosyalizm”, emekçi halka karşı bir zırhtan ibaret. AKP’nin kadını sosyal hayattan çekmeyecek kadar kapitalizme, neoliberalizme bağlı bir yapı olduğu ortada iken, “kadınları sokağa çıkartmayacak bunlar!” diye feveran etmek kime yarıyor? İslam’a değil, kapitalizmin genel mantığına, gidişatına teslim olmuş bir partinin o kapitalizm için çocuk yetiştirmemesi mümkün mü?

AKP’nin parti-devlet sürecini bir gerilimde sürdürdüğü görülüyor. Burada kendi tabanını pekiştirmek, basit kutuplaştırma siyaseti ile kitlesini diri tutmak ama öte yandan da devleti ve toplumu neoliberalizmin sultasına sokmak için belirli hamleler yapılıyor. “İpteki cambaza bak” deyip aşağıdaki seyircilerin cüzdanlarını yürüten hırsız misali, beş yaşında kız çocuklarına başörtüsü mecburiyetini ima edecek laflar söylüyorlar, bizim saflar da buna kanıp tüm teorik, ideolojik ve politik enerjilerini din düşmanlığına teksif ediyorlar. Burada bireysel duygularını histeri düzeyinde sergilemek, politika yapmak zannediliyor.

Emperyalizme karşı mücadele ederek ya da Kemalizme karşı mücadele ederek açılmamış yuvarlara, kovuklara onların ideolojisi doluyor. İlkinde liberalizm; ikincisinde laiklik ses veriyor. Her ikisinde de ilerlemecilik, temel çıkış noktası olarak kabul ediliyor. Bu ilerleme de burjuvazinin ve zalimlerin ordularının ilerleyişi olarak tanımlanıyor.

Bugün emperyalizme ve Kemalizme “AKP’den bizi kurtarın!” diye yalvarmak, iç içe geçmiş durumda. Yalvaranlar, esas olarak mazlumların-sömürülenlerin devletine karşı ve düşman bireyler. Sayıları giderek çoğalıyor, nitelikse önemsiz düzeyde.

Mazlumların-sömürülenlerin devleti için emperyalizmin ve Kemalizmin devletine karşı olmak zorunlu. Aksi takdirde, AKP’deki Kemalistliği görüp emperyalizmin yanına; AKP’deki emperyalizmi görüp Kemalizmin kucağına koşmak mümkün. Koşu, ikisinin iç içeliğine kör.

Mazlumların-sömürülenlerin rüşeym hâlindeki devleti, kitlelerin kolektif mücadelelerinde fiilî olarak oluşuyor. Söz konusu oluşum, liberal devlet karşıtlığı sebebiyle kesintiye uğratılıyor. Teori ve pratik düzeyde böylesi bir mizandan yoksun olmak, cümlemizi emperyalizmle ve/veya Kemalizmle birlikte düşünüp hareket etmeye itiyor.

Emperyalizmin devleti ve Kemalizmin devleti arasında uzlaşmaz karşıtlık değil, uzun süre bir arada barış içerisinde birlikte yaşamaya meyilli bir gerilim var. Bu gerilimi harlayıp kendisine alan açacağını zannedenler, yanılıyorlar. AKP, doğal seyir itibarıyla Kemalizmin devletine kapaklanıyor. Bizse hâlâ onun mızrağının ucundaki sayfaya kılıç sallıyoruz.

Devletin tüm boyutlarıyla restore edilmesinde, pekiştirilmesinde figüran değil, baş aktör olmak için, bu sürece izin veriyoruz, ona bağlanıyoruz. Devleti tahkim eden AKP’yi biz güçlendiriyoruz.

Liberalizm, tanrının bireye yedirilmesini emrediyor. Dolayısıyla, kolektif, nesnel gerçeklik, o birey için bir şey ifade etmiyor. AKP, Müslüman’ı liberal ölçüye vururken, onun karşısına sosyalizmi, Kemalizmi, Alevîliği, işçiliği, kadınlığı veya Kürdlüğü aynı ölçüye vuran yüce, soyut bireyler çıkartılıyor. Her şeyden münezzeh, doğurmamış, doğrulmamış, ezel-ebed bir varlık hâline getirilmiş bu olgular, toplumsal-tarihsel gerçekliğini yitirmekle politik alandaki ağırlıklarını yitiriyorlar. Esasında bu olgular, kavgada oluşan gerçekler değil, kavgadan azade kurgular olarak değer kazanıyorlar.

Twitter ve Facebook gibi emperyalist mahfiller, zihnimizi, teorik derinliğimizi tayin ediyorlar. Buraları, o yüce, soyut bireyin kendini var hissettiği, sürprizli, kaotik gerçekliğiyle, bir podyuma dönüşüyorlar. Dolayısıyla teori, ideoloji ve politika, niceliğe ve şekle hapsediliyor. Niteliksel ve özsel dönüşümler horgörülüyor.

