Sene
98. Lefkoşa’nın sıcaktan bunalmış, köhne terminalinde otobüs bekliyoruz. Daha
bir saat var. “Bir çay içelim” diyoruz. Terminal içindeki kafeye oturuyoruz.
Kafenin dört bir yanı Yılmaz Güney fotoğrafları ve film afişleriyle kaplı.
Sohbetimizin seyri değişiyor. Kıbrıs halkı arasında Yılmaz Güney aşkına dair
cümleler kuruyoruz. Akçay’da bir arkadaşın evinde Yılmaz Güney’in arkadaşın
babaannesi ile o köyde çekilen fotoğrafını hatırlıyoruz. Sonra tanış olduğumuz
bir otobüs şoförünün anlattıkları… Ummadığımız bir taş gibi ağzından dökülen
hatıra. Gençken Yılmaz Güney’i hapiste ziyaret etme cüreti.
Omorfo
otobüsünün kalkmasına az bir vakit kala çayın parasını ödemek için kasaya
gidiyoruz. Dükkân sahibi, ellili yaşlarında bir Kıbrıslı. Kasanın yanındaki
duvarda bir çerçeve. Çerçevenin içinde, o dönem sırf asparagas haberler üzerine
yayın yapan bir bulvar gazetesine ait kesili bir kupür. Kupürde, “Yılmaz Güney
ölmedi, Lyon’a bağlı bir kasabada gençlere tekvando dersleri veriyor” yazılı.
Müstehzi ve ukala bir ifadeyle dükkân sahibine dönüp, ukalalıkla, “Abi sen
şimdi buna inanıyor musun?” diye soruyorum. Yüz geriliyor, gözler buğulanıyor,
kızgın bir cümle dökülüyor: “Tabiî ki inanıyorum.”
Yıllar
sonra, Ahmet Kaya’nın vefatından çok sonra, şu haber ana akım medyada yankı
buluyor: “Ahmet Kaya ölmedi, yaşıyor.” Prestijli Ferhat Tunç, o prestiji için, bu
büyülü havayı, elinde neşter, kesip atıyor ve n’aşına ait görüntüleri basına
servis ediyor. Öldükten sonra kalbine sarılıp ağlayan kızı Melis’in hasreti
hasretimiz, acısı acımız, umudu umudumuz oluyor bir kez daha. Ömrümüz, o kalbe
sarılıp ağlamakla, kimi vakit yumruk sıkmakla geçmiş zaten, bu ifşaat hiç
koymuyor bize.
Bir
rivayettir ki Âşık Veysel, Ruhi Su için “O pencere önünde bir saksıya gömülü
çiçek” demiş. Veysel haklı ise Ahmet Kaya saksıyı kırıp o çiçeği bir dağ yoluna
eken kişi.
Ahmet
Kaya, gençliğinde Ruhi Su’nun Boğaziçi Üniversitesi’ndeki dinletisine gidiyor.
Eş dost Ahmet Kaya’yı öne atıyor, “Hocam bir de bu arkadaşı dinleyin” diyor.
Ahmet Kaya, Ruhi Su’nun bestesi “Mahsus Mahal”i çalıyor ardından. Ruhi Su
kızarak, “Sazı koşturuyorsun, böyle mi çalınır?” diye tersliyor genci. Ruhi
Su’ya göre bağlama salt dinlence içindir, eylem için değil. Yıllar sonra Ahmet
Kaya, bin bir zahmeti sırtlanıp koyulduğu turnesini “Bağlama Böyle de Çalınır”
olarak isimlendiriyor. Bu, radyo evlerinin, halkevlerinin, konservatuarların,
belediye salonlarının dışında, sokakta akan sese katılma iradesidir aynı
zamanda. Neşet Ertaş’ı radyodan soğutan Nida Tüfekçi’den, türküleri devletlû ve
resmî kılan Muzaffer Sarısözen’den kopuş, halkı terbiye etmeye çalışanların iradesine
reddiyedir bu, bir yanıyla. Pencerelerden süzülüp sokakta karışan bu
coğrafyanın tüm sesleri dil ve vücut buluyor onda. Bir dem, Orhan Gencebay Ümmü
Gülsüm’e, Ahmet Kaya Marcel Khalife’ye bakıyor. Mapustaki ayrılıklar, mahalle
aralarında kanla duvara kazınan sevgili adlarının mecazı oluyor zamanla. Kiraz
ağacına takılan gömlek Pozantı’da yırtılıyor, anasına hasret kaçakçı Roboski’de
bombalanıyor, “hapisse n’olmuş” diyen sevgili, ölüme yatan yârinin nefesini
dinliyor uzaktan, yarılan ekmeğin buğusu, hasret oluyor inceden…
Ahmet
Kaya sırf keman kullandı diye onu “arabeskçi” olarak damgalayan Yeni Türkü
akımı da kopuşun bir tarafı. O, Şili sokaklarından çıkan bu müzik türünü sokağa
indirmiş, Pablo Neruda’nın “gecekondulardan gelen halk”ı bu sokakta Ahmet
Kaya’nın sesiyle buluşmuştur. Bora Ayanoğlu’nun “salon” şarkısı “Fabrika Kızı”
bile onun ağzında ve onun sayesinde gerçeğin etine, gerçek fabrika kızlarının
terine değebilmiştir. Bu, Ahmet Kaya’nın sabahın köründe tekstil atölyelerine
gitmek için yollara dökülen kadınlarla kucaklaşabilmiş olması ile mümkündür
ancak, çıraklarla, tarım işçileriyle, mapushane yolu gözleyenlerle, yani belki
de solun özne olarak her daim nesne kabilinden kabul eylediği kalabalıklarla.
Seksenlerde
ve doksanlarda solcuların çıkardığı tüm müzik dergileri Ahmet Kaya’yı
eleştirmekten geri kalmaz, ama onsuz da olamaz. Ümit Kıvanç’ın çektiği
belgeseldeki gençte örneklendiği biçimiyle, bu dergilerin Ferdi Özbeğen
dinlerken devrimcilikle tanışmaya dair tek lafı yoktur. Çünkü bu, istenmemekte,
hor görülmektedir içten içe. Nesne görülen kalabalıkların ortak dertlerinin
“özne” niteliği kazanması, bahis konusu değildir. Bu kesimler, en fazla,
kendileri gibi eğitimli “burjuva”, yani şehirli olana değer verebilmektedirler.
Bu kesim, onun şivesiyle, konuşmasıyla, şarkı sözleriyle, müziğiyle dalga
geçerek, birileri tarafından taltif edilmeyi beklerler. Alınan yol ise sadece
Ahmet Kaya’nın yoludur.
O
yol engebeli, dik ve dolambaçlıdır. Sadece cüret edene açıktır, huzuru besmele
gibi çekip durana değil. Öznelliğin huzura kavuşturulduğu yerde Ahmet Kaya,
nesnel olanın çığlığı gibidir. Tüm perdeler yırtılır, tüm sesler çatlar. Bu
kesim, bir anlamda geçmişte Ahmet Kaya’yı kapı dışarı etmiş Boğaziçi
sosyolojisinin bir hocasının ağzından, en iyisinden, ona ancak kirli hayatın
seline karşı bir “bent”, mahremiyetin tecessüsü olduğu için değer atfeder.
Ahmet Kaya, kendisi üzerinden ve kendisi için belirlenmiş tüm sol şablonların,
kalıpların dışında bir isimdir oysa. O, en fazla, hayatın ideolojik kirini
filtrelendirdiği için kıymetli kabul edilir, tersten bu, Ahmet Kaya’yı
marjinalize etmek ve onu ideolojik bir araç olarak kullanmaktır.
Üç
arkadaşız, Ahmet Kaya’nın vefatından iki gün sonra İstiklal Caddesi’ndeyiz. Bir
müzik mağazası, gün boyu Ahmet Kaya şarkıları çalıyor. Akşam saatleri. Biz,
mağazanın önünde durup şarkılara eşlik etmeye başlıyoruz. Kısa süre içinde
yoldan geçenler duruyor, ciddi bir kalabalık birikiyor ve hiç tanımadığımız
insanlarla Ahmet Kaya şarkıları söylüyoruz.
Yol,
buradan ilerliyor. Sahip olamadığını dışlayanların ve ortaklaşma nedir
bilmeyenlerin adımları bu yolu asla tanımıyor. Onlar, solun tüccarları ve
tezgâh sahipleri. Bu sahiplik, kendini korumak için Ahmet Kaya’yı ancak filtre
ya da bent olabildiği için sevebiliyor.
Utanç
duyulacak bir şeymiş gibi, “Karaköy genelevinde en çok Ahmet Kaya dinleniliyor”
haberleri duyuluyor o günlerde. O müzik mağazasının önünde hep bir ağızdan onun
şarkılarını söylerken, eminim, Karaköy de gözünün yaşıyla katılıyor ayinimize,
duyuyoruz. “Maslak 1453” yağmasını ilerleme adına kendi gazetelerinde reklâm
edenler, tüm kenar mahallelerin üzerinde bulut misali gezinen Ahmet Kaya’nın
ölümüne içten içe seviniyorlar.
Vefatından
kısa bir süre sonra Yavuz Alogan’ın Red dergisinde kaleme aldığı ve
“Ahmet Kaya bize düşman, bizim için kirli ve tehlikeli olana karşı bizi koruyan
bir zırhtı” mealindeki yorumunu timsah gözyaşı olarak okumak gerekiyor. Buna
karşı Lefkoşa terminalindeki abi gibi, “Ahmet Kaya ölmedi, yaşıyor” demek tek
çare. Bunların umudu, zırhlar içinde yaşamak, bizim umudumuz tüm burjuva
zırhların ve kalelerin yıkılması… Akılla duyguyu karşı karşıya getirip duygunun
kaotikliğinden kaçmak adına gerçekten uzaklaşanlar düşünsün, bu yıkma iradesi
karşısında. Ruhsuz akıllarına yansınlar…
Adana’da
bir Kürd mahallesine yeni taşınmış bir genç, mahalle gençliği ile kaynaşmak
için muhabbete katılıyor. Herkes, bir fıkra anlatıyor. O dönem bel altı, biraz
Ahmet Kaya’nın saç-sakal hâliyle dalga geçen, bir fıkrayı seçme gafletinde
bulunuyor bu genç. Fıkra bitiminde soluğu hastanede alıyor: hastane odasında
yatağının başucundaki vizite kâğıdında, “Sen Ahmet Abi’yle dalga mı geçiyorsun
lan!” yazıyor. Ancak onunla ve onun sayesinde ortaklaşma mümkün oluyor yani.
Sivas'ta
sanayi bölgesine bir araba, teybinde Ahmet Kaya kaseti, yüksek sesle giriş
yapıyor. Birkaç kendini bilmez, bu işçi genci durdurup dövmeye kalkıyor.
Büyükler devreye giriyor. Muhtemelen ülkücü çevreyle ilişkili bir adam, genci
dövmeye kalkanlara bağırarak şunu söylüyor: “Hangimiz dinlemedik lan bu adamı!
Bırakın çocuğu!”
Magazinciler
Derneği’nde atılan tokat, sadece oradaki faşist güruhun değil, yıllarca Ahmet
Kaya’yı aşağılamış şehirli solcuların da yüzünde patlıyor. Özel dünyaların,
özel çıkar ilişkilerinin, özel kaldırımların adamları bu yüreği hiç mi hiç
anlamıyor, anlamak istemiyor. Ondaki hüzne ve öfkeye karşı midesiyle tepki
veriyor, tiksiniyor. Tıpkı solcu laflar eden bir Müslüman gördüğünde
kasılmasında olduğu gibi.
Biz,
herkes ortaklaşsın, ortak olsun, ortakça yaşasın, paylaşsın hayatı derdindeyiz,
onlarsa, ortaklığı şirket patronu kafasıyla anlayabiliyorlar ancak ve ortaya
konulan tüm gayreti mülk edinmek için türlü taklalar atıyorlar sadece.
Denilir
ki yıllar önce Avrupa’dan Amerika’ya ilk piyano getirildiğinde, orada hüküm
süren köle-zenci halkın gırtlağına, cefasına, öfkesine dar geliyor bu
enstrüman. Bu sebep, piyanoya birkaç nota daha ekleniyor. Dört mavi nota
“Blues” diye anılıyor ve burjuvazinin rengi olan mavi, “özgürlükler ülkesi
Amerika”da zenciler için sadece hüznü temsil edebiliyor. Mesele, düşmanın
elinde mapus olan bir rengi bile özgürleştirebilmek zira. Ahmet Kaya’da arabesk
diye yaftalanan ne varsa özgürleşiyor ve ait olduğu yere akıyor.
Kürd’ün
dili ise hicazkâr... Ahmet Kaya makamında ise bu hüzün öfkeli bir titreşime
kavuşuyor. Belki Marksizm, diyalektik, tarihsel materyalizm hususunda
derinlikli ve yetkin cümleler kurulamıyor ama sırf âşık olduğu kıza varamadı
diye bir kişinin devrimcileşmesi, dil buluyor. Âşık olmanın bile özel kişilere
mahsus bir pratik olduğu günlerde, aşk, devrim olup zulmün kalelerini dövüyor.
Buranın, tam da bu ölü toprakların doğurduğu sağır çocuklar, aşkın ezgilerini
bir bir duyup örgütlüyorlar. İşret âlemlerinin ucuz mezesi olan aşk, kavganın
ortasında, en duru hâline kavuşuyor, arınıyor. Devrim ise özel odalardan çıkıp,
kaldırım kıyısından süzülen çamurlu yağmur suyuna karışıyor. Devrimi bekâreti
gibi koruyanlarsa öfkeden küplere biniyorlar, kazandıkları servetleri
yığdıkları o küplerinin.
Ülkücüsünün,
İslamcısının hatta solcusunun ona kayıtsız kalamamasının nedeni de burada.
Hakiki bir yürek, boran misali bir nefes, kahrın, hüznün ve umudun cümleleri…
O, şiir iklimine açılan kapı. Sokağa inmek zorunda kalan her siyasetin Ahmet
Kaya’nın yeline değme zorunluluğu bundan.
Kapı
kapandı mı? Sosyolojik analizlere ne hacet. Onu epistemik diyarların
dehlizlerinde boğmak, nafile. Ahmet abiyi toprağa gömmek neyse onu göğe
fırlatmak da aynı. Yerle gök arasında, burada yaşananların bir yerinde Ahmet
Kaya hep var. Hüzün ve kahır ve öfke ve umut var oldukça o her daim olacak. Bu
toprağın rahminden kan ve gözyaşı ile çıkışının elli beşinci yıldönümü. O elli
beş yılda hüküm süren devrimsizliğimizin aynası, artık kırık. Demek ki düşman
için tüm kötülüklerin etrafa saçılma vakti.
Bu
vakitte, bu demde doğum günün kutlu olsun, Ahmet abi…
Eren Balkır
26 Ekim 2012
1 Yorum:
Nasıl bu kadar doğru çözümleyebildiniz Ahmet Kaya’yı, bu kadar derinlikli ve bir o kadar İLK! Varolun. Akraba hissettim kendimi.
Yorum Gönder