03 Haziran 2014

Yuri Koçiyama

Şiddet, isyan ve savaş halkın hakkıdır. Birleşik Devletler ve Batılı güçlerin üçüncü dünyaya yaptıkları göz önüne alınırsa, üçüncü dünya halklarının savaşması zorunludur.
[Yuri Koçiyama]


Uzun ömrü boyunca kadınların cinsiyet dışında sınıf ve etnik kimliklerin de etkisinde olduğuna dair görüş üzerinden ciddi bir gayret sarfetmiş olan Yuri Koçiyama 93 yaşında, Kaliforniyada 1 Haziran Pazar günü vefat etti.

Akrabası Tim Toyama’nın ifadesiyle, “O kesinlikle zamanının ötesinde bir isimdi, bizler sadece ona yetişmeye çalıştık.

Kaliforniya’da doğduğunda Mary Yuriko Nakahara ismini alan Koçiyama adaletsizlikle daha evdeyken tanıştı. Babası, Japonların Pearl Harbora gerçekleştirdikleri saldırı sonrası ilk tutuklananlar arasındaydı:

“Babam balıkçılık işiyle uğraşıyordu. Bu nedenle devlet ilkin balıkçılara vurdu, çünkü o balıkçıların denizi bildiğinden haberdardı, dolayısıyla eğer Japon gemileri yakınlaşırsa, Amerikadaki Japon balıkçıların Japonlara yardım edeceğini düşündü. Oysa Amerikadaki Japonlar, henüz Amerikalılaşmamış ilk nesil Japonlar bile, aslında epey Amerikalıydılar. Ama gene de Japonlara yönelik şüphe çok güçlüydü. Günün sonunda tüm Japonlar dostlarına şunu soruyorlardı: Eve gelip birileri anneni ya da babanı götürdü mü?’[…]”

O dönemde Koçiyama’nın babası ülser ve diyabet tedavisi görüyordu. Ama resmî makamlar ailenin ilâç tedavisi isteğini geri çevirdiler ve baba 43 gün hapiste kaldığı dönemde tek ilâç alamadı ve Ocak 1942de öldü.

Bir ay sonra, 9066 sayılı kararnamenin yürürlüğe konulması sonrası Koçiyama ve ailesi 120.000 Amerikan yurttaşı Japon ile birlikte Arkansastaki Jerome Kampı gibi bir dizi enterne kampına yerleştirildi. Kız torunu Maya Koçiyama, 2010da kamptaki hayatı şu şekilde anlatıyor:

“Bu tecrit koşullarında serbest kalacaklarına dair sarsılmaz bir inanç içerisindedirler. Soluk, sıkışık barakalarda kalan Amerikalı Japonlar durumlarını biraz olsun iyileştirmeye çalışırlar, odun parçalarından birkaç küçük eşya yaparlar, manzarayı az da olsa güzelleştirmek için çiçek ekerler, çarşaf, masa örtüsü ve perde dikip ellerindeki sınırlı mahremiyeti artırmaya çalışırlar.

Yuri o dönemi şu şekilde anmaktadır: Kısa sürede hayatta kalma konusunda elimizdeki en güçlü silâhların, takım çalışması, işbirliği ruhu, el becerileri ve başkaları ilgili kaygı duymak olduğunu öğrendik.

Kamp deneyiminden Yuri’nin öğrendiği bir şey de kendisinin ait olduğu Amerikalı Japon toplumu ve Amerikalı Japon kimliği olur. Kampa gittiğimizde kendi halkımı tanımaya başladım. () Japon olduğum için gerçekten gurur duyuyordum.

Yuri’de dil bulan bu düşünceler tümüyle Amerikalı’ olarak yetişmiş ve kendisini Japon geçmişiyle tanımlamayan ikinci nesil Amerikalı Japonlarda da yankısını bulur. Kendi ülkesinin ihanetine uğramış ikinci nesil Japonlar (Nisei) Japon kültürünü öğrenmeye ve Japon kimliğini benimsemeye, hatta hiç görmedikleri Japonyaya geri dönme kararı vermeye başlarlar.

Hapis ve savaş koşullarının orta yerinde Yuri yârine kavuşur; sonrasında kocası olacak yakışıklı, karizmatik bir Nisei askeri olan Bill Koçiyama ile tanışır. Hayatının aşkı olan Bill, Tüm Amerikalı Japon Muharebe Timi 42. Alay’ın bir üyesidir, söz konusu dönemde Mississipideki Shelby Kampı’nda eğitim görmektedir. Sonrasında Bill savaşa, Avrupaya gönderilir.

Çift, savaşın sona ermesi ve ailesinin kamp cezasının bitmesi ardından, 1946da evlenir ve New Yorka taşınır. Ancak birkaç on yıl sonra Koçiyamalar 1988 Sayılı Temel Haklar Kanununun imzalanmasına yol açan bir halk hareketinin içinde bulurlar kendilerini. Bu kanun üzerinden ABD hükümeti geçmişte kurulan kamplardan ötürü özür dilemekte, kamptan kurtulan her bir kişiye 20.000 dolar tazminat ödenmesini öngörmektedir.

Yuri Koçiyama doğuya yaptığı yolculuk sonrası eylemcilik dünyasına adımını atar.

“Evimiz tıpkı aralıksız ayin yapılan kiliseler gibiydi.” Koçiyama’nın en büyük kızı Audee Koçiyama-Holman’ın ifadesiyle, ev Siyahların ve Porto Rikoluların toplandığı bir mekân hâline gelir.

Dört yıl sonra çift, Harlem’deki Manhattanville Barınma Evleri’ne taşınır ve yereldeki Ebeveynler Komitesine katılır. Üç yıl sonra devlet okullarının boykot edildiği süreçte aile Audee ve kardeşlerini Harlem Özgürlük Okuluna kaydettirir. 1963te Yuri ve en büyük oğlu Billy, Brooklyndeki Downstate Tıp Merkezi inşaatında çalışan Siyah ve Porto Rikolu işçilerin yaptığı gösteride 600 kişiyle birlikte gözaltına alınır.

Yuri, aynı yılın Ekim ayında Malcolm X ile tanışır. Brooklyn Adliyesinde yargılandığı esnada Malcolm’ın elini sıkma fırsatı bulur ve ona yönelik eleştirilerini dillendirir:

“Sizin yaptıklarınızı takdir ediyorum ama bazı görüşlerinize katılmıyorum. der Malcolma. Malcolm da karşılığında şunu sorar: Hangi görüşüme katılmıyorsun? Yuri şu cevabı verir: Entegrasyon konusundaki sert duruşunuza.

İlk tanışma anı pek hoş olmasa da ileride ciddi bir dostluğun başlamasına neden olur. Malcolm’ın İslam Milletini terk edip, Yurinin de iştirak ettiği, Afrikalı-Amerikalıların Birliği Örgütü’nü kurması sonrası bu dostluk daha da pekişir:

“O yıl Yuri Malcolm’ı, atom bombasına maruz kalmış bir grup insanla (hibakuşa) tanıştırmak için evine davet eder. Hiroşima-Nagazaki Dünya Barış Heyeti ile birlikte seyahat eden bu grup, Amerikada en çok Malcolm X ile tanışmak istemektedir. Yuri, Malcolm’ın geleceğinden pek emin değildir ama program başladığında birden kapı çalar. Karşısında, birkaç korumasıyla birlikte Malcolm X durmaktadır.

Yuri, o akşam Malcolm’ın sarfettiği sözleri gayet iyi hatırlamaktadır. Malcolm, atom bombasından kurtulan Japonlara bombanın açtığı yaraları görüyorum, Harlemde de ırkçılığın açtığı yaralar var. Devamında Malcolm, siyah milletlerin Asyada Avrupalılarca sömürgeleştirilmiş halklarla ortak bir tarihi olduğundan söz eder ve şu tespitte bulunur: Vietnam halkının mücadelesi Üçüncü Dünyanın mücadelesidir, bu mücadele emperyalizme karşı bir mücadeledir. Yuri, ertesi gün bile Malcolm’ın sözlerinin etkisinden çıkamaz.

Audee’nin ifadesiyle, ‘Malcolm, Amerika’daki ırkçılığın sahip olduğu derinlik konusunda Yurinin gözlerini açan isimdir. Belli bir noktada Yuri sadece insan haklarına inanmakla kalmaz, ayrıca bunun ötesine geçerek, ülkede ve dünyada hüküm süren politikaya bakar. Yuri, ayrıca Malcolm’ın kendini paraya satmaya karşı koyan, her şeyi değiştirmeye içten bir arzu duyan yanına saygı duyar. Oaklanddaki Doğu Sanatları İttifakı’nın işlemesi konusunda kendisine yardım eden, aile dostu Greg Morozuminin ifadesiyle, Malcolm, genel politikayla ve toplumsal yapıyla asla uzlaşmamanın bir sembolüdür. O, siyah halkın kendi kaderini tayin hakkı için mücadele etmekte ve her şekilde teslim olmaya karşı koymaktadır.

Malcolm, Afrika seyahatinde Koçiyama ailesine dokuz ayrı ülkeden on bir kartpostal gönderir. Birinde Malcolm şunları yazar: Hâlâ seyahat etmeye ve ufkumu genişletmeye çalışıyorum, zira bağnaz insanların başa ne tür belâlar açtıklarını gayet iyi biliyorum. Kardeşiniz Malcolm X. ()

21 Şubat 1965te Yuri ve kocası, Malcolm Xin konuşması esnasında vurulduğu Audubon Dans Salonundadır. Life dergisi, sadece onun ölümünü değil, son anlarında Yurinin de Malcolm’ın yanında olduğunu görüntülemiştir.

“Ona, ‘lütfen Malcolm, lütfen hayatta kal’ dedim. Ama çok fazla kurşun yemişti. Sahnenin üzerinde çok sayıda insan vardı. Gömleğini yırttılar ve kaç kurşun saplandığını gördüler. On üç kurşun saydılar. En belirgini, çenesine saplanmış olandı. Yüzünde bir kurşun vardı, göğsü ise delik deşikti.[]


Koçiyama, Malcolm’ın vefatı sonrası çalışmayı bırakmaz; Yeni Afrika Cumhuriyeti’ne, İspanyolların Harlem’i olarak bilinen Porto Gençler Partisi’ne ve Asyalı Amerikan Eylem Birliği’ne katılır. “Duvarlar değil, köprüler inşa edelim” sözü nesiller boyu eylemcilerin ilham aldığı bir slogana dönüşür.

Bugün Yuri’nin ışığının çekilmesiyle dünya biraz daha karanlık. Ama bence Yuri de vefatı sonrası bizim yasımızı, kendimizi yeniden mücadeleye vakfetmemek, görevlerimizi yerine getirmek, birbirimizden öğrenmek ve savaş çığlıklarımızı asla susturmayacağımıza dair yemin etmek suretiyle tutmamızı isterdi.

Arturo R. García

01 Haziran 2014

Avrupa Sağının Yükselişi: Neoliberal Sağa Karşı Tepki



Avrupa Parlamentosu seçimleri bölge genelinde sağcı partilerin önemli bir atılım gerçekleştirmesine tanık oldu. Sağ, İskandinav ülkeleri, Birleşik Krallık, Baltık ülkeleri ile Belçika, Lüksemburg ve Hollanda’yı kapsayan bölgede, Fransa’da, Orta ve Doğu Avrupa ile Akdeniz şeridinde yükselişe geçti.

Bu sağcı partilerin hepsi değilse de önemli bir kısmı on yıldır krizde olan neoliberal, Hristiyan demokrat ve sosyal demokrat partilerden kesin bir kopuşun gerçekleşmiş olduğunu gösteriyor.

“Yeni Sağ” (“faşist”, “ırkçı” ve “antisemitik” gibi) olumsuz kimi etiketler iliştirerek anlaşılabilecek basit bir olgu değil. Sağ’ın yükselişi, yaşam standartlarındaki azalma, cemaat bağlarının çözülmesi ve sınıfsal dayanışmanın aşınması ile politik, sosyal ve ekonomik kurumların çöküşü bağlamına yerleştirilmek zorunda. Neoliberal partilerce inşa edilmiş olan tüm mevcut politik yapı, sistemsel krizin ve gündelik hayattaki çürümenin sorumluluğunu taşıyor. Dahası, neoliberal partiler, Sağ’a oy veren ve giderek nüfus olarak büyüyen emekçi kitlelerce bu şekilde anlaşılıyor.

“Radikal Sol” denilen ve genelde iktidardaki sosyal demokrat partilerin solundaki politik partiler olarak tarif edilen kesimse, Yunanistan’daki SYRIZA istisna, neoliberal partilerdeki çöküşten istifade etmeyi beceremedi. Sol-Sağ kutuplaşmasının eksikliğinin birkaç nedeni var. Son tahlilde “Radikal Sol” kesimin önemli bir bölümü, şu veya bu işçi partisine ya da sosyal demokrat partiye “ciddi destek” verdi ve müteakip süreçte yaşayacağı politik-ekonomik felâketle aralarındaki “mesafe”yi kısalttı. İkinci olarak, Radikal Sol’un kimi konulara yönelik yaklaşımı, işçilere ilgisiz veya saldırgan geldi: yani eşcinsel evliliği ve kimlik politikaları işçilerin içine sinmedi. Üçüncü olarak, Radikal Sol, eski, itibarsızlaşmış işçi partileri ve sosyal demokrat partilerden devşirdi kadrolarını, bu nedenle işçiler bunların geçmişte kendilerini aldatanların “yeni bir versiyon”u olduğunu düşündüler. Dördüncü olarak, Radikal Sol, “yapısal değişimler” talep eden kitlesel gösterilerde güçlü ancak çorba mutfakları, halkın gündelik sorunlarıyla uğraşan klinikler gibi “hizmetler” sağlayan Sağ’ın patronaj ilişkisi kuran örgütlerinden mahrum.

Sağ, Brüksel elitlerinin elinde gücün toplaşmasına itiraz ederek, neoliberal nizamın “dışında” durduğuna dair bir hava yarattı. Öte yandan Sol ise bu konuda muğlâk bir tavır içerisinde: “Sosyal Avrupa”ya verdiği destek itibarsızlaşmış, can çekişen bir yapının reforme edilmesi vaadine denk düşüyor. Sağ, Brüksel’i dışarıda tutan, “millî bir kapitalizm” öneriyorken, Sol, Avrupa Birliği içinde kalan bir “sosyalizm” öneriyor. Sol partiler, eski komünist partiler ve görece yeni oluşan SYRIZA gibi toplaşmalar tuhaf sonuçlar elde etti. SYRIZA hariç tüm yapılar duraksama içine girdi ya da sistemin krizde olmasına karşın ciddi bir oy kaybına uğradı. Öte yandan SYRIZA ise muazzam bir zafer elde etti ancak %30 bariyerini aşamadı. Tüm sol seçime ittifaksız girdi. Sonuçta neoliberal statükoya anında cevap üretme imkânı yeni sağ partilerin, solda ise, parlamento dışı sosyal hareketlerle sendikaların eline geçti. Yakın dönemde Avrupa Birliği’nin içinde bulunduğu kriz, neoliberal nizam ile yeni Sağ arasında kurulacak ilişkide vuku bulacakmış gibi görünüyor.

Yeni Sağ’ın Doğası

“Yeni Sağ” büyük destek gördü, zira neoliberal nizamın dört ana dayanağına eleştiri yöneltti: küreselleşme, yabancıların finansal kontrolü, Brüksel’deki troykanın yönetsel idaresi ve ucuz göçmen emeğinin düzensiz akışı.

Milliyetçilik, yeni Sağ eliyle benimsendiği biçimiyle, millî kapitalizmle bağlantılı bir mesele: yereldeki üreticiler, perakendeciler ve çiftçiler, serbest ticaret yapan kesimler, şirket evlilikleri ve uluslararası bankaların tedarikleri ile devasa çokuluslu şirketlerle yüzleşti. “Yeni Sağ” desteğini şehir ve kasabalardaki küçük işletmelerden ve fabrikaları kapanan, başka yerlere atılan işçilerden aldı.

“Yeni Sağ”ın milliyetçiliği, düşük ücret ödenen göçmen emeği ve denizaşırı şirketler karşısında “âdil olmayan” bir rekabetten işçileri ve sanayicileri korumayı öngören gümrük duvarlarını ve mevzuatları talep eden bir tür “korumacılık”.

Mesele şu ki korumacılık, birçok küçük perakende dükkânında satılan ucuz tüketim ürünlerinin ithalatını sınırlıyor ve özellikle işçilerle alt orta sınıfa cazip geliyor. Sağ, liberal rekabetçi kapitalizmle sınıf mücadelesi veren sendikalara karşı çıkma noktasında, millî işçilerle sanayicilerin birleştiği bir korporatist model düşlüyor. Sınıf mücadelesi etkisini yitirdikçe, neoliberal sağın üçayaklı siyaseti, Yeni Sağ eliyle yeniden biçimlendiriliyor ve bu siyasete “millî sermaye” ile “babahancı devlet” dâhil ediliyor.

Toplamda Sağ’ın milliyetçiliği, büyük dış sermaye ile ucuz göçmen emeğine karşı koymak için ortak cemaatçi kimlik altında millî sermaye ile emeğin birleştiği, geçmişe ait efsanevî uyuma çağrıda bulunuyor.

Politik Strateji: Seçim Politikası ve Parlamento Dışı Politika

Hâlihazırda yeni Sağ, kitle desteği edindikçe, esas olarak seçim politikasına yöneliyor. Bu partiler, özellikle buhranlı bölgelerde, kitlesel seferberlikle cemaati seçim politikasıyla birlikte örgütleyerek, seçimdeki paylarını artırdılar. Neoliberal sağın elindeki orta sınıf oylarını ve eski solun elindeki işçi sınıfı oylarını hanelerine yazdılar. Yunanistan’daki Altın Şafak gibi, Sağ’ın kimi kesimleri, açıktan kimi faşist sembolleri, bayrakları ve üniformaları, kullanıp sokak kavgalarına girerken, kimi kesimlerse, “illegal isimlerin sınır dışı edilmesi ve göçmenlikle ilgili taleplerinin bir kısmını benimseme konusunda iktidardaki neoliberal sağa baskı yapıyor. Bugün yeni Sağ’ın esas olarak odaklandığı husus, gündemini genişletmek ve anayasal nizam dâhilinde saldırgan kimi talepler sunup şiddete meyyal kesimleri kontrol altında tutarak, daha fazla destekçi elde etmek. Bunun dışında, mevcut politik iklim, yeni Sağ’ın kolayca ezilemeyeceği parlamento dışı “sokak savaşları”na kapı aralamak için pek uygun değil. Birçok sağcı stratejist, mevcut bağlamın barışçıl yöntemler aracılığıyla güçlerin biriktirilmesine uygun olduğu kanaatinde.

Sağ’ın Büyümesini Kolaylaştıran Koşullar

Avrupa’da Yeni Sağ’ın büyümesi sürecine katkı yapan birkaç etmen var:

İlki ve en önemlisi, Brüksel’deki elitlerin eline yasama ve yürütme yetkilerinin verilmesi üzerinden demokratik iktidarın ve kurumların çökmesidir. Yeni Sağ’a göre, Avrupa Birliği, seçmenleri haklarından mahrum kılan ve halkın bu yönde bir talep olmamasına karşın, sert tasarruf tedbirleri dayatan otoriter bir politik kurum hâline gelmiştir.

İkinci olarak, millî çıkarlar, yereldeki sanayi kollarını yıkıma sürükleyen ve yaşam standartlarını düşüren sert politikaların sorumlusu olarak görülen finansal elitler karşısında talileşmiştir. Yeni Sağ, kendisini Brüksel troykasının -IMF, Avrupa Merkez Bankası ve Avrupa Komisyonu’nun- karşısında konumlandırmıştır.

Üçüncü olarak, “liberalleşme”, yereldeki sanayileri yıpratmış, cemaatleri dağıtmış, emeği koruyan yasaları ortadan kaldırmıştır. Sağ, yoğun işsizlik koşullarında geniş ölçekli ucuz işçi akışına izin veren liberal göç politikalarına karşı çıkmaktadır. Ucuz göçmen emeğinin eşlik ettiği kapitalizmin krizi, sağın genelde işçilere, özellikle güvencesiz işlerde çalışanlara veya işsizlere seslenmesi için gerekli maddî zemini teşkil etmektedir.

Sağ: Çelişkiler ve Çifte Söylem

İşsizlik üzerinden neoliberal devleti eleştiren Sağ, bir yandan da esas olarak istihdam ve işsizlik düzeylerini yatırım kararlarıyla belirleyen kapitalistlerden ziyade, emek piyasasındaki millî unsurlarla rekabet içinde olan göçmenlere odaklanmaktadır.

Sağ, Avrupa Birliği’nin otoriter yapısına saldırmakta ama kendi yapısı, ideolojisi ve tarihi de aynı ölçüde baskıcı bir devleti öngörmektedir.

Sağ, haklı olarak, ekonomi üzerindeki yabancı elitlerin kontrolüne son vermeyi önerir ama “millî devlet” şeklinde özetlenebilecek kendi vizyonu da, NATO, çokuluslu şirketler ve emperyalist savaşlarla bağlantılıdır ve “millî bir ekonomiyi yeniden kurmak için gerekli herhangi bir zemin sunmaz.

Sağ, mahrum bırakılmışların ihtiyaçlarından ve “tasarruflara son verme” gerekliliğinden dem vurur ama mevcut eşitsizliklere karşı koymanın yegâne etkin mekanizması olan sınıf örgütü ve sınıf mücadelesinden de kaçınır. Onun “üretken sermaye ve emek arasında kurulacak işbirliği” ile ilgili vizyonu, ücretlerin, sosyal hizmetlerin, emekli maaşlarının düşürülmesine, çalışma koşullarının zayıflatılmasına ilişkin kapitalist saldırganlık koşullarında, çelişkili bir nitelik arz eder. Yeni Sağ, işsizliğin sebebi olarak göçmenleri görür ve onlara saldırır, öte yandan da göçmenleri işe alıp işten atan, yurtdışına yatırım yapan, daha ucuz işgücü kullanmak için şirketlerini başka yerlere taşıyan ve yeni teknolojileri gündeme getiren kapitalistlerin rolünü gizler.

Yeni Sağ, işçilerin öfkesini, nihayetinde emek piyasasını maniple eden üretim, finans ve dağıtım araçlarının sahiplerine değil, göçmenlere yöneltir.

Buna paralel olarak Radikal Sol ise düşüncesizce, kibirli, liberal bir önyargı ile, “uluslararası işçi dayanışması” denilen soyut bir anlayış adına, göçmen işçileri sınırsız bir biçimde savunur, sanki bu kesim, elverişsiz koşullara sahip olan ve kıt kanaat bulunan işler için göçmenlerle rekabet etmek zorunda kalan gerçekteki işçilere hiç danışmamış gibilerdir.

“Uluslararası dayanışma” bayrağı altında, Radikal Sol, “enternasyonalizm”in örgütlü, çalışan işçilerin teşkil ettiği güçlü bir millî temel üzerine inşa edilebileceğine dair tarihsel gerçeği göz ardı etmiştir.

Sol, Yeni Sağ’ın haklı milliyetçi davaları maniple ve istismar etmesine izin vermiştir. Radikal Sol, milliyetçiliğin karşısına sosyalizmi çıkartmış, özellikle Avrupa Birliği’nin emperyalist hâkimiyeti koşullarında, bu ikisinin iç içe geçtiğini görmemiştir.

Millî bağımsızlık için mücadele, Avrupa Birliği’nden kopmak, eldeki iş imkânları ve sosyal refah için sınıf mücadelesinin derinleştirilmesi ve demokrasi mücadelesi bahsinde esası teşkil etmektedir. Sınıf mücadelesi, Brüksel’deki uzak düşmana karşı konulduğunda değil, ülke içinde yürütüldüğünde daha güçlü ve etkindir.

Birçok Radikal Sol liderinde görülen, Avrupa Birliği’ni “Sosyal Avrupa” olarak “yeniden kurma”, AB’nin bir tür “Avrupa Sosyalist Devletler Birliği”ne dönüştürme fikri, milletlerin AB’yi yöneten, seçimle gelmemiş bankacılara teslimiyetini ve işçilerin çektikleri çilenin sürgit devam etmesini sağlar. Deutsch Bank’taki hisseleri satın almanın ve yıllık hissedarlar toplantısına katılmanın işçilerin bu bankayı bir “Halk Bankası”na dönüştüreceğine ciddi manada inanan tek bir kişi yoktur. Ancak “bankaların bankası”, IMF, Avrupa Komisyonu ve Merkez Bankası’ndan oluşan “troyka”, AB üyesi her bir ülke için tüm temel politikaları oluşturmaktadır. Kendini düzeltme yoluna gitmeyen ve “Avro” denilen metafiziğin halesine kapılmış olan Sol, AB oligarklarına karşı verilecek millî mücadelenin yeniden doğumu aracılığıyla, sınıf mücadelesinin geliştirilmesi rolünden vazgeçmiş görünmektedir.

Sonuçlar ve Perspektifler

Avrupa genelinde Sağ, eş ölçüde olmasa da, hızla gelişiyor. Elindeki destek geçici değil, aksine istikrarlı ve en azından orta vadede giderek artacak gibi görünüyor. Bu yükselişin sebepleri “yapısal”; yükseliş, yeni Sağ’ın neoliberal sağ hükümetlerin sosyo-ekonomik krizini istismar etme, tepeden inme gelen AB oligarşisinin otoriter ve gayri millî politikalarını kınayabilme becerisinin bir sonucu. Yeni Sağ’ın gücü, “muhalefet”te olmasında. Yaptıkları gösteriler ses getiriyor ancak bu gösteriler kapitalist ekonomi ile devletin komuta merkezlerinin uzağında gerçekleşiyor.

Yeni Sağ, gösteriler yapan bir yapı olmaktan çıkıp iktidara gelebilecek mi? Şurası açık ki neoliberallerle iktidarı paylaşmak, onun mevcut sosyal zeminini zayıflatıp dağıtacak.

Yeni Sağ, muhalefet konumundan neoliberal sağla iktidarı paylaşma konumuna geçtikçe, çelişkiler derinleşecek. Kitlesel toplaşmalar ve göçmen işçilerin sınır dışı edilmesi kapitalist istihdam politikalarını değiştirmeyecek, sosyal hizmetlerin yeniden temin edilmesini sağlamayacak, hayat standartlarını artırmayacak. Emekle sermaye arasındaki korporatist birlik üzerinden “millî” sermayeyi yabancı sermaye karşısında teşvik etmek, sınıfsal çelişkiyi azaltmayacak. “Millî sermaye”nin kendi yabancı ortaklarına emeğin çıkarına olacak şekilde karşı çıkmasını düşünmek, tümüyle gerçek dışı bir hayal.

“Milliyetçi sağ” içindeki ayrışmalar, yani açıktan faşist olanlarla seçimlere giren korporatist kesimler arasındaki bölünme, giderek yoğunlaşacak. Muhtemelen “millî” sermayeyle uzlaşma, demokratik usuller ve sosyal eşitsizlikler “milliyetçi” sağ eliyle sahte bir radikalizmin açığa vurulmasına neden olacak yeni bir sınıfsal çatışma dalgasına kapı aralayacaktır. Kendisini davaya adamış, kökleri ülkesinin derinliklerinde olan, millî ve sınıfî gelenekleriyle gurur duyan, etnik ve dinî “kimlikler” üzerinden işçileri birleştirebilen bir sol, kitlesini yeniden kazanarak, sağın neoliberal ve “milliyetçi” iki yüzüne karşı gerçek bir alternatif olarak yeniden ortaya çıkabilir. Uzun soluklu ekonomik kriz, hayat standartlarının kötüleşmesi, işsizlik ve kişisel güvencesizlik milliyetçi sağın yükselişini koşullamışsa, millete, sınıfa ve cemaate dair gerçekliklerle derin ilişkiler kurmuş bir solun sahneye çıkışını da pekâlâ koşullar. Neoliberaller kendilerinin sebep oldukları felâketler ve sorunlar için herhangi bir çözüm öneremezler; yeni sağın milliyetçilerindeki cevap da yanlış ve tepkiselcidir. Sol’un elinde bir çözüm var mı peki? O, sadece Brüksel’deki emperyalist despotik yönetimi devirerek bile millî-sınıfî meseleleri ele almaya başlayabilir.

Zeyil ve Son Gözlemler

Sol alternatifin bulunmadığı koşullarda, işçi sınıfına mensup seçmenlerin önünde iki seçenek durmaktadır: kitlesel olarak seçimlerde oy kullanmama ve grevler. Son AB seçiminde Fransız seçmeninin %60’ı sandık başına gitmemiş, işçi mahallelerinde bu oran %80’e yaklaşmıştır. Bu yol tüm AB genelinde tekrar edilmiş veya daha da ilerisine geçilmiştir. Ya güçbelâ AB’ye destek verilmiş ya da yeni sağa. Seçimden haftalar, günler önce işçiler sokaklara çıkmıştır. Devlet memurları, dok işçileri ve diğer sektörlerden işçiler kitlesel grevler gerçekleştirmiş, sosyal hizmetler, sağlık, eğitim, emekli maaşları, kapatılan fabrikalar, kütlesel işten çıkarmaları öngören AB dayatması “tasarruf tedbirleri”ne karşı işsizler ve halk sınıfları birçok kitle gösterileri tertiplemiştir. Çok sayıda seçmenin sandığa gitmemesi ve sokak gösterileri, hem troykanın neoliberal sağına hem de “Yeni Sağ”ına halkın büyük bir bölümünün itiraz ettiğini göstermektedir.

James Petras
30 Mayıs 2014
Kaynak

,

Mısır'ın Thermidor'u


1861’de Jeff Davis’in Amerika Konfedere Devletleri Başkanı seçilmesinden beri belki de en şaşırtıcı seçim, Mareşal Sisi’nin Mısır’da Cumhurbaşkanı seçildiği seçimdi.

İki seçimin ortak bir noktası var: ikisi de düzmece.

Sisi, ülkedeki ana muhalefet partisi Müslüman Kardeşler’i (İhvan) geçen yıl 3 Temmuz’da gerçekleşen askerî darbe sonrası yasakladı. Emrindeki silâhlı güçler, Rabiya Meydanı’nda yapılan son gösterideki oturma eylemine saldırdı ve 1.400 İhvan destekçisini katletti.

Yasaklama sadece İhvan ile ilgili değil, tüm muhalif güçleri de kapsıyor. Bugün Mısır’da, aralarında, bugünlerde “terörist örgüt” ilân edilen İhvan’ın önde gelen liderlerinin bulunduğu 40.000’in üzerinde politik tutsak var. Sadece bunlar da değil. El-Cezire’den gazeteciler, Devrimci Sosyalistler üyeleri, demokrasi eylemcileri, blog yazarları hepsi birden hapiste.

Sonrasında, savunma avukatları yokken 500’den fazla göstericiye ölüm cezası verildi.

Her şeyin ötesinde, kısa süre önce “gösteri kanunu” çıkartılarak, her türden kamusal gösteri kanundışı ilân edildi.

Elbette bu koşullarda yapılan her türden seçim diktatörün kendisini aklamasına yarayan bir halk oylamasına dönüşür ve meşruiyete dair paçavralarla çıplak ve kanlı karşı devrimin örtülmesini ifade eder.

Ama sonra bu hamle bile geri teper. “Seçim” her şeyden önce katılımcı sayısı ile ilgili bir meseledir. Eğer Sisi seçimlere Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin seçilmesini sağlayan oran olan yüzde 50’den fazla katılım sağlayamamışsa, bu, onun yetkilerini demokratik kullandığı iddiasını tümüyle boşa düşecektir.

Bu yüzden Sisi umutsuzca bir hamle yaptı ve hükümet eşiği aşmak için seçim süresini tam bir gün uzattı ama kimse yüzünü sandıklara çevirmedi. Ardından City Stars denilen alışveriş merkezini kapatıp seçmenlere zorla oy kullandırttı. Trenleri ücretsiz yaptı. Seçimlerin son gününü ülke genelinde tatil ilân etti. Son olarak da oy kullanmayanların 500 Mısır sterlini ceza ödeyeceğini söyledi.

Bu hamlelerin hiçbirisi işe yaramadı ve katılım oranı yüzde 40-45’te kaldı. Sisi’nin ağzından daha yüksek oranlar çıkabilir ama bu söylenenlere kimse güvenmiyor. Esasında seçimlerin düzgünce, sahtekârlık olmadan gerçekleştiğine inanan Mısırlıların oranı sadece yüzde 34.

Sisi’nin elinden, seçimin meşru olduğunu iddia etmekten başka bir şey gelmiyor. Bu noktada da solcu Nasırcı Hamdin Sabahi’nin karşısına çıkmasını istiyor.

İhvan ve ilk 25 Ocak devriminin merkezî örgütü olan 6 Nisan Hareketi’nin seçimi boykot çağrısına uymayan Sabahi, Sisi diktatörlüğü nezdinde muazzam bir itibar elde etmiş görünüyor.

Sabahi yarıştaki tek rakip aday. Eğer aday olması sonrası çekilseydi ya da aday olmaya karşı çıksaydı, Sisi’nin adaylığı bir diktatör manevrası olarak ifşa olmuş olacaktı. Tek adaylı seçimden yüzde 95 oy almak anlamsızlaşacaktı.

Dolayısıyla Devrimci Sosyalistler’in ve başka solcu ekiplerin de boykota karşı çıkmaları, farsa dönüşmüş olan bir seçimde yer alıp Sabahi’ye destek atmaları gerçekten çok şaşırtıcı.

Üstelik bu destek de “devrimin savunulması” ve “yeniden toplaşma için gerekli zeminin temin edilmesi” türünden ifadelerle meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Oysa meselenin ikisiyle de alakası yok. Sabahi şunu açıkça söyledi: “Ben İhvan ile ilgili yasağın sürmesini sağlayacağım ve ona terörist bir örgüt olarak muamele edeceğim.” Ayrıca Sabahi, polisin ve ordunun Rabiya Meydanı’ndaki oturma eyleminde 1.400 insanı katletmesini de savundu. Demek ki İhvan ile ortak bir cephe oluşturup Sisi önderliğindeki karşı devrimle mücadele etmeye itiraz etmek büyük bir taktiksel hatadır; bu hata, karşı tarafın ifşaatını örtbas etmek için önemli bir kılıf temin etme noktasında söz konusu unsurların Sabahi’yi desteklemelerine neden olmuştur.

Söz konusu koşullarda bu olağanüstü hata kendi ifadesine kavuşmuş görünmektedir. Sabahi, seçimde yüzde 5’ten daha az oy aldı. Bu, Sabahi’nin üçüncü geldiği, Mursi’nin kazandığı son cumhurbaşkanlığı seçimlerinden beri ciddi bir düşüşün yaşandığının delilidir. Esasında o seçimde Sabahi oylarının çoğunu Kahire ve İskenderiye’den almıştı. Mübarek’e muhalefet etmekle geçen onca yıl Sisi’ye verilen hizmetle geriye dönülmez biçimde lekelendi. Dolayısıyla bu leke, Sabahi’yi destekleyenlerin itibarı üzerine de düştü.

Sabahi’nin adaylığı, Avrupa Birliği gözlemcilerinin uzun süre önce gayrimeşru ilân etmeleri gereken bu seçim oyununun sonucunu beklemelerine neden oldu. Ama bu, aynı zamanda Batı’nın Sisi diktatörlüğüne yolu daha da açtığını ifade ediyor. NATO’nun başındaki isim seçimlerden kısa bir süre önce Sisi’yi ziyaret etti ki bu, Mısır tarihinde ilk kez gerçekleşen bir olay.

Demokratik hareketin, işçi hareketinin ve solun önünde zor ve uzun bir yol bulunmaktadır. İlk ve en önemli adım, Sisi’ye muhalif olan herkesi yeniden biraraya getirmek olmalıdır. Evet, İhvan’ın iktidarda kaldığı süre zarfında Mısır derin devletiyle uzlaştığı doğrudur. Evet, onun polisin ve ordunun baskılara devam etmesine imkân verdiği, üstelik baskının düzeyinin Sisi dönemine kıyasla niteliksel açıdan daha yoğun olduğu da doğrudur. Ama şu da bir gerçek ki İhvan karşı devrimci derin devlet gibi değildir. Pratikte İhvan’ın yaptığı hatalar ve gerçekleştirdikleri uzlaşmalar ilkin onun kurban olmasına yol açmıştır. Dolayısıyla Sisi’ye karşı birleşik bir muhalefet tesis etmek tam da bu nedenle mümkündür. Bu aşamada İhvan’ın Sisi’ye kapı araladığını asla unutmamak gerekir. Ama eğer bu kapı bir daha kapatılacak ise bu işi yapmak için İhvan’ı destekleyen kitlelerin yardımını almak zorunludur.

John Rees
29 Mayıs 2014
Kaynak

Thermidor: Grekçe “ısı” anlamındaki “thermos” sözcüğünden türeyen Fransızca sözcük “thermal”a atıfla türetilmiştir. Fransız Devrimi sonrası oluşturulan yeni takvimde 19-20 Temmuz ile 17-18 Ağustos arasındaki ayı ifade eder. Bu ay içinde, 1794’te Robespierre devrilmiş, yerine devrimi istikrara kavuşturmak isteyen, radikal hedef ve stratejilerden vazgeçen bir ekip geçmiştir.

,

Hindistan'da Safranlaşma


Priyamvada Gopal Söyleşisi

Feyzi İsmail
25 Mayıs 2014

 

Hindistan Halk Partisi ve Narendra Modi Hindu köktenciliği ile bağlantılı bir hareket. Binlerce insanın öldüğü, on binlercesinin kaybolduğu, 2002’de Gujarat’taki katliamı başlatan ve göz yuman, bu parti. HHP’nin zaferi, medyada kimi isimlerce “ezici seçim zaferi” olarak nitelendirildi. HHP neden kazandı?

Esasında küçük bir azınlığa dayanan ama son seçimde toplam oyların %31’ini alan HHP’nin elde ettiği “ezici seçim zaferi”nin nedeni, iktidardaki Kongre Partisi’nin etrafında tesis edilmiş Birleşik İlerici İttifak’ın yaptığı affedilemeyecek hatalar. Yolsuzluğun ayyuka çıkması ve soylu aileye dayalı yönetimin herhangi bir alternatif çıkartamaması, Gandi ailesi üyelerinin seçimlerde bitap düşüp halka seçenek sunamamaları gibi nedenler sıralanabilir. Öte yandan Narendra Modi ise her şeyi sonuna dek götürme vaadinde bulundu, Birleşik İlerici İttifak’ın (Bİİ) başbakanı Manhoman Sih’in neoliberal politikalarını sürdüreceğini söyledi, aynı zamanda Hindistan’ın küresel bir güç kılınması ve refahın artırılmasına dair orta sınıflara ait düşleri gerçekleştirmeyi vaat etti.

Modi’nin iktidara gelişi, Hindu-Müslüman ilişkileri için ne ifade ediyor?

Modi’nin iktidara gelişi, Hindistan’daki sosyal ve politik gerçekliğin endişe verici sonuçlar üretmesine neden olacak, öte yandan kendisini Müslüman (ve daha genel manada azınlık) karşıtlığı ile kuran Hindu çoğunlukçuluk retoriği daha da saldırganlaşacak. Bu yaklaşım, bugün Hinducu örgütler ailesini ifade eden “Sangh Parivar”ı içine almaktadır. Ekonomik açıdan haklarından mahrum bırakılmış olan Müslümanların, marjinalleştirilmeye ek olarak, ilerleyen süreçte ayrımcılığa, baskıya ve gettolaşmaya maruz bırakılacakları açıktır. Modi’ye oy verenlerin ekseriyeti, her ne kadar seçimlerde belirli bir azınlığı ifade etse de, şu mesajı vermektedir: “Müslümanlar ya Hindistan’ı terk edecek ya da yerlerini bilerek bu ülkede kalacaklar.” Bu da alt kıtada İslamcılığın, Keşmir’de görüldüğü üzere, daha da şiddetli bir nitelik arz edeceğini göstermektedir.

Hindistan’da siyaset ve demokrasi için bu yaşananlar ne anlama geliyor?

Siyaset sahnesi, ilerleyen süreçte daha da “safranlaşacak” ya da toplum ve siyasetin (dinî değil) ideolojik manada yaşadığı Hindulaşma daha da yoğunlaşacaktır. Bu seçimlerle birlikte, ülke tarihindeki en az sayıda Müslüman’ın parlamentoya girişine tanık olduk. Üstelik bu, çoğulculuk ve çokseslilikle övünen bir parlamentoydu. Ama seçimlerin en çok endişe verici sonucu “Modi Dalgası” denilen bir hareketin damgasını taşımış olması. Modi, mali ve ideolojik olarak birçok TV kanalı ve dergi tarafından desteklendi, şirket medyası partizan bir üslupla onun arkasında oldu. Elbette bu, Batı’nın, özellikle ABD’nin aşina olmadığı bir şey değil, ama bu yaşanan Hindistan için görece daha yeni bir gelişme ve halkla muhalefet için epey kötü. Bu süreçte Modi’nin ağzından birçok iğneleyici söz ve tehdit işittik. Örneğin saygın bir yazar olan UR Anantamurti, bugün polis korumasıyla yaşamak durumunda kaldı. Modi hakkında en ufak eleştiri dillendiren, fizikî tehditlere ve tacizlere maruz kalıyor. Kitlesel rıza imalatı ve muhalefetin zorla ezilmesi koşullarında demokrasi için her şey daha da zorlaşıyor. Ülkedeki demokratik çerçevenin korunması ve ülkenin bu çerçevenin dışına çıkmasına mani olunması konusunda birçok Hintlinin cüretli ve kararlı olması gerekiyor.

Hindistan’ın doğal kaynaklarını sömürme ve kalkınma konusunda Modi’nin gündeminde neler var? Modi, bu sömürüye karşı direnecek olanlarla nasıl başa çıkacak?

Her şeyden önce Modi’nin kafasındaki “kalkınma” tanımıyla söze başlamamız lazım. Ona göre kalkınma, şirketlerin kârlarıyla ve Özel Ekonomi Bölgeleri, kesintisiz elektrik arzı ile orta sınıfların kazanç elde etmesiyle bağlantılı bir kavram. Memleketi Gujarat’ta bu büyümeyi kendisi fakir köylülerin yurtsuzlaştırılması, çiftçilerin borç sarmalına sokulması ve çevrenin giderek daha da fazla yıkıma uğratılması pahasına elde etmişti. Eğer bu model, tüm Hindistan genelinde tekrarlanacak olursa ki ilk tatbik eden o değil, o vakit çokuluslu şirketlerin muazzam büyüklükte kaynaklara el koymasını, kendisinin tatlı kârlar elde etmesini, çevrenin yıkıma uğramasını ve binlerce insanın yerinden yurdundan edilmesini şimdiden umabiliriz. Birçok eyalette bu süreç HHP ve Kongre Partisi döneminde zaten işleme sokulmuştu. Maoistlerin ve daha de endişe verici biçimde sıradan adivasilerin (yerli halkın) önceki hükümet döneminde yüzleştiği zora dayalı baskı politikası, önümüzdeki süreçte devam edecek ve daha da yoğunlaşacaktır. Şimdiden tanık olduğumuz üzere, şiddete başvurmayı tercih etmeyen, muhalif siyasetçilerden iktidarı eleştiren gazetecilere ve kimi Twitter yazarlarına kadar tüm muhalif kesim tutuklamalara, gözaltılara ve soruşturmalara maruz bırakılmaktadır. Modi karşıtı ifadeler kullandı diye Goa’da bir Facebook kullanıcısı tutuklandı, aynı zamanda HHP’yi yolsuzlukla suçlayan, sonrasında tutuklandığında kefaletini ödemeyi reddeden muhalif siyasetçi Arvind Kejrival da hapse atıldı. Ünlü yazar UR Anantamurti bugün Modi taraftarlarından fizikî tehditlere maruz kaldığından, polis korumasına ihtiyaç duyuyor.

Seçimlerde sol ne yaptı, Hindistan’daki ilerici sol için HHP’nin zaferi ne anlama geliyor?

Seçimlere katılan sol, yani iki parlamenter komünist parti, Kerala dışında çok az oy aldı. Kerala’daki sonuç gayet iyiydi ama kazanmalarına yetmedi. Ulusal planda ise itibarsızlaşmış olan iktidardaki koalisyonu desteklediler. Bu partilerin artık pek bir itibarı kalmadı, dürüst olmak gerekirse, neoliberalizme dönük gerçek bir direniş için bizlerin, yeni sendikacılık girişimlerini de içeren, sivil direniş hareketlerinden ve halkın eylemselliğinden doğan üçüncü bir gücün gelişimine bakmamız gerekir. Ülkede kast ayrımcılığına karşı duran hareketler, eşcinsel hakları girişimleri, feminist örgütler, kabile hakları kolektifleri, nükleer karşıtı gruplar, çevre kampanyaları vb. birçok unsur mevcut. Mesele, üçüncü bir neoliberalizm karşıtı gücün ortaya çıkmasına imkân verecek daha geniş kapsamlı ilerici bir koalisyonun oluşup oluşmayacağı. Ancak statüko ile öldürücü etkilere sahip iki kardeş, Hinduculuk ve neoliberalizme karşı kudretli bir üçüncü güç dâhilinde, yeni bir liderlikle kitlesel örgütlenmeyi buluşturmak ciddi zaman alacaktır.

Kaynak