05 Eylül 2025

,

1919-1924 Arası Dönemde Sömürge Devrimi ve Komintern

Klasik Marksizm, kapitalist toplumun çelişkilerini analiz etti, bu toplumun devrimci altüstü için gerekli araçları ortaya koydu. 

Klasik Marksizm, sömürgeler dünyasını ancak kenar notları dâhilinde ele aldı. Hatta Marx ve Engels, bu konuda kimi zaman birbiriyle çelişen sözler söyledi. İngiliz emperyalizminin tesis ettiği hâkimiyeti “tarihin bilinçsiz aleti” olarak nitelendiren ifadelerine farklı anlamlar yüklendi. Marx ve Engels’in işçi sınıfı hareketinin politik pratiğinin, emperyal merkezlerle sömürgeler arasında gelişmekte olan ekonomik bağları dikkate alması gerektiğini söylediği analiz tarzı bütünlenemedi, hep eksik kaldı.[1]

Klasik Marksizmin sömürgeler ve millet meselesi ile ilgili mirasını geliştirmek, daha da özelde sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde varolan devrimci faaliyetle gelişmiş kapitalist toplumlardaki devrimci faaliyetler arasındaki bağın niteliğini ortaya koymak, Lenin’e düştü. Lenin, sosyalistlerin yüzleştiği görevleri “Bütün ülkelerin proleterleri ve ezilen halklar, birleşin!” ifadesiyle özetledi.

Lenin, Marx’ın hiçbir yazısında bu türden bir formüle işaret edilmediğini tabii ki biliyordu ama o, Komünist Manifesto’nun “tümüyle farklı koşullarda yazıldığını” söylüyordu. Ona göre devrim biliminin görevi, kendisini içinde bulunduğu ortamda yaşanan değişimlere adapte etmekti.[2]

Yeni Sovyet devletinin parçası haline gelen doğu topraklarında bu ilkelerin uygulanması, Sovyet hükümetinin, daha da özelde Halkın Milliyetler Komiserliği’nin sorumluluğundaydı[3] Ancak Sovyetler’in kontrolünde olmayan bölgelerde sömürge devriminin strateji ve taktiğini formüle etme işini Komintern üstlendi. Burada Komintern’in Sovyet idaresinin ilk yılları (1919-1924) süresince yürüttüğü çalışmalar ele alınacak. Bu noktada, Komintern’in sömürgeler dünyası için geçerli bir devrim stratejisi inşa etme gayretine mani olan açmazlar ve sorunlar üzerinde durulacak.

Burada şu hususu belirtmek gerekiyor: yürüttüğü politikalar ne tür kusurlara sahip olursa olsun, Komintern, eşi benzeri görülmemiş bir irade ortaya koymuştur. Zira Komintern’in liderlerinin de haklı bir yerden dile getirdikleri üzere, önceki işçi örgütü, İkinci Enternasyonal, ya sömürgeler dünyasını görmezden gelmiş ya da açıktan emperyalist ağalarından yana saf tutmuştur.[4] Komintern’in yanlışları yanında elde ettiği başarılar da yüzleştiği sorunların niteliği konusunda bize çok şey söyleyecektir.

I

Yeni kurulan Enternasyonal’in başını ağrıtan en ağır sorunlardan birisi, esasında örgütsel yapıyla alakalıydı. Komintern, Sovyet hükümetinin dış ilişkilerden sorumlu kurumu Halkın Dışişleri Komiserliği (Narkomindel) ile ilişkilerinin niteliği konusunda ciddi sorunlarla yüzleşti. Bir yandan da Komintern, Bolşeviklerin zaman içerisinde hesaba katmak zorunda kaldıkları politik başka bir açmazla uğraştı: Dışişleri bakanlığının Batılı kapitalist devletlerle kitaba uygun bir biçimde yürüttüğü diplomatik ilişkiler, Komintern’in o devletleri bir yandan yıkmaya çalıştığı gerçeğiyle nasıl uzlaştırılacaktı?

Devrimi takip eden dönemde Komintern, Sovyet devletinin dış politikası ile kendisinin devrimci faaliyetleri arasında ayrım yapılmasını gereksiz gördü. Kamenev, yazdığı yazılarda Komintern ile Sovyetler’i birleştiren “sıkı bağ”dan söz ediyor, “biri olmadan diğeri olmaz” diyordu.[5] Bu tür bir görüş, dışişleri bakanı Çiçerin’de de makes buluyordu: “Sovyet devletinin dış politikası basit ve nettir: dünya proletaryası ile sıkı bağlar kurmaya çalışmak, tüm kapitalist devletlere yönelik husumeti derinleştirmek.” Devamında Çiçerin, Komintern’in kuruluşunun “aynı yıl içerisinde yürüttüğümüz tüm dış politikayı etkileyen, en önemli tarihsel olay” olduğunu söylüyordu.[6]

Esasında Komintern, ilk başta Rus Komünist Partisi ile Sovyet devlet idaresinin birlikte tabi olacakları hükümet üstü bir örgüt olarak tahayyül edilmişti. RKP, İşçi Muhalefeti grubunun başkanını “sınıfın komünist teşkilatı olarak Komünist Enternasyonal’in yönetim kadrosuna dâhil etme hakkı”nı açıktan kabul ediyordu. Bir yerde Zinovyev, Komintern’in faaliyet merkezini, sosyalizm Batı Avrupa’da başarıya ulaşır ulaşmaz, oraya taşıma niyetlerinin olduğunu söyledi.[7] Komintern, ilk başta Rusça yerine “enternasyonal sosyalizmin dili” olan Almanca konuşacaktı.

Fakat sosyalizm, Sovyet Rusya devletinin sınırlarını aşamadı. Kısa bir süre sonra Zinovyev’in de ifade ettiği biçimiyle, “Komintern’de partinin sesi ağır bastı”. Zinovyev, ayrıca Birinci Enternasyonal’in Fransa merkezli ilerlemesinde olduğu gibi Üçüncü Enternasyonal’in de Rusya merkezli ilerlediği” düşüncesindeydi.[8] Bolşevik liderlerin başkanlık ettiği konseylerde asıl nüfuza dışişleri bakanlığının değil, en güçlü politik figürün başkanlık ettiği Komintern’in sahip olduğu görüldü.[9]

Devrimci durum dâhilinde Sovyet devleti ile Komintern arasındaki ilişkinin belli ölçüde muğlak bırakılmış olmasının pek bir önemi yoktu. Avrupa, giderek istikrarlı bir yere dönüşüp kapitalist güçler arasında diplomatik ilişkiler kuruldukça bu iki kurum arasında ayrım yapma zorunluluğu gündeme geldi. Sovyet hükümeti, Batılı güçlerle olağan bir tarz dâhilinde diplomatik ilişkiler yürütebilmeliydi. Artık hükümetle Komintern arasında hiçbir bağ kalmadı, ayrıca Sovyet hükümeti, Komintern’in eylemleri karşısında her türlü sorumluluktan azadeydi. Komintern’in merkezinin Rusya’da olmasının sebebi, komünist propagandaya ve propagandacılara gerekli hürriyeti bir tek bu devletin vermesiydi. Merkezi Brüksel’de olan İkinci Enternasyonal Brüksel hükümetiyle bir tutulamazsa Komintern de Sovyet hükümetiyle bir tutulamazdı.[10]

Büyük kapitalist devletler, samimiyetsiz buldukları bu pratiği hoş karşılamadılar. Dolayısıyla, Sovyet hükümetinden Komintern’in çıkarlarına düşman olan propaganda faaliyetlerini sonlandırmasını, ayrıca hükümet kanalını kullanan propaganda faaliyetlerinin de bitirilmesini talep ettiler.

Propaganda ve ajitasyon meselesi, esasen ticaretle alakalı olan ve 1920 yazında İngiliz hükümeti ile Sovyet hükümeti arasında yürütülen müzakerelerin en önemli meselesiydi. Anlaşma, Mart 1921’de imzalandı. İmzaların atıldığı gün Sovyet yetkililerine İngiliz hükümetinin anlaşma hükümleri uyarınca alınması gereken tedbirleri içeren bir mektup teslim edildi. Bu mektubun ticaretle bir alakası yoktu. Asıl üzerinde durduğu konu, Asya’da yürütülen İngiliz karşıtı propagandaydı.

Sovyet hükümeti, genel manada anlaşma hükümlerine uydu. Taşkent’teki propaganda okulu kapatıldı. Bakû merkezli Propaganda ve Eylem Konseyi’nin çalışmaları durduruldu. Sovyetler’in Asya ülkelerindeki diplomatik temsilcilerine yeni anlaşmanın hükümlerini ihlal etmemeleri talimatı verildi.[11]

Sömürge devriminin Sovyet devletinin çıkarları uğruna feda edilmesi karşısında Asyalı devrimciler, ümitsizliğe kapıldılar. İngiliz istihbaratının eline geçen, Bakû Konseyi’ne mensup iki üye arasında geçen yazışmada, “anlaşmanın çalışmalara ölümcül bir darbe indirdiğinden”, “Doğulu komünistleri oldukça tuhaf bir konuma sürüklediğinden” söz ediliyordu. Bu mektuba göre anlaşma üzerinden genç Müslümanlar şu soruyu sordular: “Madem İngiltere savaşılması gereken emperyalist bir güç, o zaman Sovyet Rusya onunla nasıl oldu da uzlaşabildi?” Bu gençler, “İngiltere’ye verilen, Doğu’da propaganda yürütülmeyeceğine dair vaadin yalan olup olmadığını, bu vaadin ciddiyetle ele alınması gereken politik bir adım olarak görülüp görülmeyeceğini” bilmek istiyorlardı.[12] Bu sorulara cevap verildi mi, bilmiyoruz, tek bildiğimiz, İngilizlerin net ifadeler içeren notası ardından, Eylül ayı içerisinde propaganda faaliyetlerinin azaltıldığı.

Sovyetler, 1923 baharında “Curzon’un kaleme aldığı nota”nın ardından da bir dizi tavizde bulundu. O günlerde “emperyalizm ve kapitalizm güçleri karşısında geliştirilen teslimiyetçi tavır”dan rahatsız olan, Komintern adına Doğu’da çalışma yürüten bir grup insan, “bu teslimiyetin son beş yıl içerisinde, bilhassa zaten yeterince iyi bir konumda olunmadığı Doğu’da beynelmilel komünizmin elde ettiği mevzilere darbe indirdiğini, bu darbe neticesinde yürütülmüş tüm çalışmaların heba olduğunu” söylüyordu.[13]

Kapitalist hükümetlerle diplomatik ilişkiler kurarken bir yandan da o devletlerin yıkılması çağrısı yapmanın bedeliydi bu. Büyük Batılı devletlerle ilişkiler yanında bağımsız olan, kendisini “antiemperyalist” olarak gören Asya devletleriyle ilişkilerde de sorunlar yaşandı. Zira Sovyetler’in bu ülkelerde yürüttüğü ajitasyon ve propaganda çalışmaları kesintiye uğradı.

Sovyetler, Doğu’yla Ocak 1918’de diplomatik ilişkiler kurmaya başladı. Muhtelif sebeplere bağlı olarak ki bunların hepsi de teknik sebepler değildi, İran, Türkiye ve Afganistan’la yapılacak anlaşmalar 1921 baharına dek imzalanamadı.[14] Anlaşmalara ve onları önceleyen müzakere süreçlerine genelde ortak düşman olarak görülen İngiliz emperyalizmine karşı dayanışma ve dostluk ilişkilerine vurgu yapan ifadeler eşlik ediyordu. Fakat Doğulu elçiler, kendi ülkeleriyle ilgili meselelerde Sovyetler’deki toplumsal düzenin dayandığı ilkelere bağlı kalmamaya özel bir dikkat gösteriyorlardı. Buna karşılık, imza edilen anlaşmalar, genelde her iki tarafı “Doğu halklarının (örneğin Afganistan’ın) hürriyetini bağımsızlık temelinde ve halkların genel arzuları uyarınca yüce tutmaya” yükümlü kılıyor”, her bir millete “politik kaderini özgürce ve sınırsız bir biçimde yaşama hakkı”nı bahşediyor, (İran konusunda) “taraflara diğer ülkenin içişlerine müdahale etme yasağı getiriyor”, “Rus halkının ve Doğu halklarının bağımsız ve hür olma hakkı”nı tanıyor, ayrıca (Türkiye konusunda) “kendi arzularına uygun bir yönetim biçimini seçme hakkı” veriliyordu.[15]

Anlaşmalar uyarınca bu türden güvenceler verildi. Çiçerin, Afganistan ve İran’daki Sovyet temsilcilerine, “komünizmi yürürlüğe koymaya yönelik yapay girişimlerden uzak durulması” ve “ülkelerin içişlerine müdahale etmeme kuralına sıkı sıkıya bağlı kalınması” talimatı verdi.[16]

Bir temsilcinin hükümetine sunduğu raporda dile getirdiği biçimiyle, Sovyet politikası, “ülkenin kural ve âdetlerini, bunların yanında, milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkını tanıma ve bunlara saygı duyma” üzerine kuruluydu. Bu temsilcinin ifadesiyle, “Sovyet kaynaklı ‘kızıl tehlike’ye dair sürece zarar verecek dedikoduları dolaşıma sokan yabancı düşmanların girişimlerine rağmen, Sovyet hükümetinin toplumsal devrimi veya politik devrimi gerçekleştirmek gibi bir niyeti yok”tu. Aksine, Sovyet hükümeti, farklı yönetim biçimlerinin tercih edilmiş olmasının, dış politikayla alakalı genel sorunlar üzerinden varılacak anlaşmaya mani olmaması gerektiğine inanıyordu.[17] Doğu’daki hükümetler, Sovyet temsilcilerini dikkatle takip ettiler ve diplomatik ilişkilerin sürdürülmesinin esas olarak bu türden ilkelerin uygulanmasına bağlı olduğunu her fırsatta ortaya koydular.

Komintern liderlerine göre, Doğu’daki ülkelerin içişlerine karışmama taahhüdünden bağımsız olarak, Türkiye ile imza edilen anlaşma türünden anlaşmalar, “Müslüman Doğu genelinde ve Türkiye içerisinde toplumsal devrimin olgunlaşma sürecini hızlandıracak”tı.[18]

Önceden İngilizlere İngiliz karşıtı sosyalist propaganda yapılmayacağı sözü verilmiş olsa da “Sovyetler’in Doğu’daki etkisi, gene de bir şekilde büyümekte”ydi. Bu, Sovyetler’in emperyalist bir güç gibi davranmaması ve dış politikasındaki aydınlatıcı niteliğin bir sonucuydu. Türkiye ve İran’la yapılan anlaşmalarda da bu gerçek ortaya konulmaktaydı.[19]

Ancak zaman geçtikçe Doğu’daki hükümetlerin antiemperyalist niteliklerini tutkuyla dile getirme konusunda istekli, hatta hevesli oldukları görüldü. Buna karşın, bu hükümetlerin emperyalist devletlerle ilişkileri, her zaman bu kıymetli fikrin ruhuna uygun bir şekilde gelişmiyor, ilgili hükümetler, Sovyetler’le yaptıkları anlaşmaların şartlarını yerine getirme konusunda kimi zaman güçlük yaşıyorlardı.[20] Ortada Bolşevik liderlerin sosyalizm davasına mevzi kazandıracak yegâne araç olarak gördükleri devrimci ajitasyon ve propaganda faaliyetini imkânsızlaştıran anlaşmalar vardı. Sovyet devleti, bu anlamda, ilk açmazla yüzleşti. Bu açmaz, yabancı ülkelerde toplumsal düzeni devrimci manada dönüştürmek isterken bir yandan da o ülkelerdeki hükümetlerle resmi ilişkiler yürütmekle ilgiliydi.[21]

Stephen White
Glasgow Üniversitesi

[Kaynak: Science & Society, Cilt. 40, Sayı. 2 (Yaz 1976), s. 173-193.]

Dipnotlar:
[1] Bu konuyu elen en faydalı derleme eser için bkz.: Yayına Hz.: S. Avineri, Karl Marx on Colonialism (New York, 1968). Ayrıca bkz.: V. G. Kiernan, “Marx and India”, Socialist Register 1967 (Londra, 1967), s. 159-89; H. Carrère d'Encausse ve S. Schräm, Le Marxisme et l'Asie (Paris, 1965).

[2] V. I. Lenin, Polnoe Sobranie Sochinenii (Toplu Eserler) (Moskova, 1958-65), Cilt. 42, s. 71-72. 173.

[3] Halkın Milliyetler Komiserliği’nin ilk dönem faaliyetlerine dair bir özet için bkz.: Narodnyi Komissariat po Delam Natsional'nostei, PoUtika Sovetskoi Vlasti po National'nomu Voprosu za Tri Goda, 1917-1920 (“1917-1920 Arası Dönemde Sovyet İktidarının Millet Meselesiyle İlgili Politikası”) (Moskova, 1920).

[4] İkinci Enternasyonal’in sömürge politikası için bkz.: Yayına Hz.: La Deuxième Internationale et l'Orient (Paris, 1965). Komintern’in sömürge meselesiyle ilgili faaliyetleri konusunda yürütülen tartışmalar için bkz.: R. Schlesinger, Die Kolonialfrage in der Kom- munistische Internationale (Frankfurt, 1970); B. Lazitch ve M. Drachkovitch, Lenin and the Comintern, Cilt. 1 (Stanford, 1972); X. Y. Eudin ve R. C. North, Soviet Russia and the East, 1920-27 (Stanford, 1957); Yayına Hz.: R. A. Ulyanovsky, Komintern i Vostok (“Komintern ve Doğu”) (Moskova, 1969); H. Kapur, Soviet Russia and Asia, 1917-27 (Londra, 1966); S. Sechi, “II Comintern e la questione coloniale”, Studi Storici, Temmuz-Eylül 1973; ve D. Boersner, The Bolsheviks and the National Colonial Question (Cenevre, 1957).

[5] L. Kamenev, Tretyi Internatsional (“Üçüncü Enternasyonal”) (Prag, 1920), s. 27.

[6] G. V. Chicherin, VestnikNKID, Sayı. 2 (13 Ağustos 1919), s. 15; aynı yazar, Vneshnyaya Polïtiha Sovetskoi Rossii za Dva Goda (“Sovyet Rusya’nın Dış Politikasının İki Yılı”) (Moskova, 1920), s. 29.

[7] R.K.P.(B), Odinnadtsatyi S"ezd: stenograficheskii otchet (“On Birinci Kongre: Stenografi Raporu”) (Moskova, 1922), s. 532; G. Zinoviev, Report to the Second World Congress (Amsterdam, 1920), s. 376.

[8] Odinnadtsatyi S"ezd, s. 186; G. Zinoviev, Tretyi Kommunisticheskii Internatsional (Petrograd, 1921), s. 17.

[9] İngiliz istihbaratının hazırladığı “Sovyet Rusya’da Kim Kimdir” başlıklı çalışmada Çiçerin’in “Rus mayasına sahip, gayet çalışkan ve vicdanlı biri olduğu”ndan söz ediliyor, ama bir yandan da onun “utangaç ve asabi mizaçlı olduğu, bu anlamda, liderlik vasıflarına sahip olmadığı” söyleniyor: “Çiçerin, Komünist Parti’nin merkezinde duran bir isim değil. Dış politikaya dair meseleler konusunda kararlar alan Politbüro’da da yer almıyor.” (N3 179/3 179/38, 9 Nisan 1923, Further Correspondence Regarding Russia içinde, Cilt. 7, F.O. 418/59, Devlet Arşivleri Kurumu, Londra).

[10] Dokument? Vneshnei Polüiki SSSR (“SSCB Dış Politikası Belgeleri”), Cilt. 4 (Moskova, 1960), Sayı. 240, s. 375.

[11] Sör Robert Home’un imzaladığı mektup şurada yayınlandı: Anglo-Sovetskie Otnosheniya: 1921-27: noty i dokumenty (“1921-1927 Arası Dönemde İngiliz-Sovyet İlişkileri: Notalar ve Belgeler”) (Moskova, 1927), s. 8-11; Sovyet diplomatlarının talimatları için bkz.: Dokumenty Vneshnei Polititi, Cilt. 4, s. 166, ve Kommunist (Moskova), Sayı. 18, 1956, s. 111.

[12] Secret Intelligence Report, Sayı. 233, 2 Haziran 1921, F.O. 371/6844/N6733.

[13] Secret Intelligence Report, Sayı. 1189, 27 Haziran 1923, F.O. 37 1/9369/N5849. Rapora göre Zinovyev, Ocak 1923’te Bakû Konseyi’ne şunu söyledi: “Batı’da yürüttüğümüz çalışmalarla bağlantılı olarak oluşan muazzam harcamalar bizi Doğu’daki masrafları kısmak zorunda bırakıyor.” Daha önce Doğu’daki çalışmalar için ayrılan iki milyon rublelik bütçe yarı yarıya düşürülüyor (Secret Intelligence Report Muhtelif/27, 27 Mart 1923, F.O. 371/9332/N3426).

[14] Anlaşmaların metinleri şurada: Dokumenty Vneshnei Politiki SSSR, Cilt. 3 (Moskova, 1959), Sayı. 305, 309 ve 342.

[15] A.g.e., Madde 7, 4 ve 4.

[16] Dokumenty Vneshnei Politiki SSSR, Cilt. 4, s. 168, 167, 394.

[17] A.g.e., Sayı. 166, s. 247-48.

[18] M. N. Pavlovich, Revolyutsionnaya Turtsiya (“Devrimci Türkiye”) (Moskova, 1921), s. 90.

[19] Mezhdunarodnaya Zhizn’, Sayı. 15 (133), 7 Kasım 1922, s. 15.

[20] A. N. Kheifets, Sovetskaya Diplomatiya i Strany Vostoha, 1921-1927 (“1921-1927 Arası Dönemde Sovyet Diplomasisi ve Doğu Ülkeleri”) (Moskova, 1968), birçok yerde.

[21] Sovyet çalışmaları alanında faaliyet yürüten Burlatski şu tespiti yapıyor: “Eldeki deneyimler gösteriyor ki aradaki bağlantıda fazlasıyla karmaşık politik sorunlar açığa çıktı. On binlerce komünistin Endonezya’da yok edildiği koşullarda sosyalist ülkeler, sömürgeci kölelikten yeni kurtulmuş bir ülkeyle ilişkilerin bozulmaması, bunun yanında proleter kardeşlerin savunulması zorunluluğuyla bağlantılı, güç ve kaçınılması mümkün olunmayan sorunlarla yüzleşti. Bir yandan sömürgelikten kurtulmuş ülkelerde komünist harekete destek sunulurken bir yandan da ekonomik ve politik bağımsızlık için ortaya koydukları çabalarda bu ülkelerdeki devlet kurumlarına yardım edildi. Bu, esasında ilgili politikaların uygulanmasında esnekliğe, ilkeler konusunda netliğe ihtiyaç duyan gerçek bir sorundu.” (F. M. Burlatsky, Lenin, Gosudarstvo, Politika (“Lenin, Devlet, Politika”) [Moskova, 1970], s. 165).

04 Eylül 2025

,

Dert de Dava da Kurtuluş Olmalı



Kazandığımız hiçbir şey yok.

Filistin hareketi zaferden uzak.

Yüz binlerce Filistinli katledildi. Soykırım devam ediyor. Her şey gözlerimizin önünde cereyan ediyor.

Bombalar yağıyor. Silahlar düşmana akıyor. Hükümetlerimiz, bu kitlesel katliamı fonlamaya, ateşini körüklemeye, düşmanı savunmaya devam ediyor.

Derdim, yenilgi edebiyatı yapmak değil. Gerçek bu.

Bu gerçek, beni daha güçlü bir şekilde dövüşmeye itiyor.

Daha önce kullandığımız taktiklerle soykırımı durduramıyorsak demek ki yeni bir strateji geliştirmemiz gerekiyor. Daha tahripkâr olmalıyız.

Ama insanlar bunu istemiyor. Birçoğu marka peşinde, internet sitelerini korumanın veya rahatını bozmamanın derdinde.

Filistin hareketinin sizin prestijinizle bir alakası yok, olamaz. İmajınızla da bir alakası yok. Filistin hareketinin derdi de davası da kurtuluş olmalı.

O kurtuluş da tahrip etmeden, fedakârlıklarda bulunmadan, düşmanın karşısına dikilmeden gelmez. Ama maalesef ortada kurtuluşu hedef olarak belirlemiş çok az insan ve çok az çalışma var.

Enes Salih
2 Eylül 2025
Kaynak

02 Eylül 2025

, ,

Mao ve Stalin



Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Bakanlar Kurulu Başkanı General J. V. Stalin’e,

Moskova

Japonlarla gerçekleştirdiğimiz savaşta elde ettiğimiz zaferin yedinci yıldönümü vesilesiyle, Çin Halk Kurtuluş Ordusu ve tüm Çin halkı adına Sovyetler Birliği Silahlı Kuvvetleri’ne ve tüm Sovyet halkına sıcak tebriklerimi ve samimi şükranlarımı sunmama izin veriniz.

Japonlara karşı yürüttüğümüz savaşta Sovyetler Birliği’nin Çin halkına sunduğu o büyük yardım, bunun yanında, Sovyet Ordusu’nun Japonların en büyük askeri gücü Kwantung Ordusu’nu mağlup etmesi sayesinde Çin halkı savaşta nihai zafere ulaştı.

Bugün Sovyetler Birliği, Çin halkının hızla büyüdüğü, gücünü yeniden topladığı süreci hızlandırmak suretiyle ülkenin inşasına kardeşçe yardım ediyor. Japon militarizminin yeniden canlandığı, Japonya’nın saldırgan güçlerinin başlarını tekrar kaldırdığı koşullarda, Çin ve Sovyetler arasındaki güçlü dostluk ve ittifak, Japonya’nın veya onlarla birleşebilecek diğer devletlerin saldırılarının savuşturulmasının, Doğu’da ve tüm dünyada barışın korunmasının en sağlam güvencesidir.

Çin Halk Cumhuriyeti Merkezi Halk Hükümeti Başkanı Mao Zedong
2 Eylül 1952

● ● ●

 

Çin Halk Cumhuriyeti Merkezi Halk Hükümeti Başkanı Mao Zedong’a,

Pekin

Japon emperyalistlerine karşı kazanılan zaferin yedinci yıldönümü vesilesiyle, Sovyet halkı ve Sovyet Ordusu ile ilgili dile getirdiğiniz duygular için teşekkürlerimi lütfen kabul ediniz.

Çin halkı ve onun kurduğu Halk Kurtuluş Ordusu, Japon saldırganlığının ortadan kaldırılması davasına kahramanlığı ve diğerkamlığıyla katkıda bulunmak suretiyle, bu tarihsel zaferde büyük bir rol oynadı.

Sovyetler Birliği ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında kurulmuş olan bu büyük dostluk, Uzakdoğu’da ve tüm dünya genelinde barışın sağlam kalesi olarak iş görmekte, yeni saldırı tehditlerine karşı sağlam bir güvence sunmaktadır.

Başkan yoldaş, Çin halkının Japon emperyalizminin boyunduruğundan kurtuluşunun yedinci yıldönümü vesilesiyle, Sovyetler Birliği’nin ve Sovyet Ordusu’nun tebriklerini lütfen kabul ediniz.

Yaşasın Çin Halk Cumhuriyeti ile Sovyetler Birliği arasındaki güçlü dostluk!

Yaşasın Çin Halk Cumhuriyeti’nin Halk Kurtuluş Ordusu!

SSCB Bakanlar Kurulu Başkanı J. Stalin
2 Eylül 1952
Kaynak

31 Ağustos 2025

, ,

Bangladeş'te Maoizm II


Dış Etkiler

Bangladeş’te Maoizmin dış kaynaklardan etkilendiğine hiç şüphe yok. En önemli etkileyici güç, yan komşudaki Naksalcılar hareketi. Hareket, 1967’de Çaru Mazumdar, Kanu Sanyal ve Canfal Santal’ın gerçekleştirdiği, kanla bastırılan isyan ile birlikte yola koyuldu.[16]

Bugün Naksalcılar, Hindistan’da birkaç eyalette etkili olan Maoizm akımının önemli bir bileşeni olarak görülüyor. Yetmişlerde Batı Bengal’de devlet, Naksalcı ayaklanmayı demir yumrukla bastırmayı bildi. Bangladeş devleti ise bu hareketi daha başlangıç aşamasında durdurdu.

Bangladeşli Maoistler, birkaç sebebe bağlı olarak, Nepal Birleşik Komünist Partisi’nin başarısından da etkilendiler.

1. O dönemki lideri Puşpa Kemal Dahal’ın (Praçanda –“Öfkeli”) doksanların ortalarından iktidarı aldığı 2008 yılına dek Maoizmin “iktidar namlunun ucunda” düsturu üzerinden başarılı bir halk savaşı yürütmüş olmasıydı. Aynı dönemde Bangladeş’te Maoizm tüm gücünü yitirmişti.

2. Nepal’den farklı olarak, Bangladeş’te hareketin krallıktan cumhuriyete geçiş gibi kitlelerin kabul edebileceği, köklü bir değişim hedefi bulunmamaktaydı.

3. Bangladeş’te Praçanda’nın yolunu çok az insan benimsedi. Onun ideolojisi, daha çok kendisinin kaleme aldığı “Büyük Atılım: Tarihin Kaçınılmaz İhtiyacı” broşürünü temel alıyordu.

Bir analizcinin de dile getirdiği biçimiyle, “dünyanın son dönemde en fazla başarılı olmuş Maoist isyanı bir şekilde yan komşusu Bangladeş’e tesir etmemişti.”[17] Ancak gene de Bangladeşli Maoistler, Nepalli Maoistlerle bölgesel ve uluslararası forumlarda ilişki kurdu.

Çin’deki gelişmelerinse Bangladeşli Maoistlere hiçbir faydası olmadı. Maoizmin “sınır konusunda hiçbir anlayışa sahip olmadığını”[18] ortaya koyan Kültür Devrimi ve yol açtığı korkular, Mao düşüncesinin cazibesine zarar verdi. Ayrıca süreç içerisinde Çin, daha çok Bangladeş devletiyle kurulmuş yakın ilişkileri geliştirmeye odaklandı. Dolayısıyla Çin, Hindistan’dan farklı olarak Pakistan gibi müttefik olarak görülen Bangladeş devletinin istikrarsız kılınmasında bir çıkarı olmadığını düşündü.[19]

Bangladeşli Maoistler, Deng Şavping’in gerçekleştirdiği reformların Mao düşüncesiyle örtüşmediğine kanaat getirdiler. Buna karşın Şavping gibi reformcular, Maoizmin devrimci yanının devlet yanından ayrı olduğuna vurgu yaptılar. Bu da “Mao yüzde 70 iyi yüzde 30 kötüydü” tespitine yol açtı.[20] Bazı yazarlar, Maoizmin kapitalizmle komünizm haricinde duran, Konfüçyüsçülükle sosyalizmi birleştirmeye çalışan bir üçüncü yolu ifade ettiğini düşünüyorlardı.[21]

Aydınların düşünce süreçlerini biçimlendiren başka bir okuldan da söz etmek gerekiyor. Bu okul, özellikle ülke siyasetine önemli katkılar sunan Dakka Üniversitesi’ndeki öğrenciler ve hocaları etkiledi. Bu, özelde Latin Amerika’da, genelde tüm gelişmekte olan ülkelerde faaliyet yürüten neomarksist iktisatçıların geliştirdikleri “bağımlılık” okuluydu.

Bu okula mensup kişiler, dış yardım dâhil yabancı ülkelerle kurulan her türden ilişkinin yapısal bağımlılık halini derinleştirdiğini, eskiden sömürge olan çevre ülkeyi eski sömürgeci güçler, şimdilerde emperyalist merkezler adına sömürdüğünü ve kendi içinde komprador elit sınıfı meydana getirdiğini söylüyorlardı. Kalkınmak için bu ilişkilerin kopartılması gerekiyordu. Bu kopuş, farklı biçimler alabilirdi. Gerektiğinde devrim yoluyla kopulmalıydı.[22]

Yetmişlerde ve belli ölçüde bugün Bangladeş, yardımlara muhtaç bir ülke olduğu için bu düşünce uygun görüldü. Bu düşünce, zamanla radikal düşünme sürecini besledi. Ama ülkenin dış yardımlarla en azından yoksulluğu bir nebze azalttığı koşullarda bu tür anlayışlar Maoist hareketi pek beslemedi.[23]

Hindistan’da Maoizmin yayılmasını sağlayan sebepler, Bangladeş’te mevcut değildi. Hindistan’da devlet, maden şirketleriyle anlaştı. Bu da neticede yoksul kabilelerin yaşadığı eyaletlerde kitleleri harekete geçirdi. Hint devleti, tam da bu sebeple ormanlarda “Yeşil Av Operasyonu”nu başlattı.[24] Böylelikle Hint devleti, Arundhati Roy’un tabiriyle, “hem gurur hem de utanç duyduğu bir savaş”a girdi.[25]

İkinci sebep, Maoizmin Hindistan’daki kabilelerde karşılık bulmasıydı. Bangladeş’te Çittagong Dağ Sırası’nda yaşayan kabilelerle yaşanan çatışmalar, 1997’de Avami Birliği hükümetiyle Parbatta Çattagram Canasangati Samiti (“Çittagong Dağ Sırası Birleşik Halk Komitesi” -kabile direnişinin ana politik hareketi) arasında imzalanan anlaşmayla son buldu. Anlaşma hükümlerinin yavaş uygulandığına dair şikâyetlere ara sıra düzlüklerde yaşayanlarla kabileler arasında cereyan eden çatışmalar eşlik etti. Bunun üzerine devlet, bölgeyi kalkındırmaya yönelik adımlar attı.[26] Bu süreçte kabileler içerisinde kimse, Maoistlerle ortak bir davada buluşmak için hiçbir gayret sarf etmedi.[27]

Uluslararası ve Bölgesel Bağlar

Yeni yeni gelişme imkânı bulan Bangladeş Maoizmi, uluslararası ve bölgesel bağlar kurmayı bildi. 1984’te Marksizm-Leninizm-Maoizmin değerlerini ve ilkelerini savunmak amacıyla Devrimci Uluslararası Hareket (DUH) isminde bir uluslararası komünist örgüt kuruldu. Örgütün ana amacı, yeni tipte bir Komünist Enternasyonal kurmaktı. Gelişmekte olan ülkelerde Marksist devrim süreçlerine etki etmenin en iyi yöntemi olarak Maoist “halk savaşı” stratejisine sırtını yasladı. Örgütün üyeleri arasında 2001’de Maoist Bolşevik Yeniden Örgütlenme Hareketi adıyla kurulmuş örgüt ve Bangladeş Komünist Partisi de bulunuyordu.[28] Ancak BKP’yi, mevcut lideri bakanlar kurulunda yer aldığı için devrimci olarak nitelemek güç.

Bölgesel düzeyde bir de Güney Asya Maoist Partiler ve Örgütler Koordinasyon Komitesi var. Proletarya Partisi’nden çıkan muhtelif hizipler ve BKP, bu teşkilatın üyesi. Güney Asyalı Maoistler, gizli toplantılar düzenliyorlar. Bu toplantılarda, doğalında Hindistan Maoistleri, Sri Lanka Halkın Kurtuluş Cephesi, Seylan Komünist Partisi (Maoist), Nepalli Marksistler ve Maoistlerle bağlar kuruluyor. Analizciler, “bölgedeki Maoistler, Güney Asya Bölgesel İşbirliği Örgütü’ndeki işbirliği anlayışını kendi ülkelerindeki devletlerden önce benimsemiş olsalardı, bu bölgeselleşme anlayışından epey fayda sağlarlardı” diyorlar.[29]

Maoizme Ayak Bağı Olan Faktörler

Bangladeş ekonomisi, kimi zaman “çelişki yumağı” olarak tarif ediliyor. Bir dizi güçlükle boğuşan ülke ekonomisi, bir yandan da birkaç yıl içerisinde yüzde altılık büyüme oranına ulaşabiliyor. Diğer bölgelere kıyasla sosyal yardımları daha eşit dağıtabiliyor. İlk baştaki kötümserliğe rağmen ülke, bugün en az gelişmiş ülkeler içerisinde başa oynuyor. Kişi başına geliri düşük seviyede olan bir ülke, geleneksel toplumdan modern topluma başarıyla geçiş yapıyor. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, ülkeyi orta düzey insani gelişme düzeyini yakalayan ülkeler arasında gösteriyor.[30] Maoist propaganda, derin yoksulluğun olmadığı koşullarda başarı imkânı bulamıyor.

Mikro kredi gibi fikirlerin yayılması da Maoizme mani olan diğer bir faktör. Profesör Muhammed Yunus ve Grameen Bankası, 2006’da Nobel Barış Ödülü aldı. Sör Fazıl Hasan Abid ve başında olduğu Bangladeş Kırı Geliştirme Komitesi de epey takdir topladı. Kadınlara yetki ve güç veren bu çalışma sayesinde Maoizm gibi aşırıcı düşünceler ve eylemler, marjinalleşti.

Bangladeş, aynı zamanda Müslüman bir topluma sahip. Ondaki tasavvuf geleneği de Maoizmi yabancı bir ideoloji olarak görüyor ve onun yayılmasına mani oluyor. Geçmişte sömürgecilik döneminde Müslüman köylüler, radikal hareketlere iştirak ettiler, Müslümanlıkları Hindu toprak ağaları ile İngiliz idarecilerine karşı gerçekleştirilen ayaklanmalarda önemli bir unsurdu. Ama bugün durum farklı.

Bir analizcinin tespitine göre, “Bangladeş siyasetindeki Maoist aşama sona erdi. Bölünüp un ufak olmuş, izole alanlarda hayat mücadelesi veren, kendisine Maoist diyen kesimler, bugün ana akım siyasetin yüzleştiği bir güçlükten ziyade, basit bir asayiş sorunu.”[31]

Ülkede canlı olan sivil toplum da birçok eski Maoisti STK lideri haline getirip soğurdu. Bugün “umut” anlamına gelen ASA’nın (Toplumsal İlerleme Derneği) başında bulunan Şefikul Hak Çavduri, eski bir Maoist.[32]

Sonuç

Haritaya göz attığımızda, Bangladeş’in tüm komşularında Maoist mücadelenin devam etmekte olduğu görülüyor. Hindistan’ın bazı eyaletlerinde ve Nepal’de bu hareket güçlü. Eskiden Bangladeş de aşırı sol politika için bereketli bir topraktı, çünkü ülke, köylü ayaklanmalarıyla ve dış kaynaklı düşünce akımlarından etkilenmiş aydınların faaliyetleriyle örülü, uzun bir geçmişe sahip. Ama gene de Maoizm de başka herhangi bir aşırıcı radikalizm biçimi de ülkede önemli bir yol kat edemedi. Bunun birkaç sebebi var:

1. Bangladeş olmazdan önce, Doğu Pakistan döneminde (1947-1971), toprak ağalığının kaldırılmış olması ve sömürücü feodal sisteme son veren yasaların çıkartılması, Maoizmi gelişeceği topraktan mahrum bıraktı.

2. Halk kitlelerinin destek sunduğu bağımsızlık hareketine karşı çıkmış olmaları Maoistlerin ve tüm aşırı solun halkla bağını kesti.

3. Bağımsızlığı takip eden on yıl içerisinde polisin ortaya koyduğu faaliyetler aşırı unsurları ortadan kaldırdı.

4. Çin’deki Kültür Devrimi’nin sergilediği aşırılıklar, Bangladeşlilere pek cazip gelmedi. Pekin, aynı zamanda Maoistlerle dayanışma ilişkisi kurmaktan imtina etti, bunun yerine, Pakistan’da olduğu gibi, devletle güçlü bağlar kurma işine odaklandı.

5. Aydınlar ve öğrenciler arasında destek bulan bağımlılık okulu türünden neomarksist fikirler ve anlayışlar, yabancı yardımlardan ve uluslararası bağlardan uygun şekilde yararlanıldığında eşitlikçi bir büyümenin gerçekleşmesiyle birlikte boşa düştü.

6. Mikro kredi ve kızlara “gayriresmi eğitim” verilmesi gibi adımlar, ayaklanmanın zeminini besleyen toplumsal koşulları ortadan kaldırdı. Ayrıca ahlaki ilkelerle yüklü, mütevazı değerlere sahip ılımlı Müslüman toplumunda aşırıcılık kendisine pek alan bulamadı. Naureen Fink’in ifadesiyle, “Devlet, zayıf göründüğü koşullarda bile, çöküşün veya yıkımın eşiğine hiç gelmedi, çünkü barışçıl, demokratik ve kapsayıcı bir toplumu savunmayı sürdüren birçok toplumsal ve politik güç buna mani oldu.”[33]

Tabii burada biz, “ortada hiç tehdit yok” demek istemiyoruz. Uyanık olmadığı takdirde toplum, dindar aşırıcıların ve Maoistlerin ülkeyi istikrarsız kılması riskini kendi içinde taşır. Eğer Hindistan’da Maoistler önemli bir başarı elde ederlerse ülkedeki tehlike artar. Aynı durum, alt kıtadaki Müslüman bir ülkede Talibanvari dindar aşırıcıların başarısı için de söz konusudur. Pakistan ile Bangladeş birbirine coğrafi açıdan uzaksa da küreselleşme ile birlikte bu mesafe ortadan kalkmıştır. Ayrıca bir de ne kadar zayıf olursa olsunlar, Maoistlerin İslamcı köktencilerle bağ kurup güçlenme ihtimalleri de mevcuttur. İki tarafın klasik Leninist Birleşik Cephe’yi meydana getirip taktiksel kazanımlar elde etmesi mümkündür.

Bu açıdan, Maoizm gibi aşırıcı siyasetlerin yayılmasına mani olmak adına komşularıyla işbirliği kurması Bangladeş’in çıkarına ve hayrınadır. Bangladeş Başbakanı Şeyh Hasina’nın Ocak 2010’da Hindistan’a yaptığı ziyaret neticesinde terörle mücadele konusunda bir dizi anlaşmaya varılmıştır. Bu anlaşmalar, ayrıca Maoizm haricinde tüm terör faaliyetleriyle mücadele etme amacını içermektedir.

İki ülkenin içişleri bakanları ve istihbarat kurumları, Maoizm konusunda birbirine bilgi alışverişinde bulunmalıdır. 28 Şubat 2009’da imzalanan Güney Asya Bölgesel İşbirliği Örgütü Terörizmle Mücadelede İşbirliği Deklarasyonu doğru yönde atılmış bir adımdır.

Birleşmiş Milletler’in sunduğu destek de bu yönde kullanılmalıdır. Bugünlerde Bangladeş ve BM, terörizmle mücadele etmek için gerekli kapasitenin oluşturulması amacıyla kullanılacak bölge merkezini kurmak için müzakere yürütmektedir ki bu da olumlu bir adımdır. Rehavete fırsat verilmemeli, sürekli tetikte olunmalı, meseleler sakince düşünülmeli, süreç iyi bir şekilde yönetilmelidir.

İftihar Ahmed Çavduri
2010

Dipnotlar:
[16] Bkz.: Sankar Ghosh, The Naxalite Movement: A Maoist Experiment (Kalküta: Firma KL Mukhapadhyay, 1975).

[17] Manish Thapa, “Evolution of Maoism in Nepal: Understanding Maoist Insurgency from Wider Perspective”, Panorama, Tigweb, erişim tarihi: 12 Mayıs 2010.

[18] Dayan Jayatilleka, Fidel’s Ethics of Violence: The Moral Dimension of the Political Thought of Fidel Castro (Londra: Pluto Press, 2007), s. 168.

[19] Iftekhar Ahmed Chowdhury, A Method in the Dragon’s Moods, ISAS Raporu No.75, s. 12.

[20] Deng’in bu Mao değerlendirmesi, Mao’nun Stalin konusunda önceden söylediklerini temel alıyor. Bkz.: “Interpreting Mao”, Beijing Review, Sayı. 40, 5 Ekim 2006, güncelleme: 10 Aralık 2006. Bjreview, erişim tarihi: 11 Mayıs 2010.

[21] Martin Cohen, Political Philosophy from Plato to Mao (Londra: Pluto Press, 2001), s. 206.

[22] Birkaç örnek: Andre Gunder Frank, The Development of Underdevelopment (Monthly Review Press, 1970); Samir Amin, Unequal Development: An Essay on the Social Formation of Peripheral Capitalism, Çeviri: Brian Pearce (New York: Monthly Review Press, 1976); ve Gerard Chiliand, Revolution in the Third World: Myths and Prospects (Sussex: The Harvester Press, 1977).

[23] Bkz.: M.A. Muhith: “Is Foreign Aid Essential for Development in Bangladesh?”, Seminer Makalesi, Dakka Üniversitesi İktisat Bölümü, 10 Kasım 1978. O dönem devlette üst düzey görevde bulunan yazar bu yönde bir çıkarımda bulunuyor. Muhith, Avami Birliği’nin Şeyh Hasina başkanlığında kurduğu kabinede 2009 Ocak’ına dek maliye bakanı olarak çalıştı.

[24] Gautama Navlakha, “Days and Nights in the Maoist Heartland”, Economic and Political Weekly (17-23 Nisan 2010), Cilt. XLV, Sayı. 16, s. 47.

[25] Arundhati Roy, “Walking with the Comrades”, (29 Mart 2010), Outlookindia, erişim tarihi: 11 Mayıs 2010.

[26] Yazar, 2007-2008’de Çittagong Dağ Sırası meselesinde Bangladeş hükümetine bakanlık görevlisi olarak danışmanlık yaptı.

[27] Ekramul Kabir, “Terrorism in Bangladesh: How Long the Denial?”, Daily Star (19 Şubat 2006).

[28] Mohosin Al Abbas, “Maoism in South Asia: Insurgency or Movement”, Groundreport, erişim tarihi: 7 Mayıs 2010.

[29] Rajat Kumar Kujur, “CCOMPOSA: A Mirage or Reality?”, Institute of Peace and Conflict Studies, Ipcs, erişim tarihi: 7 Mayıs 2010.

[30] Binayek Sen, Mustafa K. Mujeri ve Quazi Shahabuddin, “Operationalizing Pro-poor Growth: Bangladesh as a Case Study”, 7 Kasım 2004. Sitere, erişim tarihi 11 Mayıs 2010.

[31] Ekramul Kabir, a.g.e.

[32] Abhoy, “From Maoism to Micro-finance-Something to read for India’s Maoists”, Microfinance Business News (20 Nisan 2009), Indiamicrofinance, erişim tarihi: 7 Mayıs 2010.

[33] Naureen Chowdhury Fink, Bombs and Ballots: Terrorism, Political Violence and Governance in Bangladesh, (New York: International Peace Institute, 2010), s. 19.

29 Ağustos 2025

, ,

Bangladeş’te Maoizm


Sömürgecilik Geçmişi

Bangladeş’te sol politika güçlüydü. 1857-1947 arası sömürgecilik döneminde Bengal’in doğu kısmını teşkil eden bölge, bir dizi köylü ayaklanmasına tanıklık etti. Ağırlıklı olarak Müslümanlardan oluşan Doğu Bengal’in nüfusu içinde feodal ağalar (zemindarlar) ise büyük ölçüde Hinduydu.[1]

Köylüler, ağalara ve İngiliz yöneticilerine tepki geliştirmeye başladılar.[2] Ancak süreç içerisinde harekete liderlik eden Hindular, Doğu Bengal’daki sol politikaya damga vuran seküler kültür için gerekli zemini meydana getirdiler.

Ülkede Nilbidraha olarak bilinen “Çivit İsyanları” yaşandı. İsyan, İngilizlerin köylüleri zararına ürün ekmeye zorlaması neticesinde yaşandı.[3] Bir de 1873’te topraklarıyla ilgilenmeyen ağalara karşı Pabna İsyanları gerçekleştirildi.

İlk başta ağalardan yana saf tutan, onların icar üzerinden kâr elde etmesini kolaylaştıran yasalar çıkartan İngilizler, köylülerin öfkesini dindirmek için araziyi işleme karşılığında ağasına icar ödeyen köylüyü koruyan yasalar çıkarttı.[4] 1885’te hem ağaların hem de köylülerin yükümlülüklerini tanımlayan Bengal İcar Kanunu kabul edildi.[5]

1947’de Pakistan Hindistan’dan ayrıldı. Doğu Bengal Pakistan’da, Batı Bengal Hindistan’da kaldı. Kongre Partisi’nin Hindistan’ın bağımsızlığı, Müslüman Birliği’nin Pakistan’ın bağımsızlığı için mücadele verdiği koşullarda, her iki yakada 1920’de kurulmuş olan Hindistan Komünist Partisi içerisinde faaliyet yürüten Bengalli komünistler, “bu bağımsızlık sahte” anlayışına örgütlendiler. Bu komünistlere göre bağımsızlık, işçi sınıfının kurtuluşunu koşullamamıştı.[6] Coşkunun hâkim olduğu koşullarda iki egemen devletin doğumuna büyük isyanlar eşlik etti.

Doğu Pakistan’da Sol Politika

1956’da Pakistan kurulana dek Bangladeş Doğu Pakistan olarak anıldı. Bu ülkede sol iki önemli gelişme neticesinde güçsüzleşti. İlki, yaklaşık yirmi bin HKP üyesinin Doğu Bengal’den Hindistan’a göç etmesiydi. 1950’deki isyanlar neticesinde tamamı Hindu olan bu insanlar Hindistan’a yerleştiler.[7] İkinci gelişme, 1950’te Devletin Arazi Satın Alması ve Kiralaması ile İlgili Kanun’un kabul edilmesiydi. Müslüman Birliği hükümeti Doğu Bengal’de bu kanunla ilerici bir adım atmıştı. Bu adımdan en çok da Hindu toprak ağaları etkilendi, Müslüman Birliği’ni destekleyenlere bir şey olmadı, çünkü onlar çok önceden Kalküta’ya gitmişlerdi.

İlgili kanun eşitlikçi bir toplumun inşasında önemli bir adımdı. Pencap, Sind, Belucistan gibi yerlere, Pakistan’ın batısındaki eyaletlere kıyasla daha eşitlikçi bir zeminin kurulmasını sağlıyordu. Bunun iki sebebi vardı. İlk olarak kanun toprak ağalarını ortadan kaldırarak, devrimcilerin “sınıf düşmanı” olarak gördükleri kesimi yok ediyordu. İkinci sebepse devletin tahsildarlar aracılığıyla reayayı düzene sokmak gibi kalkınma ve yönetimle ilgili hedeflere daha kolay ulaşabilir hale gelmesiydi.

Bu süreçte tahsildarlar ve devlet sömürücü değil hayırsever olarak görülmeye başlandı. Köylüler radikal sloganlara yüz vermemeye başladılar. Şubat 1952’de dil hareketi başlatıldı. Müslüman Birliği Urducayı devlet dili kabul etti. 1954’te Doğu Bengal’deki seçimlerde Bengalce yerine Urduca öne çıkartıldı.

Hükümet koridorlarına Birleşik Cephe içerisindeki partiler hâkimdi. Bu cephenin sıradan insanların arzularını düşündüğüne inanılıyordu. En önemli güç, Avami Birliği’ydi. Sonrasında başına Şeyh Mucibur Rahman geçti. Bu kişi 1971’de Bangladeş’in bağımsızlığı mücadelesine öncülük etti.[8]

1956-57’de Avami Birliği üyesi H. S. Sühreverdi Pakistan başbakanı oldu. Başbakanın batı yanlısı dış politikasını protesto eden, sosyalizme meyilli din adamı Mevlana Abdülhamid Han Başani Avami Birliği’nden ayrılıp Ulusal Avami Partisi’ni kurdu.[9]

Başani’nin sosyalist politikalarına yanaşan sıkıyönetim hükümeti ve cumhurbaşkanı Muhammed Eyüp Han kısa bir süre sonra Çin’le ittifak kurdu. Bu koşullarda kendisini Hindistan Komünist Partisi’nin varisi olarak gören, ondan daha devrimci bir partinin, Doğu Pakistan Komünist Partisi’nin kuruluşu için çalışmalara başlandı.

Komünistler ve Bangladeş Hareketi

1962’de hangi Marksist tekniklerin kabul edileceği tartışması üzerinden uluslararası komünist hareket ikiye bölündü. Doğu Pakistan Komünist Partisi de bu saflaşmada yerini aldı. Parti, Moskova yanlıları ile Pekin yanlıları arasındaki tartışma süreci ardından bölündü.

Başını eski Hindu toprak ağası ve HKP üyesi Moni Sih’in çektiği Moskova kanadı, sosyalizmin barışçıl parlamento süreci üzerinden kurulacağını söylüyordu. Bu anlamda Başani’yle ve başını Profesör Muzaffer Ahmed’in çektiği Moskova yanlısı Ulusal Avami Partisi’yle aynı yerde duruyordu.

Pekinci kanada ise ileride Maoizm olarak anılacak olan, devrimci sınıf mücadelesi çizgisini savunan Muhammed Taha ve Suhendu Dastidar öncülük etmekteydi. Hatta bu süreçte, 1967 yılında Sirac Sikdar’ın liderliğinde bir grup, Dakka’da genç komünist, Mao Düşüncesi Araştırma Merkezi’ni kurdu.[10] Bu, bugün Bangladeş olarak anılan bölgede Maoist politikanın ilk kaynağıydı. Pekinci kanat, Bangladeş hareketi ve sonrasında bir düzineden fazla hizbe bölündü.

1971’de halkta ciddi bir desteğe sahip olan Bangladeş hareketi Doğu Pakistan Komünist Partisi’ni yoğun bir teorik tartışmaya sürükledi. Muhammed Taha’nın yanında bu tartışmada öne çıkan isim Abdülhak idi.

Bu ikiliye göre, Pakistan’dan ayrılma fikrini savunanlar, Hint yayılmacılığı ile Sovyet hegemonyasının hilelerine teslim oluyorlardı. Abdülhak, Pakistan’dan ayrılmanın Sovyet hegemonyasını savunanları ve Hint yayılmacılarını sevindireceğini, onların elini güçlendireceğini düşünüyordu. Hatta Abdülhak, hem Pakistan ordusuyla hem de Avami Birliği ile savaşılması gerektiğini söyledi.[11]

Abdülhak’ın çizgisi sonrasında Çin’den destek gördü. Çin, Pakistan’ın bölünmesine karşı çıktı ama itirazı sözde kaldı, Pakistan’ı kurtarmak için askeri bir müdahale gerçekleştirmedi.[12] Abdülhak ve ona benzer görüşlere sahip olan HKP (ML) üyesi Aşim Çatırcı’nın görüşleri Pekin Radyosu’nda ve Tiran Radyosu’nda kendilerine yer buldular.[13]

Aslında komünistler ve devrimciler, Bangladeş’in bağımsızlığına destek veren kamuoyuyla çelişen bir görüşe sahiplerdi. Bu onlara ve Maoistlere politik düzlemde pahalıya mal oldu. Tuhaf bir biçimde İslamcılar da aynı pozisyondalardı.

Sirac Sikdar ve “Serbaharalar”

1967’de Dakka’da Mao Düşünce Merkezi’ni kuran genç komünistlerin lideri Sirac Sikdar, Bangladeş mücadelesi konusunda Pekinci yoldaşlarından farklı bir çizgiyi benimsedi. Sikdarcı hizip, sömürgeci güç olarak gördüğü Pakistan’a da Hindistan’a da karşı çıkıyordu. Doğu Bengal Demokratik Cumhuriyeti’nin kurulmasını isteyen bu hizip, 1971’’de Purbu Banglar Şarbahara Partisi’ni [Doğu Bengal Proletarya Partisi] kurdu. Bangladeş’in egemen bir devlet haline gelmesiyle birlikte parti Mucip hükümetine karşı militan bir mücadele yürüttü.

Düşüncelerini yaymak için temelde Lal Canda [“Kızıl Bayrak”] adını taşıyan broşürü kullandılar. Sikdar, Ocak 1975’te katledildi. Sonrasında parti muhtelif gruplara ayrıştı. Militanlık düzeyi düştü. Bu süreçte Avami Birliği içinde yer alan ve bilimsel sosyalizmi benimseyen kesim ayrışıp Milliyetçi Sosyalist Parti’yi kurdu. Bu parti de yetmişlerin sonunda Albay Ebu Tahir’in idamı ve sonradan cumhurbaşkanı olacak olan Ziya Rahman’ın benimseyeceği sert tedbirlerle birlikte güç kaybetti.[14]

Yetmişlerin sonunda Maoist hareket ülkede güç kaybetti. Düşünsel planda ayakta kalmak için uğraşan hareket Hindistan’daki Maoistlerin yeni gelişen faaliyetlerinden beslenmeye çalıştı. Hareket, Hindistan’daki hareketle bölgesel ve uluslararası bağlar kurmayı başardı. Sikdarcı çizgiden geriye kalanlar sapmacıları eleştiren broşür yayımladılar. Doğru yol konusunda şu tespitleri yaptılar:

“Biz, boş ve gerçekte karşılığı olmayan teoriye inanmıyoruz. Başkan Mao, ana çelişki yasasının karşıtların birliği yasası olduğunu gösterdi. Başkan Mao, niceliğin niteliğe karşıtların birliği yasası üzerinden dönüştüğünü izah etti. O, yadsınmanın yadsımasının artık bir yasa olarak varolmadığını söyledi. Ona göre asıl varolan, olumlama ve yadsımanın birliğiydi. Mao, aşamalı gelişme öğretisini çöpe attı ve monizmi savundu. Engels’in özgürlükle ilgili formülünü düzelten Mao, özgürlüğün ancak zorunluluğu ama aynı zamanda o zorunluluğun dönüşümü olarak anlaşılması gerektiğini ortaya koydu.”[15]

Bu kapalı dille kaleme alınmış, felsefi sözlerle örülü yaklaşımın kitleleri örgütlemesi imkânsız. Sadece üniversitelerde ve sivil toplumda bir avuç aydını etkileyebilir. Gelgelelim Bangladeş’te militan Maoizm kitle desteği olmaksızın hiçbir hedefine ulaşamaz.

İftihar Ahmed Çavduri
2010

Dipnotlar:
[1] On üçüncü yüzyılda Müslümanların bölgeyi fethetmesi ardından Hinduların ve Budistlerin önemli bir bölümü Müslüman oldu. Bunun sebebi, ilgili halk kitlelerinin “kast disiplininin o katı sistemi”nden pek hoşlanmıyor oluşlarıydı. (E.A. Gait, Census of India, 1909, Cilt. 6, Bölüm 1, Rapor, s. 165). Bu gelişme Doğu Bengal deltasında yaşananlarla alakalıydı. Bölgenin batısında iletişim imkânları daha iyiydi. Daha düzenli ürün alınıyordu. Bu durum toplumsal ayrışma sürecine katkıda bulundu. Bu farklılaşma Ganj Nehri’nin üst kısmındaki düzlüklerde hâkim olan Hindu kültürünün parçası haline geldi. Bkz.: Premen Addy ve Ibn Azad, “Politics and Society in Bengal”, Yayına Hz.: Robin Blackburn, Explosion in a Subcontinent içinde (Penguin, 1975), s. 80-82.

[2] Doğu Bengal’de bu türden fikir ve duygulara Lord Cornwallis’in çıkarttığı Daimi Yerleşim Kanunu (1793) sebep oldu. Bkz.: Rajat ve Ratna Ray, “Zamindars and Jotdars: A Study of Rural Politics in Bengal”, Modern Asian Studies, Cilt. 9 (1975), s.101.

[3] İki olayla ilgili incelemeler konusunda bkz.: Kalyan Kumar Sengupta, “The Agrarian League of Pabna, 1873”, The Economic and Social History Review, Cilt. 7, Sayı. 2, (Haziran 1970), s. 253-270; ve Chittabrata Palit, Tensions in Rural Bengal Society: Landlords, Planters, and Colonial Rule, 1830- 1860 (Kalküta: Progressive Publishers, 1975), s. 140-151. “Çivit İsyanları” 1858-1859’da Dinabandu Mitra’nın kaleme aldığı Nil Durpan [“Çivit Aynası”] ismini taşıyan Bengal oyununda anlatılır.

[4] Dietmar Rothermund, Government, Landlord and Peasant in India: Agrarian Relations Under British Rule (Wiesbaden: Franz Steiner Verlog GMBH, 1978), s. 89.

[5] “Banglapedia: Survey and Settlement Operations”, National Encyclopedia of Bangladesh 2006, Banglapedia, erişim tarihi: 14 Mayıs 2010.

[6] Saurabh Jyoti Sharma, “Evaluating Jyoti Basu”, Voice of India Features (7 Şubat 2010), Voi, Erişim tarihi: 10 Mayıs 2010.

[7] Bu tespit şu çalışmadan alındı: Marcus Franda, “Communism and Regional Politics in East Pakistan”, Asian Survey, Cilt. 10, Sayı. 7 (Temmuz 1970), s. 588-606.

[8] Iftekhar Ahmed Chowdhury, “Pre-history of Bangladeshi Nationalism and a Theory of Tripartite Balance”, Asian Affairs, Cilt. IV, Sayı. IV, Aralık 1982, s. 417-418.

[9] M. Rashiduzzaman, “The National Awami Party of Pakistan: Leftist Politics in Crisis”, Pacific Affairs, Cilt. XLIII, Sayı.3 (Güz 1970), s. 395.

[10] M. Nurul Amin, “Maoism in Bangladesh: The Case of the East Bengal Sarbohara Party”, Asian Survey, Cilt. 26, Sayı. 7 (Temmuz 1986), s. 759-773.

[11] Radikal Bengal partilerinin Bangladeş Hareketi’ne yönelik konumları konusunda bkz.: Talukdar Maniruzzaman, Radical Politics and Emergence of Bangladesh (Dakka: Bangladesh Books International, 1978), özellikle s. 51-52.

[12] Stephen Philip Cohen, The Idea of Pakistan (Washington DC: Brookings Institution Press, 2004), s. 73.

[13] Tariq Ali, “Pakistan and Bangladesh: Results and Prospects”, Yayına Hz.: Robin Blackburn, a.g.e., s. 318.

[14] Bu döneme dair ilginç bir değerlendirme için bkz.: Lawrence Lifsschultz, Bangladesh: The Unfinished Revolution (Londra: Zed Press, 1979).

[15] “Maoist Party in Bangladesh Reorganizes”, Anubad Sahitya Potro, (10. Sayı). Southasiarev, erişim tarihi: 7 Mayıs 2010.

27 Ağustos 2025

, ,

Dünyanın Müşterekleşmesine Doğru Bir Adım

1969’da gözaltına alınan IKP (Merkezi Komutanlık) liderleri. Arka sıra soldan sağa: Salih Rıza Askeri (MK üyesi, Vurucu Güç isimli güvenlik teşkilatının lideri), Peter Yusuf (MK üyesi), Malik Mansur (MK üyesi), Kazım Rıza Saffar (Politbüro üyesi, Hacı’dan sonra ikinci lider); Orta sıra soldan sağa: Aziz Hacı, Talal Selman (Hacı mülakat yapan Seyyid dergisi muhabiri), Hudeyr Abbas Zübeydi (MK üyesi), Ahmed Hıdır Safi (Politbüro üyesi)

 

Marx, öyle büyük bir dâhiydi ki onun isminin geliştirdiği en derin görüşlerin gerçek bir anlam bulsunlar diye Avrupa’nın dışına taşınması gerekiyordu. Bu aforizmayı destekleyen en güçlü katkılardan birini, 1978-1992 arası dönemde Irak Komünist Partisi (Merkezi Komutanlık) isimli örgütün genel sekreterliğini yapmış olan İbrahim Allavi’nin teorik yazıları yaptı. Batı Marksizminin önemli bir bölümünün ümitsizlikle malul bir tekbencilik çamurunda debelendiği koşullarda kitap, teorik görüşler konusunda Batı dışı geleneklere yönelik bakışı tazeleme potansiyeline sahip.[1]

Allavi’nin kitabını birçok Batılı okur bilmez. Kitabın adı, sadece Hanna Batatu’nun başyapıtı Irakta Eski Toplumsal Sınıflar ve Devrimci Hareketler: Irak’ın Eski Toprak Sahibi Sınıfları, Komünistleri, Baasçıları ve Hür Subayları Üzerine Bir İnceleme kitabında geçiyor.[2] Bu, muhtemelen Allavi’nin kitlesel açıdan zirvede olan partide yaşanan, derin sarsıntılara yol açmış ayrışmaya öncülük etmiş olmasının bir sonucu.[3]

Irak Komünist Partisi (IKP), Batı Asya’nın (Avrupalıların kullandıkları ifadeyle, “Ortadoğu”nun) en köklü ve en eski komünist partilerinden biri. Parti, Bağdat’ta Haydarhane Camii’nde bir araya gelen Marksist araştırma grubu içerisinde örgütlenmeye başladı.[4] 1929’daki Büyük Buhran’la birlikte Irak’ta üretilen emtianın fiyatları epey düştü, bu da Irak’ta işsizliği artırdı, ücretleri düşürdü. Beynelmilel kapitalizmin yaşadığı bu son krizlere cevaben Irak Komünist Partisi’ni kuran liderler, Mart 1935’te Cemiyet Duddü’l İstismar (Sömürgeciliğe Karşı Birlik) örgütünü kurdular.

O dönemde Irak, İngiliz emperyalizminin teşkil ettiği sistemin bir parçasıydı. Bu sebeple parti, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı yenilgi sonrası ülkeye dayatılan yeni sömürgeci Haşimi Krallığı’nın elinde ağır baskılarla yüzleşti. Bu baskılara rağmen IKP yeraltında örgütlendi, Iraklı işçilerin ve köylülerin savunulması konusunda önemli çalışmalar yürüttü, yeni sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı sürdürülen ulusal direnişe öncülük etti.

Sovyetler Birliği’nden yana saf tutan IKP, Sovyetler’in BM’nin Filistin’i Arap ve Yahudi iki ayrı devlete taksim etme önerisine destek verdiği 1948’de ağır bir krizle yüzleşti. Sovyetler, yanlıştan döndü ve Filistin’le ilgili duruşunu düzeltti. Ama bu adım zarara yol açtıktan, İsrail Komünist Partisi’nin Nekbe için gerekli silahların sağlanmasında rol oynamasına ve Filistin’deki etnik temizliğe izin verdikten sonra atılmıştı. Bu değişiklik üzerine IKP toparlandı. Ellilerin başında Siyonizme, emperyalizme ve feodalizme karşı duran en önemli güç haline geldi. Ellilerin sonunda parti, tüm önemli muhalefet partilerini birleştiren ve Temmuz 1958’de gerçekleşecek Hür Subaylar Devrimi için gerekli zemini oluşturan Milli Cephe’nin örgütlenmesine katkıda bulundu.

Batı Asya tarihinde önemli bir dönüm noktasını ifade eden bu devrim ve Akdeniz Havzası genelindeki yankıları Irak Komünist Partisi’ni devlet iktidarını ele geçirmenin eşiğine getirdi.

Bir süre parti, Batatu’nun “ikili iktidar” dediği süreci tecrübe etti. Bu dönemde parti, General Abdülkerim Kasım’ın devrimci rejimine sunulan örgütlü desteğin ana gücü olarak hareket etti.

Kasım’ın ve komünistlerin iş başında olduğu dönemde Irak, Bağdat Paktı olarak bilinen, ABD’nin organize ettiği güvenlik ittifakından çıktı, Sovyetler’le ilişki kurdu, petrol sektörünü millileştirmeye başladı, yerinden yurdundan edilmiş köylüler için evler inşa etti, önemli sonuçlar üreten milli sağlık ve okuryazarlık kampanyası yürüttü. Bu kampanya dâhilinde Kasım, komünist hareketin önemli liderlerinden, Bağdatlı jinekolog Nezihe Duleymi’yi Irak’ın belediyeler bakanı olarak atadı. Böylelikle Duleymi, Batı Asya’da bakanlar kuruluna giren ilk kadın oldu.

Tahmin edileceği üzere, Kasım’ın ilericiliği ABD’nin çıkarlarıyla çelişti. Kısa bir süre sonra ABD, Irak’ın gerçekten adil bir toplum inşa etme yönünde attığı önemli adımlara mani olmak için darbeci eşkıyalarını sahaya sürdü. Şubat 1963’teki darbe, ilkin Baas Partisi’ni iktidara taşıdı, ardından da komünistleri lanetledi. CIA’in gözetiminde hareket eden ölüm mangaları, parti liderlerini ve destekçilerini yakalayıp idam etti.

1963’teki tahribat sonrası parti, bir daha asla toparlanamadı. Partinin kırımdan geçirilmesiyle birlikte solun bayrağı Nasırcılara geçti. Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdünnasır, o dönemde Sovyetler’le müttefikti, ayrıca ülkesini ve bölgenin önemli bir kısmını Arap sosyalizmi yoluna sokmuştu. Bu noktada IKP’den geriye kalanlar, Kasım 1963’te Baas iktidarını devirmek için Nasırcılarla çalışma yürüttüler. Bir süre Irak, adil toplumu inşa etme mücadelesine yeniden katıldı. Artık IKP, hareketin ön saflarında değildi, sadece altmışların ortalarında ülkedeki politik mücadele alanının değişmesine katkıda bulunabildi. 1968’de Baas, yeniden iktidara talip olduğunda, eski yolda yürüyenlerin yaptıkları yanlışları düzeltmek zorunda olduğunu gördü, bu sebeple IKP ile koalisyon kurdu.[5]

Baas’ın sola kabul edilmesi neticesinde komünist hareket bölündü. Partinin bir kanadı, Milli Yurtsever Cephe olarak anılan koalisyona katılmayı reddetti. Allavi’nin Müşterek kitabında aktardığı, devlet ve parti sorunlarıyla ilgili görüşleri bu ayrışmayla alakalı.

Milli Yurtsever Cephe, ülkenin yetmişlerde yeni bir parlak dönemi tecrübe etmesini sağladı. Sağlık, okuryazarlık ve barınma ile alakalı programlarını yürürlüğe koyan cephe, halkta bu programlara yönelik oluşan teveccühü 1972-1973’te petrol sanayiinin millileştirilmesi için kullandı. Yetmişlerin sonunda Irak, dünyadaki en gelişkin toplumlardan biri haline geldi.

Irak ve komünistler, 1978’de önemli bir dönüm noktasına tanıklık ettiler. O yıl Saddam Hüseyin, uzun süre kendisine hamilik etmiş olan General Hasan Bakır’ı devirdi ve iktidarı ele geçirdi.[6] İktidara gelir gelmez Saddam Hüseyin, IKP’yi ezdi. 1979’da kurulacak devrimci İran hükümetine karşı ABD’den yana saf tuttu.

Carter yönetiminden yeşil ışık alan Saddam, Eylül 1980’de İran’ı işgal etti. Böylelikle, 1988’e dek sürecek uzun ve kanlı bir mücadeleyi başlatmış oldu. Allavi, tam da Irak’ın üçüncü dünya ülkeleriyle dayanışmayı esas alan çizgiyi terk ettiği bir dönemde, Merkezi Komutanlık örgütü ayrışmasına liderlik etti. Allavi’nin kitabı boyunca devlet ve ordusu üzerinden çektiği ızdırabı hissetmek mümkün.

Allavi’nin Müşterek kitabı, halkın kurtuluşu için en uygun örgütlenme biçimlerini düşünmek için önemli bir fırsat sunuyor. Allavi’nin bu biçimleri, gerçekten imkânları kısıtlı bir gerçeklikte düşündüğüne hiç şüphe yok. Bu anlamda, onun devlet ve ordusuyla ilgili fikirleri, tarihsel planda özel bir öznenin verili konumunun birer yansıması. Saddam’ın Donald Rumsfeld ve ABD ile ittifak kurduğu dönemde kitabı yazan Allavi, Irak’ın içine düştüğü duruma dair serzenişini dile döküyor. Ama asıl önemlisi, kitapta Allavi, İslami politik felsefeyle Marksist teoriyi sentezlemeye çalışıyor.

Üçüncü dünyada komünist partiler, Avrupa’ya has politik kategorileri kendi toplumlarına ithal ederken, sıklıkla güçlüklerle yüzleşirler ve bu güçlükler karşısında zayıf düşerler. Marx genel görüşler dile getirmiştir, ama ondan sonra gelenler, o görüşleri kendi özel (bazen sekter) tarzları dâhilinde yorumlamışlardır. İranlı devrimci teorisyen Dr. Ali Şeriati gibi isimlerde gördüğümüz üzere, bu noktada başarıyı getirecek en önemli hamle, belirli bir sözü değil de genel anlayışı, manayı, ruhu tercüme etmek gerekmektedir.[8]

Marx, özel olan Avrupa coğrafyasından genel bir anlayış devşirdi. Ama bu genel anlayışa, felsefeci Ernst Bloch’un “Aristocu sol” dediği şeye ancak Marx ve Avrupalılar vakıf olabilirdi.[8]

Allavi’nin de ortaya koyduğu gibi, Razi, Farabi, İbn-i Sina, Biruni, İbn-i Haldun ve İbn-i Rüşd gibi felsefeciler ve bilim insanları sayesinde Marx gibi isimler, Erdemli Şehri veya Allavi’nin ifadesiyle, “Müşterek”i tahayyül etme imkânı buldu.

Erdemli Şehir gibi kavramların tercüme edilmesi, üzerinde düşünülmeyi hak eden bir mesele. Bu noktada Farabi’nin öncüllerinden Kindi ve ekibi, Aristo’ya ait olduğunu düşündükleri metinleri tercüme etmeye başladı. Ama Yunanca yazıları Arapça gibi şiirsel bir dile tercüme etmek için Arap felsefecileri birkaç nesil çaba harcadılar. Söz yerine mana ve ruh Arapçaya tercüme edilince görüldü ki Aristo’nun zannedilen metinler, yeni-Platoncu idealist olan Plotinus’a aitti. Sonrasında İbn-i Sina gibi isimlerin Aristo’nun o genel manayı, anlayışı belirli yollardan yanlış anladığını, en azından yanlış aktardığını anlamaları için birkaç nesil geçti.

Sonra İbn-i Sina, Aristo’daki yanlışları düzeltmek için kolları sıvadı, ilk öğretmeni Aristo’daki mantıksal boşluklardan azade, tümüyle yeni bir sistem ortaya koydu. Ortaçağ Hristiyanlığı, bu düzeltilmiş ve açıklığa kavuşturulmuş Aristoculukla Toledo, Palermo ve Antakya gibi şehirlerde tanıştı. Sonra bu birikim Marx’a intikal etti. (İbn-i Sina, kendi sistemi adına Aristo’nun sistemini reddetmişse de Aristo’ya dair açıklamaları Avrupa’da oluşan Aristocu düşüncenin temelini teşkil etti.)

Okur, Allavi’nin kitabına çevirideki bu türden nüanslara dikkat kesilerek yaklaşmalı. Allavi’nin komünist öğretileri İslami politik felsefeye dayandırma çabası, kendimizi bulduğumuz dünyayı anlamlandırırken kullandığımız kavramsal bakış açısını bulmaya çalışan biz Batılılara önemli şeyler vaat ediyor. Bu noktada “hiçbir zaman modern olmadığımız” gerçeğini anımsamak, dine karşı önyargılarımızı parçalamak, iyi bir dünya için dövüşenlerin cephe hattıyla gerçek bir dayanışma ilişkisi kurmak zorundayız.[9]

Laiklik, Batı’nın fetişleştirdiği dinidir. Bizim laikliğin kurtuluşa ihtiyaç duyan insanları uzun zaman önce yüz üstü bıraktığını anımsamamız gerekiyor. Bu gerçeği en iyi, ilkin Bağdat’taki Haydarhane Camii’nin sunduğu alanda örgütlenen komünizm ortaya koyuyor.

Ancak İslami politik felsefeden kök aldığımızda biz, Allavi’nin bizim için belirlediği pratik adımları ciddiye alabiliriz. Geleceğin Filistin’in özgürleşmesine bağlı olduğunu, Arapların birliğinin (ayrıca Müslümanların, Afrikalıların, Amerikalıların ve Asyalıların birliğinin) gerçek manada müşterekleştirilmiş bir dünyaya ulaşmak için atılması gereken bir adım olduğunu görüyoruz. Yeni İpek Yolu’nun yeniden inşa edilip genişletilmiş haliyle bizi o dünyaya götüreceğini biliyoruz.

Brandon Wolfe-Hunnicutt

[Kaynak: Reading in Al-Mushtarak: A System for Democratic Socialism, Yayına Hz. ve Çeviren: Ali Al-Assam ve Majid Allawi, Iskra Book, 2024, s. xiii-xviii.]

Dipnotlar:
[1] Batı Marksizmi, Fanon’un “Yeryüzünün Lanetlileri” olarak tarif ettiği kesimlerin dertlerine ve çıkarlarına kayıtsız kaldı (hatta bazen açıktan onlara düşmanlık etti). Konuyla ilgili değerlendirmeler için bkz.: Jonas Elvander ve Leigh Phillips, “Degrowth is Not the Answer to Climate Change,” Jacobin, 8 Ocak 2023; Matt Huber, “The Problem with Degrowth,” Jacobin, 16 Temmuz 2023. Batı dışını değerlendiren önemli bir çalışma için bkz.: Ali Kadri, The Accumulation of Waste: A Political Economy of Systemic Destruction (Brill, 2023).

[2] Princeton, 1978.

[3] 1967’de Irak Komünist Partisi ikiye bölündü. Bir taraf IKP ismini muhafaza ederken diğer taraf “Merkezi Lİderlik” ifadesini kullandı. Allavi’nin öncülük ettiği ikinci hizip IKP (Merkezi Komutanlık) olarak anılıyor. Ayrışma süreci konusunda Ek Bölüm’e bakılabilir. -editörün notu.

[4] Batatu, The Old Social Classes, s. 393. Basra ve Nasiriye’deki Marksist hücrelerin yanı sıra parti ülkenin güneyinde doğmuş, işçi olarak çalışmış “Yoldaş Fahd” olarak anılan Yusud Selman Ferhad tarafından kuruldu. -en.

[5] Reformist-devrimci ayrışması bu dönemde gerçekleşti. İbrahim Allavi’nin faaliyetleri neticesinde örgütü 1963-1967 döneminde Irak’ta öğrenci birliği seçimlerini kazandı ayrıca örgüt, Irak’ta etkili bir yere sahip olan mühendis birliğinin seçimlerinden de zaferle çıktı. Allavi, bu mühendis birliğinin başkanı oldu. Allavi ve yoldaşı Halid Ahmed Zeki parti içerisinde lider kadronun revizyonist politikasına, SSCB’nin emirlerine uymasına karşı çıkan devrimci grubu meydana getirdi. Nihayetinde bu grup, 1967 yılında partiden ayrıldı. -en.

[6] Baas hükümeti, Allavi’nin başında olduğu Merkezi Komutanlık örgütüne yoğun baskı uyguladı, yüzlerce üyesini idam etti. Partinin sağcı merkez komite üyeleri ise Baas rejimiyle koalisyon kurdu. Gelgelelim, Saddam, partinin bir işe yaramadığını görünce ona da saldırdı.

[7] Evrand Abrahamian, “Ali Shari’ati: Ideologue for the Iranian Revolution,” MERIP, Sayı. 102 (1982). Türkçesi: İştiraki.

[8] Ernst Bloch, Avicenna and the Aristotelian Left, Çeviri: Loren Goldman ve Peter Thompson (Columbia University Press, 2019). Müslüman dünyada felsefenin yürüdüğü yolu, genel anlamda İslami felsefe tarihi konusunda faydalı bir giriş çalışması için bkz.: Peter Adamson, History of Philosophy Without Any Gaps (King’s College London, 2013), podcast aktarımları: 120-45, HP.

[9] Abdal Jawad Omar, “The Question of Hamas and the Left,” Mondoweiss, 24 Mayıs 2024. Türkçesi: İştiraki.