Esas olarak bireyler, bu podyumdaki görünüşlerini önemsiyorlar, kirli, aykırı yanlarını törpülüyorlar. Bunu yaparak, mazlumların-sömürülenlerin devletine karşı somut bir tavır almış oluyorlar.

On dokuzuncu yüzyıl sonunda ve yirminci yüzyılın başında siyaset alanına güçbelâ girme imkânı bulmuş Avrupa işçi sınıfı, seçimlerde gidip sağ muhafazakâr partilere oy verirler diye kadınlara oy hakkı verilmesine karşı çıkıyor. Buradan şu tespit yapılabilir: demek ki işçi sınıfı, kadınlar şahsında kolektif olanın parçalanma ihtimalini görüyor; kadıncılıktaki liberal tehlikeyi seziyor. Aynı durum, esasen sağ muhafazakâr hareket içerisinden çıkmış olan yeşil, çevreci hareket için de geçerli.

AKP, siyaset alanına “Müslüman” denilen varlığı, liberal bir kurguyla yüceltip onu tüm tarihsel-toplumsal bağlarından kopartarak girebiliyor. Buna karşı sol da anti-AKP’cilik yaparak, kendi içerisindeki yüce soyut birey ölçüsüne vurulmuş olguları çıkartıyor: kadın, işçi, Kürd, öğrenci vs. “Geçmişte hep ruhu öne çıkarttık, aslolan saf bedendir” diyenler, bu noktada yeni bir şey söylemiyorlar. Ruha karşı bedeni çıkartanlar, liberalizmi başka bir yerden besliyorlar ve oradan besleniyorlar.

AKP, esasen emperyalist devletle Kemalist devlet arasında bir denge formülü. O, egemenlerin böylesi bir formüle ihtiyacı olduğu için var. Aynı zamanda siyaset alanı dâhilinde kontrolsüz, tehdit arz eden Müslümanların terbiye ve disipline edilmesi işlevini görüyor. Muadili ve mütemmim cüzü olan CHP ise kontrolsüz, tehdit arz eden emekçi, proleter, devrimci, sosyalist kesimleri liberalizm ve laiklik ile terbiye ve disipline edip düzene bağlıyor. Olan, arada kalan mazlumlara-sömürülenlere oluyor: onların tüm ideo-politik mücadele biçimleri bu çekişmede dize getiriliyor, bastırılıyor.

CHP’yle kolektif ruhumuzdan; AKP’yle kolektif bedenimizden mahrum kalıyoruz. Yaşanan kavgada burjuvazi ve devlet, bizim şahsımızda, bize hissettirmeden, kendisine uygun bir kitle oluşturuyor.

Bu nedenle, bir “komünist parti”nin liderinin “laiklik modaydı geçti, artık işimize bakalım, kapitalizme karşı mücadele edelim” demesi[1], kendi soyut bireysel varlığına işaret etmesinden başka bir anlam taşımıyor. Zira o podyumdaki modanın cazibesine kapılan ruh diz çöküyor, devletin duasını mırıldanmaya başlıyor. O parti, emir gereği o modadan kopamıyor.

“İslam öncesine kadar geriledik” manşeti bir İslam’a işaret ediyor. Ama burada bu sistemin zaten müşrik, putperest, yağmacı, tefeci ve tüccar egemenliği altında olduğu gizleniyor. İslam olmasa bu egemenlik sorun değil aslında. Yani İslam’ın tarihsel-kolektif planda bu egemenliğe karşı mücadele etme ihtimali çöpe atılıyor, ona yoldaş olunamıyor; burjuvazinin duası mırıldandıkça, beden rahatlıyor.

Bu koşullarda, İslam’a dönük nefreti büyütüp kendisine alan açtıklarını zannedenler, ne kadar bireyselleştiklerini, yalnızlaştıklarını görmüyorlar. Kendi yüce soyut varlıkları tatmin olsun diye, politikanın nesnel, devrimci kolektif niteliği heba ediliyor.

Kürd’ün ve Müslüman’ın kolektif varlığıyla siyaset alanına girişi bir tarafı emperyalizmin devletine; diğer tarafı Kemalizmin devletine bağlıyor. Mazlumların-sömürülenlerin devletinin oluştuğu kolektif mücadele bu süreçte lime lime ediliyor. Siyaset alanına girişi tayin eden burjuvazinin yanına oturarak kimileri, Kürd’e ve Müslüman’a “çık buradan” diyor; bunu demek için kendi dayandığı kolektif oluşumları bireysel varlıklara indirgiyor, liberal ölçüye vuruyor. Bu ölçüye iman edenlerin, sömürüye ve zulme karşı mücadele etmesi, o mücadele içinde oluşan “devlet”e örgütlenmesi mümkün görünmüyor.

Eren Balkır
14 Şubat 2015

Dipnot:
[1] Kemal Okuyan, “Laiklik Aniden Neden Moda Oldu?”, 13 Şubat 2015, Sol.

0 Yorum: