Tarihsel inceleme anlamında, tarihin belli bir
kesitine özel bir önem gösteren, onu öne çıkartan ve giderek, bu kesitin
bilgisine sahip olmayı paraya tahvil etmiş olanların yıldızı, gün geliyor,
siyaseten parlıyor. Bu bilgi ister istemez, bahsi geçen kesitin sonrasının bir
tür fazlalık, arıza, sapma ya da yanlışlık hâli olarak kodlanmasıyla
pekiştiriliyor. Tarih, öznel niyetlerin, arzuların ve iradelerin kılıfı olarak
kullanılıyor. Sonuçta ilgili kesitin bilgisi, ancak kesiti takip eden dönemin
arızî ve farazî hâle getirilmesi ile mutlaklaşıyor.
Bugün eskiden Osmanlıcı olanlar, “cumhuriyet
kaçınılmazdı, güzelliklerinden dem vuralım” diyorlar. Osmanlı’ya ya da İslam
tarihinin belli bir dönemine ilişkin bilgi Ak Parti iktidarı ile mutlaklaştı
zannedilerek, malumat düzeyine düşürülüyor.
Diğer yandan, solun önemli bir kısmı da, aynı şekilde,
seksen ve doksan sonrası Sovyetler’i bu türden bir fazlalık, arıza, sapma ya da
yanlışlık hâli olarak görüyor ve buradan ekmek yemeye çalışıyor. Özünde burada,
işin başına oturma isteği hüküm sürüyor. İşin başına oturma isteği, aslında
suyun başına oturma iradesinin mütemmim cüzü oluyor. Burada işe ve iş pratiğine
ortak olma iradesine rastlanmıyor.
Bu eğilimin, bir başlangıç sahibi olması sebebiyle,
Sovyetler’i göğe çıkartanlarca desteklendiğini görmek gerekiyor. Başlangıca
ipotek koyanlar, sonu da tayin edeceklerini, bir biçimde sonsuzluk imkânının
kendi ellerinde olduğunu söylemiş oluyorlar. Yalan söylüyor ve tüm
pratikleriyle yalanı örgütlüyorlar.
Bugün suyun başında olan Fettullah’ın Zaman’ı,
kurgu olması muhtemel bir röportaja yer veriyor. Röportajda Özgür Suriye Ordusu
mensubu bir kişi konuşuyor ve bu kişi, “yakında Kürtleri de yola
getireceklerini” söylüyor. Üç gün sonra Halep’te Kürd mahallesine
saldırılıyor... Peki bu yol kimin yoludur?
Bugün sosyal medya denilen mecrada birileri “PKK
lâneti”nden kurtulmak için Müslümanları hep birlikte “Fetih Suresi” okumaya
davet ediyorlar. Bu fetih kimin fethidir?
Bugün başlangıç olarak belirlediği kimi İslamî
momentleri Kemalistlerin başlangıç momentleri ile yarıştıranlar, bu yarışı
felahın ve salahın anayolu olarak öğütlüyorlar. İşin başına oturma isteği, bir
kez daha suyun başına oturmak ya da oturanlara yaltaklık etmek isteyenlerin
aslî muradı oluveriyor. Karabekir ya da Enver alternatifleri üzerinde duruluyor
ama hepsinin de aynı yolun yolcusu oldukları görülmüyor. Mesele, su değil,
suyun başına çökmek.
Şam’a muzaffer ordunun başındaki isimlerden biri
olarak giren Ebu Süfyan, “Ben tüccarken bu şehirde beni çok aşağılarlardı”
diyor ve iç iktidarını bu şehirde kuruyor. Bu kafa, bugün yeniden o şehre
yerleşmek istiyor. Süfyanist İslam, bugün de “bizi hep dışladılar, hor
gördüler, oysa biz herkesten daha çok lâyığız bu suyun başına” diyor ve “su
Allah’ındır ve ortaktır” diyeni zem ediyor.
Ama öte yandan birileri, batı aklının biricikliği
imleyen, tanrılığın tecessüsü olduğu varsayılan bedenini ölümün suyuna
yatırıyor. Bir işe ortak, bir işe yoldaş, bir işe nefer olmanın bilinciyle.
Hangisi İslamî peki? Ya da bu hangi İslam? Kendisine
“İslam” demese de ol İslam’dan ne kadar ırak?
“Bedevilerden
geri kalmış olanlara de ki: ‘Siz yakında çok kuvvetli olan bir kavme karşı
savaşmaya çağrılacaksınız. Onlarla savaşırsınız ya da Müslüman olurlar. Eğer
itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükâfat verir. Fakat önceden döndüğünüz
gibi yine dönecek olursanız sizi acıklı bir azaba uğratır.” [Fetih:16]
Kürd kavmi mi kuvvetli, Müslüman mı değil? Mükâfata
muhtaç olan Kürd mü Türk mü? Azab, hangi azgın kavim üzeredir?
“Bedevilerden
geri kalmış olanlar, sana diyecekler ki ‘Mallarımız ve ailelerimiz bizi
alıkoydu. Allah’tan bizim bağışlanmamızı dile.’ Onlar, kalblerinde olmayanı
dilleriyle söylerler. De ki: ‘Allah, size bir zarar vermek dilemiş yahut size
bir fayda vermek istemiş olsa Allah’ın sizin için dilediğine kim engel
olabilir? Hayır, hiç kimse engel olamaz, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.’[…]”
[Fetih:11]
Mallarını ve ailelerini geride bırakıp öne atılanlar
kim? Kim mülkü ve aileyi devlet üzerinden tanrısallaştıran? Kalblerinde
olmayanı dile dökenlerin okuduğu Kur’an’ın hayrı ya da anlamı var mı?
* * *
Çakal Carlos’un dediği üzere, “Allah, praksistir”.
Aksiyon değil, reaksiyon gereği, kendi mülkünün bekasını korumak adına,
devletin ve onun baskı gücünün arkasına sığınan bir İslam olabilir mi?
Olabiliyor, başlangıç noktaları arasında kısa devre
yapınca, olabiliyor. “Sorunlarımızın tüm kaynağı cumhuriyet, başlangıcımızı
ümmetten, hilafetten, devlet-i aliyyeden ya da imparatorluk masallarından
alsaydık, bu işler başımıza gelmezdi” deniliyor.
Cumhuriyeti tarih dışına atma pratiği, Kemalistlerin
doksan yıldır uygulaya geldiği, cumhuriyeti tarih dışı hatta tarih üstü görme
pratiğiyle örtüşüyor. Sonuçta ümmet de, hilafet de, âli devlet de, imparatorluk
da en fazla Kemalist diktatöryanın eksik cüzlerini tamamlamaya indirgeniyor.
Devlet eksikliğinin, tamamlanamamışlığının,
zaaflarının, yanlışlarının günahını, hep Kürd’e ödetiyor. Osmanlı’nın batıda ya
da doğuda her sıkıştığı vakit, içe dönüp köylü halka zulmetmesi ve oradaki dinî
ve millî unsurları ezmesi gibi, bir çizgi dâhilinde, Türkiye Cumhuriyeti de her
tökezlediğinde halkın bir kesimini seferber edip Kürd’ün üzerine salıyor.
Başlangıca ipotek koyanlar, doğuşu mülk edinenler, kitleleri, tam olma,
tamamlanma, sonsuzlaşma konusunda kandırıyorlar. Onları bu pratiğin sırrının, hükmünün
kendisinde olduğuna inandırıyorlar.
* * *
Devlet Kürd’de eksiliyor, Kürd’e takılıyor, Kürd ile
zaafa uğruyor. Kendi gayretleri, becerileri, ilahi amelleri sonucu muktedir
olduğunu zannedenler, esasında bu Kürd yüzünden ve sayesinde muktedir olduğunu
çok iyi biliyorlar. O nedenle, Mekke fethi ile Kürdistan fethi arasında analoji/benzerlik
kuruluyor. Ama ta İskender’den beri tarih der ki “Kürdistan’a sefer olur zafer
olmaz!”
Başlangıç noktaları arasında kısa devre yapmak için
önce Ermeni, sonra Zerdüşt ilân edilmiş Kürd’ün şimdilerde Ezidîlikle
yaftalanması gerekiyor. AK tolgalı beylerbeyi haykırıyor: “İlerle, ilk
hedefiniz Diyarbekir”.
Son seçimlerde İstanbul’a yeni “boğaz” vadeden
başbakan, Diyarbekir’e en fazla hapishane sözü verebiliyor. O boğaz için o
hapishanenin açılması şart. O boğazdan beslenecekler için birkaç Kürd’ün o
hapishanelerde boğazlanması mecburî.
Bu mudur İslam?
Efendilerin kendi boğazından geçmesine izin verdiği
iki lokmayı da reddeden, “beni hayatta kalmak üzerinden korkutup teslim
alamazsınız” diyen, yaşamak için ölen iradeyi, tek derdi baş ve son olmak olan
bir kişinin anlaması mümkün değil.
İşin kendisiyle ve ona ortak olmakla değil, sadece
işin başı ve sonuyla ilgilenen kişinin ahlâkı ve hukuku, o iş pratiği ile
hemhal olanın ahlâkı ve hukukundan farklı olacaktır. Birinciler, ikincileri
kendi başlangıç noktasını önceleyen ne kadar düşman varsa onunla
tanımlayacaklardır. Ezeli ve ebedi bir kavganın neferi hiçbir vakit
olamayacaklardır. Son-suzluk onlardan sorulduğu için başlangıçtan önceki her
şeyi o sonsuzluğun düşmanı olarak takdim edeceklerdir. Hakikati özel bir kavmin
ve özel bir tanrı-kişinin elinden alıp âdemoğluna açan Hz. Muhammed, baş ve
başlangıç ilân edilip tarihsel bir referans noktası kılınacak ve böylelikle
O’na şeklen benzeyen ama özünde O’nu çürüten ve hakikati kendi mevcudiyetine
kapatan, özel bir kavme ya da özel bir tanrı-krala dönüşen şahsiyetler
türeyecektir.
Oysa ışığın köreldiği, tüm ipliklerin siyah olduğu
günlerde, bedenini âdil ve eşit bir dünyanın fethine kapı kılanlar, bu
hakikatin özgürleştiği ândır.
Eren Balkır
29 Ekim 2012
0 Yorum:
Yorum Gönder