18 Nisan 2017

,

Filistin’in Trajik Yıldönümleri


Filistin’in Tekrar Anlatılan Hikâyesi:

Trajik Yıldönümleri Sadece Hatırlamak İçin Değil

 

Filistinliler için 2017 yılı önemli olayların yıldönümüne denk gelen bir yıl.

Tarihçiler 1948’de Filistinlilerin anavatanlarından kovulduğu tarihin yıldönümünü 15 Mayıs olarak verseler de aslında etnik temizlik 1947 yılında başlamıştı.

Filistin’in fethedilip nüfustan arındırıldığı tarih 1947 ve 1948.

Bugün bile kanın akmasına neden olan trajedi 70 yıl önce başladı.

Bu yılın Haziran ayı, 1947-48’de Siyonist milislerin el koyduğu tarihî Filistin’in yüzde 22’sinin işgalinin 50. yıldönümü. Diğer önemli tarihlerden biri de 2 Kasım. O tarih de Balfur Deklarasyonu’nun yüzüncü yıldönümü.

Siyonistlerin Filistin’in Yahudi devleti olduğuna dönük iddialarını dillendirdikleri kampanya çok eski tarihlere uzansa da Britanya Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour’un imzaladığı belge, büyük bir dünya gücünün “Yahudi halkının ulusal vatanı” için gerekli zemini teşkil eden ilk belge.

Britanya, o sözünü Birinci Dünya Savaşı’nda Ortadoğu’nun önemli bir kısmını ve Filistin’i kontrol eden Osmanlı’nın teslim etmesinden çok önce vermişti.

Deklarasyondan birkaç yıl sonra Britanya, 1922’de Milletler Cemiyeti tarafından Osmanlı’nın elinden çıkan Filistin’in koruyucusu kılındı, ülkeyi yönetme hakkına kavuştu. Bu durum, bağımsızlık yolunda ilerleyen, Arap ülkeleri için de geçerliydi.

Ama Britanyalılar tam aksi yönde hareket ettiler. 1922 ile 1947-48 arası dönemde Britanya’nın doğrudan yardımıyla Siyonistler daha da güçlendiler, ülkede paralel hükümet ve güçlü, sağlam teçhizata sahip milisler teşkil ettiler. Britanya, onca yıldan sonra İsrail yanlısı tutumunu hiç değiştirmedi.

Britanya’nın Filistin’de kurduğu manda idaresi resmiyette Kasım 1947’de sona erince, bu paralel rejim boşluğu doldurdu, tüm toprakların kendisine ait olduğunu söyledi ve Arap nüfusa yönelik etnik temizliğe girişti. 14 Mayıs 1948’de de İsrail devletinin kurulduğu ilân edildi.

Ertesi gün, 15 Mayıs, Filistinlilerce Nekbe günü olarak kabul ediliyor. Savaş ve sürgünün yol açtığı felâketi ifade eden bugünde yaklaşık beş yüz Filistinli köyü, şehri ve kasabası ele geçirildi, yok edildi, nüfustan arındırıldı. Bu süreçte tahminen 800.000 Filistinli sürgün edildi.

Bu yıldönümleri, hem bu türden olaylarla alakalı olması hem de onları kuşatan politik bağlamın emsali bulunmaması sebebiyle çok önemli.

ABD hükümeti, sözde “barış süreci” taahhüdünü çöpe attı, İsrail tüm adımlarını tek başına attı ve uluslararası toplum bu sürece hiç müdahale etmedi.

“Barış süreci” Filistinliler lehine hiçbir sonuç üretmedi ve esas olarak onların yarı özerk, birbiriyle bağlantısız, devlet olarak adlandırılan küçük bölgelere kavuşacağı bir “çözüm”ü formüle ediyordu.

Artık bu ham hayal dağıldı gitti. İsrail, yasadışı yerleşimlerini kendi iradesiyle genişletiyor, yenilerini inşa ediyor ve ABD’nin tahayyülünde olan “müzakere edilmiş anlaşma” paradigmasıyla bile zerre ilgilenmiyor.

Bu esnada Filistin liderliği de her türden vizyondan yoksun.

Politik açıdan mülga, pratik varlığı zaten imkânsız olan Filistin Yönetimi hâlâ daha iki devletli çözümde ısrar ediyor ve ortak ülkede, ortak bir gelecekte birlikte yaşamayı hedefleyen çalışmalar konusunda tüm o kıymetli zamanı heba ediyor.

Filistinlilerin 1947-48’deki Nekbe’yi gündemden düşüren ve 1967’deki işgali tek gerçek anlatı olarak öne çıkartan o boğucu söylemden kurtulmaları önemli.

Esasında Filistin’deki resmî söylem, gayet kafa karıştırıcı ve bir süredir inatla varlığını sürdürüyor.

Tarihsel açıdan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), Amerika’nın ve Arap devletlerinin baskılarına boyun eğdi ve yıllardır dillendirdiği taleplerini değiştirdi.

Bu tavizlerden en büyüğü de 1993’te Oslo Anlaşması’nın kabulüydü. O anlaşma, Filistinlilerin Birleşmiş Milletler’in aldığı 242 ve 338 sayılı kararlarda dile getirilen haklarını yeniden tarif etti. Tüm diğer hususlar iptal edildi, çöpe atıldı.

Filistinliler, bu aptallık ve stratejik hatanın yol açtığı çileyi bugüne dek çekti.

Filistinliler, İsrail’e karşı mücadelelerini farklı tarzlarda resmetseler de gerçek şu ki mevcut çatışma, yüz yıl önce Britanya sömürgeciliği ile ve Filistin’de ilk Siyonist yerleşimlerinin kurulmasıyla başlıyor.

Cumhurbaşkanı Mahmud Abbas’ın çelişkili bir dizi mesaj iletmesi gerçekten tuhaf. O, halkının verdiği mücadeleyi Nekbe bağlamına oturtan laflar ediyor ama yönetimi Britanya’yı 1917 tarihli Balfur Deklarasyonu konusunda dava edeceğini söylüyor.

Britanya ise tüm yüzsüzlüğüyle deklarasyonunun yüzüncü yıldönümünü kutlayacağını, kutlamaya Netanyahu’nun onur konuğu olarak katılacağını ilân ediyor.

Filistin’de hâlen devam eden trajedinin altında imzası bulunan bu ülke yüz yıl sonra bile yol açtığı zararı kabul etmeye asla yanaşmıyor.

İsrail’de ise ahlâkî bir uyanış emaresine hiçbir şekilde rastlanmıyor.

İsrail’deki yeni tarihçiler okulunu bir yana bırakacak olursak, İsrail kendi tarih anlayışını olduğu gibi muhafaza ediyor. Bu anlayış, David Ben-Gurion’un rehberliğinde, ellilerin başında inşa edilmiş.

Yaşanan baskılar, korkular ve vizyonsuzluğun dayatmasıyla Filistin liderliği, bu yıldönümlerini somut, birleşik ve makul bir söylem için gerekli yol haritası üzerinden izah etmiyor ve ele alamıyor.

Balfur Deklarasyonu, politik açıdan korkunç sonuçlar doğurdu. 1948’de Filistin’de etnik temizliğe tanık olundu. Ama bu bağlama ülkenin geri kalan yüzde 22’lik kısmının İsrail tarafından işgal edildiği gerçeği dâhil edilmiyor.

Bugüne dek Suriye ve Irak’ta tüm tezahürleriyle görünür olan Filistinli mülteciler krizi kökleri Nekbe’ye dek uzanan krizin ana kaynağı incelenmeden idrak ve izah edilemez.

Doğrudur, 2017 yılı önemli ve trajik yıldönümlerine tanıklık eden bir yıl ama bu tarihler sadece geçici dayanışma faaliyeti ile ilişkilendirilmemeli ve protesto için birer imkân olarak kullanılmamalı. Bu yıldönümleri, tüm ideolojik ve politik alanı dikine kesen, birleşik bir Filistinli söylemin yeniden dillendirilebilmesi için bir fırsat olarak görülmeli.

Tarih, dürüstçe idrak edilmediği sürece, onun günahlarından arınması asla mümkün değil.

Remzi Barud
13 Nisan 2017
Kaynak

17 Nisan 2017

,

Karşı Kaldırım



On beş senedir karşı-devrim sürecini seyrediyorsun.

Karşında, ülkenin yarısından bir fazlasını örgütlemiş bir iktidar adamı var.

Evet yalan dolanla, satın aldığı liberallerle, sermayede anlaştığı Turancılarla, gayrimeşru, hukuksuz tüm zorbalığıyla örgütlenebilmiş bir iktidar var.

Taraf olduğun sermaye grubun, en fazla kârı bu dönemde yaptığını açıklarken, rahatladın, “işim rahat” dedin.

Tek adamı severken emperyalizm “beni kullan” diye bağırırken iktidar, Suriye’de ölen vatan evlatlarına “şehit” dedin, rahatladın.

İmam-Hatipler artarken, laikliğin içi boşaltılırken, tecavüzler çocukları cemaatlerde yakalarken, evde tencere tava çaldın, rahatladın.

Sen “ben kendi siyasetime bakarım” dedin, yeri geldi, “barışı destekliyorum” diye bu örgütlenmeye çanak tuttun, üstüne tüm kepazelikle iktidarı övdün.

Bugün ağlıyorsun “diktatörlük geliyor” diye, on beş seneden beri sokakta diktatöre karşı boyun eğmeyenler, örgütlü insanlar.

“Örgütlenmeye aşırılık” dedin, “huzurumuz kaçıyor” dedin, “ekonomi mahvoluyor” dedin.

Geçim derdinden, “düzenim bozulmasın, aman başım belaya girmesin” dedin, hep karşı kaldırımdan başın önde geçtin.

Senin çocukların için gaz ve copa boyun eğmeyenlere “haklılar”la, “ama”larla karşılık verip vicdanını körleştirdin.

Sen statükocu, sen…

Karşı-devrim süreci örgütlenirken, özgürlüğün, çocuklarının geleceği yerine rahatını seçtin.

Artık rahatlayamayacaksın… Rahat değilsin.

Sorumlusunu biliyorsun.

Şimdi başını kaldırıp karşı kaldırımdan yola geleceksin, boyun eğmeyenlerle birlikte yürüyeceksin.

Örgütleneceksin.

Ya da ağlamayı keseceksin.

Zerçe Gifari
17 Nisan 2017

,

Üsküdar’dan Bu Yan Lo Kimin Yurdu?


Referandum değerlendirmeleri, başarısızlığın ve yenilginin sebeplerine dair tezahürlerle yüklü. Özünde herkes, kendi ölçüsüne, kendi varlığına, kendi kafatasına, yani kendisine göre değerlendirmede bulunuyor.

Kendinin yanına oturtarak Tayyip’i küçülttüğünü düşünen, kendisini de küçültüyordur. Mesele, teorik, ideolojik ve politik düzeylerde muhalefetin çapını Tayyip’in tayin ediyor olmasıdır. Çap, Tayyip küçüldükçe küçülüyor. Ardındaki gerçek görülmedikçe, muhalefet de görülmüyor.

Bu görülmezlik koşullarında, referandumda esasen belediye seçiminde Ankara’da olanın ülke geneline yansımasına tanıklık edilmiştir. Geçmişte Mansur Yavaş için çöplerde oy arayanlar, bugün oy toplama merkezlerinin önüne yığılmışlardır. En sosyalist, en devrimci örgütler, tek tek oy saymışlardır. On sene boyunca AKP’yle ilgili tek laf etmeyenler, hatta yaptığı bazı işlere, Taraf operasyonlarına destek olanlar, bugün oy toplama merkezlerine kitle çağırıyorlar. Ama bunların aklına, aynı kitleyi açlık grevlerine tanık olan hapishanelerin önüne toplamak gelmemiştir. Çünkü o grevin oy pusulası kadar değeri yoktur ve zaten ona da “bitirin” emri iletilmiştir.

Seçim yayınına katılan Ertuğrul Özkök’ün, “entegre Marksizm”ci Teori ve Politika dergisi çizgisine gelmesi, gerçekten heyecan vericidir. Her ikisi de “darbelerin hazırladığı anayasaların geniş kesimlerce desteklenmesi”ne vurgu yapıyor, bu hususu önemsiyor. Bize de “darbe olsa da rahatlasak” demek düşüyor!

Aynı yayında Fatih Portakal’ın yaptığı, tüm solun yaptığıdır. AKP’nin yüksek oy oranları karşısında İzmir’in durumunu gösteren tabloya bakıp rahatlamak, artık tek siyaset biçimidir. Bir de “hayır cephesini CHP, evet cephesini AKP-MHP-BBP olarak okuyarak rahatlama” seçeneği de mevcuttur. Oysa genel anlamda AKP, aldığı oyları muhafaza etmiştir. Bu açıdan Erdoğan’ın yüz ifadesinden psiko-politik analize girişenlerin, basın açıklamasında HDP heyetinin de yüz ifadesini analiz etmesi gerekir. O ifadenin Kürd illerinde azalan oyların yansıması olması kuvvetle muhtemeldir.

Demek ki MHP kitlesi, “eyalet, bölünme” edebiyatı, Kürdistan bayrağı asılması üzerinden “hayır” demiştir. Bunu “işçi sınıfının devrimci başkaldırısı” olarak okumak, safdillikten başka bir şey değildir. Bu anlamda hayırcılıktaki sevinç, bir miktar şovenizm içerir. Aynı zamanda yeni mansur yavaş ihtimallerini, ilker başbuğcu arayışları kapsar. “Hayır” derken bunlara da “evet” denilmiştir. “Korku imparatorluğuna 'hayır' demiş bir 23,5 milyon” yoktur.

Sahada görüldüğü kadarıyla, AKP içerisinde “MHP ajanları” mevcuttur. Kitledeki erimenin önünü almak için yapılan bu hamle, referandumda karşılık bulmuştur. MHP tulum hâlinde AKP’ye oy verseydi, yok olurdu. Devlet, MHP’nin erimesine, Barzani çizgisinin uzaklaşmasına izin vermemiştir. Her şey devletin bekası içindir. Ara bir not olarak şu söylenebilir: Öcalan, notlarında “bizden AKP’ye 200 bin oy gitmişti” demektedir. Demek ki Öcalan şifre bağlamında, “ters”i ifade ediyor. O 200 bin oy oradan gelmiştir. Bölgede taş taş üstünde bırakılmamış, politik açıdansa taşlar yerine oturmuştur.

Son on beş yıldır ülkede gerçekleşen dönüşümün AKP’siz gerçekleşmesi mümkün değildir. En basitinden, muhafazakâr mahallenin görünür olması, kontrol altına alınması, banka kredileri, AVM’ler, inşaat üzerinden esir edilmesi, ancak AKP ile mümkündür. Laik, sol kesimin bu görünürlüğe bile tahammül edememesi, sınıfsal analize muhtaçtır. Bu tahammülsüzlük, ikrah edilmesi gereken bir husustur. Söz konusu esarete tek laf etmeyip, insanın dudağındaki duaya, alnındaki secdeye küfredilmesi, çıkışsızdır.

Herkes, kendisinden bakıp değerlendirmelerde bulunuyor. Verili ortam bunu emrediyor. Buradan “Türk faşizmini Arap gericiliğine teslim etti, komprador patronların sadık hizmetkârı” gibi laflar etmek mânâsızdır. Bu tür cümleler, gizli bir şovenizmle ve ırkçılıkla maluldür. Bugün en enternasyonaller, en haymatloslar, gayet ırkçı, milliyetçi analizlere imza atıyor, bu yönde laflar edebiliyor.

Devlet geçmişten beri askerlik yapmayı yurttaşlık hakları konusunda ölçüt olarak belirlemiştir. Kitlelerin sahneye çıktığı momentten sonra yurttaşlık hakları askerîleştirilmiştir. Yurttaşlık vazifesini ifa edenler, devletin kendi canına, malına, namusuna, ahlâkına, hukukuna, geçmişine-geleceğine sahip olduğunu teyit etmiştir. Bugün sular bulanmıştır. Bizim arenamıza “ümmetçi” Erdoğan’ı fırlatıp atanlar, bizi aslan olduğumuza inandırmak zorundadır. Onun arenasına “yurttaş”çı bizi atanlar, onu gladyatör olduğuna inandırmalıdır. Buradan Spartaküs isyanı çıkmaz. Her şey, çıkmasın diyedir.

Bu bulanmış sularda artık Foreign Policy gibi mahfillere iman ediliyor:

“Türkiye Cumhuriyeti’nin tartışmasız biçimde karmaşık bir tarihi var. Çok büyük bir başarı. Neredeyse sadece yüz yıl içinde, savaşın yıktığı bir tarım toplumu, kendi bölgesinde ve ötesinde nüfuz sahibi olan refah içindeki bir ülkeye dönüştü.”[1]

Foreign Policy’deki bu Atatürkçülük, şaşırtmamalıdır. Erbakan ve anlamsız İslamcılık eleştirileri üzerinden AKP’ye vurulmasının bir anlamı yoktur. O dergi, ellerindeki ipi gizleyemez!

Oysa olan şudur: AKP eliyle muhafazakâr kitle, neoliberal dönüşümlere ısındırılıyor, bir yandan da CHP eliyle bu ısınma karşısında ısınan kitle, kontrol altında tutuluyor. Erdoğan üzerinden, toplamda tüm ülke, belli bir şey için belli bir kıvama getiriliyor. Son referandumla AKP kitlesi, yeniden diken üzerine oturtulmuştur.

Foreign Policy’nin müreffeh olduğumuz, bölgemize ve ötesine etki eden bir güç hâline geldiğimiz yalanına kanmamak gerekir. Gazete Duvar bu haberi yaparken, ne zaman müreffeh olduğumuzu da açıklamalıdır.[2] Aynı şekilde, cumhuriyetçi Birgün gazetesi, hangi cumhuriyeti savunduğunu, devrimciliği, aşkın yeryüzünü ne vakit terk eylediğini açıklığa kavuşturmalıdır.

Bu cumhuriyet ve demokrasi oyununda yüzeyde görünene pek aldanmamak gerekir. Demokrasinin hilesiz olanını, argo tabirle, sokak ağzıyla, “kıllı” olanını talep etmek boştur. Bu kadar seçime endekslenmiş bir sosyalist hareketin geleceğe hayrı olmayacaktır. Demokrasi ve seçim, zaten hilenin ta kendisidir. Egemenlerin illüzyon yöntemidir.

Prestij filminde denildiği gibi, “her şey çok fazla maddî. İnsanlar, bazen bir oyun olduğunu bildiği hâlde onu izleyip rahatlamak ister.” Mesele, Ali Şeriati’nin vurgusuyla kitleleri rahatsız etmek için var olan sosyalist hareketin bu illüzyon karşısında ilk gevşeyen, rahatlayan olmasıdır. Tüm analizler bu yöndedir. Örneğin Oğuzhan Müftüoğlu “biz kazandık” diyorsa, huylanmak gerekir. Alper Taş, “bu seçim usulsüzdür, hilelidir” diyorsa, kendisinin partinin başına geçişine de bakmalıdır. Müftüoğlu’nun partinin tayyibi olduğu bir yerde bir siyasetin çıkması mümkün değildir. Orada CHP’yle kurulan rant ilişkileri konuşur sadece. “Buranın Syriza’sı biziz” diyenlerin durumu, bugün Syriza’dan daha vahimdir.

Seçimde üç beş rakama indirgenmiş bir milleti bu zilletten kurtaracak olan, sosyalist harekettir. Ama o da büyük bir hevesle rakam olmaya, öyle görünmeye dünden razıdır. Dolayısıyla küçükaydınların “bizler, gerçeğin özüne ancak hayallerin ve mümkün olanın aynasında varabiliriz. Kitle hareketi yaratmak yerine seçim kampanyası yürütülmesi hata” demesi yanlıştır. Hayaller de mümkün olan kadardır. Seçim çalışmasına kapatılmış, daraltılmış bir siyasî mücadelenin gerçek bir zemin bulması mümkün değildir. Sosyalist siyaset, teorik açıdan burjuva siyasetinden farklı bir kozmosta gerçekleşmelidir. O hayal dünyasından hapishanelerin görülmesi mümkün değildir. Zaten on beş sene önce görülmediği, hapishane pratiği Hikmet Sami Türk gibi “gerici” görüldüğü için bugünlere gelinmiştir. Tasfiyeyi sol, rahatlamak adına kendisi talep etmiştir. Seçim kitlesi ile devrimci kitle arasındaki çizgi, bu yüzden silinmiştir.

Emirse, dolaylı olarak devlete aittir. Bu referandumda MHP oyları AKP’ye kaysaydı, MHP biterdi. Gitmemesi, devletin emri gereğidir. Genel hava, CHP-MHP’yi bütünleştirecek ortak bir isimle 2019’a hazırlanmak ya da darbeden yanadır. Ankara’da MHP’li adaya oy vermeye ısındırılan sol kitle, daha da uygun bir kıvama getirilmiştir. Tüm iddialar, tek tek geri çekilecektir.

Bu ricatta ellere yine yeni yeniden kahve fincanları, tarot kartları alınacaktır. Erdoğan kendi oyunu almış, herkes CHP-MHP oyuna “bu bizim oy” demeye alıştırılmıştır. Ara bir not olarak, İslamî kesim içinden gelip “solculaşanlar”ın da pazarda sadece bu geçişi satabildiklerini söylemek gerekmektedir. Sürekli AKP’ye liberal bir yerden küfürler sıralamanın bir hayrı olmayacaktır. AKP kitlesiyle kurulacak kanalların başında duran bu isimler, hiçbir geçişe izin vermemektedir. Sorun budur. Düğüm oradadır. Onlar da burjuva siyasetinin kulu kölesi hâline gelmişlerdir. İmza yaldızlamanın hiçbir anlamı bulunmamaktadır.

“Tayyip Erdoğan, neoliberal vahşi rekabet ortamında Sünni-Türk toplumsal kategorisinin kendini gelir ve eğitim bakımından en dezavantajlı hisseden ama güç ve para kazanma arzuları bir o kadar da kışkırtılmış kesiminin kolektif eğiliminin bir bedende cisimleşmiş hâlidir. Hak ve mülk bakımından kaybedecek şeyi olanlar ‘hayır’, kendisi elde edemeyecek olsa bile bu kesimlerin haklarını ve mülklerini kaybetmesini arzulayan kesimler ‘evet’ dedi.” [Cem Özatalay]

Herkes kendisine, kendi vehimlerine, gurur kaynaklarına, tuttukları subaşlarına göre değerlendirmede bulunuyor. Yukarıdaki tespit, (hayırcı olduğuna göre) gücü ve parası olan birine ait olmalıdır. Aynı şekilde, işçilerin çok olduğu yerlerde hayır oyu çıktığına sevinenler, işçi sınıfını ve sosyalizmi sırf ilerleme ve modernizm formu olduğu için, biraz da vicdanen önemsediklerini ikrar ediyorlar. Bu tür tespitler, haktan ve mülkten yoksun olanlara düşmanlığı solculukla eşitlemekle alakalıdır.

Devlet ve burjuvazi, yanına oturmak isteyen iki evladını birbirine kırdırıyor.

Bu rekabette kaybedecek olan, sosyalist harekettir. Mazlumlara iyice yabancılaşacaktır. Derdi de budur. Geert Wilders gibilerin “evet diyenleri Avrupa’dan kovacağız” demesine destek veren bir solun geleceği yoktur, çünkü o da Wilders gibi Avrupa üstüncülüğü ve kibriyle gerçeğe bakıyor. Bu üstüncülük ve kibir, bugün “Kürt halkı onuruna ve cumhuriyete sahip çıkmıştır” ve “işçi sınıfı kendi tarihine sırtını çevirmedi” demektedir. Sosyalizmin bu üstüncülük ve kibirden kurtarılması şarttır. “En ileri, en modern, en kapitalist, en eğitimli yerler bizim” diye sevinç taklaları atmanın bir anlamı yoktur.

Erdoğan’ın laflarını “bana söylüyor” diye dinleyenlerin anlamadığı, o sözlerin ikna edilmesi gereken, onların hiç temas kurmadığı bir kitleye edildiği gerçeğidir. Cem Küçük’ün “evet kazandı ama savaşa hazır olun” demesi de bu ikna gayreti ile alakalıdır. O kitlenin altındaki ateşin hâlen daha harlanması gerekmektedir. O ısının solu da erittiği görülmelidir.

Üsküdar’ın bir yanı burjuvaziye, bir yanı devlete aittir. Bazen gerilimler yaşanabilir, ama bu gerilimin uzlaşmaz noktaya ulaşacağı, solun safdilliğine ait bir umuttur. Bu safdillik, referandumda Erdoğan’ın bindiği atın kendisine ait olduğunu düşünür. Oysa Erdoğan, o attan yıllar önce düşmüştür. Referandumdan hemen sonra başlatılan idam tartışması, yukarıda bahsini ettiğimiz, mülk meselesiyle alakalıdır. Devletin tüm cana, mala sahip olduğu gerçeği teyit edilmek zorundadır. Ortada artık buna itiraz edecek bir sol yoktur. Hapishaneler, açlık, bu yüzden görülmez, görülmeyecektir.

Artık düşmanın gerdiği perdeleri teoride ve pratikte yırtmanın vaktidir.

Eren Balkır
17 Nisan 2017

Dipnotlar:
[1] Steven A. Cook, “RIP Turkey, 1921-2017”, 16 Nisan 2017, FP.

[2] “Foreign Policy: Huzur İçinde Yat Türkiye, 1921-2017”, 16 Nisan 2017, Duvar.

,

Filistinli Tutsaklar Açlık Grevinde

Bin beş yüzün üzerinde Filistinli politik tutsak, 2017 Filistinli Tutsaklar Günü’nde, 17 Nisan Pazartesi günü açlık grevine başlayacaklarını duyurdu. “Hürriyet ve Haysiyet” sloganı ile başlatılacak olan grev, Filistinli tutsakların dile getirdiği önemli taleplerin duyurulmasını amaçlıyor. Bu talepler, aile ziyaretleri, uygun tıbbi bakım, saldırılara son verilmesi ve hücre cezasıyla idari gözaltı uygulamasının kaldırılması, suçlama veya mahkeme önüne çıkmadan verilen cezaların geçersiz kılınmasını içeriyor.

Grevin başlaması üzerine, Samidoun Filistinli Tutsaklar Dayanışma Ağı, tüm dünya genelinde adalet savunucularını bedenlerini ve canlarını hürriyet ve haysiyet adına namluya süren Filistinli tutsaklara destek veren eylemler gerçekleştirmelerini talep ediyor.

Farklı politik örgütlere mensup Filistinli tutsaklar, özellikle Hadarim, Gilboa ve Nafha hapishanelerinde greve katılacaklarını ve destek vereceklerini duyurdular. 

Beerşeva, Aşkelon ve Ramon hapishanelerindeki tutsaklar da bugün greve katılacaklar. Gelen haberlere göre, katılım ileriki süreçte daha da artacak. Grevin talepleri, grevin sözcülüğünü yapan, Fetih Merkez Komitesi’nin tutsak üyesi ve önemli bir politik lider olan Mervan Barguti tarafından duyuruldu. 16 Nisan’da Barguti’nin kaleme aldığı ve grevin gerekçelerine yer veren bildiri New York Times’da yayınlandı.

“İsrail hapishaneleri, Filistin’in kendi kaderini tayin hakkı için mücadele eden ve diz çöktürülemeyen hareketin beşiği hâline gelmiştir. Bu yeni başlayan açlık grevi, tutsak hareketinin Hürriyet ve Haysiyet mücadelemizin pusulası olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. Hürriyet ve Haysiyet, hürriyete doğru yürüdüğümüz yolda tercih ettiğimiz bir isimdir.”

Açlık grevcilerini “terörist” olarak suçlayan, İsrail Kamu Güvenliği Bakanı Gilad Erdan açlık grevine giden tüm Filistinli tutsakları Negev çölündeki hapishaneye götürmekle, tutsakların sivil hastanelerde tıbbi bakım almalarına mani olmak için bir “sahra hastanesi” kurmakla ve zorla yemek yedirme ile tehdit etti. Esasında İsrail Hapishane Hizmetleri, 16 Nisan akşamı belirsiz bir süre boyunca açlık grevine giden 700 Filistinli tutsağa karşı cezalandırma amaçlı tedbirler alacağını duyurdu ve “grev ile diğer protesto amaçlı faaliyetlerin yasadışı olduğunu, sert bir şekilde karşılanacağını” söyledi.

Grevin başladığı günlerde İsrail hapishanelerinde yaklaşık 6.500 Filistinli politik tutsak bulunuyor. Bu sayı yaklaşık 60 kadını ve 300 çocuğu içeriyor. Yaklaşık 600’ü herhangi bir suçlama olmadan veya mahkeme önüne çıkartılmadan idarî gözaltına tabi tutuluyor, binden fazlası ise hasta ve tıbbi tedaviye muhtaç.

Bu, 2012’den beri yapılan en büyük açlık grevi. Daha önce 2004’te yapılan açlık grevlerine önemli talepler dillendiren binlerce Filistinli tutsak katılmıştı. Bu taleplerin büyük bir kısmı karşılandı ama sonrasında saldırılar devam etti. Filistinli tutsak hareketinin örgütlediği açlık grevlerinin onlarca yılı kapsayan uzun bir tarihi var.

Fetih tutsaklarının sözcü olarak Barguti’nin ağzından duyurduğu greve FHKC, İslamî Cihad, Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi, Hamas, Halk Partisi ve diğer örgütler de katılıyor. Bu katılım özellikle Hadarim, Gilboa ve Nafha hapishanelerinde gerçekleşiyor. Bu üç hapishanede greve tüm politik tutsaklar katılıyor. Bu düzeyde bir katılıma tanık olan en son grev 2014’te gerçekleşen, idari gözaltı uygulamasına tabi tutulan tutsakların açlık greviydi. O eyleme katılım 200’ün altında kalmıştı.

Barguti, bildirisinde uluslararası dayanışmaya vurgu yapıyor ve ırk ayrımcılığına karşı mücadele etmiş eski Güney Afrikalı tutsakların verdiği destek üzerinde duruyor.

“İsrail bu türden çarelere başvuran ilk işgalci veya sömürgeci güç değil. Tarihte tüm ulusal kurtuluş hareketleri benzer uygulamaları çare olarak görmüştür. Zulme, sömürgeciliğe ve ırk ayrımcılığına karşı mücadele etmiş birçok insanın bizim yanımızda olmasının nedeni budur.”

Fetih örgütü mensubu tutsaklar da greve sunulacak desteğin önemine vurgu yapıyorlar ve davanın sadece yerelde veya ülke genelinde desteklenmemesini, onun acilen hem Araplara hem de tüm milletlere ait bir dava hâline gelmesi gerektiğini söylüyorlar.

FHKC’nin hapishanelerden sorumlu birimi de Filistinlilerin desteğinin ve uluslararası dayanışmanın önemi üzerinde duruyor:

“Filistin halkının ve tüm dünyada ona destek verip Filistin’e dost olanların hapishanelerde süren mücadelelerinde tutsaklardan yana olmalarını, irade savaşına destek verecek kitle eylemleri gerçekleştirmelerini, tutsakların davasını bir kez daha öne çıkartmalarını, bu meydan okumaya ve başkaldırıya omuz vermelerini talep ediyoruz.”

Bin beş yüz Filistinli politik tutsağın açlık grevine gittiği bugünde Filistinli tutsaklara ve Filistin halkına destek veren herkesin acilen eyleme geçmelerini ve onların taleplerinin karşılanması noktasında yürütülen dayanışma faaliyetlerine katılmalarını istiyoruz.

Eyleme Geçin:

1) Açlık grevcilerine destek vermek amacıyla, Filistinli Tutsaklar Günü Eylem Haftası’nın parçası olarak gerçekleştirilen eylemlere katılın. Ülkenizdeki İsrail büyükelçilikleri, konsolosluklar ve sefarethanelerde ya da devlet binaları ile meydanlarda gösteriler yapın. Bu eylemlerde tutsakları ve grevlerini destekleyen pankartlar ve masalar açılabilir. Hâlihazırda uluslararası planda süren eylemlerle ilgili olarak şu linke bakabilir, listeye kendi eylemlerinizi ekleyebilirsiniz: Eylem Programı.

2) Filistinli tutsaklara destek için yürütülen sosyal medya kampanyasına katılın. Fotoğrafınızı çekin ya da etiketli görseli gönderin. Kendi Facebook, Twitter, Instagram hesabınızda kampanyaları paylaşın. Facebook etkinliğini paylaşın: Facebook Etkinliği. Sloganlarda şurada bulunabilir: Addameer.

Filistin İnsan Hakları Savunucuları: #NotATarget #PalestinianPrisonersDay

Filistinli çocuklar: #NotATarget #PalestinianPrisonersDay

İdari Gözaltıyı Durdurun: #StopAD

Filistinli Politik Tutsaklar İçin Özgürlük: #April17 #PrisonersDay

Filistinli Politik Tutsaklarla Dayanışma İçindeyim: #PrisonersDay

3) Filistinli politik tutsakların haklarının ihlalini protesto etmek için mektuplar yazın, ilgili telefonları arayın, ayrıca İsrail’in Filistinli politik tutsakların taleplerini kabul etmesi yönünde baskı uygulamaları konusunda kendi devlet yetkililerinize çağrıda bulunun.

4) Boykot, Tecrit, Yaptırımlar. Hewlett-Packard gibi şirketlerin suç ortaklığına ve G4S şirketinin İsrail’in fişleme ve hapishane pratiğine sunmaya devam ettiği katkılara vurgu yapmak için BDS hareketine katılın. İsrail ürünlerinin boykot edilmesini amaçlayan kampanyalar başlatın, İsrail’e karşı askeri ambargo uygulanmasını talep eden eylemler gerçekleştirin, İsrail’in akademik ve kültürel düzeyde boykot edilmesine dönük faaliyetler örgütleyin.

Etkinliklerinize ve örgütlenme sürecine destek verecek materyaller şuradan indirilebilir: Örgütlenme Çağrısı. Lütfen samidoun@samidoun.net adresi üzerinden bizimle temas kurun veya bize Facebook üzerinden ulaşın, eylemlerinizi paylaşın.

Grevcilerin Talepleri

1) Filistinli tutsakların sevdikleriyle iletişim kurabilmeleri için her bir hapishaneye ve hapishanenin her bir bölümüne telefon konulması.

2) Aile Ziyaretleri.

A) Uluslararası Kızılhaç Komitesi tarafından kesintiye uğrayan aylık ziyaretin yeniden gerçekleştirilmesi;

B) İptal veya müdahale olmaksızın her iki haftada bir düzenli ziyaretin yapılabilmesi;

C) “Birinci ve ikinci dereceden” akrabaların ziyaretine mani olunmaması;

D) Ziyaret sürelerinin 45 dakikadan bir buçuk saate çıkartılması;

E) Her üç ayda bir aileden gelen fotoğraflara izin verilmesi;

F) Hapishane girişinde tutsak ailelerinin rahatı için binaların bulunması;

G) Her bir ziyarette 16 yaşın altındaki çocuklara ve torunlara ziyaret izni verilmesi.

3) Tıbbi Bakım

A) Gerekli tedavi için uygun olmaması sebebiyle “Ramle hapishane hastanesi”nin kapatılması;

B) Tutsakların tıbbi açıdan ihmal edilmesini öngören siyasete son verilmesi;

C) Tutsakların periyodik tıbbi muayenelerinin düzenli ve belirli bir program dâhilinde gerçekleştirilmesi;

D) Ameliyatların hızla ve geciktirilmeksizin yapılması;

E) Hapishane sisteminin dışından uzman doktorların getirilmesi;

F) Hasta tutsakların, bilhassa engelli ve ölümcül hastalıkları bulunanların serbest bırakılması;

G) Tedavi maliyetlerinin tutsakların ve ailelerin sırtına yüklenmemesi.

4) Filistinli kadın tutsakların özel ulaşım ve aile üyeleriyle hiçbir engelle karşılaşmadan görüşme ile ilgili ihtiyaçlarının ve taleplerinin karşılanması.

5) Nakil Araçları ve Ulaşım

A) Tutsakların ulaşım ve taşınma esnasında insanca muamele edilmesi;

B) Tutsaklar hapishaneye, kliniğe ve mahkemeye kısa sürede dönmeli, kontrol noktalarında uzun süre bekletilmemeli;

C) Kontrol noktaları iyileştirilip insanların kullanımına uygun hâle getirilmeli, buralarda yemek verilmeli;

6) Tutsakların ihtiyaçlarına göre ayarlanmış uydu kanallarına erişim.

7) Hapishanelerde, özellikle Megiddo ve Gilboa hapishanelerine soğutma tertibatının kurulması.

8) Tüm hapishanelerdeki mutfakların yeniden düzenlenmesi ve onların tümüyle Filistinli tutsakların denetimine tabi kılınması.

9) Ziyaretler esnasında ailelerin tutsaklara kitap, gazete, kıyafet, yiyecek ve başka türden hediyeler getirebilmesi.

10) Hücre cezası politikasına son verilmesi.

11) İdarî gözaltı politikasına son verilmesi.

12) Açık İbrani Üniversitesi’nde eğitim görme imkânının yeniden sağlanması.

13) Tutsakların kabul edilmiş yönetmelik üzerinden lise (tevcihi) sınavlarına girmelerine izin verilmesi.

Samidoun
17 Nisan 2017
Kaynak

16 Nisan 2017

,

Artıklar: Faşistler Post-Sol’la Nasıl Flört Ediyor?

Birinci Bölüm: Faşist Bireyselciliğin İlk Dönemki Bileşimi

Dostum olan bir editör, bana gönderdiği eposta mesajında şunu söylemiş: “Eğer antikapitalizm ve bireysel özgürlük kitaplarda veya makalelerde dillendirilmese, sağın onları kullanması mümkün olmazdı.” Evet bu tespit doğru, hatta böylesi bir durumda faşizm yeryüzünden silinip giderdi.

Faşizm, solcu ve sağcı kimi konumların bileşkesinden türedi. Solun konumlarının belirli bir kısmı kolektivizm, sendikacılık, ekoloji ve faşist teşebbüslerle örtüşen otoriterizmle alakalıydı. Yetmişlerde kısmen sol otoriterizm eğilimlerine tepki olarak, özel bir antifaşist hareket türedi. Bu hareket, “post-sol” düşünce olarak biliniyor.

Antikapitalizmin ve “bireysel” özgürlüğün” ideolojik saflığını muhafaza ettiğini düşünen, yazının başında bahsini ettiğim editör arkadaşım türünden radikal isimler, faşist ideolojiye belirli noktalarda yakınlaştıklarını, ona karşı belli düzeyde zafiyet taşıdıklarını görmüyorlar.

Post-sol, büyük ölçüde solun ve sağın politik ideolojisinden özerk bir bireysel özgürlük fikrinden yana olan, öte yandan, solculuğun kimi unsurlarını muhafaza eden bir eğilimden türedi. Post-sol, kendi içinde çelişen bazı konumlar alsa da, köklerini çoğunlukla bireyci Max Stirner’e dayandırıyor. Stirner, Avrupalı bireyin ulus, sınıf ve inanç karşısında üstün olduğuna inanan ve büyük ölçüde Hegel’den etkilenmiş olan bir isim.

Stirner’in 1856’da ölmesinin ardından, kolektivizmin ve yeni-kantçılığın popülaritesi, ondaki bireyci felsefeyi gölgede bıraktı. Bu gölge, Nietzsche’nin yüzyılın sonuna doğru ünlenmesi ile kalktı. Stirner’den etkilenen Nietzsche, sosyalizmin ve “modern dünya”nın “üst insan” olarak bilinen put kırıcı, aristokrat felsefeci eliyle aşılacağından bahsedip durdu.

On dokuzuncu yüzyıl süresince Stirnerciler, “üst insan”ı kadınların üstün Avrupa ırkını doğurmasına ilişkin sorumluluk anlayışı ile birleştirdiler. Onlara göre kadınlar, “yeni insan”ı dünyaya getirmelilerdi. Bu insan, hem “yeni çağ”ı üretecek, hem de onun eseri olacaktı. Aynı şekilde, özgürlük ve eşitlik fikrinden tiksinen sağcı aristokratlar da seçkincilik anlayışlarını ve sol halkçılıkla kitle temelli uygarlığa yönelik nefretlerine fikrî temel bulmak için yüzlerini Nietzsche'ye ve Stirner’e çevirdiler. Bu iki isimden etkilenen kimi anarşistler ve bireyciler, Dostoyevski gibi isimlerle ilgilendiler. Dostoyevski, modern dünyanın manevi krizine ve kitleler çağına son verecek olan “muhafazakâr devrim” fikrini geliştirmişti. Anarşist Victor Serge’ün ifadesiyle, “Dostoyevski’de en iyi ve en kötü, ayrılmaz bir bütündü. O, hem hakikatin peşindeydi, hem de hakikatten korkardı. O, yoksul ve büyük bir insan gördüğünde korkuya kapılırdı.”

Tarihin “büyük insan”ı veya “yeni insan”ı, ne solcu ne de sağcıdır. O, modern dünyayı yok edip, yerine sürekli gelişen bir imaj koymuştur. Peki bu imaj, ne tür bir forma kavuşacaktır?

İtalya’da fütürist hareket ve muhtelif romantik milliyetçi akımlarla bağlantılı olan gericiler, Nietzsche ve Stirner ile tanımlı bireyci akıma yakınlıklarını ifade ettiler. Yaşanacak felâketlerin modern dünyaya diz çöktürüp, yeni insanın doğacağı yeni çağı kurmasını uman fütüristler, imparatorluğa dair tumturaklı sözlerle “anarşistlere ait yıkıcı tavrı” kaynaştırmaya çalıştılar.

Bu bireycilik ve “muhafazakâr devrim” eğilimleri içerisinde en popüler isim, İtalyan estet Gabrielle D’Annunzio’ydu. D’Annunzio, Birinci Dünya Savaşı sonrası İtalya adına yeniden almak için Fiume isimli liman kentine 1919’da cüretkâr bir saldırı gerçekleştirmek için 2.600 asker topladı. Bu macera esnasında işgal gücünün elinde, üzerinde kafatası ve çapraz kemiklerin bulunduğu siyah bayrak bulunuyordu. Askerlerse, saldırı esnasında ulusal birlikle ilgili şarkılar söylüyorlardı. İtalya bu işgal girişimine karşı koydu, kent-devleti romantik milliyetçi liderlerinin eline teslim etti. Milliyetçi sendikacı Alceste De Ambris’in hazırladığı anayasa, işbirliğine giden sendikalar sayesinde, korporatif ekonomi üzerine kurulu ulusal dayanışmanın zeminini meydana getirdi. Bu süreçte bazı kehanetlerini dile getiren D’Annunzio, balkondan herkese şiirler okudu. Eril bir kişilik olan D’Annunzio, imparatorluktan ve krallıktan yana olan, aynı zamanda kardeşlik üzerine kurulu duygulara sahip, radikal bir isimdi. Asıl talepte bulunduğu hususlarsa, ulus için fedakârlık ve ona yönelik sevgiydi.

Fiume’deki özerk bölgesi ordunun eline geçince D’Annunzio, İtalya’ya döndü. Bu dönemde aşırı milliyetçiler, fütüristler, sanatçılar ve aydınlar, onu gelişmekte olan faşist hareketin lideri olarak selamladılar. Faşizmin ruhuna seslenen siyaset kutsallaştırıldı, estetik törenler ve radikal şiddet bu sürece katkı sundular. Muhtemeldir ki Mussolini, liderlik konusunda onu bir rakip olarak görüyor olmasına karşın, ondaki tarzı ve ruh hâlini görmezden gelmedi, Fiume’deki sonuçsuz macera üzerinden çok sayıda insanda kazandığı estetik albeniyi epey ciddiye aldı.

Mussolini’ye göre, faşizm partiye karşıydı, o salt hareketti. D’Annunzio’nun öfkesini, kafataslı, çapraz kemikli bayrağını ve beldeki hançerini miras alan faşist kara gömlekliler (squadristi), ondaki “Umurumda Değil” (Me ne frego) marşında ifade edilen “umursamaz” tavrı da benimsediler.

Fiume macerasına katılan bazı isimler, D’Annunzio faşist harekete katılınca onu yüzüstü bıraktılar, gidip faşist tehditle mücadele etmek için Arditi del Popolo (“Halkın Cesurları”) milislerine katıldılar. Diğerleri ise kara gömlekliler içinde eridiler.

* * *

Eskiden solcu olan Mussolini, devrimci sembollerle aşırı milliyetçi yeniden doğuş fikrini buluşturma konusunda hiç güçlük çekmedi. 1920’de yaptığı bir konuşmada, “tüm türleri ve vücut bulduğu tüm biçimleriyle kahrolsun devlet. Dünün, bugünün, yarının tüm devletleri, kahrolsun. Burjuvası, sosyalisti, tüm devletler yıkılsın. Bizim gibi bireycilikten başka bir fikri olmayan kişilere göre, bizi bugünün karanlığından ve yarının kasvetinden, bugün saçma gibi görünse de tek teselli şey olan anarşi dini kurtaracak” diyordu. Bir başka konuşmasında ise şu soruyu soruyordu: “Şu Stirner neden geri dönmemeli?”

Mussolini’deki anarşizm anlayışı çok önemli, zira o, anarşizmi faşizmin ön delili, onun zihinde önceden tasarlanmış hâli olarak görüyordu. Nazi partisi üyesi hukukçu Carl Schmitt’e kendisindeki mit anlayışıyla alakalı olarak şunu söylemekteydi:

“Eğer anarşist yazarlar, mitik olanın otorite ve birliğe karşı önemini keşfetmiş olsalardı, istemeden de olsa yeni bir düzen, disiplin ve hiyerarşi anlayışı üzerine kurulu bir başka otoritenin temelini atmak için onlar da işbirliğine giderlerdi.”

Faşizmin diyalektiği burada iki yönlüdür: her dönemde faşizmin potansiyelini sadece modern dünyanın anarşizme has bir şekilde yıkılması açığa çıkartabilir, oysa Mussolini’ye göre, paradoksal biçimde, anarşizmin mitik devletsiz toplumu, ancak kendi disiplinini kendisi sağlayan bir düzenden neşet edecektir.

Antifaşist anarşist bireyciler ve nihilistler, Mussolini’ye göre bir tür “pasif hiççiliği” temsil ediyorlardı. Nietzsche’ye göre bu eğilim çürümeydi, modernitedeki zayıflıktı. Mussolini için savaşmış eski askerler, bireyciliğin Bolşevikler eliyle ezilmesine karşı çıkmış, “savaşçıların karşı-partisi”nden yana saf tutmuşlardı. Faşizm, erkeklerdeki kadın düşmanlığını istismar etmiş, topyekûn çöküş vizyonlarındaki “pasif hiççiliği” “aktif hiççilik” hâline getirmişti. Ona göre, yeni çağın yeniden doğuşu, yeni insanın elindeydi.

Yirmilerde ve otuzlarda Avrupa genelinde tanık olunan faşizme yönelim, sadece eski komünistler, sendikacılar ve sosyalistler arasından çıkan kolektivist sol ile sınırlı değildi. Avrupalı avangart ve entelektüel seçkinlerin muğlâk siyaseti de yüzünü faşizme çevirmişti. Fransa’da Georges Bataille ve Antonin Artaud gibi isimler, acımasızlık, akıldışılık ve seçkincilik üzerine kurulu faşist estetikle ilişkili denemelerin altına imza atmışlardı.

1934’te Bataille, “büyük faşist toplumlar”a yer açmak istediğini açıktan deklare eden bir isimdi. O, dünyaya dair “gelişkin formlar”a sahip olduğuna, “haşmetli ve asil duygulara seslendiğine” inanıyordu. Bataille’ın Stirner’e yönelik hayranlığı, sonrasında onu “paradoksal biçimde faşist olan bir eğilim” içerisine girmekten alıkoymamıştı. Louis-Ferdinand Céline ve Maurice Blanchot gibi diğer ünlü liberterler de kin yüklü antisemitizm türünden faşist temaları kullanmışlardı.

Tıpkı Blanchot gibi Nazileri destekleyen, dışavurumcu şair Gottfried Benn de içe bakıp duran nihilizmin ve ızdırabın hümanizm karşıtı diline başvuruyor, sadece hayvanî dürtülere ve akıldışı güdülere önem veriyordu. Varoluşçu felsefeci ve Nazi partisi üyesi Martin Heidegger ise fenomenolojisi dâhilinde Niçeci nihilizmi ve estetiği geliştirdi, kaygı meselesini modern hayatın merkezine yerleştirdi, varoluşu hakiki bir sanat faaliyetinde saklı olduğunu düşündüğü yıkıcı işlem üzerinden rahatlatmaya çalıştı.

Hitler’in iktidara gelişini sevinçle karşılayan yazar Ernst Jünger, “aktif nihilizm”in gücünü önemsiyor, uygarlığın “büyülü sıfır noktası” üzerinden çökmesini arzuluyordu. Bu çöküş sayesinde kendisinin “anarklar” dediği aşırı bireyci aktörlerin kuracağı yeni çağ başlayacaktı. Stirner’in etkisi, hem ilk yılları itibarıyla Mussolini’de, hem de Jünger’de mevcuttu. İlerleyen süreçte bu etki, Carl Schmitt ve Julius Evola gibi faşist hareketin diğer üyelerince sonraki döneme taşındı.

Uygarlığın çöküşü peşinde olan isimler içerisinde belki de en önemlisi, Evola’ydı. Ona göre yeni çağ, “evrensel birey”in manevi uyanışının gerçekleştiği, erkeklerin üstün olduğu, fedakârane bağlılığın esas olduğu bir çağdı. Davaya bağlı bir faşist ve bireyci olarak Evola, kutsal şiddete, ırkçılığa, antisemitizme ve gizeme sadık bir kişiydi. “Politik asker” öğretisinin sahibi olan Evola, şiddeti çoğunluk karşısında bireyin üstün olmasını sağlayan bir tür doğal hiyerarşinin oluşturulması noktasında önemli görüyordu. Onun inancına göre büyü pratiği, insanı aristokratik bir ruha kavuşturuyordu. Bu ruhsa ifadesini, ancak fedakârlıkta ve samuraylara has onur anlayışında bulabilirdi.

Evola, bilgiye olan susuzluğunu dindirmesi için kendisini Viyana’ya davet eden SS’lerle bu fetih, seçkincilik, fedakârlıktan zevk alma anlayışını paylaşıyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrası Evola’daki manevi faşizm, aslen Yunan olan Fransız ezoterisist Savitri Devi’nin yazılarında da çıkar karşımıza. Devi, günümüzde tanık olduğumuz Derin Ekoloji’ye benzeyen, Nazilere has hümanizm karşıtı bir doğa ibadeti geliştirmişti. İnsan haklarına karşı çıkan Devi, dünyanın iç içe geçen yaşamsal güçlerin bütünlüğü olduğu düşüncesindeydi. Ona göre, bu bütünlükte hiç kimse bir başkasına karşı ahlakî bir ayrıcalığa sahip değildi.

İkinci Bölüm: Post-Sol’un Oluşumu


İki dünya savaşı arası dönemde faşizm, çok sayıda antikapitalisti ve bireyciyi cezbetti. Bu etkileşim, esas olarak elitizm, siyasetin estetikleştirilmesi ve modern dünyanın yıkımına dönük nihilist arzu dolayımı ile gerçekleşti. İmparatorluğun yıkılması ardından faşistler, hem devlet hem de toplumsal hareketler içerisinde çeşitli dolaplar çevirerek, hareketlerinin közünü yeniden alevlendirmeye çalıştılar. Belli ölçüde Hitler’e karşı çıkıp uygarlığın yıkımı ile “yeni insan” fikrine dayalı elitizmi harmanlayan özgün “milli sendikacılık” fikrine geri dönülmesi çağrısında bulunmak, faşistler arasında popüler bir eğilim hâlini aldı. Faşistler, bu süreçte NATO ve çokkültürcü liberalizme karşı, Avrupa’daki etnisitelerin ulusal kurtuluşunu savundular. Bir yandan da yeni faşist melez fikirler oluşturmak adına, İtalyan felsefeci Julius Evola ile aslen Yunan olan Fransız yazar Savitri Devi’nin okültizmiyle satanizmi birleştirdiler. Savaş sonrasında altkültürlere faşizm, politik muhalefetin okültizmle kutsallaştırılmasıyla, ekolojiyle ve anti-otoriterizmle sızdı.

Altmışlarda Ya Sosyalizm Ya Barbarlık, İşçilerin Gücü (Pouvoir ouvrier) ve Sitüasyonistler gibi sol-komünist gruplar, La Vielle Taupe (“İhtiyar Köstebek”) gibi yayınevlerinde bir araya gelip sanayileşmiş uygarlıkta gündelik hayatı sanat ve dönüştürücü pratikler aracılığıyla eleştirdiler. Bu hareketin üyelerinden biri olan Gilles Dauvé’ye göre, bu La Vieille Taupe yayınevinde toplaşan küçük grup, müştereklik fikrini, yani tüm toplumsal ilişkilerin devrimci dönüşümü fikrini geliştirdi. “Aşırı solcu” olan bu yeni hareket, Mayıs 1968 boyunca Paris’te öğrencilerin ve işçilerin gerçekleştirdiği büyük ayaklanmaya yol açacak olan genç, entelektüel isyana ait estetiğe ilham verdi.

Aşırı solun yarattığı, güçlü ve otorite karşıtı akım ve Mayıs 1968’deki ayaklanma, Avrupa’da benzer hareketlere katkı sundu. Bunlardan biri de süreç içerisinde Fiat’ta yapılan bir grevden kitlesel sokak gösterileri, kiralık ev grevleri, ev işgalleri gibi eylemleri içeren genel başkaldırıya dönüşen İtalyan Otonom Hareketi idi. Otonom hareketinin büyük bir kısmı solcu olmaya devam etse de üyeleri, yerleşik sol akımlara eleştiriler yönelttiler. Otonomistler, çoğunlukla şehir gerillalarının acemi stratejilerine karşı çıktılar. 1977’de “Silâhlı Neşe” takma adıyla yazılar yazan bireyci anarşist Alfredo Bonanno, İtalyan solculara patriarkal iddiaları gerilla savaşına terk etmeyi ve halkın isyancı mücadelesine iştirak etmeyi önerdi. Marksist teorisyen Jacques Camatte ise eskiden solculuğun kötümser itirazını benimseyen bir isimken, doğaya bağlı basit bir hayatı benimsedi. Bu eğilim, İtalyan solu içindeki çelişkileri daha da derinleştirdi.

Otoriterizm karşıtlığı ile birlikte ekolojinin belirlediği uygarlık eleştirileri, altmışların ve yetmişlerin bir ürünüydü. Bu önemli eğilim, yeni bir kimlik dâhilinde, hem sola hem de sağa karşı çıktı. Popüler toplumsal hareketlere ait bu türden akımları benimseyen ve sol ile sağ arasındaki ideolojik çizgileri bulanıklaştıran faşist ideologlar, “etnik çoğulculuk” düşüncesinin çerçevesini oluşturdular. Söylemlerini “farklılık hakkı” (etnik ayrılıkçılık) fikri üzerine kuran faşistler, kendilerini Avrupalı yeni sağ, milli devrimciler ve devrimci gelenekçiler gibi etiketlerin ardına sakladılar. “Avrupalı yeni sağ”, aşırı solun savunduğu, modern dünyaya yönelik itirazı benimseyip, Avrupa’nın yerli haklarını ve kıtanın pagan köklerini öne çıkarttılar. Sonrasında faşistler, köke dayanma anlayışından maneviyata dayalı fikirler türettiler, Nazilerin ve Alman etnisite (volkische) hareketinin benimsediği, “kan ve toprak” ekolojisini yeniden anımsattılar.

İtalya’da bu hareket, “Hobbit Kampı”nı kurdu. Bu, Marco Tarchi gibi Avrupalı yeni sağın önemli bir siması tarafından örgütlenmiş bir ekoloji festivaliydi. Kamp, Sitüasyonist tarzı afişlerle ve bildirilerle hayal kırıklığına uğramış gençlere pazarlandı. İtalyan “milli devrimci” Roberto Fiore, Bolonya’daki bir tren istasyonunu bombalama eylemine katılma suçlamasıyla ülkeden kaçtı, Tarchi’nin Avrupalı yeni sağcı meslektaşı Michael Walker’ın Londra’daki evine sığındı. Bu evde Fiore, Walker ve bir grup faşist militan, 1980’de Resmi Milli Cephe denilen politik örgütü kurdu. Bu grup, avangart faşist estetikten istifade etti, yeni folk, gürültü ve başka deneysel müzik türlerine can verdi.

* * *

Faşistlerin yeşil harekete girip, solcu otoriterizm karşıtı düşünceyi istismar ettikleri dönemde Sitüasyonizm de dönüşmeye başladı. Yetmişlerin başında post-sitüasyonizm, ABD’de kolektivist düşünce ile Stirnerci egoizmi meczeden kolektifler üzerinden açığa çıktı. 1974’te Bizim İçin isimli grup Açgözlü Olma Hakkı başlığını taşıyan bir broşür kaleme aldı. Bu broşür, diğerkâmlığı şiddetle eleştiriyor, egoist açgözlülüğü sosyal kimlik ve refahın teşkil ettiği bir tür sentezle, özetle, fazla olanla ilişkilendiriyordu. Metin, 1983’te Loompanics Unlimited isimli liberter bir grup tarafından yeniden yayınlandı. Önsözü ise ismi pek bilinmeyen, Bob Black diye biri kaleme aldı.

Post-sitüasyonizm, zamanla bireyciliğe evrildi. Bir dizi Avrupalı aşırı solcu ise yüzünü sağa çevirdi. Paris’te bulunan La Vieille Taupe grubu, antifaşizmin gerekliliğini redde tabi tuttu, Holokost’un, Yahudi Soykırımı’nın kapitalist düzenin muhafazası için gerekli bir yalan olduğunu söyledi. 1980’de bu yayınevi, o ünlü Mémoire en Défense centre ceux qui m’accusent de falsifier l’histoire [“Beni Tarihi Tahrif Etmekle Suçlayan Bellek Savunma Merkezleri”] isimli kitabı yayınladı. Kitabın yazarı, Holokost’u inkâr eden bir isim olan Robert Faurisson’du. Bu yayınevi ve kurucusu Pierre Guillaume, uluslararası planda ciddi eleştirilere maruz kalsa da solcu profesör Noam Chomsky gibi isimlerden destek gördü. Guillaume ve arkadaşları eleştirilmiş olmasına karşın, aşırı soldaki antifaşizme yönelik reddiye daha da yaygınlaştı. Buna katkı sunan bir isim de Dauvé’ydi. Dauvé, seksenlerin başında özgül bir hareket olarak faşizmin yok olduğu iddiasındaydı.

Faşizmin tarihe ait yapay bir olgu hâline geldiğine dair düşünce, faşizmin çeşitli alanlara sızmasına katkı sundu. Bu süreçte Faurisson ve Guillaume, aşırı sağın el üstünde tuttuğu isimler mertebesine yükseldi. Holokost inkârı örneğinde görüldüğü üzere, aşırı sol teori, etnisiteye dair terimlere ve düşüncelere karşı bağışık değildi. Etnisiteyle alakalı düşünceler, Resmi Milli Cephe’nin ortaya koyduğu çalışmaların temelini teşkil ediyordu. Bu çalışmaların çoğunu kaleme alan Troy Southgate, Sitüasyonistlerden, ayrıca solcu ve sağcı birçok kişiden etkilenmiş bir isimdi. Southgate, “Yeşil Anarşist” denilen, Punk’a meyilli dergiyle bağlantılı radikal politikaya odaklanmıştı. Bu derginin ana derdi, modern uygarlığın yıkılması ve ilkel hayata geri dönmekti. 1991’de Yeşil Anarşist dergisinin editörleri, yurtsever bir militarist olduğu için editör ekibinde yer alan arkadaşları Richard Hunt’ı dergiden kovdular. Hunt da Yeşil Alternatif isminde başka bir dergi çıkarttı ve kısa bir süreyle Southgate’le biraraya geldi. İki yıl sonra Southgate, Devrimci Milliyetçilik İrtibat Komitesi’ni kurmak amacıyla Jean-François Thiriart ve Christian Bouchet ile ittifak kurdu.

ABD’de “anarko-primitivist” veya “Yeşil Anarşist” eğilim, eski aşırı solcu John Zerzan’ın başının altından çıktı. Uygarlığı dünyanın düşmanı olarak tanımlayan Zerzan, moderniteyi redde tabi tutan, sürdürülebilir geçimlik hayat tarzına geri dönülmesi fikrini savunuyordu. Zerzan, ırkçılığa karşı çıksa da kısmen Martin Heidegger’in düşüncesi üzerinden, insanlarla dünya arasında, hakiki, sembolik düşüncenin aracılık etmediği ilişkiler kurulması fikrini savunuyordu. Bu geri dönüş de elbette uygarlığın tümden çökmesini gerekli kılmaktaydı, yani milyarlarca değilse de milyonlarca insan ölmeliydi. Zerzan, kendisini destekleyen Ted Kaczynsky’nin öldürdüğü insanlar konusunda net hiçbir şey söylememekteydi.

Zerzan’la otoriterizme karşı çıkma ve kabileci, avcı-toplayıcı topluma geri dönme fikri konusunda uyuşan, okültist Hakim Bey, “Geçici Özerk Alan” fikrini geliştirdi. Hakim Bey’e göre böylesi bir alan, sefahate dayalı, devrimci şiirin erotik ve kurtarılmış sahasını açığa çıkartacaktı. Ama 1991 tarihli metninde Hakim Bey, D’Annunzio’nun Fiume’yi işgalini savundu, sağı ve solu aşmaya dönük tarihsel eğilimleri öne çıkarttı.

Zerzan ve Hakim Bey ile birlikte Bob Black de bugün post-sol olarak adlandırılan akımın temelini teşkil eden isimlerden. 1997 tarihli kitabı Solculuktan Sonra Anarşizm’de Black, bireycileri “yaşam tarzı anarşizmi” olarak eleştiren solcu anarşist Murray Bookchin’e cevap verdi. Zerzan’ın uygarlık eleştirisinden, Stirner ve Nietzsche’den beslenen Black, çalışmanın reddini Bookchin’le tanımladığı otoriter sol eğilimlere karşı bir tür çare olarak savunmaktaydı.

Böylece post-sol, aşırı solcuların, yeşil anarşistlerin, spritüalistlerin ve egoistlerin internet dergilerinde, kitaplarda ve Anarşi: Silâhlı Arzu dergisi ile Beşinci Sınıf gibi dergilerde yayınlanan yazılar aracılığıyla oluşmaya başladı. Bu düşünürler ve yayınlar kendi aralarında birçok yönden ayrışsalar da post-solun önemli vasıfları, temelde uygarlığın çöküşüne dönük eskatolojik beklentiyi sürdürmeye devam etti. Bu beklentiye bir de solla sağı redde tabi tutan bireycilik ve kolektivizm sentezi eşlik ediyordu. Oluşan düşüncenin merkezinde hümanizme, aydınlanma geleneğine ve demokrasiye karşı çıkan, organik, kabile toplulukları ve dünya anlayışı duruyordu. Bu post-sol metinler, bol bol Stirner, Nietzsche, Jünger, Heidegger, Artaud ve Bataille alıntıları içeriyordu. Temelde bu metinler, solla sağı, bireycilikle “muhafazakâr devrim”i birleştiren, senkretik bir düşünsel eğilim meydana getirmekteydi. İleride göreceğimiz üzere bu durum, düşünce alanında faşizmin sızacağı yığınla delik açılmasına neden oluyordu.

Üçüncü Bölüm: Faşist Sızma


Doksanlarda Christian Bouchet, Jean-François ve Troy Southgate’in meydana getirdiği, sonrasında Avrupa Kurtuluş Cephesi adını alan “milliyetçi devrimci” ağ, karşı-kültür ile avangart sanat arasındaki bağları keşfe çıktığını iddia eden San Fransiskolu dazlak örgütü Amerika Cephesi ile birleşti. Satanist Nazizm hareketini inşa etmeye yönelik geçmişte ortaya konulan çabalarda da görüldüğü üzere, Amerika Cephesi lideri Bob Heick de faşist müzisyen Boyd Rice ile dostluk kurdu, öte yandan satanizm, okültizm ve paganizmden oluşan bir karışıma destek çıktı. Müzik diye gürültü yapan, avangart sanatçı iddiasında olan Rice, Abraksas Vakfı adında bir “faşist düşünce kuruluşu” kurdu. Bu kuruluş, yetmişlerde faşist militan James Mason’ın bir araya getirdiği, Charles Manson’a ait tarikatçı fikirler ile satanizmi ve faşizmin bir bileşimini savunmaktaydı. Rice’ın kanatları altında yaşayan, onun uzun yıllardır dostu olan, Abraksas üyesi Michael Moynihan, Abraksas çizgisine uygun olan, Charles Manson’ın İskandinav Black Metal’inden militan İslam’a, oradan Evola, James Mason, Bob Black ve John Zerzan’a uzanan birçok metni yayınlayan radikal yayıncılık şirketi Feral House’a katıldı.

Benzer çalışmalar dâhilinde, Troy Southgate’in Fransa’daki müttefiki Christian Bouchet, neo-folk, yeni “anarşik” İskandinav Black Metal dünyası etrafında gelişen sektörü destekleyen dağıtım ağları ve dergiler kurdu. Sonrasında milliyetçi anarşistler, yeşil anarşizme bağlı internet grupları kurmaya veya bu gruplara sızmaya çalıştılar. Southgate ve Bouchet’nin ağı Rusya’ya doğru genişledi, ünlü Rus faşist Alexander Dugin, Zerzan’ın çalışmalarına hayran olan bir isim olarak, yeni bir öncü ideolog hâline geldi.

Post-solcuları bu türden gelişmeler üzerinden tanımak mümkün. 1999’da Silâhlı Arzunun Dergisi: Anarşi’nin editörlerinden Bob Black’in kitapları için yazdığı yazıda Lawrence Jarach, “milliyetçi anarşizm”in yükselişine karşı uyarılarda bulunuyordu. 2005’te Zerzan’ın dergisi Yeşil Anarşi, Southgate’in “milliyetçi anarşizm”ine yönelik uzun bir eleştiriye yer verdi. Bu uyarılar önemliydi. Söz konusu eleştiriler, esas olarak milliyetçi anarşizmin Yeryüzü Kurtuluş Cephesi [YKC] gibi doğrudan eylem hareketleri ve örgütleri içerisinde yuvalandığı üzerinde duruyordu. Adı geçen cephe, kendisini endüstriyel uygarlığın yıkımı için sabotaj ve mülk imhası gibi eylemlere adamış, çevreci anarşist bir örgüttü.

YKC’nin doksanların sonunda ve 2000’lerin başında kundaklama eylemlerine imza ettiği dönemde, eski bir üyesinin bana anlattığı kadarıyla örgüt, Nathan “Sürgün” Block ve Joyanna “Sadie” Zacher’in İskandinav black metal’ine âşıktı, ayrıca sürekli Charles Manson’a atıfta bulunuyor, elitist, sol karşıtı bir zihniyeti teşvik ediyordu. Bu isimler, Abraksas, Feral House ve Bouchet’nin dağıtım ağlarından bahsediyorlardı, ama yürüttükleri siyaset, o dönem faşizm bağlamında değerlendirilmiyordu. Öte yandan genel görüşleri gayet netti. Eski YKC üyesinin aktardığı biçimiyle, sonrasında Nathan Block’un yönettiği bir Tumblr hesabı keşfedildi. Antifaşistlerin tespit ettiği bu internet sayfasında okültçü faşist referanslara rastlanmakta, bunlar milliyetçi anarşist simbiyolojiyi, gamalı haçları, ayrıca Evola ve Jünger gibi isimlerden yapılan alıntıları içermekteydi.

Demek ki Zerzan ve Bob Black’in Feral House ile birlikte kitap yayınlamak istemesi, bir tesadüf değildi. Yeşil Anarşi dergisinin milliyetçi anarşizme karşı kayda değer uyarılarda bulunduğu 2005’te Zerzan’ın iki kitabı aynı yayınevinden çıktı. Burada post-sol ile faşizm arasındaki alt kültür düzleminde gerçekleşen kesişimlerin ilk örneklerine rastlanmaktaydı. Post-solcular, faşistlerle işbirliği hâlindeydiler.

Yeşil Anarşi’nin entrizme, sızmaya karşı uyarılarda bulunduğu bir dönemde Zerzan, kitaplarını Feral House’a veriyordu. Anti-politika Kurulu olarak bilinen internet forumu, bu yakınlaşmaya dair örneklerle doluydu. Kral Abaküs’ü Öldürmek isimli derginin içinden çıkan bu kurulun binden fazla kayıtlı üyesi vardı ve onlarca insandan katkı alıyordu. Bu internet kürsüsü, post-solculara tartışma zemini sunmaktaydı. İsyancılık, müşterekçilik, yeşil anarşi ve egoizm ile ilgili olan bu tartışmalar, tuhaf bir rekabetçi putkırıcılık üretmekteydi. “Cinsellik karşıtlığı, kolektivist ahlakçılık gibi konu başlıkları ile özerk antifaşizm eleştirisi gibi çalışmalar, bu tür çabalar üzerinden popülerleşti. Ahlaka ve ahlakçılığa yönelik saldırılarda asıl dert, herkesin solcu ırkçılık karşıtlığı ile bağlantılı olan “kimlik siyaseti”nden ve “beyazlardaki suçluluk” hissinden kurtulmalarını sağlamaktı.

Bu tartışmaların sürdüğü ortamda post-milliyetçi anarşizmi benimsemiş olan Andrew Yeoman isimli bir genç çıktı ortaya. Yeoman’ın forumdan çıkartılması istendiğinde site yöneticisi bu talebe karşı çıktı ve “beyaz bir milliyetçiyi çıkartırsak solcular gibi davranmış oluruz” dedi. Başka bir şey denemek zorundalardı. Ne yaptılarsa işe yaramadı, sonrasında Yeoman, Körfez Bölgesi Milliyetçi Anarşistleri isminde bir grup oluşturdu, kitap fuarlarına katıldı, Minutemen ve Amerika Cephesi ile anarşistlerin işbirliği yapması gerektiğini söyledi.

Anti-politika Kurulu’nun önemli bir yönü de onun nihilist ve isyancı teorileri sürekli dillendirmesiydi. Her iki görüş, 2008 finans krizi sonrası popülerleşti. Hakim Bey’in (Peter Lamborn Wilson’ın) kaleme aldığı “Yeni Nihilizm” isimli makalede dile getirildiği biçimiyle, 2010’a doğru ortaya çıkan, 2010’larda gelişen yeni nihilizm dalgasını aşırı sağdan ayırmak mümkün değildi, zira bu dalga, birçok farklı görüşü bünyesinde cem etmişti. Esasında Stormfront sitesi içinde “TAZriot” ve “whitepunx” gibi sürüyle kullanıcıya rastlamak mümkündü. Bu isimler, temelde Stirnercilikteki ırkçı konumdan neşet etmiş basit, bireyci ilkeleri savunuyorlardı. Politik doğruculuğa ve beyazların suçluluk duymasına karşı çıkan bu post-solcu ırkçıların temel arzusu, beyazlar için ayrı radikal mekânlar ve özerk bölgeler oluşturmaktı.

Sıkı bir araştırma üzerinden Portland’deki Rose Şehri Antifa örgütü whitepunx’ın kimliğini ortaya çıkarttı: “Tetik” Tom Christensen, şehirdeki pankçılar arasında adı sanı bilinen biriydi. Kendisi Stormfront sitesine şunu yazmaktaydı: “Hiç antifaşist olmadım, ama birkaçıyla takıldığım doğrudur. Müzik piyasasında pankçı olarak yer aldım, oralarda antifaşistlere denk geldim. Birkaçıyla arkadaş oldum. Beni yanlarına çekmek istedilerse de beceremediler. Ben beyaz milliyetçisiydim. Fikrimi kimseye açmıyordum, başkalarının görüşlerine kendimi kapattım. Bu insanların bazılarını tanımanın işime yaradığını söylemem lazım. Bugün antifaşist hareket ve SHARP [Irkçı Önyargılara Karşı Dazlaklar] içerisindeki her ismi tanırım.”

Christensen’in dediğine göre post-solcularla takılmış, Yeoman gibi o da onlarla tartışma yürütmüştü. Bir yıl bile geçmeden Christensen, “Sence Muhbir Olmak Düşmanlarımızın Aleyhineyse Kabul Edilir Bir Şey midir?” başlıklı bir yazı yazdı ve orada şunları söyledi: “Ertesi gün aklıma ilginç bir fikir geldi ve insanların görüşlerini dinlemek istedim. Polis, hareketin düşmanı olan kişileri, solcuları, kızılları, anarşistleri suçlamaya yetecek deliller istese, ne yaparız? Verir miyiz o delilleri? Solcuları ihbar eder misiniz, ispiyonlar mısınız?” 21 beyaz milliyetçi “evet” dedi bu soruya. Bazıları da Christensen’i tanıdığı isimleri ihbar etmesini istedi, bazıları çeteye sadık kaldığını ısrarla dile getirdi. Bu adamın polise gidip gitmediğini bilmiyoruz, fakat Mayıs 2013’te Stormfront’taki yazışmalar tahkikat jürisinin önüne geldi, ardından da dört anarşist mahkemeye çağrıldı. Dördü mahkemeye saygısızlık suçunu işledikleri iddiasıyla tutuklandı.

Post-solcularla faşistler arasındaki kesişmeye dair diğer bir rahatsız edici örnek ise Ultra isimli nihilist örgütle bağlantılı radikallerin Portland’deki Rose Şehri Antifaşist Örgütü’nü Jack Donovan’ı teşhir eden bir yazı yayınladıkları için ağır eleştiri yöneltmesiydi. Şiddet araçlarını kullanan beyaz milliyetçisi örgüt Vinland Kurtları’nın üyesi olan Donovan, Kabuki Güç Labı isimli bir spor salonu işletiyor, bir yandan da erkekçilik yanlısı videolar çekiyordu. Yazının yayınlandığı 2016 Kasım’ında bir Ultra üyesinin aynı zamanda söz konusu spor salonuna gittiği anlaşıldı. Donovan, spor salonu dışında bir de dövmeci dükkânı işletiyor, bu dükkânda Liberter Parti üyesi faşist Augustus Sol Invictus’a faşizmin simgesi olan değnekler demeti dövmesi yapıyordu. Spor salonunun üyelerinden birinin aktardığı kadarıyla “Jack çelişkili görüşlere sahipti, çoğunlukla kabul etmediği işler yapabiliyordu. Ama onun bu hâlinin spor salonundaki tavır ve davranışlarını etkileyip etkilemediğini bilmiyorum.” Milliyetçi Politika Kurumu ve Baskı Projesi gibi internet ortamlarında “ırkla ilgili gerçekçi” istatistikler paylaşan Donovan, aynı zamanda biyolojik bölgecilik görüşünü benimsiyor, uygarlığın çöküşü görüşüne destek veriyordu. Bu çöküş teorisine göre kimlikle bağlantılı, doğal hiyerarşilere tabi olan kabile yapıları aralarında gerçekleşecek savaşta tersyüz olacaktı. Bu, Ultra grubunda ve post-solcu örgütlerin üyelerinde makes bulan bir görüştü.

Faşistleri savunmanın ve onlarla işbirliği kurmanın aynı şey olmadığı, bu iki yaklaşımın tesadüfi kesişimlerin dışında ele alınması gerektiği iddia ediliyor bugünlerde. Oysa kesişim noktaları, esasen göz ardı etme, savunma veya işbirliği yapma ile ilgili bir eğilime işaret ediyorlar. İşbirliği ve savunma meselesi, birlikte varlık imkânı bulabiliyor. Bu ikisini savunanlar yan yana gelebiliyorlar. Örneğin Oregon eyaletinin Portland şehrinde İngiliz aşırı solcu grup Wildcat, antisemitizme kaymadan önce post-solcularla birlikte bir okuma grubu oluşturmuştu. Grubun kurucusu, kısa bir süre sonra Eugene şehrindeki Pasifika Forumu denilen eski solcu, yeni faşist örgüte katıldı ve antisemitist lider Tim Calvert’ı savunur konuma geldi. Son olarak da Yahudi Soykırımı’nı inkâr eden David Irving’in etkinliğinde görüldü.

Aşırı sağ ile post-solcu nihilizm arasındaki işbirliğinin, hatta sentezin en sıkıntılı örneği, muhtemelen alternatif sağ içinde gerçekleşeniydi. Donovan, bugün alternatif sağın bir üyesi kabul ediliyor. Christensen ise Facebook’taki bir yazısında kadın düşmanı Mağrur Delikanlılar isimli grubu övüyor. Alternatif sağla bağlantılı olan bu grup ve bireyler, Matriks filmine atıfla, “kırmızı hapı seçenler” olarak tarif ediliyorlar. Filmdeki gibi bunlar da kırmızı hapla distopik gerçeğin farkına vardıklarını, uyandıklarını söylüyorlar. Kırmızı hapı yutmak, alternatif sağ üyeleri için antisemitist komplo teorilerinin, kadın düşmanlığının ve beyaz milliyetçiliğinin sunduğu “gerçekliği” bilince çıkartmak demek. “Bıçak Ustaları” denilen, internet ortamlarında provokatif içerikler üreten isimlerin faal oldukları internet forumları, antisemitizme ve nefret söylemine evriliyorlar. En uç biçimlerinde, son yıllarda, artık “siyah hap”tan söz ediliyor. Bu isimler, yukarıda tarif edilen bireycilik ve nihilizm akımları üzerinden, ayrım gözetmeyen şiddeti göklere çıkartan kişilere dönüşüyorlar.

Siyah hapçılar, tüm teorilere bağlı oldukları iddiasındalar. Bu eğilim, post-solcu örgütler arasında hayli popüler olan ve modern dünyayı hedef alan, ayrım gözetmeyen şiddet eylemlerini savunan Yabana Meyilli Bireyler denilen uygarlık karşıtı militan örgütün yaklaşımını anımsatıyor. Siyah hapçıları etkileyen diğer bir isim de Adam Lanza. Bu adam, Connecticut eyaletinin Newtown şehrindeki Sandy Hook İlkokulu’nda 20 çocuğu ve altı öğretmeni, ayrıca kendi annesini öldürmeden önce John Zerzan’a telefon eden kişi. Zerzan, Yabana Meyilli Bireyler’i şiddetle eleştirdi, Lanza’nın korkunç eyleminden aylar sonra bir makale kaleme alarak post-solcu nihilistlerden bir umut kapısı bulmalarını istedi: “Görünen o ki egoizm ve nihilizm anarşistler arasında bayağı rağbet görüyor, Kendilerini egoist ve nihilist olarak tanımlayanlar, umarım umutsuz değildirler. Vesveselere hayır, umuda evet.” Zerzan, bu bildirisini genişleterek kitap hâline getirdi ve kitabı 10 Kasım 2015’te Feral House yayımlandı. Oysa yayınevi bir gün önce, yazarları arasında Nazi dazlak Eddie Stampton’ın da bulunduğu Beyaz Milliyetçi Dazlak Hareketi isimli kitabı yayımlamıştı.

Sonuç

Bahsi edilen kesişimler ışığında görülüyor ki birçok bireyci anarşist, post-solcu ve nihilist, bulundukları ortamları ve ağları faşistlerle paylaştıklarını hiç inkâr etmiyor. Birçok örnekte de görüldüğü üzere, bu isimler, bir yandan da faşistlere karşı mücadele etmeye ve hareketi ele almaya çalışıyorlar. Ama öte yandan da keyfi bir tutumla, aynı anarşistler, faşistlerden kendilerini ayırma konusunda herhangi bir sorumluluk da üstlenmiyorlar. Radikal ortamlarda faşistlerin, anarşistlerin ve romantiklerin faal oldukları birçok nokta mevcut. Buna karşın hâlen daha bazıları, bu türden birlikteliklerin hor görülmesinin yanlış bir fikri yaymaktan başka bir işe yaramayacağını, bunların “yardım ve yataklık suçu” üzerinden eleştirilemeyeceğini iddia ediyorlar.

Bu makalede aktarılan bilgiler üzerinden şunu söylemek mümkün: oluşan çapraşık ilişkiler ve kesişimlerde karşımıza daha çok egoizm ve radikal çevrecilik teorisi çıkıyor. Stirnercilikten ve Niçeci felsefeden türetilen egoizm, bireyin tecrübe ettiği toplumsal yabancılaşmaya somutluk kazandırıyor, ayrıca büyüklük kompleksi ile elitist bir kendi kendini yetkilendirme anlayışına yol açıyor. İsyancılıkla ve radikal çevrecilikle birleştiğinde egoizmin av-avcı” anlayışına veya “kurt-kuzu” elitizmine dönüşmesi mümkün. Bu anlayış, ahlakçı bulduğu için başkalarına yönelik merhameti ve şefkati redde tabi tutuyor. Bu türden bir yabancılaşmış, bigâne elitizmin, intikam, nefret ve zorbalıkla bağlantılı, gerçeklikten kopuk estetik ve duygusal konumlar alınmasına neden olacağı açık.

Hümanizmi ve şehir temelli modernizmi reddeden akımlardan neşet eden, post-sol tarafından sıklıkla benimsenen radikal çevrecilik teorisi, insan kayıplarını kitlesel yok oluş dalgaları üzerinden anlayabiliyor. Bu sayede radikal çevreciler, “sürüyü telef edecek” veya insanların milyarlar değilse bile milyonlar hâlinde ölmesine neden olacak bir çöküş beklentisi içerisindeler. Radikal çevrecilik teorisinin bu yönü “çok insan var” diyen görüşlere yakın duruyor, hatta onlarla iç içe geçiyor. Bu tür görüşleri beyaz milliyetçileri ve Tanton Ağı’yla bağlantılı göçmen karşıtı aktivistler ortaya atıyorlar. Bazı radikal çevreci egoistler (veya nihilistler) görevlerini uygarlığa ahlak karşıtı darbeler indirmek suretiyle bu tür bir çöküşü ve yıkımı tetiklemek olarak tarif ediyorlar.

Hakim Bey’in Geçici Özerk Bölgesi, Mussolinicilerin Yugoslavya’daki Fiume şehrini almasına dönük övgüler, Zerzan ve Black’in kitaplarını Feral House’a yayımlatması, Ultra örgütünün Donovan’ı savunması, post solun beyaz milliyetçilerle ilişkilerinin bazen net olmamakla birlikte, işbirliği temelli ilerlediğini ortaya koyuyor. Yeoman ve Christensen ile ilgili diğer örneklerse post-solcuların faşist düşüncelere yönelik hoşgörüsünün o düşünceleri farkında olmadan benimsemekle, beyaz milliyetçilere kürsü temin etmekle ve sızma faaliyetlerine açık olmakla sonuçlandığını gösteriyor. Bazen “sol eleştirisi” kılıfı altında hoşgörüyle karşılanan kimi görüşlerin “doğal hiyerarşiler”e onay veren yaklaşımları içerdiği görülüyor. Zira aşırı milliyetçilik, anavatanla ve ecdatla kurulan etnik-biyolojik ve ruhani bağ olarak anlaşılıyor. Bu anlayış, kadınların mücadelesine ve antifaşist mücadeleye karşı çıkıyor, öte yandan şiddeti ve zorbalığı fetişleştiriyor.

Bugün sızma faaliyeti içerisindeki faşizmi ifşa etmek, buna bağlı olarak, güçlü, dolaysız ağlar kurulmak zaruri ise o vakit faşistlerle ilişki kuran radikal hareketlerin tanınmasının eskisine nazaran daha fazla önem arz ettiğini görmek gerek. Anarşistler, faşist sızmaya davetiye çıkartan kaçamak sözleri terk etmeli, anarşiyi eşitlik ve özgürlük mücadelesinin mütemmim cüzü olarak ele almalıdır. Kapsamlı öğrenme süreçleri, gruplar arasında gelişkin polemiklere yol açacak olsa da tüm biçimleri ve muhtelif kılıflarıyla faşizme karşı verilecek mücadelede dayanışma içerisine girmenin bu öğrenme süreçlerinden daha önemli olduğu görülmeli.

Alexander Reid Ross
29 Mart 2017
Kaynak