29 Ekim 2012

İslamcıların Hatalı Yolu


Arap Baharı isyanlarını müteakip bir dizi ülkede iktidara gelmiş bulunan ve görece daha mutedil bir kanadı olan Müslüman Kardeşler tarafından temsil olunan İslamcı hareketin eylemleri, hareketin önemli bir hataya doğru sürüklendiğini ortaya koyuyor.

İslamcılar, ideolojik, teorik ve politik düzeylerde (ister iktidara gelmiş olsun ister olmasın) milliyetçi, Marksist ve liberal haleflerinin hatalarını tekrarlıyorlar.

Özellikle Arap Baharı’nın başlaması sonrası, Arap İslamcı hareketin yaklaşımında şu yön giderek belirginleşiyor: hareket, bugün Arap İslamcılar için en önemli referans noktası görülen, Türkiye’deki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) bölgesel ve politik nizamının bir parçası olmaya gayret ediyor.

2002’de iktidara gelen AKP’nin hem içte, ekonomik sahada hem de dışta, bölgesel cephelerde başarılı olduğu doğru. Ancak mesele, İslamcı hareketin bazı alanlarda başarılı olmuş bir yaklaşımı benimsemesi değil, her bir hareketin faal olduğu özel tarihsel koşullara bakmaksızın İslamcı hareketin ilgili yöntemleri körü körüne taklit etmesi.

Türk modelini kopyalamak, yükselişte olan İslamcı hareketlerin miyopluğuna işaret ediyor zira bu hareket, ideolojilerinin doğduğu yabancı başkentlere sadık kalmış ve başkalarının yöntemlerini yinelemeye çalışmış milliyetçi, liberal ve Marksist projelerin hatasını hiçbir biçimde değerlendirmeye tabi tutmuyor.

Arap dünyasındaki Marksist/Leninist/Stalinist deneyler, böylesi bir yaklaşımın noksanlarına ilişkin en iyi örnekleri veriyor. Eğer bu hareketlerin geçmişine baktığımızda, bunların programlarında kendi ülkelerini ilgilendiren iç meselelerden çok, Lenin, Stalin ve Moskova’yı öne çıkarttıklarını görüyoruz.

Arap bölgesinin yerli bir unsuru olarak var olan politik İslam kendisini bu tip batılı ideolojilerden ayrıştırmışsa da bugün geleneksel planda sahip olduğu bu fikri terk ediyor ve politik İslam süreç içinde liderliği Türkiye’ye devrediyor. İslamcı hareketin başarısı ardından Arapların İslamcı modelini benimsemiş olan Türkiye, seküler hareketlerin yolunun terse çevrilmesiyle, bir öykünme kaynağı hâline geliyor.

Arap dünyasındaki İslamcı hareketler yeni İslamcı politik partilerine isim verirken bile Türkiye’deki deneyimi taklit etmeye çalışarak seküler haleflerinin hatasını da yinelemiş oluyorlar. Eğer Arap İslamcılar partilerine özgün isimler bile bulamıyorlarsa, o vakit pratikte onlardan ne beklenebilir ki?

Örneğin Mısır’da, Müslüman Kardeşler’in doğum yerinde, İslamcılar yeni kurdukları politik partiye “Hürriyet ve Adalet” ismini verdiler. Libya’da kurulan partinin ismi “Adalet ve Yeniden İnşa”, Fas’takinin ismi “Adalet ve Kalkınma”. Bu durum söz konusu partilerden fiiliyatta beklenebilecek pratiği de sakatlıyor ve belli ölçüde bu partiler Türkiye’deki Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kopyalamaya devam ediyorlar.

Benzer bir süreç ekonomi alanında da yaşanıyor. Bu partiler liderliğini Washington’un yaptığı liberal yola girerek, IMF ile Dünya Bankası’nın reçetelerini takip ediyorlar ve böylelikle politik tavizler karşılığında alacakları ekonomik yardımlara güvenmekle yetiniyorlar. İronik biçimde bu partiler, çökmüş rejimlerin başvurduğu aynı politikaları benimsiyorlar.

Mısır cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin bugüne dek uyguladığı politikalar mükemmel birer örnek. Mursi, Suriye rejiminin yıkılması için uğraşan Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar cephesinin bir parçası olma karşılığında borç aldıktan sonra ABD desteği ile IMF’den borç almanın yollarını arıyor.

Bu İslamcıların söz konusu hatalı yolda daha ne kadar uzağa gideceklerine ilişkin daha önemli bir gösterge de bunların İsrail’e dönük duruşları. Tüm İslamcı partiler Siyonist devlete dönük düşmanlık noktasında birleşmiş gözüküyorlar. Bugünkü İslamcılar da geçmiş iktidarlar gibi iktidara gelmezden önce Filistin bayrağını taşıyorlar ama iktidara gelince bu meseleyi boş bir slogana indirgiyorlar.

Mursi hâlihazırda Batı’ya İsrail’le imzalanmış Camp David Anlaşması’nı reddetmeyeceği hususunda Batı’ya güvence vermiş durumda. Buradaki amaç, Washington’dan destek almak ve ardından da Suriye’den boşalan alanı doldurup İran’ın Irak’ı yeni Şam yapma gayretlerine karşı çıkmak.

Ayrıca Mursi, 1973 savaşının yıldönümünde ülkenin en büyük madalyasını Mısır’ın merhum cumhurbaşkanı Enver Sedat’a verdi, oysa Müslüman Kardeşler geçmişte İsrail ile “barış meselesinde Sedat’a aykırı bir pozisyon alıyordu. Bu, Müslüman Kardeşler’in yürümek istediği yola ilişkin açık bir gösterge. Ayrıca Mursi bu yaklaşımı ile ABD’ye şu mesajı da vermiş oluyor: “Biz anlaşmaya bağlıyız.”

Bir de bunlara Müslüman Kardeşler’in hâlihazırda başlamış bulunduğu, İsrail’i normalleştirme siyaseti ekleniyor. Sadettin İbrahim’e göre, Müslüman Kardeşler üyeleri 31 Ağustos’ta Avrupa, ABD, İsrail, Mısır ve diğer Arap ülkelerinden araştırmacılar ve akademisyenlerden oluşan, Ortadoğu’da güvenlik ve bölgesel işbirliği konferansına katıldı.

Tunus’ta bir zamanlar İsrail’le ilişkilerin normalleştirilmesine karşı sloganlar atan İslamcı Nahda partisi de iktidara gelince bu yaklaşımını terk etti. Oysa parti dokuzuncu kongresinde “Siyonist devletle ilişkilerin normalleştirilmesinin suç ilân edilmesi” gerektiği yönünde karar alınmış, Filistin meselesi “İslam ümmetinin ana davası” kabul edilmişti.

Bugünse Nahda partisi anayasaya normalleşmeyi suç ilân edecek bir madde koymaya karşı çıkıyor. Nahda üyesi Lahabib Hoter’in ağzından çıktığı biçimiyle, bunun da kılıfı şu şekilde bulunuyor: “Tunus anayasası İsrail devletinden daha uzun yaşayacağından anayasaya normalleşmenin suç ilân edilmesine dair bir madde koymaya da gerek yok.”

Bu tam da Arap coğrafyasında iktidar olmuş birçok partide görülen türden bir ikiyüzlülük. Örneğin Suriye’de Baas partisinin de ana sloganlarından biri hürriyetti ama pratikte rejim ülkeyi demir yumrukla yönetmişti.

Tüm bu olup biten, Müslüman Kardeşler’in Washington’la anlaştığına dair şüpheleri haklı çıkartıyor: iddiaya göre, Müslüman Kardeşler İslamcıların uluslararası meşruiyet kazanması karşılığında, İsrail’in bölgede hüküm süren doğal bir devlet olduğunu kabul edecek.

Muhammed Dibo

0 Yorum: