11 Haziran 2015

Eline, Beline, Diline


Altan Tan, “Selahattin Bey ‘Ben inançlı bir Müslüman’ım. Tek kıblemiz var o da Kâbe’dir’ dedi.[1] Böyle bir laf daha Kılıçdaroğlu’ndan duyulmadı.” lafını etti, kıyamet koptu. Birileri derhal “emanet oylar”ı sopa gibi sallamaya başladı. Altan Tan’ın bu lafı sarfettiği bağlam, Kılıçdaroğlu’nun da “solcu” olduğuna dair diğer program katılımcılarının vurgusuyla ilgili. Tan ise seçimlerde dindar Kürd seçmenden aldıkları oya binaen, söz konusu kıyaslamaya müdahale etmek istedi. Ardından yüzde 13’lük oy oranına sevinen kimi HDP’liler, o oy oranındaki Müslüman Kürd’ün payını hiçe sayarak, Altan Tan’ı neredeyse aforoz etme noktasına geldiler. Herkesi içine alan HDP gemisine kıblesi Kâbe olanları almak istemiyorlardı. Kazanım namına ne varsa mülk edinmek, hanesine yazmak tek alışkanlıklarıydı zira. Oysa seçim sonuçları, Müslüman olan Kürd’ün kendi mazlum millet davasına sahip çıktığını gösterdi. Başarı da zafer de onundu.

Misal, Kete isimli bir friksiyonist şahıs, Altan Tan’ı iktidar ağzıyla konuşmakla suçladı. Onu IŞİD’cilerle kıyasladı. Onların kıblesiyle Tan’ın kıblesinin aynı olduğunu söyledi. Kendisinin dinsiz-imansız olduğunu hatırlatarak, Tan’ın seçimden önce aday olmaması için başlatılan kampanyayı sürdürmeye çalıştı. Bu kampanyanın sahipleri, HDP’nin de kendilerinin o güdük sol örgütleri gibi sığ kalmasını istiyorlardı aslında. O kıbleye yüzünü dönenleri sopalamak, kendileri gibi, burjuva bireyliğine tapmayı öğütlemekti dertleri. Bir insanın kendisi dışında bir değere, kolektif bir gerçeğe yüzünü dönmesi, bağlanması ahmaklıktı onlar için. Altan Tan, Hüda Kaya ve diğer isimler, aptal Müslüman Kürdleri avlamak için atılmış birer gereksiz oltaydı. Bu kesim, Allah olmayı burjuvaziden öğrenmişti, dolayısıyla bu yalana örgütlenmek, bu yalanı sürekli örgütlemek zorunda.

* * *

Sol, halktan, milletten her şekliyle daha zeki olduğuna inanmaya dair bir vehim. Bundan başka bir şey değil. Kitlelerin bir kısmının akıldan yoksun bir biçimde bir avuç makarnaya (AKP) ya da silâh korkusuyla (HDP) oy verdiğine inanıyorlar. Her yerde var bunlardan.

Apo’nun çıkmasını da bu yüzden istiyorlar (DSİP). Çıksın ki politik ağırlığı kalmasın. “Bireyi aşan unsurları bir bir temizleyelim” diyorlar. Siyasetleri, ideolojileri bunun üzerine kurulu. Aydınlanmanın ve burjuvazinin öğrettikleri üzerinden, kitlelerin din denilen gericilik ve akıldışılıkla hareket ettiklerini söyleyip, kendilerini yüceltiyorlar aslında. Güya herkesin kendileri gibi özgür bireyler olmasını, burjuvazinin akıl denilen tanrısına tapmasını istiyorlar. Ama döne dolaşa burjuvazinin pazarına ait gerilimlerin birer dışavurumu oluyorlar. Sonra başarısız olup tekrar aynı bataklığa gerisin geri yuvarlanıyorlar.

Kendisini cümle âlemden zeki ve kurnaz zanneden bu eşhas, Alevîleri de korkutarak onları kendi burjuva tanrılarına mürit kılacaklarını zannediyorlar. Hak-Muhammed-Ali üzre olan, eline-beline-diline sahip olmayı ana düstur bellemiş bir kesimin taşa taptığını düşünüyorlar.

IŞİD de böyle düşünüyor. O çok zeki arkadaşlar IŞİD gibi bakıyorlar dünyaya. Kur’an’da “dağa taşa yemin olsun ki” diye başlayan ayetlerle birlikte düşünülmesi gerekiyor Aleviliğin. IŞİD bu ayetlere küfrediyor, din düşmanı ateist de IŞİD gibi Allah’ı kendi iradesine bağlıyor. Kendi ağızlarından çıkan sözü helva misali çiğneyip belli bir şekle döküyorlar ve sonra ona tapıyorlar. El harama, bel günaha, dil yalana örgütleniyor.

Onca zekilik, sosyal âlemde zır cehalet olarak tezahür ediyor birden. Tevhid bayrağını IŞİD bayrağı zannedenlere, Bahreyn’de iktidara karşı yapılan yürüyüşte binlerce çarşaflı kadını köle pazarının mağdurları olarak sunanlar eşlik ediyor. Bu akıl, en fazla IŞİD’e yarıyor. Kara çarşafı yakıp ondan kurtulma törenleriyle CHP’ye eklemleniyorlar. “Renkli hayat” teraneleri en fazla burjuva pazarına eklemleniyor.

Bu eşhas da ellilerde Sünniliğe Mevlevîliği, Alevîlere ise Bektaşîliği dayatan resmi nizamın diliyle konuşuyor. Ellilerde Konya, altmışlarda Nevşehir-Hacı Bektaş iktidarın kurduğu yerler olarak vücud buluyor. O iktidarın burjuvazi için, ona içrek, onun içinden düşündüğünü görmeyen solcular, en fazla, burjuvazinin sol kanadına bağlanabiliyorlar. En azından o mekânlar “sevgi bizim dinimizdir” diyor ama bu eşhasın bir dini de olmadığından, bu söze de karşılar. Sevgisizler. Sevmedeki teslimiyeti bile küçük görüyorlar.

* * *

2005’te Paris banliyölerinde gençler araba yakıyorlardı. Oradan öğrenen Kürd gençler, özellikle İstanbul’da, arabaları ateşe verdiler sonra. Ama o gençler, şarlici emperyalistlerin saraylarına saldırdıklarında, o Kürd gençler adına birileri o sarayları ziyarete gittiler. Altan Tan’a kızılması bu yüzden. O saraylara yaranmaya çalışanların Altan Tan’ı kurban seçmeleri tesadüf değil.

2005’te banliyöler yakılırken Fransız KP’si içerisinde çalışmış biri o günlerde o gençlere “faşist” diyordu. “Biz, o mahallelere sendikayla bağlantılı bürolar açtık, gelmediler” diyerek, o gençlerin “akılsız it sürüleri” olduğunu söylüyordu. Oysa görülmeyen şu: o sendika da sizin savunduğunuz karikatür dergisi de devletin bir uzantısı. O gençler pratikte bunu gayet iyi biliyorlar, görüyorlar. Bugün Kuaşi Kardeşler’e küfredenlerin Amedli, Batmanlı Kürd gençlerine küfretmesi an meselesi.

* * *

AKP’liler, Menderes-Özal üzerinden bir tarih bilinci oluşturmaya gayret ediyorlar. Dolayısıyla bu isimlerin eksik bıraktıklarına bakıyorlar. Ama bir yandan da onların gidişlerinden ders çıkartıyorlar. Eksik olanı ideolojik manada sıkı duran, belirli bir kitle oluşturmamış olmakta buluyorlar. Muhtemelen de, özellikle Gezi’den beri, böylesi bir kitleyi inşa etmek için hamleler yapıyorlar.

Solcular, dünyaya birey merkezli baktıklarından ve Tayyip denilen bireyi aptal, cahil gördüklerinden, gerideki hamleleri görmüyorlar, AKP'nin saldırısını derhal "faşizm" olarak etiketleme yoluna gidiyorlar. Bu hamlelerde devletli bir yan varsa, devlet dışı, hatta karşıtı bir yan da var. Devrimci olan da bu ayrımı yapabilmekte. Kemalizmin ve burjuvazinin pişirdiği hazır kitleye biat etmekte değil.

Bu açıdan yüzde 40 oy hâlâ yüksek ve başarı addedilmeli. Solcuların halka, değerlerine, imanına, kavgasına küfretmesinin bir sonucu bu başarı. Burjuva aklıyla düşündüklerinden, söz konusu kitlenin egemenlere kul edilmesine hiç ses etmiyorlar. Bu kitlenin parçalanmasını, her bir parçanın burjuvazinin bir koluna tutunmasını istiyorlar içten içe. Bunu “ilerleme” sanıyorlar.

Kemalizm ve müesses nizam, kestaneleri sobadan başka maşalarla almak zorunda. Gerekirse kendisine düşman olan kesimleri birbirine düşürmeye mecbur. Bugün Hüdapar meselesi üzerinden “ateşe benzin dökmeyelim” diyen batı solcularının, bu toprakların dinamiklerine kör yaklaşımlarıyla, o gerçeğe küfreden yanlarıyla her daim benzin olduklarını görmeleri gerek. Müesses nizamın aklıyla düşünenin başka bir şey yapması da mümkün değil.

Eren Balkır
11 Haziran 2015

Dipnot:
[1] “Altan Tan’ın Kılıçdaroğlu’na Yönelik Sözleri Kızdırdı”, 9 Haziran 2015, CNNTürk.

09 Haziran 2015

Oylar AKP'den mi CHP'den mi?


Türkiye’nin Sosyal Muhafazakârları HDP’ye Zaferi Nasıl Getirdi?

 

Türkiye’de dün yapılan çalkantılı seçimin ardından olan biteni eldeki verileri kullanarak göstermenin iyi bir fikir olabileceğini düşündüm.

Şu çok açık: AKP oylarının yüzde onunu kaybederken, Kürdlerin ve Kürd olmayanların desteklediği HDP yüzde 13 civarında oy aldı ve yüzde on barajını geçti, bu sayede, bilebildiğim kadarıyla Kürd yanlısı bir seçmen kitlesine sahip bir politik parti ilk kez meclise girdi. Bu da AKP’nin 2011’de kazandığı 327 koltuğun 258’e düşmesi anlamına geliyor.

Bu yazıda tartışma imkânı bulamayacağım başka meseleler de var ama ben burada özel olarak HDP’ye ve onun yüzde on barajını aşmasını ne tür bir seçmen kitlesinin sağladığına odaklanmak istiyorum.

Kimileri Demirtaş’ı öne çıkartıyor. HDP ve elde ettiği seçim başarısı, solun[1]veya liberalizmin[2] [3] geri dönüşü olarak takdim ediliyor. Partinin ve Demirtaş’ın, başka konular yanında, LGBT toplumuna yönelik destekleyici duruşu[4] ile bir insan hakları avukatı oluşu üzerinde duruluyor.[5] Demirtaş’ın birçoklarınca “Kürd Obama” olarak anılması boşa değil.

Takip etmesi gereken soru şu: HDP’nin seçim başarısının, ilericilerin ve liberallerin Türkiye’deki oy gücünün bir ifadesi olduğunu söylemek ne ölçüde mümkün?

“Emanet oylar”dan, yani ağırlıklı olarak geleneksel manada (benim varsayımıma göre) CHP destekçisi olanlardan gelen stratejik oylardan bahsedilse de, seçim sonuçlarına baktığımızda, HDP’yi meclise sokanın geleneksel sağ oylarda yaşanan kayma olduğu görülüyor. Bu kayma, Doğu’daki toplumsal açıdan muhafazakâr olan Kürd topluluklar ile AKP’yi terk edip HDP’ye geçen, büyük şehirlerde yaşamakta olan kesimler arasında yaşandı.

Bunu göstermek için aşağıda ben daha çok partinin oy yüzdelerine ve son 2011 seçimi ile 2015 seçimi arasında bu yüzdelerin nasıl değiştiğine odaklandım. 2011 seçimine katıldıkları için bu değişikliği AKP, CHP ve MHP üzerinden okumak çok kolay. HDP için bu değişim çok net değil, zira partinin birçok üyesi o seçimlere bağımsız adaylar olarak girmişti. Bu amaçla, HDP bağlamında ben HDP’nin ilgili şehirde 2015’te aldığı oy oranı ile tüm bağımsızların 2011’de aldıkları oyların toplamına baktım. Burada şehrin politik açıdan Kürd partilerin aktif olup olmadığını göz önünde bulundurdum.[6] Eğer şehir bölgenin dışında ise bu noktada 2015 oy oranına baktım. Önce aşağıdaki grafikte oy oranlarını illere göre bir araya getirdim, buradaki sıralamada AKP’nin 2015 ile 2011 seçimlerinde aldığı oy oranları arasındaki fark göz önünde bulunduruldu.


Öncelikle bu grafik, AKP’nin oy oranının Kürd bölgesinde ciddi bir biçimde azaldığını gösteriyor. Bu bölgede AKP’den HDP’ye kayma yaşandığı görülüyor. Bu noktada en ilginç ve çarpıcı örnek Ağrı. Bu şehirde AKP’den HDP’ye yaşanan kaymanın yüzde 30’un üzerinde olduğu görülüyor. Diğer bir örnek ise Tunceli. Ağırlıklı olarak Alevî Kürd olan bu şehirde kayma CHP’den HDP’ye doğru yaşanmış. Mersin, Adıyaman, hatta Adana gibi yerlerde HDP’nin kazancı ile CHP’nin kayıpları orantılı. Grafik ayrıca MHP’nin de birçok ilde oldukça iyi sonuçlar aldığını gösteriyor.

İl düzeyindeki oy kaymalarını gösteren bu grafiğin büyük şehirlerdeki kaymaları az göstermesi muhtemel, aşağıdaki grafiklerse bu konuda daha fazla şey söylüyor. Bu grafikler, partilerin 2011 ve 2015’te aldıkları oy oranlarındaki değişikliklerle bağlantılı ve bu değişiklikleri çift yönlü olarak değerlendiriyor: HDP-AKP, HDP-CHP, HDP-MHP, AKP-CHP, AKP-MHP ve MHP-CHP arasındaki kıyaslamalar il düzeyinde yapılıyor, her bir çember o ildeki geçerli oy sayısının kareköküne denk düşüyor. Büyük çemberler daha kalabalık şehirleri ifade ediyor.


Sol üstteki grafik, AKP’nin Kürd illerindeki oy kayıpları ile HDP’nin oy artışları arasındaki ilişkiyi, aynı zamanda ülkedeki en büyük şehir olan İstanbul’daki önemli oy kaymasını gösteriyor. Çizgi üzerindeki noktalar birebir ilişkiyi ifade ediyor: örneğin AKP’nin kaybettiği her bir oy HDP’nin kazandığı bir oy. Çapraz çizgi üzerindeki noktalar ise AKP’den HDP’ye yaşanan kaymayı anlatıyor. Örneğin bu kaymanın İstanbul, Adana ve Mersin’de yaşandığı görülüyor. Özellikle İstanbul’daki oy kayması bir milyon oya denk düştüğü için önemli ki bu da HDP’nin aldığı toplam oyların altıda birine denk düşüyor. Çizginin altındaki noktalarsa AKP’nin HDP dışındaki partilere de oy kaptırdığını anlatıyor.

Üst orta grafik, CHP’den HDP’ye giden oyları gösteriyor. Burada oy kaybının görece daha küçük bir oranda gerçekleştiği görülüyor. Birçok gözleme göre, HDP oy oranındaki artışı ifade eden çapraz çizgiye bakıldığında, kısmen CHP’den gelen oylar daha az. Üst sağdaki grafik ise HDP-MHP ilişkisini gösteriyor, neredeyse L şeklindeki bu ilişki iki partinin oy artışlarının birbirlerine görece dikey bir konumda karşılığını buluyor. Üst sağ grafikteki gözlemler, Gaziantep, Erzurum ve Elazığ gibi şehirlerle ilgili ve AKP’nin hem HDP’ye hem de MHP’ye oy kaybettiğini gösteriyor.

Alt sol ve orta grafikler AKP-CHP ve AKP-MHP arasındaki kıyaslamaya dair. Buna göre AKP ve CHP Bursa, İzmir gibi şehirlerde başka partilere oy kaybetmiş (alt sol grafik). Buralarda AKP’den CHP’ye önemli oy kaymaları yaşanmış. Ayrıca Rize ve Ordu’da da çarpıcı oranlarda oy kaymış.

Alt orta grafikte görebildiğimiz kadarıyla, AKP Kayseri, Kütahya ve Manisa’da MHP’ye önemli oranlarda oy kaybetmiş. Alt sağ grafikte ise Aksaray, Elazığ, Kahramanmaraş ve Gaziantep’te MHP’nin CHP’den az da olsa belirli miktarda bir milliyetçi oyu aldığı görülüyor.

Toplamda iller bazında AKP’den HDP’ye ciddi oy kayması yaşanmış, CHP’den HDP’ye gelen oyların oranı ise diğerine kıyasla daha düşük. Bu da yaşanan bu seçimin solun yükselişini gösterdiğine dair tespitin yanlış olduğunu gösteriyor. Zira AKP’yi destekleyenler sağcı (ya da en azından solcu değil).

Bu da İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerdeki oy kaymalarıyla ilgili soruyu cevapsız bırakıyor. İl bazında sol oylarda anlamlı herhangi bir artış gözlemleyemiyorsak, bu şehirlerde yaşanan nedir?

Zamandan kazanmak adına ben burada toplam oyların beşte birini ifade eden ve HDP’nin oyların altıda birini aldığı İstanbul’a odaklanacağım. Bu amaçla aşağıda İstanbul için oy oranlarındaki mahalle bazlı kaymaları verdim. Bildiğim kadarıyla, 2011’de bağımsız bir Kürd aday olmadığından, burada HDP’nin 2015’te aldığı oy oranına başvuruyorum.


HDP ile AKP’yi ayrıca HDP ile CHP’yi kıyasladığımızda HDP’nin her iki partiden oy aldığını görüyoruz. Ancak HDP-AKP saçılım grafiğinin merkezi solda iken HDP-CHP konusunda İstanbul’un birçok mahallesinde HDP’deki oy artışının CHP’den ziyade AKP ile ilişkili olduğu görülüyor. Aslında İstanbul’da bile sol oylarda HDP’ye ciddi bir kayma yaşandığına dair elde yeterli delil yok. Son olarak da sağdaki grafiğe bakalım. Bu da dikey eksen üzerinde bulunan CHP ile yatay eksen üzerinde bulunan AKP arasındaki ilişkiyi gösteriyor. Genel manada CHP’nin oy oranı büyük ölçüde sabit kalmış (2011’de %31; 2015’te %29). Parti bu seçimde HDP’ye bir miktar oy kaybetmiş ama biraz da AKP’den almış.

Bu uygulamada mesele şu: dünkü seçimde HDP’nin elde ettiği seçim başarısının Türkiye solunun veya liberallerinin bir tür dirilişini ifade ediyor olduğunu söylemek mümkün değil. HDP’nin politik nüfuzunda gerçekleşen patlama, büyük ölçüde Doğu’daki ve İstanbul’daki AKP seçmenleriyle ilgili. Özellikle Kürd yanlısı partilerin bağımsız adaylarını desteklemiş olan doğuda AKP’nin eski başarısı, önemli oranda halkın dinî muhafazakâr değerlerine cevap vermiş olması ile bağlantılı. İstanbul’da bile HDP’nin AKP’den aldığı oyların önemli Kürd gruplarından geldiğini söylemek mümkün. Gene de bunun sınamadan geçmiş bir hipotez olmadığını söylemem lazım.

Kanaatimce, HDP’nin başarısı büyük ölçüde Kürdlerin başarısı. (Kürdler mecliste ilk kez doğru düzgün bir temsiliyet imkânına kavuşuyorlar.) Aslında HDP’nin vitrininde duran liberal ve solcuların yarattığı cazibeye rağmen, bu isimlerin altta dindar ve toplumsal açıdan muhafazakâr, üstte ise seküler ve ilerici olan bir partiyi yönetmelerinin güç bir iş olacağını da belirtmek gerek. Bu nedenle gözlemciler, Kürdlerin uzun süredir liberal alternatifi sunmayı başaramamış mevcut Türk partileri karşısında liberal bir alternatif sunacağını umuyorlar ama muhtemelen hayal kırıklığına uğrayacaklar.

Aklıma gelmişken şunu da belirteyim: Türkiye’de liberal demokratik bir parti var ve ismi de “Liberal Demokrat Parti” (LDP). Dünkü seçimde bu parti oyların yüzde 0,06’sını aldı. Liberal Türkiye arayışı hâlâ devam ediyor.

Erik Meyersson
8 Haziran 2015
Kaynak

Dipnotlar:
[1] David Barchard, “Who are the Winners and Losers in Turkey’s Election?”, 8 Haziran 2015, Prospect.

[2] Agence France, “Turkey Election 2015”, 8 Haziran 2015, Guardian.

[3] Suat Kınıkoğlu, “Turkish Opposition’s Secret War”, 2 Haziran 2015, FP.

[4] Osman Kaytazoğlu, “Turkey’s Kurds Back Unlikely Contender”, 9 Ağustos 2014, Aljazeera.

[5] Gianluca Mezzofiore, “Selahattin Demirtas”, 5 Haziran 2015, IBT.

[6] “Where the Race will be Fought”, 19 Nisan 2015, James in Turkey.

08 Haziran 2015

,

Fil Avı


Önce fili bir tuzağa düşürüyorlar. Siyah elbiseli adamlar sopalarla fili dövüyor. Ardından beyaz elbiseliler gelip onu kurtarıyor.

Fuat Avni’sinden Fethullah’ına belirli bir kesimin AKP ile bu türden bir ilişki içerisinde olduğunu söylemek mümkün mü? Bir yanımız faşizmle korkutulup liberalizme kul ediliyor olabilir mi?

Milletin belini incitmeden sömürmenin, düzene bağlamanın yollarını hep birlikte arıyor olabilirler mi? Aktör olduğumuzu sanırken, yönetmenin son kurgusunda figüran olduğumuzu görürsek ne olacak?

Önce Mersin’de sesi duyurulan, iki gün önce Amed’de şiddeti yaşatılan bombalar, bir terbiye ve entegrasyon operasyonunun parçası olabilirler mi? Seçimlerin devlet nizamı açısından hiçbir hükmünün olmadığı bir düzende bizim hâlâ seçimler denilen şurupla uyutuluyor olduğumuz söylenebilir mi? Seçimlerin bir hükmünün olduğuna inanmak kime yarar sağlıyor?

96’da kurulan seçim bloğunun mitinginde, o zaman aday olan Haluk Gerger kürsüde, “biz seçimlerin en geri politik mücadele aracı olduğunun bilincindeyiz.” diyordu. Bugüne, seçimlerin tek kurtuluş yolu, her şeyin tılsımı, sihirli asası olduğuna inandığımız günlere ne ara geldik? Bunda, o gün genç veya orta yaşlı olan şeflerin bugün yaşlanmış olmasının rolü nedir? Tekil birey şeflere indirgenmiş bir kolektif mücadele nereye gidebilir?

Bu açıdan arkadaşlarımızın çeşitli yazılarına tepki geliştiren, hemen Kürd’ün arkasına saklanan, derhal en pespaye liberali bile sahiplenen, “hep birlikte, çoğul çoğul çağıldıyoruz, barajı yıkıyoruz” diyene o barajın önünü-arkasını göstermeye çalışana “dikkatimi dağıtma” diye tepki gösteren dostlarımızın belirli ayıraçlarla, ölçülerle, bağlam dâhilinde düşünüp hareket etmesi gerekiyor, gerekecek.

* * *

Seçimin hemen ardından hâkim olan öforiyi bozmaya, pişmiş aşa su katmaya, neşeli havayı dağıtmaya hakkımız var mı? Yani bu anlamda HDP şahsında yaşanan zafer bir tuzak olabilir mi? Tersi, kötüyü, olumsuzu öne almak, tam da bu momentte gerekli mi? İnsanın en zayıf olduğu an, kendisini en güçlü hissettiği an olabilir mi?

Gezi zamanı Ankara’da bir forum kuruldu. Doğal olarak Ethem’in ismi verildi. Forumun içeriğine ve biçimine yönelik itirazlarımız ve eleştirilerimiz, verdiğimiz hesap[1] dâhilinde, açık[2]. O gün parkta toplananlara “Parkın ismini değiştirdik. Belediyedeki dostlarımızdan gerekli izinleri aldık” diyenler, bu yalanı gizleme yoluna gittiler. Sonra dediler ki, “parkın ismi değişmedi ama belediyeden parkın restorasyonu sözünü aldık.” Bunun da yalan olduğu anlaşıldı. Park hâlâ aynı izbe park. Bu arkadaşlara zorla kabul ettirdiğimiz, parkın ismini izin-mizin almadan değiştirme önerimiz gerçekleşti. Bir tabela astık. O tabelayı astığımız binanın yerinde bugün yeller esiyor. Biz hesap sorduk, hesap verdik; bunları yapanlar, belediyedeki samimi dostlarıyla birlikte, zerre hesap vermediler. Demek ki burjuvaziyle aşık atmak, aynı düzlemde, eşit olunduğu yanılsamasına kapılmak, çürümeyi dayatıyor. Demek ki bağımsızlık, proleterlik üç-beş cümleyi ezberlemiş olmakla, vehimlerle yaşamakla ilgili değil.

Mesele, parkın düzen kanalları içerisine alınması ve orada çözülmesi idi. Kafanın içerisinden bakıldığında görülmeyen buydu. Bu örnek, öznel bir gerekçe ile değil, genel bir bağlam dâhilinde veriliyor. Bugün o arkadaşlar, Soros vakfının “HDP barajı aşamazsa Türkiye için vahim sonuçlar doğar” sözünün altına imza atıyorlar, bu sözün “isabetli ve doğru” olduğunu söylüyorlar. “Sorosçu beklentinin sınıfsal anlam ve içeriğinin irdelenip tartışılması ayrı bir konu” diyorlar. Meselenin de ayrı olan o “konu” olduğunu görmüyorlar. Öte yandan Demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız” [17 Mart] diyene kadar neden HDP’ye destek açıklaması yapmadıklarının, bu güvensizliğin bir izahı da yok.[3] Hele ki 2006’da yaptıkları Soros eleştirisinin bugün karşılıksız kalmasını görmek çok acı. [“Soros azılı bir komünizm düşmanı ve liberalizm savunucusudur. (…) “Liberal vahşet için sınırsız özgürlük operasyonları” (…) “Bugün en büyük tehlike açık toplumun kendisi!”]

O gün parkın iç çekişmeler yüzünden tıkandığı noktada bir yürütme kurulu oluşturuldu. Kendisini parkın sahibi görenler, günahlarını başkalarına yükleyip kaçmak için fırsat kolluyorlardı. Bizi de çağırdılar. Tartıştık. Parkın sahipleri bizi yürütme kuruluna çağırma gerekçesini şu cümleyle izah ediyorlardı: “Biz size yol açarak size mani oluyoruz.” Bu, mealen şu anlama geliyordu: “eleştirilerinizi içeriyoruz, mas ediyoruz, hükümsüz kılıyoruz.” Arkadaşlar siyaseti sadece kelle toplamak ve saymak olarak bildikleri için, asıl olarak, bizim eleştirilerimizin kendilerinden kopartacaklarını, uzaklaştıracaklarını düşündükleri insanların sayısı ile ilgileniyorlardı, eleştirilerin anlamının, içeriğinin bir önemi yoktu. Bu mikro örnekten makro ölçeğe geçmek gerek. Söz konusu cümle egemen ideolojinin de düşünce tarzı. “Bu ideoloji de toplamda biz’lere yol açarak onlara mani oluyor mudur?” diye sormak gerek.

* * *

Çok alametler belirmişti. AKP, aday tercihleri ile Kürdistan’ı boşalttığının sinyalini vermişti. Mehmet Metiner bile İstanbul’dan adaydı. Kraldan fazla kralcı Abdurrahman Kurt gerilere itilmişti. Sonraki süreçte Ağrı, Mersin, Adana, Erzurum ve en son Amed’deki saldırılar, kalanların dışarı çıkartılması içindi. AKP, örgütlenmeden sorumlu adamını sadece Karadeniz’e kilitledi. Çeşitli aşiretlerle kurulan ilişkiler tek tek koptu. Sırrı Süreyya da son mülâkatlarından birinde AKP adaylarının boş olduğunu söylüyordu. Buna bir de AKP propagandasının önemli bir payandasının HDP olmasını da eklemek gerekti. 2002 seçimlerinde Cem Uzan’a aynı muamele yapılsa, mitinglerde sürekli dile dolansa, muhtemelen iktidar ortağıydı. Bugün Cem Uzan figür olarak içeriğini CHP’ye, biçimini HDP’ye bıraktı. Türkiye’nin önü açılmalıydı. Bu ülkeyi yıkıp yeni bir ülke kurmak isteyenleri, ülke ve iktidar ilişkilerine sızıp önemli yerleri ele geçirmeyi siyaset zanneden Fethullahçı akla örgütlediler. Yüksek siyasetin dehlizlerinde, pazarlık masalarında yitip gitmemizi istiyorlardı zira.

Bu noktada devreye Soros ve türevleri girip, “toplumun birliğe ihtiyacı var” emrini verdi. “İstikrar, demokrasi ve insan hakları” için HDP şarttı onlara göre. Medyasıyla, en son Mardin’de HDP’ye destek açıklayan Ahmet Özal’a kadar bir yığın kesimin partinin barajı aşmasını HDP’lilerden daha fazla istediği bir durum yaşandı. Erdoğan önce “ben başkanlığın tartışılmasını istiyorum sadece” dedi. En son konuşmasında da HDP’nin barajı geçtiği ön bilgisiyle, meclis içerisindeki aritmetiğin oluşumunu eleştirdi. Yani “%34 aldım, mecliste %60 küsura hâkim oldum. Ama sonra tam tersi oldu” diyor, iki gün sonra olacak seçimde benzer bir kaybın yaşanacağını ima ediyordu. Seçim hileleri, SEÇSİS üzerinden dönen tüm mavralar hükmünü yitirdi. Fuat Avniciler oradan akan ideolojik selde sürüklenip kıyıya vurdular. Bundan sonrasında atılacak adımlar tüm bu alametleri okumak suretiyle atılacak, bu kesin. Barajı geçmeye dair zafer sarhoşluğundan hemen çıkmak gerek, bu açık.

* * *

“Bizler, Erdoğan’a siyasal demokrasinin sınırlarını genişletmek, demokrasi mücadelesinin bir önemli aşaması tam da Erdoğan’ın nobranlığıyla hesaplaşmak olduğu için karşıyız. Erdoğan’a karşıyız, çünkü özgürlüklerin sınırsız ölçüde genişlemesinden yanayız.” diyor DSİP’liler seçimden önce. Üstelik çok değil, beş yıl önce miting kürsülerinden kendisine teşekkür eden adama… Burhan Kuzu’nun “Biz aslında 2010’da iktidar olduk” lafına binaen, o iktidar oluşa destek verenler bugün bu lafları ediyorlar. Bugün de tek dert, “nobranlık”. Ya bu oyunun ötesi, berisi, gerisi?

TDK “nobran” sözcüğünün anlamını “davranışı kaba, sert ve gönül kırıcı olan” olarak veriyor. DSİP’lilere göre, 2010’da kabalaşan, sertleşen ve kırıcılaşan Erdoğan artık sınırsız özgürlüklerin önünde engel. Artık bugün itibarıyla, Yüksekdağ’ın vurgusunda olduğu üzere, “sınırsız özgürlükler” kimin, neyin gürleşmesiyle ilgili, süreçte görülecek. Burjuvazinin, sermayenin, tekellerin, ülke içi Kemalist müesses nizamın gürleşmesine bel bağlamanın beli kıracağı kesin. Tayyip’in burnunu sürtmek için ne kadar eğildiğimizi önümüzdeki mücadele süreci gösterecek. Zaferin salt bu işleme ne ölçüde indirgenip indirgenmediğini hayat söyleyecek bizlere. Kürd’ün mücadelesi bizde mi çözülecek, biz mi Kürd’ün gerçek hamlesinde dağılacağız, hep birlikte göreceğiz.

Ama bugün görülmesi gereken şu: zafer Kürdlerin, DSİP ve onun türevlerinin değil. Dünyayı kendi kafasının içerisinde yaşayan, hayal âlemini politik zanneden, burjuva özneliğini tanrı gören, özne hâline bakınca burjuvadan da tanrıdan da kurtulduğu vehmine kapılan bireyler hiç değil.

İçinde patlayan bombayı, anlık, yerinde örgütlenmeyle bertaraf etmeyi bilen, bir şehri ilmek ilmek örülen direnişle kurtuluşa taşıyan, derin imanı ve yüce kavgasıyla o milletindir zafer.

Zafer, Amed’in orta yerinde kopan bacaklarına rağmen zafer işareti yapmayı bilenindir. Onun dışında kimse kendisine pay biçmesin, övünmesin, böbürlenmesin. Öğrensin, “[…] ‘Öcalan geçmişte kaldı, artık kenara çekilmeli’ diyorlar. Evet, sık sık ben de böyle düşünüyorum.” diyen Hollandalı gazeteci gibi akıl oyunlarıyla hareket etmesin, örgütlensin.[4]

Dolayısıyla; “bu ülkede zaten devrim oldu, mesele onu ilerletmektir.” diyen CHP’ci yaklaşıma benzer bir biçimde, “Kürdler devrim yaptı, mesele onu ilerletmektir” kolaycılığına eklemlenecek bir devrimcilik ve sosyalizm mücadelesinin tüm o cılız köklerini yitirmesi kaçınılmaz. Öğrenci olup mücadeleye girmekle, öğretmen olup öğretmenler odasında çekirdek çitlemek asla aynı şeyler değil. Bu durumda tüm mücadelenin ağaların-paşaların kurduğu bir binanın eşiğinde kurban edilmesi, oraya kapatılması tehlikeli. Yakın geleceğimizi tayin edecek soru ise şu: Kolektif mücadele mi yoksa o binanın koridorlarındaki muhabbetler mi öncümüz olacak?

Eren Balkır
7 Haziran 2015

Dipnotlar:
[1] “Barikata ve Ethem’e Hesap”, 18 Eylül 2013, İştirakî.

[2] “Kuru Sıkı Mantar Tabancası”, 20 Eylül 2013, İştirakî.

[3] Alınteri, “Neden HDP?”, 18 Mart 2015, Sendika.

[4] Frederike Geerdink, “HDP’nin Öcalan’la Arasına Mesafe Koyması Barışı Yokuşa Sürer”, 1 Haziran 2015, Diken.

07 Haziran 2015

Din Özgürlüğüne Karşı İfade Özgürlüğü


Din Özgürlüğüne Karşı İfade Özgürlüğü:

Phoenix Camii Dışında Silâhlı İslam Karşıtı Yürüyüş

 

İslamofobinin yükselişe geçtiği bir dönemde, (29 Mayıs 2015) Cuma günü Phoenix Camii dışında İslam karşıtı bir yürüyüş gerçekleştirildi. Bu, son iki hafta içerisinde aynı caminin dışında yapılan ikinci yürüyüş. 17 Mayıs’ta yapılan ilk yürüyüş çok daha az ilgi görmüş, sosyal medyada daha az karşılık bulmuştu. Bu son yürüyüşse daha fazla ilgi gördü.

Son yürüyüşü örgütleyen, bir Phoenixli olan Jon Ritzheimer. Ateist olmakla gurur duyan Jon, Irak Savaşı’nda yer almış eski bir deniz piyadesi ve İslam’ın şiddete dayalı bir din olduğu iddiasında. Ellerinde tabanca, saldırı tüfeği, Amerikan bayrakları ve Hz. Muhammed çizimleri bulunan 250 kişilik kalabalık Phoenic İslam Cemaati Merkezi’ne yürüdü.

Başka bir grupsa aynı saatlerde dünyaya Arizonalıların insanların dinlerini huzur içerisinde yaşama haklarına saygı duyduklarını göstermek amacıyla, “sevgi yürüyüşü” adı altında bir yürüyüş düzenledi.

Phoenix polisinin tahminine göre, yürüyüşlerde, iki tarafta da 250’şer olmak üzere toplam 500 kişi vardı.

Ritzheimer’i destekleyenler, Cuma öğleden sonra bir parka geldiler ve saat altıda bisikletlerine ve otomobillerine binip camiye gittiler. Bazıları Amerikan bayrakları salladı, bazıları da Hz. Muhammed’e ait olduğu iddia edilen çizimleri medyaya gösterdiler.

Diğer tarafta ise cami cemaatine ait olmayan insanlarsa “Nefret Değil Sevgi” yazılı dövizler taşıdı. Tempe’teki Kefaret Kilisesi’ne mensup bir grup, mavi kıyafetler içerisinde gelip cami önünde sıralandı. İddialarına göre, bu rengi barışçıl olduklarını göstermek için giydiler.

İslam karşıtı yürüyüş öncesi bir barda parti düzenlendi ve burada “Muhammed çizimleri” yarışması yapıldı.

Cuma günü Ritzheimer Facebook sayfasına şu mesajı yazdı: “Başkan Obama ‘gelecek İslam’a hakaret edenlerin olmamalıdır’ diyor. Ondan bu ifadesini şu şekilde değiştirmesini istiyorum: ‘Gelecek, eğer isterlerse, İslam’a hakaret edenlerin olmalıdır.’[…]”

Yürüyüşü örgütleyen bu isim, katılımcıların silâhla gelmelerini istedi. Bunun bir anayasal hak olduğunu söyledi. Birçoğu askerî kıyafet içerisindeki yürüyüşçüler ellerinde saldırı silâhlarıyla geldiler yürüyüşe. İslam karşıtı yürüyüşe dazlaklar ve üzerinde Nazi SS sembolü bulunan bir tişört giymiş bir adam da katıldı.

Bir gazeteye göre yürüyüşte renkli tişört giymiş bir eylemci Kur’an sayfalarını yırtıp ağzına attı. Onun yanındaki bir kolej öğrencisi ise kitabın kalan kısmını yere atarak elindeki megafondan şunları bağırdı: “Bu kitaba ihtiyacınız yok, bu kitap yalan ve nefret dolu! Hey Müslümanlar, kitabınıza bakın, yırtıldı, kirlendi. Siz domuzsunuz, sahtekâr Müslümanlarsınız!”

Kendisini “vatansever” olarak tarif eden Jon Ritzheimer, bu İslam karşıtı yürüyüşü “İfade Özgürlüğü Yürüyüşü” olarak isimlendirdi ve yürüyüşün Teksas-Garland’da 3 Mayıs günü Hz. Muhammed karikatürüne yönelik saldırıya cevap olarak yapıldığını söyledi. Bu saldırıyı Elton Simpson ve Nadir Sufi isminde iki kişi gerçekleştirdi. Hz. Muhammed karikatürleriyle ilgili yapılan bir yarışmaya tüfeklerle ateş açan bu kişiler bir güvenlik görevlisini vurdular. Polisin ateş açması sonucu Simpson ve Sufi öldürüldü. Phoenix İslam Cemaati Merkezi’nin, Simpson ve Sufi’nin bir süredir gittiği cami olduğu söyleniyor.

Müslüman Karşıtı Müfrit

Teksas’taki karikatür etkinliğinin ev sahibi, Amerika Özgürlüğü Savunma Girişimi Başkanı, Müslüman karşıtı aktivist Pamela Geller. Başında olduğu grup, Güney Sefalet Hukuku Merkezi’nce, İslam karşıtı bir nefret grubu olarak sınıflandırılıyor:

“Pamela Geller, İslam karşıtı hareketin en fazla göz önünde bulunan, en parlak siması. Sürekli İslam’a, ayrım gözetmeksizin, kaba ve kulak tırmalayıcı sözlerle saldırıyor. Obama’nın Malcolm X’in ‘gayrimeşru çocuğu’ olduğunu iddia ediyor. İslam çalışmalarıyla asla ilgilenmiyor, Amerika’nın İslamîleştirilmesini Durdurun grubundan Robert Spencer’ın iddialarını paylaşıp duruyor.

Geller, Avrupalı ırkçılar ve faşistlerle aynı dilden konuşuyor, Güney Afrikalı ırkçıları övüyor, Sırp savaş suçlusu Radovan Karadzic’i savunuyor, Sırbistan’daki toplama kamplarını inkâr ediyor. Yahudi liberalleri eleştiriyor ama öte yandan İsrail yanlısı bir konum alıyor.”

Yazar Heather Digby Parton’ın ifadesiyle, Geller azılı bir İslam karşıtı müfrit. Hedefi batı dünyasını Müslümanlardan temizlemek. Üstelik bunu Balkanlar’ı Müslümanlardan arındırmak isteten Slobodan Milosevic gibi yapmak istiyor. Web sitesinde bir İngiliz aktivistine ülkeye yönelik Müslüman göçü konusunda şunları söylüyor:

“Eğer bir hükümet İslam’la ilgili giderek artan sorunlarla nasıl başa çıkacağını öğrenmek istiyorsa, Osmanlı ordu subayı Mustafa Kemal Atatürk’ten bazı tavsiyeler almalı. Atatürk, İslam’ı İslamî materyalleri tümden yasaklayıp, camileri yıkarak, ülkesindeki İslam’a ait her türden izi silip bu kötülükten kurtularak ilga etmeyi bildi. İsyan etmeyi deneyenlerse kontrol altına alındılar ya da öldürüldüler.

Artık Birleşik Krallık da dışarıda askerini heba etmekten vazgeçmeli, o askerleri ülkeye getirip onların sokaklarda devriye atmalarını sağlamalı, Müslümanları o sokaklardan söküp atmalı. Artık vakit sınır dışı programlarını planlayıp uygulama vakti. Hatta İngiltere’de doğmuş Müslümanlar bile anne-babalarının ülkesine gönderilmeli.”

Kısa süre önce Washington’daki taşımacılık kurumu, kariyerini İslam’ı ve Müslümanları şeytanlaştırmaya borçlu olan Pamela Geller’in İslam karşıtı reklâmının panolara asılmasını istemedi.

Son birkaç aydır Müslüman karşıtı gruplar ABD’de epey aktif. Reklâm panoları satın alıp gösteriler düzenleyerek İslam’ı şiddete dayalı bir din olarak sunmaya çalışıyorlar. Bu noktada hep Irak ve Suriye’deki İslam Devleti militanlarının zorbalığına dair alıntılara başvuruyorlar.

Iowa’daki Luther Koleji’nde din profesörü olan ve İslamofobi çalışan Todd Green’e göre, “Amerikalıların neredeyse üçte ikisi tek bir Müslüman bile tanımıyor. Tek bildikleri IŞİD; El-Kaide ve Charlie Hebdo.” Green, bu noktada Peygamber’e atfedilen karikatürleri dergilerinde yayınlaması üzerine yaşanan öfke sonucu 12 insanın öldürüldüğü mizah dergisi Charlie Hebdo’nun Paris bürosuna Ocak ayında yapılan saldırıya atıfta bulunuyor.

Abdüsettar Gazali
4 Haziran 2015
Kaynak

06 Haziran 2015

,

Humeyni'ye Suikast


İsrail’in dış istihbarat kolu Mossad’dan ayrıldıktan yirmi üç sene sonra bir hatıra, Yossi Alfer’i sabahın dördünde uyandırıyor. O günlerde hâlâ Paris yakınlarında sürgünde olan Ayetullah Ruhullah Humeyni’yi 1979’un başında öldürme isteğini Mossad ya kabul etmiş olsaydı?

Verdiği mülâkatta Alfer bu soruya “cevap vermesi imkânsız” karşılığını veriyor. “Oldukça karizmatik liderlerin merkeziliği ve dolayısıyla onların ortadan kaldırılması için her zaman bir gerekçe ortaya konulmak zorunda.”

Alfer, bu olayın temellerini son kitabı Periferi: İsrail’in Ortadoğu’da Müttefik Arayışları’nda ortaya koyuyor. Mossad’ın başındaki isim olan İshak Hofi, Mossad’ın Tahran temsilcisi Eliezar Şafrir ile Alfer’i huzuruna çağırıyor ve onlara, giderek büyüyen protestoların önünü kesmek için o dönem Şah’ın bekçi niyetine atadığı başbakanı Şapur Bahtiyar’dan gelen, Humeyni’ye “suikast düzenleyin” ricasını iletiyor.

Şafrir’in cevabı olumsuz oluyor: Eğer Humeyni İran’a dönerse, onun muhtemelen ordu ve Şah’ın güvenlik polisi Savak’ın hakkından geleceğini söylüyor. Alfer derin bir nefes alıp şu tespiti yapıyor: “Mevcut risk hakkında hükümde bulunabilmek için, Humeyni’nin neyin savunucusu olduğunu, elinde ne tür imkânlar bulunduğunu pek bilmiyoruz.”

Humeyni’yi hafife almak sadece Mossad değil, ABD, Britanya ve Savak’ın da önemli bir hatası. Bugün bildiğini bilse Alfer neyi tavsiye ederdi acaba?

Alfer bu noktada, “Eğer bu konuşma birkaç ay sonra yaşanmış olsaydı, ben muhtemelen ‘bu riske değer’ derdim” diyor. “Ben farklı bir görüş sunsaydım, Mossad başkanının farklı bir karar vereceğini söylemiyorum, bu, bugüne kadar bende kalan bir yüktür.”

Devrimciler iktidara gelince niyetlerini hızla açık ediyorlar. “Muhalefetin hakkından nasıl geldiğini, tüm o idamları gördük ve onların kararlılıklarını bir biçimde takdir ettik. Devrimi ihraç etmeyle ilgili planlarını hiç saklamadılar. Anlaşılan o ki Bahtiyar bunu anlamıştı ama biz ne Bahtiyar’ı ne de mollaları tanıyorduk. Gidişatı anlamadık.”

Alfer’in bu sürükleyici çalışması kendi tecrübesine ve bir yığın mülâkata dayanıyor. Kitap, esas olarak Cemal Abdunnasır liderliğindeki Mısır’ın başını çektiği, “Arap merkezci” devletlere karşı İsrail’in bölgesel müttefikler bulduğu, 1957-8 döneminde başbakan olan David Ben Gurion tarafından geliştirilmiş “Periferi Doktrini”ni inceliyor.

Alfer, “Mossad’ın başbakana bağlı olduğunu, dolayısıyla Ben Gurion’un bu görevi Mossad’a vermesinde bir anormallik bulunmadığını” söylüyor: “Ben Gurion dışişleri bakanlığına uzaktı. Bunlar gizli ilişkilerdi ve temelde bu ilişkilerle ilgili tüm bilgileri başbakana bildirmek de Mossad’ın işiydi.”

Alfer gibi Mossad ajanları, ülkelerde ve oralardaki etnik veya dinî azınlıklar içerisinde faaliyet yürütüyorlar. Bu faaliyet alanları Etiyopya’yı, Sudan’ı, Fas’ı, Yunanistan’ı, Lübnan Marunîlerini, Irak Kürtlerini, güney Sudan’ı ve Berberîleri içeriyor.

Alfer, o dönemde Saddam Hüseyin’in iktidarda olduğu Irak’ta Kürt savaşçıları eğitiyor, ta ki Şah, 1975’te Cezayir Anlaşması ile Kürt isyanına yönelik desteğine son verip fişini çekene kadar.

İsrail’in Ortadoğu’da müttefik arayışı üç başlıklı. Ellilerden beri Türkiye ve İran ile istihbarat üzerinden bir ittifak söz konusu. İran ile ilişki 1979 Devrimi’ne dek sürüyor, 2009 civarı başbakan Erdoğan ile birlikte iki ülke arasında belli bir mesafe açılıyor.

“Tahran’daki ticarî heyetin başındaki isim oldukça tecrübeli bir büyükelçiydi. Şah’a direk ulaşabiliyordu ama [resmî] bir rütbesi yoktu, diplomatik kokteyllere hiç davet edilmiyordu, zira İranlılar Araplar karşısında İsrail’i belli ölçüde reddettiklerini göstermek istiyorlardı.”

Toplamda periferi doktrininin kapsamı seksenlerde “merkezî” Arap devletleri ile yürütülen barış görüşmelerine doğru daralıyor. Bu ilişki, militan İslamcılığın muhtelif akımları karşısında düşman olmayan kimi Arap devletlerinin ortaya çıkmasıyla, 2010’dan sonra farklı bir kılıfta yeniden gelişme imkânı buluyor.

“Bugün eğer düşman kesimi tarif etmek istersek, karşımıza gayet amorf bir yapı çıkar: ilk başta sayılması gereken, Hizbullah ve Hamas gibi devlet olmayan aktörlerdir. Buna IŞİD ve Nusret Cephesi eklenebilir. Etrafımızda akışkan, devrimci bir durum mevcuttur. Bu durum bizim her daim tetikte olmamızı gerekli kılıyor. Bu nedenle bölgeye bir mozaikmiş gibi bakıyoruz. Mozaiğin her bir kare taşına atlayıp mevcut durumları birer faydaya çevirmeye çalışıyoruz. Sahaya baktığımızda karşımıza İran ve Türkiye çıkıyor. İran Hizbullah’ı destekliyor ama Türkiye’yi tam bir düşman olarak tanımlamak güç. Son süreçte İsrail’le Türkiye arasındaki ticarî ilişkilerde, diplomatik gerginliğe karşın, ciddi bir patlama yaşanıyor.”

O hâlde İsrail için en büyük tehdit kim? İran ekseni mi, Hizbullah mı, Esad rejimi mi? Yoksa IŞİD ve Nusret Cephesi gibi militan Sünni Müslüman gruplar mı?

Alfer bu soruya şu cevabı veriyor:

“Her ikisi de bizim için kötü. Ama hangisi acil olarak halledilmeli diye sorulacak olursa, bu sorunun cevabı Hizbullah ve İran olur. Esad burada artık neredeyse pasif bir oyuncu hâline gelmiştir. Bunlar bizim için acil ele alınması gereken düşmanlar, öte yandan IŞİD’in ağzından bizimle ilgili tek laf işitmiyoruz. İslamî fanatiklerin bizden kurtulmak istediklerine şüphe yok ama ellerindeki kara listede biz epey alt sıralarda yer alıyoruz.”

Karşısında bu düşman cephesini bulunca İsrail, Azerbaycan, Romanya, Yunanistan ve Kıbrıs’la bağlantılar kuruyor, Rusya, Çin ve Hindistan’la ticarî ilişkilerini geliştiriyor. Bu da, periferi doktrininin geliştiği ellilerle kıyaslandığında, bugün İsrail’in epey güçlü olduğunu gösteriyor. Zaten Alfer de bu noktada şu tespiti yapıyor: “Elimizde daha fazla seçenek var, artık sırtımızı sürekli duvara yaslamak zorunda değiliz.”

Bir de İsrail’in Suudi Arabistan gibi Körfez ülkeleriyle ilişkileri meselesi var. Bu da İsrail’e ihraç edilen Şah petrolleri kadar “gizli” bir mesele.

“Bir buçuk yıl önce Bibi [Netanyahu, -İsrail başbakanı] BM’de çıkıp İsrail’in Körfez ülkeleriyle ilişkisini faş etti. Her şeyi açık açık söyledi. Bu ilişki ne kadar somut, bu başka bir mesele ama en azından bir ilişki olduğu açık. Ama gene de ikircikli bir ilişki bu, çünkü bu ülkeler IŞİD ve Nusret Cephesi’ni besliyor, bu, İdlib’de ve diğer yerlerde yaşananlardan belli.”

Türkiye’nin Körfez ülkeleriyle ticareti de İsrail üzerinden gerçekleşiyor. Zira Irak ve Suriye artık güvenli değil.

“Türk kamyonları İsrail limanı Hayfa’dan çıkıp Beit She’an Vadisi’nden geçerek Ürdün’e giriyorlar, Türk malları buradan Arap yarımadasına ulaştırılıyorlar. Türk plakalı kamyonlar, gemiyle gelip yollarına devam ediyorlar. Bu, birkaç yıldır bu şekilde gerçekleşiyor, bir tür statüko gereği, muazzam bir ticarî çıkar söz konusu burada.”

Alfer İran konusunda biraz karamsar. Kitabında “periferi nostaljisi” başlıklı bir bölüm var. Bu tabirle Alfer, İran’la ilişkilerin iyileşmesinin Tahran’daki devlet yetkililerinin değişmesine veya yerinden edilmesine bağlı olduğuna dair kanaate işaret ediyor. Her ne kadar Alfer, Obama yönetimi içerisinde bir “muadil” keşfetse de, İran-Irak savaşında İsrail’in Irak’a silâh gönderdiği seksenlerden beri bu ilişkinin çok zayıfladığını söylemek gerekiyor.

“Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ve dışişleri bakanı Muhammed Cevad Zarif ile yapılan bu nükleer anlaşmasının İran’daki politik hayatı ılımlılaştıracağını ve bunun İranlı ya da değil, herkesin faydasına olacağını söylüyorlar. Umarım başarılı olurlar. İran’ın nükleer silâha sahip olması konusunda hiç endişelenmeksizin bir on yıl daha yaşamaya itirazım yok benim ama beni asıl rahatsız eden, bu anlaşmanın İran’ın Irak’ta, Suriye’de ve belki de Yemen’de bölgesel hegemonya peşinde koşmasına dönük sahada uygulamaya sokulacak bir hoşgörüye tercüme edilmek istenmesi.”

Belki de bugün her şey çok farklı olabilirdi. Mossad’ın Tahran’daki eski ajanı Şafrir ile Alfer, bugün Tel Aviv’de birbirlerine yakın evlerde yaşıyorlar. Alfer, mülâkatta “onunla yüzme havuzunda buluşup sohbet ettiklerin”den bahsediyor.

Gareth Smith
5 Haziran 2015
Kaynak

05 Haziran 2015

,

Fikirler Savaşı, Anma Günü ve 19 Mayıs


Amerikan İç Savaşı’nda ölenlerin anıldığı Anma Günü’ne karşı Ho Chi Minh, Malcolm X ve Yuri Koçiyama’yı tanımak, onların kolektif kurtuluş mücadelesinde ortaya koydukları şahsî hayatları arasındaki bağları anlamak gerek. Bu, bizi savaşçı bir ruhu diriltmeye ve onların uğruna dövüştükleri ilkeleri uygulamaya mecbur edecektir. Anma Günü’nün karşısına, bu üç insanın ortak doğum tarihi olan 19 Mayıs çıkartılmalıdır.

Amerika’da tanık olduğumuz, Siyahların Hayatı Önemlidir başlıklı kitlesel seferberlik, ülkenin sokaklarında polisin Siyahlara karşı yürüttüğü savaşa meydan okumak için gerekli zemini teşkil etmiştir. Ancak bu yeni isyan sonrasında bile ABD emperyalizmi cezalardan muaf tutulan uşakları ve ordusu ile verdiği savaşı hâlâ sürdürmektedir. Irak, Afganistan, Libya, Suriye ve Ukrayna’da milyonlarca insanın hayatı Washington’ın emperyalist imtiyazlarının emrine verilmiş silâhlar yüzünden mahvolmaktadır. Burada elbette ABD yardımı ve askerî desteği ile zorba bir dizi işgal savaşı yürütmekte olan Suudi Arabistan ve İsrail’den bahsetmeye bile gerek yoktur. Suudilerin Yemen’e karşı başlattığı savaş binlerce insanı katletmiş, İsrail’in Filistin’e yönelik savaşı ise 66. yılına girerek insanların acımasız biçimde yerinden yurdundan edilmesi ve Filistinlilerin topraklarının gasp edilmesi ile bilfiil sürmektedir.

Bugün Yemen’deki Husilerin, Filistin’de Filistinlilerin hayatlarını değersizleştiren, Anma Günü’nde karşımıza çıkan ABD askerlerinin hayatlarına imtiyaz sunan aynı emperyalist sistemdir. Tuhaf olan şu ki, savaşın hâkim sınıfa mensup mimarları ile İmparatorluk için savaşan askerler arasındaki yegâne birlik noktası, ırkçılıktır. ABD savaşlarında savaşanlar İmparatorluk’a esasında yoğun vatan hasreti, zihinsel travma ve sefalet yüklü bir hayat karşılığında hizmet etmektedirler. Zira savaşların tüm ganimeti asalak kapitalist sınıfın eline geçmektedir. Dolayısıyla toprağa düşmüş askerlerimizin hatırasını canlı tutmak için mevcut fikirler mücadelesinde yoğun bir çaba ortaya koymak gerekir. Askerlerin sömürülen-mazlum halka mensup olup olmadıklarına, hayatlarını özgürlük için feda edip etmediklerine bakılmalıdır. Bu anlamda Yuri Koçiyama, Ho Chi Minh ve Malcolm X bu türden askerlerdir. Onların bedenleri aramızdan ayrılmış olabilir ama fikirleri yaşamayı sürdürmek zorundadır.

Danny Haiphong
3 Haziran 2015
Kaynak

02 Haziran 2015

,

Hayalet Komutan Mozgovoy



Donbass milis lideri Aleksey Mozgovoy'un suikast sonucu katledildiğini öğrendiğimde, hemen aklıma 1915’te idam edilen işçi lideri Joe Hill’in şu son sözü geldi: “Yas tutmayın, örgütlenin.”

Kısa süre önce Mozgovoy ve basın sözcüsü Anna Aseeva-Samelyuk ile konuşmuş, bir mülâkat ayarlamaya çalışmıştım. Mülâkat üzerinden onun Ukrayna ve Donbass Halk Cumhuriyeti’nde 21. yüzyıl faşizmine ve NATO emperyalizmine karşı verilen hayat-memat mücadelesi hakkında ABD’li işçilere doğrudan seslenmesini istiyordum.

Anna’dan aldığım son mesajdan birkaç saat sonra Komutan Mozgovoy ve Anna katledildi.

Joe Hill gibi Mozgovoy de bir şarkıcı, şair ve savaşçıydı. Amerikalı maden patronlarınca katledilen, Dünya Sanayi İşçileri mensubu bu ünlü müzisyen gibi Mozgovoy de ölümle yüzleştiğinde ve tüm ömrü süresince güç, kararlılık ve mütevazılık konusunda örnek bir isimdi. Mozgovoy, gelecekte de tüm dünya genelinde işçi sınıfına ilham vermeyi sürdürecektir.

Novorossiya Hayalet Tugayı komutanı Aleksey Borisoviç Mozgovoy, 23 Mayıs günü öğleden sonra, Lugansk Halk Cumhuriyeti’nin Alçevsk ve Lugansk kentleri arasındaki otobanda giderken, mayın ve makineli tüfeklerle yapılan saldırı sonucu katledildi. 40 yaşındaydı.

Kendisine eşlik eden dört Hayalet Tugayı üyesi de katledildi; Hayalet Tugayı’nın önemli politik liderlerinden biri olduğu söylenen basın sözcüsü, eylemci, gazeteci ve üç çocuk annesi Aseeva-Samelyuk; korumalar Aleksey Kalascin ve Andrej Rjajskih; ile şoför Alexander Yuriev.

Saldırıda aynı yolda arabalarıyla seyahat hâlinde bulunan hamile bir kadın ve eşi de katledildi.

Saldırıyı “Gölgeler” ismindeki Ukraynalı bir faşist grup üstlendi ama bu bilgi teyit edilmedi. Lugansklı yetkililerin Hayalet Tugayı ile işbirliği içerisinde yürüttükleri soruşturma hâlen devam ediyor.

Hayalet Tugayı’nın Kökenleri

Hayalet Tugayı’ndaki kısa süren liderliği süresince Mozgovoy, tıpkı Che Guevara ve Thomas Sankara gibi, devrimcilere ait birçok vasfı ortaya koymayı bildi. O bitmek tükenmek bilmeyen bir sağlamlıkla, uzlaşmacılıktan uzak ilkelerle hareket eden ve davasına halkı kazanıp ona ilham verme becerisini gösteren bir isimdi.

Lugansk’ta doğup büyüyen, şarkıcı ve asker olarak yetişen Mozgovoy, 2014’te Donbass’taki kanlı savaşı başlatan Kiev cuntasına karşı yürütülen anti-faşist hareketin lideri hâline geldi.

Bana Hayalet Tugayı’nın ismini nasıl aldığını anlatırken sesi sevinç ve coşku doluydu. Ukrayna ordusunun hep yinelediği iddiaların tersine, Lugansk’ta silâhlı direnişin yolunu açan, direnişçilerin, birer hayalet gibi, her zaman yeniden ortaya çıkıp saldırması idi.

Mozgovoy, kendisini komünist ya da Marksist olarak nitelemese de derin bir sınıf bilincine sahipti ve politik açıdan öğrenip kendisini geliştirmeye açık bir kişiydi. Gönüllü Komünist Müfrezesi’ni Hayalet Tugayı’na davet eden ve müfrezenin komutanları ayrıca tugayın lider vekilleri olan Pyotr Biryukov ve Aleksey Markov ile yakın bir çalışma içerisine girdi.

Mozgovoy, Biryukov’u, bu Şubat ayı içerisinde Ukrayna’nın işgalinden Debaltsevo, Donetsk’i kurtarma amaçlı o başarılı harekât esnasında askerî operasyonlardan sorumlu yaptı.

Donetskli militan milis lideri Igor Strelkov, Donbass ve Rus Federasyonu’nda muhafazakâr güçlerce uzaklaştırılınca, antifaşist bayrağı Mozgovoy aldı eline. Kendisini halka hizmete adamış ve mücadele veren birçok savaşçıyı etkiledi. Tarihî Novorossiya’nın kurtuluşu için uluslararası gönüllüler dâhil birçok insanı mücadeleye kattı.

Rus Planet gazetesinin bir muhabiriyle yaptığı mülâkatta Mozgovoy şaka yollu şunu söyledi:

“Kiev’i kurtardıktan sonra Hayalet Tugayı’nın batıya doğru ilerleyip Varşova, Berlin, Paris ve Londra gibi o küçük ‘mezralar’ı da kurtarması gerekecek.”

Mozgovoy, Ukrayna’daki oligarşi ve faşist gericiliğe karşı muhalefeti noktasında açık sözlü bir isimdi. Korkmadan, Minsk’teki ateşkes anlaşmalarını eleştirdi. Ona göre bu anlaşmalar gereksizdi ve Kiev cuntası ile ABD emperyalizmine tavizler verilmesini ifade ediyordu ki bu tavizler ona göre zararlıydı. O, oligarşik güçlerin Donbass’ı yeniden inşa etme girişimini tecavüz olarak görüyor, bu güçlerin Donbass’ı yozlaşmış, kapitalist Ukrayna’ya benzetmek istemesine karşı çıkıyor, Donbass’ın ABD destekli darbenin değil, gerçek manada özgür bir halk cumhuriyeti ile yönetilmesini istiyordu.

Sınıf Bilinçli ve Enternasyonalist

Videolarda, telekonferanslarda ve mülâkatlarda Mozgovoy, işçilere ve askerlere sesleniyor, sınıfsal bir temel üzerinden bu kanlı iç savaşta kimsenin kazanmayacağını, sıradan insanların oligarşi ve Neonazilere karşı birleşip savaşması gerektiğini söylüyordu.

O, Hayalet Tugayı’nın Alçevsk, Lugansk’taki üssünden yereldeki halkın desteklenmesine dönük çalışmalara önderlik etti. Tugay, savaş ve abluka yüzünden görülmesi muhtemel açlığa ve yetersiz beslenmeye mani olmak için sosyal kantinler kurdu. Buralarda milisler ve siviller yan yana yemek yiyorlardı. Mozgovoy’un ekibi hastanelere, okullara ve emeklilere uluslararası yardımların tedariki ve dağıtılması sürecine öncülük etti.

Mozgovoy’un ölmeden kısa süre önce hazırladığı videoda Hayalet Tugayı’nın yereldeki ekonominin yeniden canlanmasına, büyük bir tavuk çiftliğini yeniden açmak suretiyle gıda üretiminin yeterli düzeye getirilmesine dönük gayretlerinden bahsediyordu.

Devrimci bir sağlamlık ve popülariteye sahip bir kişi olarak savaş süresince zor koşullarla yüzleşen Mozgovoy, her taraftan düşmanlarının hedef tahtasındaydı. Daha önce birçok suikast girişiminden kurtulmayı bildi. En son girişimse, bugün öldürüldüğü noktaya yakın bir yerde, Mart ayı içerisinde gerçekleşti.

Son günlerinde İkinci Antifaşist Karavan’ı Donbass’ta ağırladı. Sonrasında, 8 Mayıs’ta, antikomünist güçlerin kapatmaya çalıştıkları, onlarca ülkeden gelen delegelerin katıldığı “Antifaşizm, Enternasyonalizm ve Dayanışma” başlıklı Uluslararası Dayanışma Forumu’na ev sahipliği yaptı.

Politik muhaliflerinin itirazına karşın, Mozgovoy, Sovyetler Birliği’nin Alman faşizmini yendiği günün 70. yıldönümünde, 9 Mayıs’ta, coşkulu bir uluslararası yürüyüş gerçekleştirdi.

Mozgovoy’un ölümü sonrası yayınladığı video bildirisinde komünist komutan Aleksey Markov şunları söyledi:

“Bir insan katledilebilir ama onun fikirlerini kimse katledemez. İşte Aleksey Mozgovoy, bize binlerce insanın katılmasını sağlayan, bu türden fikirlere sahip bir insandı. Bir insan öldü diye fikirleri de ölmez. Biz savaş, sefalet ve ölüme karşı bu fikirleri taşıyacağız. Bu fikirlerle bizler yaşayıp daha iyi bir hayat inşa edeceğiz.”

Komutan Pyotr Biryukov da şu tespiti yaptı:

“Hayalet Tugayı ve onun parçası olan komünist birlik, faşizme karşı bir güç olarak asla yok olmayacak. Gönüllülerimiz bu gerçeğin ispatıdır ve bize yardım eden, güvenen, bel bağlayan insanlar bilsinler ki gönüllülerimiz onları savunacaklardır. Bugün tugayın savaşçılarından biri, komutanı katledilmiştir. Ama onun ortaya koyduğu eser bizimle birlikte yaşayacaktır. O çalışmayı geleceğe biz taşıyacağız.”

Markov da “bayrağımız direniyor” dedi. “Hayalet Tugayı’nın bayrağı kısa süre içerisinde Lysichansk, Harkov ve Kiev’de dalgalanacak, bu, komutanımız için dikeceğimiz en güzel anıt olacak.”

24 Mayıs’ta, ona ve Sovyetler Birliği ile faşizme karşı o büyük vatansever savaşın en iyi vasıflarının gerçek birer varisi olan, daha önce toprağa düşmüş yoldaşlarına binler selam durdu.

Mozgovoy’un başkaldırı ruhu ve enternasyonalizmi, Donbass’ta 27 Mayıs’ta gerçekleştirilen cenaze töreni üzerinden ilân edilen uluslararası dayanışma gününe mana katan ana unsurdu. O gün kimsenin şüphesi yoktu; daha çok savaş sırada beklemekteydi.

Greg Butterfield
31 Mayıs 2015
Kaynak