02 Ekim 2012

, ,

Ali Şeriati

Ali Şeriati: İslamî Köktenci, Marksist İdeolog ve Sufi Mistik


Giriş

Ali Şeriati, geniş bir plan dâhilinde İran Devrimi’nin ana ideologu olarak kabul edilir. Kendisinin kaleme aldığı muhtelif çalışmaları okuyanlara Şeriati, geleneksel Müslüman-Şii düşüncesi, radikal İslamî köktencilik, mistik tasavvufî aşama, batılı varoluşçuluk, diyalektik Marksizm ve anti-emperyalizmden müteşekkil, oldukça karmaşık ve eklektik bir fikrî karışım takdim eder.

Eylemci İdeolojinin Önemi

Şeriati’nin kanaatine göre, İslam toplumları içeride ve dışarıda hüküm süren zulmün çilesini çekmektedirler, dolayısıyla etkin bir değişim için gerekli yegâne alternatif, devrimdir ve ideoloji de toplumu seferber etme noktasında kullanılacak aslî araçtır. Kaderci anlayışa dayanan “olan”ın yerine “olması gereken”i ikame eden ideoloji, tahammülü imkânsız olan şimdiyi alt edip ütopyanın tesis edilmesi için gerekli bir diyalektik gerilim üretir:

“İdeoloji, düşünürün dış gerçekliklerin değeri, bu gerçekliklerin değerlendirilmesi, ne türden tutarsızlıklar içerdiği ve bunların ideal formlara nasıl dönüştürülebileceği ile ilgili inancıdır.”

Tahammül edilemez koşullarını değiştirmek için kitlelerin bilinçli bir şekilde seçtikleri bir araç olarak ideoloji, zamanla yozlaşmış rejimleri tehdit eden bir güce dönüşür.

Kendi kültürüyle tutarlı bir bilinç üreten belirli bir ideolojiyi seçmek, her bireyin görevidir ve bu ideoloji, kişiyi statükonun değiştirilmesi sürecine fiilî olarak katılma noktasında harekete geçirir:

"O hâlde her ideolog, idealleri ve inançları doğrultusunda statükoyu değiştirmekten sorumludur.”

Şeriati’nin tespitine göre, İran halkı kendi kaderi karşısında edilgen biçimde ağıt yakmaktan vazgeçip, ideolojik ve bilimsel metodolojiyi kullanmak suretiyle mevcut koşullarını analiz etmeye başlamalı, böylelikle değişim için katalizör rolü oynayacak kimi ilkeleri keşfetmelidir. Bu ilkelerin tatbiki, “olağan” gelişimle geçen yüzlerce yıllık sürecin üzerinden atlanması ile sonuçlanacak ileriye dönük bir büyük sıçramanın gerçekleşmesini sağlayacaktır.

İran tarihi üzerine yaptığı çalışmalarda Şeriati, İbn-i Sina gibi saygı gösterilen felsefecilerin ya da Hallac-ı Mansur gibi büyük mistiklerin toplumsal bir değişimi koşullamadıklarını görür. Gerçekten büyük birer İslamî kişilik olarak Muhammed, Ali, Hüseyin ve Ebuzer âdil bir toplum tesis etmek için çalışmış ve “amel ile fikri, dindarlık ile kudreti ve öğrenme ile dövüşmeyi” birleştirmiş birer eylemcidir.

Şeriati’nin inancına göre, her toplum gerçek bir devrime denk düşen kültürel bir ifadeye sahiptir. Bizim içinde olduğumuz dönemde de İran’da karşılığını bulan bu kültürel ifade İslam’dır, ancak İslam, fiilî değişime yol açan bir dünya görüşünün ortaya çıkmasını sağlayacak bir yeniden yorumlama gayretine muhtaçtır.

Şeriati’nin politik ideolojisi “İslamî Marksizm”dir ve esas olarak o Humeyni’den çok Halkın Mücahidleri’ne yakın durur. Onun tespitiyle İslam, başlangıcından beri mazlumun safında olup Hz. Muhammed toplumsal eşitlik için dövüştüğünden ve etrafına toplumdaki mahrumların toplaşmış olmasından ötürü devrimci bir ideolojidir. İslam fukaranın yanındadır:

“Allah, mazlumların ve mustazafların Allah’ıdır.”

İslam’ın Avrupa’daki Hristiyan Reformu Benzeri Bir Reforma İhtiyacı Vardır

İran on dördüncü yüzyılda Ortaçağ’da yaklaşık bin yıl süren bir durgunluk dönemi ardından moderniteye doğru bir sıçramanın oluşmasını koşullamış Protestan Reformu’na tanıklık eden Avrupa’da yaşanana benzer bir tarihsel gelişmeye sahne olmaktadır.

İslam toplumları da -onları kendi sorunlarına kadercilik yerine dinamik bir ideolojiyle yaklaşmaya sevkedecek- benzer bir dinî reforma ihtiyaç duymaktadırlar:

“Bugün bizim için önemli olan, Katolik ahlâkını hareketli ve yaratıcı bir güce dönüştürmüş olan Luther ve Calvin’in çalışmalarıdır.”

Bu reform, büyük bir enerjiyi açığa çıkaracak, birkaç yüzyıl ileri atılmayı sağlayacak ve İslam toplumlarının batı toplumlarının seviyesine ulaşmasına yardım edecek olan “büyük bir sıçrama”ya yol açacaktır.

Müslüman Toplumların Geriliğine Gerçek Bir İlâç Olarak “İdeolojik İslam”

İslam, İslam toplumlarının kültürüne, geleneklerine ve kimliğine hâlâ hükmettiğine göre, onun yirminci yüzyıla ait dille birlikte seküler Avrupa modellerine öykünmesi faydasızdır, zira bu dilin İslam toplumları ile belli bir ilişkisinin olmadığı gayet açıktır. Batılı güçlerin politik, ekonomik ve kültürel baskısına karşı kitleleri seferber etme potansiyeline sahip olduğundan, reforma tabi tutulmuş bir İslam kurtuluşun yegâne umududur.

Şeriati, İslam’ı bir ülkü hâline getirir ve onu mazlumun kaçınılmaz zaferine dönük inancı, pozitif bir hümanizmi, bilimsel ve determinist bir tarih felsefesini kucaklayan ve tüm sorunlara ilâç olan bir güç olarak görür.

Kitlelerin Harekete Geçirilmesi İçin Aydınlanmış Seçkinlere Dönük İhtiyaç

Toplumsal değişimin motorunu ararken Şeriati Kur’an’a bakar ve orada toplumsal değişimi tetikleyen ana etmen olarak en-nas’ı (halkı) görür. Bütün olarak halk Allah’ı temsil eder ve Kur’an Allah ile halkı toplumsal meselelerde eşitler. Bu tespit şaşırtıcı biçimde onun Marksizmle ilgili kanaatleri ile de örtüşür ve “devrimci İslam” söylemi aracılığıyla kitleleri harekete geçirme gayretlerini meşrulaştırır.

Çelişkili bir üslup dâhilinde dile getirilmiş olsa da Şeriati’de halk, toplumsal değişimin ana etmeni olmasına karşın, özbilince sahip seçkinler eliyle harekete geçirilmek zorundadır. Kendi başlarına bırakıldıkları takdirde kitlelerin sonsuza dek yaşadıkları sefalete gömülüp kalmaları muhtemeldir. İran’ın trajedisi, geleneğin yönlendirdiği kitlelerle kendi toplumuna yabancılaşmış batılı okumuş seçkinler arasındaki yarıktır. Bu yarık ancak militan İslamî aydınlar tarafından kapatılabilir. Şeriati’nin ana hedeflerinden biri de değişimin katalizörü ve öncüsü olacak bu tarz aydınları kendi safına katabilmektir.

Şeriati’nin tabiriyle “aydınlanmış düşünürler” (ruşenfikren) onun fikriyatında kilit bir unsurdur, öyle ki onlarsız değişim için umut beslemek bile mümkün değildir. Aydınlar kendi fildişi kulelerini terk edip sıradan halk arasına karışacak olan birer köprü inşacısıdırlar. Onlar zalimlere karşı isyan etmeleri için uyuyan kitleleri uyandıracak birer katalizördürler. Medeniyet içre devasa “sıçrama”yı ancak ruşenfikren tarafından uyandırılmış olan bir toplum gerçekleştirebilir.

“[…] Eğer özgür bir düşünür hedef sahibi ise ileri sıçrar, aksi takdirde o tarihsel determinizmi beklemek zorunda kalır.”

Aydınlanmış düşünürler, kendi ideolojilerine hararetli biçimde inanan ve onun için ölme iradesine sahip olan radikal birer eylemcidirler. Onların görevi, gerçek sorunu toplumun geriliği şeklinde tespit edip adalet dini olan İslam’ı da bu sorunun makul çözümü olarak tanımlamak suretiyle “cahil ve uyuyan kitleler”e rehberlik etmektir.

Burada Şeriati, hem Marksist devrimci öncü fikrini hem de horgörülen cahil kitlelerle (amme, cahil) batınî irfanı elinde tutan “aydınlanmış” azınlık (hassa, uqal, müçtehid) arasında belirgin bir çatışmaya sahne olan seçkinci Şii ve Sufi düşüncesinin etkisini öne çıkartır. Bu ayrım ve Şii takiyenin etkisi Şeriati’nin düşüncesini farklı seyirciler için ayrı söylem düzeyleri belirlemeye iter.

Şeriati Düşüncesinin Temeli Olarak Tevhid

Şeriati’nin ideolojisinin temeli, ütopik bir hedefe doğru önceden belirlenmiş bir yönde kâmil olmayı, iradeyi ve özbilinci içeren, kâinatı ise canlı tek bir organizma olarak gören mistik-felsefî bir dünya görüşü olarak tevhiddir. Tevhid hiçbir ikiliğe izin vermez; her şey üç temelden oluşan bir birlik dâhilindedir: Allah, doğa ve insan. Gerçekliğin gözlemciye nasıl göründüğünden bağımsız olarak tevhid kâinatı uyumlu bir bütün olarak ele alır. İnsanın sorumluluğu ise bu gerçeklik modelini tanıyıp kabullenmek ve onun akışıyla birlikte hareket etmektir.

Dünyada tanık olunan uyumsuzluk söz konusu tevhidî dünyanın kendisinde mündemiç bir özellik değildir. Bilakis bu uyumsuzluğun nedeni de tevhid modeline itiraz eden insanlar tarafından dayatılmış bir dünya görüşü olarak şirkin ta kendisidir. Şirkin sahip olduğu dünya görüşü, yaratılışı muhalif ama eşit birçok güçle yüklü bir şey olarak gören putperestliktir.

Dolayısıyla Şeriati, tarihi tevhid ve şirk arasında ebediyete dek süren bir diyalektik mücadele olarak görür. Tevhid Allah’ın bahşettiği “doğal” nesneler düzeni iken, şirk karşı çıkılması ve ortadan kaldırılması gereken bir düşmandır.

Tevhid sadece Allah’a teslim olmak ve diğer tüm güçlere karşı isyan etmek demektir:

“Tevhidde insan sadece tek bir güçten korkar, yüzünü sadece kıbleye çevirir ve umutlarını sadece tek bir kaynağa yöneltir.”

Geleneksel tevhid, Allah’ın birliği öğretisi, böylelikle devrimin esas temeline dönüştürülür.

Tasavvufun Şeriati’nin Düşüncesi Üzerindeki Etkisi

Şeriati kendisine ait tevhidî dünya görüşünün tasavvuf olduğunu kabul etmese de (zira o tasavvufçulardaki ötedünyacılığa ve edilgenliğe itiraz etmektedir.) bu görüşün İbn-i Arabi’nin “varlığın birliği” (vahdet-i vücud) teozofisiyle arasındaki benzerlik gerçekten de çarpıcıdır. Tek bir organizma olarak yaratılış, Allah’ın insanın ve doğanın bir oluşu Sufilere özgü bir anlayıştır. Allah’ı ve yaratılışı aynı gerçekliğin iki yüzü olarak gören Sufilik için tevhid merkezî bir unsurdur.

Şeriati’nin bu fikre sevdalanmasındaki en önemli neden, muhtemelen Afgani’dir. Ancak Şeriati, ayrıca tasavvufu özel olarak da incelemiş ve Mevlânâ’nın Mesnevî’siyle Massignon’dan etkilenmiştir.

Onun kullandığı diğer bir tasavvufî simge de varlık kaynağı etrafındaki nurlu bir çember üzerinde hareket eden yaratılmış varlıklara ilişkin simgedir. Kâbe etrafında gerçekleştirilen tavaf, bu hareketi temsil eder.

Şeriati, sık sık tasavvufta merkezî bir unsur olan aşk kavramına başvurur. Devrimci, Allah’ın etrafında dönen bir aşk esiridir: o, “yanana dek mumun etrafında dönen bir kelebektir. Külleri rüzgâra karışır, aşk içinde gözden kaybolup gider ve ışığın içinde ölür.” Bu anlayış, insanın kendisini Allah’ta yok etmesi anlamında, Sufilerdeki fenafillâh kavramına benzer.

“Aşk, varlığın derinlerindeki yüce güçtür.”

Bu güç, insanın başkaları için kendisini feda etmesini sağlar:

“Başkaları adına çalışmak için kendimizi inkâra ve kendimize isyan etmeye çağıran şey, aklın ve mantığın ötesindeki aşktır.”

Aşk, Hacer’in kendisini tümüyle Allah’ın iradesine teslim edip İsmail’i çok uzaklara, çorak bir vadiye götürmesini sağlayan, onun Allah’a dönük eksiksiz güveninin (tevekkül) adıdır.

Şeriati ayrıca yol, hac, sülûk gibi tasavvufa ait bir dizi kavrama başvurur. İnsan kendi iç dünyasına doğru bir hacca çıkmış, gerçek dostu ve evi olan Allah’a karşı işlediği günahlardan arınıp sürgünden kurtulmaya çalışmaktadır, dolayısıyla Mekke’ye yapılan hac yolculuğu esasen bir simgedir.

“İnsan, hem yolun kendisi hem yolculuk eden hem de yolculuk edilendir. O, kendi bedeninden ilahî benliğine doğru sürekli bir göç hâlindedir.”

Allah’la bir ve O’na yakın olma da aynı şekilde tasavvufçulara özgü bir yaklaşımdır. Sufiler bu iki başlığı nihai hedef olarak belirlerler:

“Sadece O var, bu sebeple O’nunla birlikte ol […] Allah’la başbaşa kal […] bu sıradan dünyayı terk et ve sınırlarını hiçe say. […] bırak kalbin aşkla aydınlansın!”

Şeriati, ayrıca kuru kitabî bilgi karşısında sezginin (gnosis, marifet) yanındadır.

“Demek ki ‘bilgi’den doğan ve ‘aşk’ı taşıyan ‘bilinç’ var olmaktadır […] ancak sezgi asla ışığa muhtaç değildir; o düşünceyle aydınlanır ve ‘aşk’ın her türlü sorununu çözebilir.”

Şeriati’nin sık sık bahsettiği Sufiliğe özgü diğer bir karakter de İsa’dır. İsa ona göre bir model peygamberdir, mükemmel bir ruhanî rehberdir ve Allah’ın sıfatları olan aşk merhamet ve bağışlamayı ortaya koyan bir kişidir.

Şeriati’de öne çıkan son Sufi yön de onun simgesel Kur’an tefsiridir. Şeriati’nin iddiasına göre, simgesel edebiyat edebiyatın en yüksek mertebesidir ve Kur’an simgesel bir dille yazılmıştır (dolayısıyla O’nun gizli batınî anlamı yanında, doğrudan edebî zahirî anlamı da ortaya konulmalıdır.) Kur’an, bu anlamda tüm zamanların bütün hakikatini içeren çok katmanlı bir anlam dünyasına sahiptir.

Yaşanan değişimlere karşı ilâhi biçimde muhafaza edildiğinden Kur’an gerçek İslamî dirilişin anahtarıdır, bu sebeple Şeriati kendi İslam yorumunu O’ndan yaptığı dolaysız alıntılar üzerine kurar.

İnsanla ve Toplumla İlgili İslamî Diyalektik Bakış Açısı

Şeriati’de merkezinde insan, toplum, tarih ve dinin durduğu Hegelci ve Marksist bir diyalektik anlayışı mevcuttur. Tez anti-tezle karşı karşıya gelir ve kaçınılmaz biçimde yaşanan mücadele ve hareket sonucunda ortaya yeni bir sentez çıkar. Dünyadaki tüm değişimlerin izahı sürekli yenilenen bu süreçtedir.

İnsan, beden ve ruh olarak yaratılmış diyalektik bir gerçekliktir. Çelişki iç mücadelelere ve sürekli hareketliliğe yol açar. İslam’ın yaratılış efsanesinde beden durgunluğu, ruh ise kâmilliğe doğru seyreden hareketi simgeler. İnsan’ın sahip olduğu doğal koşul (fıtrat) iki kutup arasında salınır, dolayısıyla insan kâmilliğe doğru evrimsel bir hareketi yaratan bir bileşime tabidir. Şeytan’ın Allah’a karşı gerçek savaşı doğada değil, insanın kalbinde gerçekleşir. Bunun sonucu olarak insan bedeni kendi ruhunu alt etmek için çabalayıp durur.

Şeriati, Kur’an’da insanın yüce haysiyeti, Allah’a benzeyen özü ve ruhanî doğasına dayalı hümanist bir felsefe keşfeder. Âdem, Allah’ın kendisine halife olarak yarattığı ve meleklerden üstün gördüğü insanı simgeler. İnsan, Allah’ın emaneti olan özgür iradenin, başka hiçbir canlının kabul etmediği şeyin taşıyıcısıdır. Allah, insana isimlerin bilgisini vermiş, meleklerin bile bilmediği bilimsel gerçeklere işaret etmiş ve ona bu sürgün yerinde bir cennet yaratma ile Allah’ın iradesini ifa etme görevini vermiştir. İnsan, sadece Allah’ın yeryüzündeki emanetçisi değildir, ayrıca o (geleneksel ulema düşüncesinden ayrışan diğer bir Sufi yaklaşıma uygun olarak) Allah’ın akrabası, ortağı ve dostudur.

“İslam’da insan Allah’ın hükmü altında değildir, zira insan Allah’ın yeryüzündeki ortağı, emanetçisi ve akrabasıdır.”

Özgür irade, insanı diğer yaratıklardan üstün kıldığından, insan isyan edebilir ve iyiyle kötü arasında seçim yapabilir. İnsanın kendi içindeki Allah’a ait ruh onu kâmilliğe götürürken, bu seyre karşı olan beden, insanı durgunluğa sürükler. Alt düzeydeki doğasını aşma sürecinde insan, evrimleşip Allah’a yakınlaşır.

Karşıt iki unsurdan oluşan ve iki boyutlu olan insan, maddî ya da ruhanî olana doğru yönelimi kendince aşan bir dine muhtaçtır. Tüm dinler arasında sadece İslam, insanın ikili doğasına hitap eder ve iki boyutlu ideolojisiyle insanın belli bir denge teşkil etmesine imkân verir.

Şeriati’nin “ideal insan”a doğru yaşanacak evrimle ilgili düşüncesinde ruh bedeni alt eder, insanı şüphe ve çelişkiden kurtarır ve insanın hem doğanın hem de ruhun keyfini çıkartmasını sağlar. İnsan akıllı ve sanat ruhludur. O, çevrenin kalıba döktüğü bir şey değildir, aksine çevresine şekil veren ve yeryüzünde bir cennet kurandır. Şeriati’nin ideal insanı, hem felsefeci hem politikacı hem asker hem de sufidir:

“O, bir elinde Sezar’ın kılıcını tutar, göğsünde de İsa’nın kalbini taşır. O, Sokrates’in beyniyle düşünüp Hallac-ı Mansur’un kalbi gibi Allah’ı sever.”

Bu söylem dâhilinde tüm insanlar, “insanın, Allah’ın ve aşkın yeni bir yaratılış ve yeni bir İnsan için bir araya getirildiği bir program”a davet edilirler. Biz, evrim aşamasının sonundayız ve ideal insan zuhur etmek üzeredir. Bu insan, Sufilerin işaret ettiği Allah’ın yaratımının mükemmel ilkörneği olarak “insan-ı kâmil” mi yoksa Nietzsche’nin dillendirdiği “üstinsan” mı olacaktır? Soru budur.

Şeriati, insanın aslî haysiyetinden dem vurduğu yerlerde birey olarak insandan değil, bireyin içinde özümsendiği ve onsuz bir anlam ifade etmediği insanlığın bütününden bahsettiği açıktır:

“O kendi kimliğini insan ırkının ebedî kimliği içerisinde çözer. […] Bir kişi ‘insan’ olarak ölmüşse ebediyete kadar yaşar, zira tek kişi ölümlü iken ‘insan’ ölümsüzdür! Bir nehrin parçası olmayan bir su damlasının ömrü sabaha kadardır, zira gün ışır ışımaz o gözden kaybolacaktır.”

Çelişki ve savaşa dayalı olan toplumun merkezinde de diyalektik vardır. Toplumda iki düşman sınıf, bir yanda sömürücüler, krallar, toprak sahibi aristokrasi ve sahte dinî kurum diğer yanda da Allah, sömürülen çoğunluk ve hakiki İslam durur.

Bu diyalektik, Habil ve Kabil hikâyesi ile simgeleştirilir: Kabil, Habil ile simgelenen fakir kitleleri sömüren ve köleleştiren azınlık sınıfını temsil eder ve hikâyedeki kötü adam ise özel mülkiyetin ta kendisidir.

Marksistler ve Kurtuluş Teologları gibi Şeriati de “sistem”i kötülüğün ana sebebi olarak görür. Kabil, özü itibarıyla günahkâr değildir, ama o, açgözlülük ve sömürüyü teşvik eden özel mülkiyete ait yozlaşmış sistem tarafından yoldan saptırılmıştır.

Kabil’in sisteminde üç temel unsur vardır: politika, ekonomi ve din. Bunlar üç isimle simgelenir: Firavun, Karun ve Bel’am.

“Kitleler, paraya ve sömürüye teslimiyete mecbur edildiklerinde, onların aynı zamanda dinle uyuşturulmaları gerekecektir.”

Şeriati’ye göre, Kur’an, tüm politik, ekonomik ve dinî kudretin halka ait olduğunu öğretir (burada gene Marksist fikriyata yaslanılmaktadır.). Kur’an’da Allah ve en-nas sıklıkla eşanlamlı kullanılır ve toplum Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi olarak kabul edilir. “Hâkimiyet Allah’ındır” söylemi politik iktidarın, “Mülk Allah’ındır” söylemi tüm sermayenin, “Din Allah’ındır” söylemi de dinin din adamları sınıfına değil, sadece halka ait olmasını anlatır. Bu yaklaşım, Humeyni’nin “velayet-i fakih” anlayışıyla tümüyle çelişmektedir.

Ayrıca diyalektik, İslam’ın da merkezinde olan bir olgudur. Statükoyu muhafaza eden gerici bir İslam’la hakiki İslam savaş hâlindedir:

“Dinin dine karşı savaşı, tevhidin şirke, adaletin ayrımcılığa karşı savaşı, tarihin bir değişmezidir.”

Ulemaya ve Sahte Dine Karşı

Din adamları sınıfına saygı gösteren muhafazakâr Şiiliğin aksine Şeriati, din üzerinde tekel kurduklarını iddia ettiği ulemaya saldırır. Gerici ulema, insanları sefalete odaklanmaktan alıkoyar ve kafalarını mistisizm ve kıyamet hikâyeleri gibi soyut meselelerle meşgul eder. Ulema, sonuç itibarıyla kimin safında olduğunu belirlemek zorundadır: o, Allah’ın ve hakiki dine mensup kitlelerin mi yoksa sömürücülerin mi safındadır?

Günümüzün sahte İslam’ı olarak Safevi Şiiliği, saray yanlılığı, milliyetçilik ve sufizmden müteşekkil bir karışımdır. Esas Şiilik, yani Alevî İslam’ı, idealleri gerçekleştirmek için insanlar tarafından bilinçli bir biçimde seçilen ilerici ve militan bir toplumsal güçtür.

Hz. Muhammed’in vefatından hemen sonra ortaya çıkan sapmalar ilk başta ufak çaplıdır, ama bu sapmalar ümmette giderek çoğalır. Emeviler halifeliği gasp ederler ve Hz. Muhammed ile Hz. Ali’nin imana bağlı müridlerini tasfiye ederler. O günden beri düşman dışta değil, mevcut kampın içerisindedir ve tektanrıcı İslam örtüsü altında saklanmış bir çoktanrıcılık olarak varlığını sürdürmektedir.

Ütopyaya Uzanan Tarihsel Evrimci Determinizm

Şeriati, evrimin ve devrimin değişmez iki ayrı gerçek olduğunu söyleyen evrensel bir yasa olarak determinizme inanır. Tüm yollar, eşitliğin ve birliğin dünya genelinde gerçekleştiği kaçınılmaz olarak ulaşılacak olan o doruk noktasına çıkar. Bu ütopyadır, tarihin sonudur, Mehdi’nin dönüşüdür, diyalektik mücadelenin doruk noktasıdır.

İntizar, İmam’ın dönüşüne yönelik Şii inancıdır. O, İmam’ın gelişini eylemli olarak bekleme ve bu gelişi hızlandırmaya dair devrim hedefine doğru seyreden ilerici hareketin adıdır. Seçkinlerin aksine kitleler bu inanca daha hararetli biçimde bağlıdırlar ki bu da, insanın esas olarak umudun yaratıcısı olduğunu kanıtlamaktadır. Bugünün olması gereken olmadığını fark eden diyalektik intizar, mevcut zulmü redde tabi tutar:

“İntizar inancı, Allah’ın Müslümanlara dönük vaadine, biçare kitlelerin ideali ve umudunun nihai olarak gerçekleşmesine inanmaktır; sınıfsız toplumun muzafferane bir biçimde zuhur edişiyle toplum tiranlıktan, adaletsizlikten ve hileden kurtulur. […]”

Şeriati’ye göre, insan, bin yıl süren o zor evrim yolculuğunun ardından nihayet tarihin sonuna ulaşmış, yeni bir dünya ile yeni bir insan oluşma imkânına kavuşmuştur.

Devrimci Bir Silâh Olarak Şehadet

Son olarak Şeriati, şehadete özel bir vurgu yapar ve onu devrimci bir silâh olarak görür. Şehadet, temelde insanları tarihin kalp atışları, yani şehit olmaya teşvik eden Şii ideolojisinin önemli bir parçasıdır. Tiranlığa karşı bir protesto ve İslam’ın gerçek değerlerinin ispatı olarak Hz. Hüseyin’in şehadeti, imanın hayatta kalmasını güvence altına alır.

Şehadet, bir yandan gelecek nesilleri güçlendirmek bir yandan da düşmana ait kötü güçleri utandırmak için kullanılacak bilinçli bir tercih kabul edilir. Gerçek cihad, onuru, imanı ve güçsüzün geleceğini güvence altına alan cihaddır. Bu cihad, Şiiliği “mezarlıkların edilgen bekçileri” olmaktan çıkartıp, her cephede hakikat için dövüşen Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’in eylemli birer müridine dönüştürecektir:

“Tarihte, her yerde ve her noktada aralıksız sürüp giden savaşta her yer Kerbela, her ay Muharrem ve her gün Aşura’dır.”

Sahte din, kendini iyiden iyiye tesis ettiğinde ve protesto için gerekli tüm yollar kapandığında, devrimciler satın alınıp sistemin parçası hâline getirildiklerinde ya da öldürüldüklerinde, o vakit Hz. Hüseyin’in modeli, insana ölümü ile hakikate şahitlik edip şeytanî imparatorluğu sarsmak için bir şehit olmayı öğretir:

“O, tüm çağlara ve nesillere öldüremiyorsan öl diyen bir davettir.”

Sonuç

Ali Şeriati, kategorize edilmesi güç, birden fazla yöne sahip bir simadır. Onda mazlumların davasına bağlılık ve tutkudan başka bir şey yoktur. Onun çığlığı, toplumsal adalete, çağrısı batıya teslimiyetten kurtulmuş gerçek bir İranî-Müslüman kültüre, arzusu ideal bir sınıfsız toplumun kurulmasını sağlayacak devrime kendini feda etmeye yöneliktir.

O, ayrıca oldukça duyarlı ve derinlemesine ruhanî bir kişiliktir. Eylemli varoluşa, aklî ve bilimsel düşünceye sıklıkla vurgu yapmasına karşın, tüm külliyatında akıp giden tasavvufî bir boyutun mevcudiyeti asla inkâr edilemez. Kendisi reddetse bile o, sufi bir mistiktir aynı zamanda.

Şeriati, şahsen kendi içinde zihinsel bir ikilikçilik ve ruhanî bir şizofreni arasında cereyan eden diyalektik bir mücadeleye teslim olmuş gibidir. Batılı politik ideolojinin tesiri altında kalan Şeriati, bir yandan da bu ideolojinin kültürel hegemonyasından nefret eder. Din adamları sınıfının teşkil ettikleri müesses İslam’dan uzak durur ve Marksist ideoloji olarak yeniden oluşturulup devrim için bir araca dönüştürülmüş bir İslam’ı önerir. O, ayrıca kendisinin bizzat reddettiği batının derinlemesine etkisi altındadır, zira Kur’anî İslam’a döndüğünde keşfettiklerinin önemli bir kısmı, batı felsefesinin İslamî tabirler dâhilinde ifade edilmesinden ibarettir: Şeriati, evrimin, sosyalizmin, marksizmin, diyalektiğin, varoluşçuluğun ve determinizmin tümden İslam’a ait özgün öğretiler olduğu iddiasındadır.

Şeriati, toplumsal adalete tutkuyla bağlı modern bir aydındır ve bu hedefe ulaşma noktasında işe yarar tüm araçları kullanmak ister. Ona göre, Şii İslam’ı mevcut dönemde kullanılması gereken doğru bir araç olarak “vardır.” Diğer yandan Şeriati, aynı zamanda “hakiki İslam”ı Allah’ın dünyadaki en yüce alameti olarak gören tasavvufa meyyal, mütedeyyin bir Müslüman’dır.

Bazı yazıları Şii İslam’ı ile salt devrim için faydalı olduğu gerekçesiyle ilgilendiği, imanının İslam’ın nesnel manada hakiki olup bu nedenle sadakate lâyık olduğu kanaatinden türemediği, aksine toplumsal değişimi hızlandıran ve İran toplumunu kendi önerdiği kalıp içerisinde biçimlendirilmesine katkı sunacak bir anlayıştan kaynaklandığı hissi vermektedir. Sanki onun için gerçek mutlak, Marksist bir kurgu olarak Sınıfsız Toplumdur ve din de söz konusu hedefin gerçekleşmesi sürecine tabi kılınmalıdır.

Ancak onun aktardığı hikâyenin tamamı elbette ki bu kadar değildir. Şeriati’nin diğer bir dizi metninde söz konusu karmaşık ve dolambaçlı nitelik derin ve samimi bir imanla ilişkilenir. O, bu metinlerde kendisinin “hakiki İslam” olarak gördüğü ideal “Alevî” formu dâhilinde Şii İslam’ına dönük bağlılığından da söz eder. Tüm külliyatı boyunca Şeriati, Allah’la şahsî, anlamlı ve mistik bir ilişki kuruyor gibidir.

David Zeidan
Kaynak

Kaynakça
Cragg, K. (1985) The Pen And The Faith, özellikle 5. Bölüm, “Ali Shariati of Tehran” (Londra: Allen & Unwin).

Enayat, Hamid. (1982) Modern Islamic Political Thought, (Austin: University Of Texas Press).

Yayına hazırlayanlar: Farsoun & Mashayekh (1992), Iran: Political Culture In The Islamic Republic, (Londra: Routledge).

Irfani, S. (1983) Revolutionary Islam In Iran, özellikle 7. Bölüm, "Ali Shariati: Teacher Of The Revolution" (Londra: Zed Books).

Yayına hazırlayanlar: Keddie, N. & Cole, J. (1986), Shi’ism And Social Protest, (New Haven: Yale University Press).

Yayına hazırlayan: Keddie, NR, (1983a), Religion And Politics In Iran: Sh`ism From Quietism To Revolution, (New Haven: Yale University Press).

Keddie, NR (1983b), Roots Of Revolution: An Interpretative History Of Modern Iran, (New Haven: Yale University Press).

Kedourie, E. (1966), Afghani And Abduh: An Essay On Religious Unbelief And Political Activism In Modern Islam, (Londra: Frank Cass)

Rahneema, A. (1994), Pioneers Of Islamic Revival, (Londra: Zed Books).

Sachedina, AA (1991), “Activist Shi`ism In Iran, Iraq, and Lebanon”, Yayına hazırlayanlar: Marty & Appleby, Fundamentalisms Observed içinde. (Şikago: University of Chicago Press).

Sachedina, AA (1983) “Ali Shariati: Ideologue Of The Iranian Revolution, Yayına hazırlayan: Esposito, Voices of Resurgent Islam içinde (New York: Oxford University Press).

Shari’ati, Ali. (1977), Hajj, çev.: Behzadnia & Denny. Ohio: Free Islamic Literatures Inc.

Shari’ati, Ali. (1979), On The Sociology Of Islam, Çev.: Algar, H. (Berkeley: Mizan Press).

Shari’ati, Ali. (1981a), Man And Islam, çev.: Marjani. (Houston: FILINC).

Shari’ati, Ali. (1981b), Martyrdom: Arise And Bear Witness, çev.: Ghassemy, (Tahran: Ministry of Islamic Guidance).

Shari’ati, Ali. (1982), “Intizar, The Religion Of Protest & Return To Self,” Yayına hazırlayanlar: Donohue & Esposito, Islam In Transition içinde, (New York, Oxford University Press).

Shari’ati, Ali. (1986), What Is To Be Done: The Enlightened Thinkers And An Islamic Renaissance, (Houston: IRIS).

Makaleler
Benson, SR (1991) “Islam And Social Change In The Writings Of Ali Shari’ati: His Haj As A Mystical Handbook For Revolutionaries”, The Muslim World, LXXXI, 1, s. 9-26.

Dabashi, H. (1983) “Ali Shari’ati's Islam: Revolutionary Uses Of Faith In A Post-Traditional Society” Islamic Quarterly, XXVII, 4, s. 203-222.

Haarmann, U. (19 ) “Abu Dharr - Muhammad's Revolutionary Companion”, The Muslim World, s. 285-289.

Hayama, K. (1985) “Dr. Ali Shari’ati's Revolutionary Ideology And The Role Of The Raushanfekr In Social Change”, The Institute of Middle Eastern Studies, International University of Japan, Working Papers Series No 1.

Moussalli, AS (19) “Two Tendencies In Modern Islamic Political Thought: Modernism And Fundamentalism”, Hamdard Islamicus, XVI, 2, s. 51-78.

Thomas, EH (1991) “Ali Shari’ati On The Role Of The Muslim Woman”, The Muslim World, LXXXI, 1, s. 1-8.

0 Yorum: