08 Kasım 2013

, ,

Asya'nın Uyanışı


1905 Rus Devrimi’nin Çin’de bir dizi önemli olayı tetiklediği dönemde Lenin, Çin üzerinden sömürge devrimi ve birleşik cephe stratejisi üzerine teorik çalışma yapar. Bu stratejinin öncülüğü esasında, ilgili strateji 1920’de Komintern’ce kabul edilmezden dört yıl önce, Hollanda Doğu Hint Adaları’ndaki komünistlerdedir. Aynı strateji Çin Komünist Partisi’nin ana mayasıdır.

Gerçekte Hollanda Doğu Hint Adaları’ndaki (Endonezya) gelişmelerin Çin Devrimi’nin ileride içine gireceği ana yönelim üzerinde muazzam bir etkisi vardır. Lenin’in sömürge devrimi teorisi ilkin 1920 Yaz’ında toplanan II. Komintern Kongresi'nde dillendirilmiştir. Lenin’in millet ve sömürge meselesine ilişkin tezlerine göre, komünistler sömürge ve geri kalmış ülkelerde burjuva demokrasisi ile geçici bir ittifaka girmeli ama asla burjuva demokrasisi ile birleşmemelidir. Tüm bu koşullar altında komünistler en küçük, embriyonik biçiminde bile olsa, proleter hareketin bağımsızlığını muhafaza etmelidirler. Bu, Lenin’in birleşik cephe stratejisinin ürünü olan bir yaklaşımdır. Lenin, Asya’yla ilgili stratejik programının nihai hatlarını 1920 Yaz’ında çizer. Avusturyalı ve Macar komünistler çok az başarı elde etmiş, Alman komünistler ise proleter bir ayaklanmanın yaşanacağı konusunda herhangi bir umut beslememektedirler. Ülkedeki durumun da giderek kötüleşmesiyle birlikte Lenin yüzünü Doğu’ya döner. Marx’ın dillendirdiği kadarıyla devrimi yapacak olan, Avrupa’daki en gelişkin sanayiye sahip ülkelerin işçileridir. Ancak Bolşevik Devrimi’nin gösterdiği üzere, proletarya diktatörlüğü geri kalmış ve asgari düzeyde sanayiye sahip bir ülkede tesis edilmiştir. Marx’ın sömürgeleştirilmiş Asya’nın Avrupa işçilerinin zaferi ardından otomatikman özgürleşeceğine dair ısrarı 1917 sonrası teorinin zayıf karnı durumuna gelmiştir. Dolayısıyla Marksizmin Asya’daki milliyetçi burjuva demokrasisiyle kurulacak meşru bir proleter ittifak üzerinden yeniden yorumlanması gündeme gelmiştir. İşte Lenin’in Temmuz 1920’de II. Komintern Kongresi’nde yaptığı da budur. Ancak bu noktada belirtmek gerekir ki, Lenin’in yüzünü Doğu’ya dönüşünün yegâne nedeni, ilgili aşamada Avrupa’da devrimin başarısızlığı ve Bolşevik Devrim’in tehlikede oluşu değildir. Teori devrimci pratiği öncelemez. Devrimci pratiği, Marksizmin ilgili durum dâhilinde yeniden yorumlanması takip etmiştir. Sömürge devrimi teorisi Asya’dan çıkmıştır. Bunda Komintern’in kuruluşundan dört yıl önce Endonezya’da burjuva milliyetçi kitle hareketi ile ittifak kurabilmiş o küçük proleter partinin önemli bir katkısı vardır.

Rus Devrimi’nden önce Lenin, Asya ile ilgili çok az sayıda makale kaleme almıştır. Bu kısa makalelerde Çin ve Endonezya’daki gelişmelere odaklanılmıştır. Bölgeye dikkatlerin yönelmesindeki en önemli neden 1900 tarihli Boxer Ayaklanması’dır. Iskra’nın ilk sayısında Lenin’in “Çin’de Savaş” isimli bir makalesine yer verilir. Görünüşe göre, öncelikle onun Çin hakkında kalem oynatmasının ana nedeni Çar’ın politikasına yönelik eleştirisidir. 12 yıl sonra Lenin Çin ile ilgili bir yazı daha yazar. Bu sefer Çin’in yeni geçici cumhurbaşkanı Dr. Sun Yat-sen’e övgüler düzmektedir. Bir yıl sonra ise Endonezya’daki gelişmelere odaklanır. Hollandalı Marksist W. van Ravesteyn kendisini Endonezya’da kurulan Sarekat İslam (İslam Birliği) hakkında bilgilendirmiştir. Aşağıdaki makale, Lenin’in dönemi analizi ve bilgilendirme ışığında doğuya dönük yaklaşımını sergilemektedir.

* * *

Asya’nın Uyanışı

 

Çin’in yüzyıllardır olduğu yerde sayan bir ülke olarak düşünüldüğü dönem çok mu geride kaldı? Bugünün Çin’i ise siyasal eylemlerin fokur fokur kaynadığı, güçlü bir toplumsal harekete ve demokratik bir yükselişe sahne olan bir ülkedir. Rusya’daki 1905 hareketi ardından demokratik devrim Asya’nın tümüne, Türkiye’ye, İran’a ve Çin’e yayıldı. Britanya Hindistan’ında da mayalanma giderek artıyor.

Dikkate değer bir gelişme, devrimci demokratik hareketin Hollanda hâkimiyetindeki, yaklaşık kırk milyonluk bir nüfusa sahip, Doğu Hint Adaları’na, Cava ve diğer Hollanda sömürgelerine yayılmasıdır.

Birincisi demokratik hareket, millî hareketin İslâm bayrağı altında ortaya çıktığı Cava’da, yığınlar arasında gelişmektedir. İkincisi kapitalizm, Hollanda’nın Doğu Hint Adaları için bağımsızlık isteğiyle ortaya çıkan, yerel koşullara uyum sağlamış Avrupalılardan oluşan yerel bir aydın tabakası yaratmıştır. Üçüncüsü, Cava ve öteki adaların oldukça geniş olan Çin nüfusu devrimci hareketi kendi ülkelerinden taşıyıp getirmiştir.

Hollanda’nın Doğu Hint Adaları’ndaki bu uyanışını tanımlayan Hollandalı Marksist van Ravesteyn, Hollanda hükümetinin yüzyıllık despotizmi ve gaddarlığının şimdi yerli yığınların kararlı direnişi ve protestosu ile karşılaştığına dikkat çekmektedir.

Devrim öncesi dönemin alışılagelen olayları baş göstermiştir. Akıllara durgunluk verecek ölçüde partiler ve işçi birlikleri kuruluyor. Hükümet bunları yasaklamakla sadece hoşnutsuzluğu biraz daha fazla körüklemiş oluyor ve hareketin gelişmesini hızlandırıyor. Örneğin geçenlerde hükümet, program ve tüzüğünde bağımsızlık mücadelesinden söz ediyor diye “Hint Partisi”ni kapattı. Hollandalı Derzimordalar (Gogol’un Müfettiş oyunundaki zorba polis tiplemesi) (din adamları ve -Avrupa liberalizmi özüne kadar yozlaştığı için- liberallerin onayıyla) Hollanda’dan ayrılmaya ilişkin bu maddeyi suç kabul ettiler. Kapatılan parti doğal olarak başka bir isim altında yeniden kuruldu.

Cava’da yerli halk bir Millî Birlik tesis etti. Birliğin şimdiden 80.000 üyesi var; kalabalık mitingler düzenliyor. Demokratik hareket kesintisiz büyüyor.

Dünya kapitalizmi ve Rusya’daki 1905 hareketi nihayet Asya’yı uyandırdı. Ezilip horlanmış, karanlığa terk edilmiş yüz milyonlarca insan Ortaçağ durgunluğundan yeni bir hayata uyanıyor; temel insan hakları ve demokrasi mücadelesi için ayağa kalkıyor.

İleri ülkelerin işçileri, Dünya’nın çeşitli yerlerinde değişik biçimler altında ortaya çıkan millî hareketin bu güçlü gelişimini ilgiyle, ondan esinlenerek izliyor. İşçi sınıfı hareketinin gücünden ödü patlayan Avrupa burjuvazisi, gericiliğe, militarizme, siyasette kilisenin rolü olması gerektiğini söyleyen fikre ve cehalete kucak açıyor. Oysa Avrupa ülkelerinin işçi sınıfı ile Asya’nın genç demokrasisi, kendi gücüne tam güveni ve yığınlara sarsılmaz inancıyla, bu yozlaşmış, can çekişen burjuvazinin yerini almak için ilerliyor.

Asya’nın uyanışı ve Avrupa’daki ileri proletaryanın iktidar mücadelesi, Dünya tarihinde bu yüzyılın başında ortaya çıkan yeni aşamanın bir simgesidir.

V. I. Lenin
Pravda

Sayı. 103
7 Mayıs 1913

[Kaynak: Collected Works, Progress Publishers, 1977, Moskova Cilt 19, s. 85-86.]

06 Kasım 2013

,

“Halkın Özgürlük ve Eşitlik Sloganları ile Aldatılması”na Önsöz


 

19 Mayıs tarihli halk eğitimi kongresindeki konuşmamda incelediğim, genelde eşitlik, özelde işçi ve köylünün eşitliği sorunu, şüphesiz ki çağımızın en acil ve “sancılı” sorunlarından birisidir, ayrıca küçük-burjuva, küçük arazi sahibi, küçük mülk sahibi, her cahilin ve (Menşevikler ile Sosyalist-Devrimciler dâhil) aydınların onda dokuzunun en köklü önyargılarına dokunan bir sorundur bu.

İşçi ile köylü arasındaki eşitliği inkâr etmek! Ne korkunç şey! Elbette, kapitalistlerin bütün dostları, bütün uşakları ve en başta, Menşevikler ile Sosyalist-Devrimciler, köylüyü “tahrik etmek”, onu işçilere ve komünistlere karşı “kışkırtıp” ayaklandırmak için, bu meseleye dört elle sarılmaya çalışacaklar. Bu türden girişimler kaçınılmazdır, ama yalan üzerine kurulu olduklarından, içler acısı bir başarısızlığa uğramaya da mahkûmdurlar.

Köylüler, aklı başında, işten anlayan, pratik insanlardır. Onlara olup bitenleri, yaşamdan alınmış basit örnekler ile, somut bir biçimde açıklamak gerekir. Tahıl fazlası olan köylünün, aç işçileri düşünmeksizin, bu fazlayı, fiyatlar fahiş bir hâl alıncaya ve vurgunculuk için bir düzeye ulaşıncaya dek saklaması doğru mudur? Ya da işçilerin elinde bulunan devlet iktidarının, tüm tahıl fazlasını fahiş bir fiyatla, karaborsa fiyatıyla değil, devlet tarafından saptanmış değişmez bir fiyatla alması doğru değil midir?

Söz konusu olan ana mesele, meselenin özü işte budur. Menşevikler ile Sosyalist-Devrimciler gibi kapitalistlere hizmet eden, kapitalistlerin bütünleşik iktidarının yeniden kurulmasını kolaylaştıran muhtelif üçkâğıtçıların, “eşitlik” ve “işçi demokrasisinin birliği” ile ilgili boş sözleri aracıyla, içinden sıyrılmak istedikleri de işte budur.

Köylüler:

Ya tahıl üzerinden vurgunculuk, zenginler için daha da zenginleşme, yoksullar için sefalet ve açlık içine düştüğünü görme özgürlüğü, büyük toprak sahipleri ile kapitalistlerin mutlak iktidarının yeniden kurulması, işçi-köylü ittifakının bozulması anlamına gelen özgür tahıl ticaretini ya da burjuvaziden kurtulmak, burjuva iktidarının yeniden tesisine ilişkin her türden imkânı ortadan kaldırmak amacıyla işçiler ve köylüler arasında oluşturulacak ittifakı ifade eden birleşik işçi otoritesine, yani devlete tahıl fazlasını teslim etmeyi seçmelidirler.

Tercih bu yönde yapılacaktır.

Zengin köylüler, kulaklar, birinci yolu seçecek; işçilere, yoksullara karşı, kapitalistler ve toprak sahipleri ile ittifak yaparak, talihlerini denemek isteyeceklerdir. Ama Rusya'da bu köylüler azınlık durumundadır. Köylülerin çoğunluğu, kapitalistlerin iktidarının yeniden kurulmasına, “zenginler için daha da zenginleşme özgürlüğü”ne karşı, “yoksul için açlıktan kıvranma özgürlüğü"ne, “eşitlik” (tahıl fazlasını alan tokun aç ile eşitliği) üzerindeki cafcaflı sözlerle, bu melun kapitalist “özgürlük”ü (açlıktan ölme özgürlüğünü) maskelemeye yarayan yalana karşı, işçiler ile ittifak yapmadan yana olacaktır.

Görevimiz, Menşevikler ile Sosyalist-Devrimciler’in “özgürlük” ve “eşitlik” üzerindeki tumturaklı ve cafcaflı sözler aracığıyla yaydıkları kurnazca kapitalist yalana karşı savaşmaktır.

Köylüler! “Özgürlük”, “eşitlik” ve “işçi demokrasisinin birliği”ne ilişkin methiyeler düzen, bunun yanı sıra, fiiliyatta köylülerin ezilmesi amacıyla toprak sahiplerinin “özgürlüğü”nün, yarı aç köylünün ya da işçinin zengin kapitalistle “eşitliği”nin, ülkenin savaş yüzünden mahvolması sebebiyle açlık ve işsizliğin çilesini çeken işçi ile tahıl fazlasını saklayan besili adamın “eşitliği”nin destekçiliğini yapan, kuzu postundaki kurtların maskelerini düşürün. Bu kuzu postundaki kurtlar, emekçi halkın en kötü düşmanlarıdırlar; kendilerine ister “Menşevik”, ister “Sosyalist Devrimci” isterse “partisizim” desinler, bu insanlar gerçekte kapitalistlerin dostlarıdırlar.

“İşçi ve köylü, çalışan insanlar olarak eşittirler, besili bir tahıl vurguncusu aç işçinin eşiti değildir.” “Buğdayı emekçinin elinden değil, vurguncunun elinden alarak, biz yalnızca emeğin çıkarlarını savunmak için mücadele ediyoruz.” “Biz, orta köylü ile, emekçi köylü ile uzlaşmak istiyoruz.” İşte konuşmamda söylediğim şeyler, işte ana düğüm noktası, işte “eşitlik” üzerinden sarf edilen o tumturaklı sözlerle anlaşılmaz duruma getirilen hakikat bu. Dahası köylülerin büyük çoğunluğu, bunun doğru olduğunu, emekçilere ve yoksullara elinden gelen her yardımı yapan işçi devletinin, vurgunculara ve zenginlere karşı savaştığını, oysa hem (monarşi idaresi altında) büyük toprak sahipleri devleti hem de (en özgür ve en demokratik cumhuriyetçi rejim döneminde) kapitalist devletin her zaman ve her yerde, bütün ülkelerde, zenginlerin emekçileri soymasına, vurguncu ve zenginlerin yoksulları yıkıma uğratarak daha da zenginleşmesine yardım ettiklerini bilir.

Her köylü bu hakikatin bilincindedir. Bu nedenle köylülerin ana çoğunluğu, daha büyük bir farkındalıkla, daha kısa sürede ve hiç tereddüt etmeden kararlarını verip işçilerle toprak sahipleri ve kapitalist devlete karşı kurulan işçiler hükümetiyle, “Kurucu Meclis” veya “demokratik cumhuriyet”e karşı oluşan Sovyet iktidarıyla ve kapitalistlere, Menşevikler’e ve Sosyalist-Devrimciler’e dönük her türden desteğe karşı Bolşevik Komünistler’le anlaşma hususunda müttefik olduklarını ilân edeceklerdir.

O “okumuş” baylara, demokratlara, sosyalistlere, Sosyal-Demokratlar’a, Sosyalist-Devrimciler’e vb.’ye ise biz şunu söylüyoruz: Hepiniz “sınıflar mücadelesi”ni destekliyormuş gibi yapıyorsunuz ama fiiliyatta gözleriniz, özellikle söz konusu mücadelenin derinleştiği noktalarda, birden kapanıyor. Bu ise emekçi halka karşı sermayenin, burjuvazinin safını tutmak anlamına geliyor.

Sınıflar mücadelesini kabul eden bir kişinin aynı zamanda en özgür ve en demokratik biçimine sahip bile olsa, burjuva bir cumhuriyette, “özgürlük” ve “eşitlik”in, emtia sahiplerinin eşitlik ve özgürlüğünün, sermayenin eşitlik ve özgürlüğünün ifadesinden başka bir şey olmayacağını ve hiçbir zaman da olmadığını kabul etmesi gerekir. Marx, tüm yapıtlarında ve özellikle (hepinizin lafa gelince kabul ettiği) Kapital’de bunu bin kez açıklamıştır; soyut “özgürlük ve eşitlik” anlayışını ve bu kavramları kabalaştırıp gerçeklere gözlerini kapayan Bentham gibi isimleri alaya almış, bu soyutlamaların maddî köklerini ortaya koymuştur.

Burjuva rejimde (yani toprak ve üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin henüz varlığını sürdürdüğü düzende) ve burjuva demokrasisi koşullarında “özgürlük ve eşitlik” gerçekte (biçimsel olarak özgür, biçimsel olarak eşit haklara sahip) işçilerin ücretli köleliği ve sermayenin bütünleşik iktidarı, emeğin sermaye tarafından ezilmesi anlamına geldiğinden, saf anlamda biçimsel kalırlar. Ey o “okumuş baylar, işte sizlerin unuttuğu gerçek bu.

İşin alfabesi üzerinden söylenebilir ki, proleter devrim sırasında, sınıflar mücadelesi iç savaş durumuna dönüşecek derecede ağırlaştığı vakit, yalnızca aptallar ve dönekler o boş “özgürlük”, “eşitlik” ve “işçi demokrasisinin birliği” ile ilgili boş sözlerle meseleden kurtulma yoluna giderler. Fiiliyatta her şey, proletaryanın burjuvaziye karşı verdiği mücadelenin ortaya koyduğu sonuca tabidir ve (tüm küçük-burjuvaziyi dolayısıyla tüm “köylülük”ü içerecek biçimde) ara, orta sınıflar kaçınılmaz biçimde iki kamp arasında kararsızlık yaşarlar.

Mesele, bu ara katmanların ana güçler olan proletarya ya da burjuvazinin hangisine müttefik olacağıdır. Bu noktada üçüncü bir yol yoktur; Bu hususu Marx'ın Kapital’ini okurken çıkarsamayıp kavramayan kişi Marx'tan ve sosyalizmden hiçbir şey anlamamış demektir, dahası bu kişi, gerçekte bir cahil, burjuvazinin kuyruğunu körü körüne takip eden bir küçük-burjuvadır. Diğer yandan, ilgili hususu kavramış kişi, kendisinin “özgürlük” ve “eşitlik”e dair boş sözlerle aldatılmasına asla imkân vermeyecek, pratik şeyleri, yani köylülerle işçiler arasındaki yakınlaşmanın, kapitalistlere karşı kurulacak ittifakın, işçilerle köylüler arasında sömürücülere, zenginlere ve vurgunculara karşı oluşacak anlaşmanın somut koşullarını düşünecek ve bunlar hakkında konuşacaktır.

Proletarya diktatörlüğü sınıflar mücadelesinin sonu değil, onun yeni biçimler altında sürmesidir. Proletarya diktatörlüğü, yenilmiş, ama direnmeyi bırakmak şöyle dursun, direncini daha da yoğunlaştırmış, yok olmamış, ortadan kalkmamış olan burjuvaziye karşı siyasî iktidarı eline geçirmiş bulunan proletaryanın sınıf mücadelesidir. Proletarya diktatörlüğü, emekçilerin öncüsü proletarya ile, proleter olmayan birçok emekçi katmanlar (küçük-burjuvazi, küçük mülk sahipleri, köylüler, aydınlar,vb.) ya da bu katmanların çoğunluğu arasındaki sermayeye karşı yöneltilmiş, sermayenin tamamen devrilmesini, burjuvazinin direncinin ve restorasyon girişimlerinin tamamen ezilmesini, sosyalizmin kuruluşunu ve kesin olarak pekişmesini amaçlayan özel bir sınıf ittifakı biçimidir. O, özel bir durumda, yani amansız bir iç savaş koşulları altında oluşan özel türde bir ittifaktır; sosyalizmin kararlı yandaşlarıyla kararsız, bazen de (ittifakın mücadele için bir anlaşma olmaktan çıkıp, bir tarafsızlık anlaşması durumuna geldiği hâllerde) “tarafsız”lar arasında gerçekleşen bir ittifaktır; bu ittifak, iktisadî, siyasî, sosyal ve ideolojik açılardan farklı sınıflar arasında gerçekleşmektedir. “Özgürlük”, “eşitlik” ve “işçi demokrasisinin birliği”ne dair genel sözler ile, yalnızca Kautsky, Martov ve hempaları gibi o fesat Bern ya da sarı Enternasyonal’in soysuz kahramanları, “özgürlük”, “eşitlik” ve “işçi demokrasisinin birliği” ile ilgili palavralara başvurarak, yani emtia ekonomisi çağının ideolojik bagajından parçalar tırtıklayarak, bu ittifakın somut biçimlerinin, koşullarının ve görevlerinin incelenmesinden kaçabilirler.

V. I. Lenin
23 Haziran 1919

[İlk Yayınlanma Tarihi: Lenin’in, “Birinci Tüm Rusya Halk Eğitimi Kongresi’nde Yapılan İki Konuşma” isimli broşürü, Moskova 1919. Kaynak: Lenin, Collected Works, 4. İngilizce Basım, Progress Publishers, Moskova, 1972 Cilt: 29, s. 377-381.]

05 Kasım 2013

Femen’in Neokolonyal Feminizmi: Çıplaklık Bir Üniforma Olunca



Kasım 2011’de, Mısırlı blogcu Alya Mehdi kendisine ait çıplak resimleri internete yükledikten sonra Ortadoğu halkları arasında ciddi bir şok dalgasına yol açmıştı. Mehdi’nin iddiasına göre kendisi, genel anlamda Mısır’daki ataerkil yapılara, özelde ise kadınlarla ilgili olan ve onları basit birer seks objesine indirgeyen görüşlere meydan okuyordu.

Tuhaf olan şu ki Alya’ya ve yayınladığı fotoğrafa karşı çıkanların en başında, Mısır’da kendilerini liberal ve seküler aktivistler olarak tanımlayan kişiler geliyordu, bu kişiler fotoğrafı Müslüman Kardeşler gibi görece daha muhafazakâr çevrelerden bile önce kınadılar. Bu kesimlerin iddialarına göre fotoğraf manasızdı ve Mısır’daki liberal/seküler davaya, özellikle yaklaşan parlamento seçimlerine muazzam bir zarar veriyordu. Tartışmanın önemli bir kısmı, aynı zamanda feminizm meselesi ve kadın hakları üzerinden dönüyordu. Genel iddiaya göre, çırılçıplak soyunmak akla hayale gelmeyecek bir feminist taktikti ve esasında temelde kadın imgesini erkeklerin zevk dünyalarında tüketilmek için sunulan bir seks objesi olarak somutluyordu. Bu yaklaşımlara katılmayanlar ise fotoğrafın Mısır toplumunda kadınlarla ilgili, özellikle cinsellik ve çıplaklık üzerinden, bir tartışmanın alevlenmesini sağladığı düşüncesindeydiler.

Ölüm tehditleri alması ardından Mehdi ve erkek arkadaşı Kerim Emir, Mısır’ı terk etmek zorunda kaldı.

20 Aralık 2012’de bu sefer Mehdi, Ukrayna merkezli bir feminist hareket olan Femen’in üyeleriyle birlikte çıplak poz veriyor, ilgili fotoğraflar internet âleminde dolaşıyordu. Söz konusu eyleme “Muhammed’in Vahyi” ismi verilmişti. Bu fotoğraflardan birinde Mehdi, elinde Mısır bayrağı, yanında iki çıplak Femen üyesi ile birlikte ayakta duruyor ve vücudunda “siyah boyayla “şeriat anayasa değildir” yazıyordu. Bir diğer fotoğrafta ise Mehdi, üzerinde “Kur’an” yazan bir kartonu apışının önünde tutuyordu. Fotoğrafların Facebook ve Twitter’da yaygın biçimde paylaşılması üzerinden eyleme anında tepki gösterildi.

Femen’le işbirliği yaparak Mehdi’nin, Mısırlı kadınlarla ilgili belirli sorunlu söylemleri esasta normalleştirdiği açıktır. Kendisinin çıplak fotoğraflarını internete yükleme eylemi, toplumdaki ataerkil normlara meydan okumak olarak görülebilir, ancak mesele şu ki sömürgeci bir feminist hareket olarak tanımlanabilecek bir grupla işbirliğine gitmenin kendisi sorunsallaştırılmak zorundadır.

Femen, ülkede artan seks endüstrisini protesto etmek amacıyla Ukrayna’da 2008 yılında kurulmuş bir harekettir. Hareket, kısa süre içinde şubeleşmiş ve dinî kurumlar elinde zulme uğradıklarını düşündükleri kadınları da kapsayacak şekilde, diğer cinsiyet meselelerine yönelik de eylemler yapmaya başlamıştır.

Web sitelerine göre:

“FEMEN – yeni kadının adıdır.

FEMEN – ataerkil dünyanın temellerini zekâları, cinsiyetleri, çeviklikleri, erkeklerin dünyasında kargaşa çıkartıp nevroz ve paniğe yol açan eylemleri ile oyma becerisine sahip yeni Amazonlardır.

FEMEN – dünyanın sorunlarını hissetme becerisi ve o dünyaya çıplak gerçek ve saf örtüsüz bir cesaretle vurma becerisidir.

FEMEN – ateşli memeler, sakin bir kafa ve temiz ellerdir.

FEMEN olmak – kadınların yüzlerce yıldır süren köleliğine karşı sürdürülen acımasız mücadelede bedeninin her hücresini seferber etmek demektir!

FEMEN – bir SEKSTREMİZM ideolojisidir.

FEMEN – uçlarda gezen, üstsüz doğrudan eylem kampanyaları ile temsil olunan, kadınların cinsel protestosuna ait yeni bir ideolojidir.

FEMEN – diktatörlük, kilise ve seks endüstrisi gibi tüm biçimleri dâhilinde, ataerkilliğe saldıran demokrasi takipçileri ve kadın haklarını korumaya hizmet eden sektremizmdir.

Bedenin büyüsü sizin ilginizi çekecek, eylemdeki cüret sizin isyan etmeyi istemenizi sağlayacaktır.

Dışarı çık, sutyenini çıkar ve kazan!”

İlk kez Femen’i Paris’te üstlerindeki burkaları çıkartıp çırılçıplak kaldıkları protesto eyleminde işitmiştim. Bu protestonun hedefi, özelde Müslüman cemaatiydi. Femen’in iddiasına göre, peçe ve burka tabiatı gereği baskıcı kabul edilmeliydi. Dertleri, soyunarak Müslüman kadınların “kendilerini özgürleştirmeleri” konusunda onları yüreklendirmekti. Bu amaç, hem protesto eylemlerinde hem de “Müslüman kadınlar! Hadi çıplak olalım” gibi sloganlarında gayet açık bir biçimde görülmekteydi. Femen, ayrıca Araplarla ilgili sorunlu kimi ifadeler de dillendiriyordu: “Toplum olarak bizim Arapların kadınlara yönelik zihniyetinin kökünü kurutmamız mümkün olmadı.” Söz konusu slogan ve ifade, Femen’in aktivizmi ile ideolojisinin bir kısmını teşkil eden, Arap ve Müslüman kadınlara ilişkin özgül bir görüşe işaret ediyor aslında.

Beni esasta şaşkına çeviren şeyse, Femen’in üzerinde epey durduğu, kadınların kıyafetleriyle onların özgürlüğünün doğrudan ilişkili olduğuna dair tespiti. Bu yeni bir fikir olmamakla birlikte, esasında batı feminizminin önemli bir bölümünün üzerine bastığı bir fikir. Örneğin geçmişte Fransa devleti de tesettürlü olmaları sebebiyle Cezayir’i geri kalmış bir ülke kabul ediyordu. Bu mantık tarzı, otomatik olarak ilerleme adına, tesettürlü kadınların tesettürlerini atmaları ve dolayısıyla kendilerini “özgürleştirmeleri” gerektiği sonucuna ulaşıyor.

Bir feminist olarak bu gizli sömürgeci düşünceler beni epey endişeye sevk ediyor. Bu noktada tesettürle feminizm arasında süren o bitmek tükenmek bilmeyen tartışmaya geri dönülüyor; bu tartışmada birçok feminist, “gerçek” bir feminist olmak için tesettürün reddedilmesi gerektiğini söyleyip duruyor.

Femen ile ilgili endişelerim El-Cezire English’te yayınlanan “The Stream” programında aktarılan bir olaydan sonra iyice yoğunlaştı. Femen’in izahına göre, kadınların bedenleri mütemadiyen erkeklerce kullanılıyordu ve Femen kadınların bedenlerini geri alarak ataerkillikten onları kurtarıyordu. Bu kurtuluş eyleminin gerçekleşme yolu ise soyunmaktı.

Hikâyenin orta yerinde Femen sözcüsü, Femen’in taktiklerini sorgulayan diğer misafirlerin bir kısmının feminizm ehliyetlerini sorguluyordu. Femen’e göre, kendi feminizmi özgün ve biricikti. Bir tek onunki feminizmdi. Tesettüre giren kadınların feminist olarak adlandırılması mümkün değildi, zira onlar Femen’in bağlı olduğu mantıktan çok uzaklardı.

Feminizmin çeşitlilik meselesiyle ilk yüzleşmesi değil bu. Örneğin birinci ve ikinci dalga olarak nitelendirilen dönemlerdeki feministler, kendilerinden hoşlanmayan kadınları hareketin dışında tutmalarıyla biliniyordu: kendileri beyaz, orta sınıf ve Amerikalıydı. Bu feminizm alabildiğine yerliydi, ama “evrensel” bir şey olarak etiketlenip yaygınlaştırılıyordu. Eğer kadınlar bu feminizmi benimsemiyorlarsa, o vakit onlar esasında antifeministti. El-Cezire’deki programda konuşan Femen üyesinin geliştirdiği argümanlar da ürkütücü biçimde bu tarz söylemleri anımsatıyordu. Özellikle Femen sözcüsünün Femen taktiklerini kabul etmedikleri için diğer katılımcılara feminist olmadıklarını söylediğinde, benzerlik aşikâr bir hâl alıyordu.

Femen’le işbirliği yapmak suretiyle Mehdi, esasta Femen’in ülkesindeki feministlere aykırı olan, feminizme dönük sorunlu yaklaşımlarına da göz yummuş oluyordu. Oysa Mısır’da birçok feminist Femen’e ve onun feminizm etiketine karşı çıkmıştı. Bu, Femen’in feminizminin meşru bir feminizm biçimi olarak görüldüğü anlamına gelmiyordu elbette, ama bu feminizm tek feminizm biçimi de değildi. Dahası, postkolonyal feminizm perspektifinden bakıldığında, Femen’in kimi yaklaşımları, özellikle tesettürlü kadınların homojen bir biçimde ezildiklerine dair iddiaları, cidden ürkütücü yaklaşımlardı.

Feminizm, ırkçı, homofobik, transfobik ve İslamofobik olmak yerine, ırkçılık, homofobi, transfobi ve İslamofobi karşıtı retoriği benimsemesiyle, muazzam bir özgürleştirici potansiyele sahiptir. “İyi” ve “kötü” feminizmin ne olduğuna ilişkin sınırları açık biçimde tasvir ederek Femen, Arap kadınının kültür ve dinin baskısı altında ezildiğini söyleyen sömürgeci feminist retoriğe başvuruyor, ama öte yandan da ağzına kapitalizmi, ırkçılığı ya da küresel emperyalizmi zerre almıyor. Hareket aktif biçimde Müslüman kadınların tesettürün ve dinin tüm kadınlar için tabiatı gereği zararlı olduğunu görememeleri sebebiyle (ki Femen bunu görüyor!) “yanlış bilinç”ten mustarip olduğunu söyleyip duruyor.

Bir kez daha Müslüman kadınların hayatlarına ilişkin hüküm gene Avrupalı feministlerce veriliyor, bu feministler birleşip, İslam’ın ve tesettürün ataerkilliğin önemli bileşenleri olduğuna bir biçimde karar veriyorlar. Peki bu yaklaşıma katılmayan kadınlar neye denk düşüyorlar? Nerede o seslerin çoğul olmasını söyleyen düşünceler? En önemli soru da şu: feminizm, tüm avrupamerkezci önyargılarından kurtulmadıkça ve tüm kadınların deneyimlerinin meşru olduğunu kabul etmeye başlamadıkça, onun hayatta kalması mümkün mü?

Sara M. Salim
28 Aralık 2012
Kaynak

25 Ekim 2013

,


Nasıralı İsa, mabedin kapısında altınlarını ve paralarını sayan tefecilerin masasına inen tekmedir. O, yüze inen tokada uzatılan “öteki yanak” hâline, tefecilerin iktidarında gelmiştir. Tanrı yapılıp bu dünyadan kovulmazdan önce, para tanrısına sallanan kılıç, deveye yol vermeyen iğne deliğidir.

Bugün de lâzım gelen gene aynı tekme, aynı kılıç ve aynı iğne deliğidir. Teorik, ideolojik ve politik planda süren kavga, buna muhtaçtır. Söz konusu kavgada eksik tekme düşmandan yediğimiz dayağa, sallamadığımız kılıç yara bereye, yolun genişliği daralmaya dönüşmektedir. Kolektif hayat, bireysel bir kitaba ya da kolektif kitap bireysel bir ömre kapanmaktadır.

“Bir kitap okudum, hayatım değişti” lafı, kitapsız bir hayat veya hayatsız bir kitap için geçerlidir ancak. Aidiyetin yerini mülkiyet aldıkça kitap da hayat da kolektif niteliğini yitirir. Kitapsızlık batıla, geçici ve nicel olana tapmayla, hayatsızlıksa, “kitap yüklü eşek” olmakla sonuçlanır. Okuduğunda hayatı değiştiren kitap, içi boş olup, insanı sırttaki kitap yükünden ya da hayatın hakiki ağırlığından kurtarıyordur. Kurtarsın diye vardır. Bu, ciddi bir yanılsamadır. Aynı yanılsama, kendi okuduğunun kitap, başkalarının okuduğunu kese kâğıdı; kendi yaşadığını hayat, başkalarının yaşadığını hikâye olarak görenlerde de vardır.

Bir solcu kişinin örgütten, örgütün teorik/pratik eylemlilikten ayrılması, kitapsız hayat veya hayatsız kitaba meyletmesi ile ilgilidir. Örgütten veya eylemlilikten ayrılma, bağsızlaşma ve bağlamsızlaşmadır. Başka bağların ve ağların tuzağına düşmektir. Zihindeki ağdan kurtulmak, dışarının ağlarına yakalanmak içindir.

Sol pratik içinde de, belirli momentlerde yaşanan tıkanma sonucu, “bir kitap okudum, hayatım değişti” cümlesi duyulur. Kimi örgütlerden ayrılanlar, bir kitap okur ve hayatları değişir ama asla kitap değil, bir satır bile yazamazlar. Bu cümle, idrakin kapandığını, algının körleştiğini ve ölümün güncellendiğini gösterir. Yüzlerce film seyredilmiş, tek bir plan bile tasarlayamaz hâle gelinmiştir. Zihindeki ağ, örümcek ağı zannedilip temizlenmiş, dışarının ağına sinek gibi düşülmüştür.

Örneğin Negri, “imparatorluk” demiş, karşısına “çokluk”u çıkartmış, hemen burada bir pazar oluşuvermiştir. Sonra büyük iddialarla bir “politik” hareket başlatılır, ümitler ve vaatler bol keseden dağıtılır, öğrenci hareketine yeni bir “koordinasyon” aşısı yapılmak istenir. Ama hikâye, bir yayınevi bürosunda sonlanır. O bürolar, belirli kişilerin ayakkabılarının yüzölçümüne sahip birer “otonom”a dönüşüverir. Gene, birileri kaz gibi havalanmış, tavuk gibi yere çakılmıştır.

Sorun Negri’dedir bir yönüyle: o, tüm okuduklarını, okuduklarından oluşan ağın asıl ucunu kendine bağlamıştır. Eskiden ait olduğu ve bağlamı içinde bulunduğu kolektif iradeyi kendisinde öldürmek istemiştir. Buradaki gençler de doksanların şaşalı günlerinde “ölememiş”, o günleri kendilerinde öldürmek istemişlerdir. Aynı durum, bugün Haziran Direnişi için de geçerlidir.

Burada esas olarak tekme savrulan masa, her şeyi tüketmiş, bitirmiş kişilerin masasıdır. Kitabı tüketip yoz bir hayata ya da hayatı bitirip sığ bir kitaba sarılanlardır, mevzubahis olan. Bireysel bir tercih olarak görülen Marksizm ve tabiî ki Leninizm, tüketimin ve bitişin ilk kurbanlarıdır.

Önce cehenneme giden iyi niyet taşlarına basılır. Anarşizmden rol çalınır. Marksizmi zenginleştirdiği, yerlileştirdiği, derinleştirdiği iddiaları dillendirilir. Sonra da bir bakılır ki Marksizm çok geride kalmış. Sahnelenen bu oyun sırıtmasın diye herkese davetiye çıkartılır. Facebook, Twitter gibi geniş ağlar sayesinde oyunun pazarlaması yapılır. Sonra sola dönülüp denilir ki, “bizsiz nefes alamazsın, reklâma ihtiyacın var ve bu iş bizden sorulur.”

Önce Pentagon, sonra küresel şirketlerin oyun sahası olan internet, aslî siyaset alanı oluverir birden. Cımbızlanan birkaç alıntı, uygun birer resim kâfidir politik “görünmek” için.

Her şeyi tüketmiş, bitirmiş kişinin ortaya koyacağı her teorik ve politik faaliyet, tüketime ve bitişe yazgılıdır. İllaki yeniye hemen ihtiyaç duyulacak, tüketimin ve bitişin yüce öznesi bir anda oracıkta bitiverecektir.

Solda siyaset, bir alan kapma ve alan tutma meselesidir. Bu pratiğin, burjuvazinin, faşizmin ya da oligarşinin alanını daraltma, onun alanını ele geçirmeyle bir ilişkisi yoktur. Her sol özne, birbirinin alanına oynar. Belirli bir sektörde pazar payı konusunda şirketler arasında süren rekabetin mantığına benzer bir mantık işler burada.

Bugün dürüst bir arkadaş, Facebook’taki sayfasını sırf ticarî kaygılarla kurduğunu söylemektedir. Örgütü tasfiye olmuş, tecimsel kaygılar depreşmiştir. Hayatta kalmak için elde sadece eski solculuktan kalma sermaye vardır. Nitelik, kolektif olandan çalınmış, bireysel olan tarafından temellük edilmiş, o niteliğe sahip olmak üzerinden, her şey renge, sayıya ve niceliğe dönüşmüştür. Pazarda yarış, bu renklerin, şekillerin, sayıların, toplamda niceliğin yarıştırılmasından ibarettir. Niteliğe ilişkin dönüş(tür)me pratiği artık önemsizdir. Bir süre o niteliğin gerçek sahibi olan güzel atlılar beklenir, gelen olmayınca, ilk isteyene varılır.

Arkadaştaki dürüstlüğü göstermeyenler de vardır. İnternet âlemindeki takipçi ve beğeni sayısını müşteri profili olarak görüp bu portföyü herkese satmaya kalkanlara rastlanmaktadır. Bugün sokakları afişlemenin ağır bir iş olarak görülmesi ve Twitter’ın daha cazip hâle gelmesi, biraz da bu pratikle ilişkilidir. Tükenen ve biten, her şeyi derhal tüketmek ve bitirmek zorundadır. Piyasanın canlılığı esas kuraldır. Bu amaçla kitap, yüzlerden ibaret kılınmalı; dil, bir avuç kelimeye daraltılmalı, insanlar, giderek kuş beyinli ve yüzsüz kılınmalıdır.

Komünist bir örgütün yapacağı bir eylem için reklâm şirketine ihtiyacı olmamalıdır. Bu işi Türkiye’ye Özal getirmiştir. Seçim kampanyasında yurtdışından bir reklâmcı şirketle anlaşmıştır. O Özal’ın yetiştirdiği solcu çocuklar, bugün köşeleri kapıp ağlar gererek örgütleri avlama peşindedir. Buradaki kural, örgütleri önce reklâmın zorunlu olduğuna ikna etmek, sonra da onları kendilerine mecbur kılmaktır. Solu en çok da Gezi sonrası peyda olan “sosyal medya danışmanları” bitirmiştir.

Reklâmın iyisi kötüsü olmaz. Bazen bir kavga çıkar pazar yerinde. Kötü sonuçları olacağını bilse bile o kavgaya girilir. Ama kurnazlık şuradadır: hasmı üzerinden bir temizlik işlemine girişilmektedir aslında. Kavganın çıkartılmasının nedeni de budur. Örneğin, kendi artıklığını gizlemek için “devrimci artığı” diye saldırılır karşı tarafa. Bu, müşterinin yanında tezgâhın önündeki dilenci çocuğa şamar atmak gibidir. Mesaj şudur: “gördüğünüz gibi, mallarım gibi tezgâhımın da temizliğine özen gösteriyorum”. Karşı tarafa “artık” demekteki gizli mesaj ise şöyle bir şeydir: “Ben ‘artık’ değilim, hâlâ sizdenim, bana iş verin.”

Her şeyi tüketmiş kişinin bir şey yapma derdi yoktur. Dert yoksa öfke de dil bulmaz, bulmayacaktır. Kendisi bir şey yapmadığı gibi, kendi yapmazlığı sırıtmasın diye, kimsenin bir şey yapmasını istemez. Dertsiz ve öfkesiz olmak, pazarda hareket serbestiyeti için önemlidir. Müşteriyle kavga edilmemelidir. Nefes, onun nefesine ayarlanmalıdır.

Pazar bir alandır ve solun alan kavgası, onun apolitizmine ve antipolitizmine yazgılıdır. O pazarın tezgâhlarına savrulan tekme, bir yanıyla düşmana da savrulmaktadır. Maddî ya da manevî açıdan solculuğun rantını yiyenlerin asla anlamayacağı budur.

İmanı olanın mızrağın ucuna Kur’an asmasına gerek yoktur. Alan kavgasında, bu pazardaki rekabette astığımız her sayfa, arkasındaki kavgayı silikleştirmekte, imanı zedelemekte, varoluş gerekçelerimizi ortadan kaldırmaktadır.

Mızrak, her silâh gibi, düşmanı kimi taktik nedenlerle, belirli bir mesafede tutmaktır. Bazen kitap ve hayat, o mesafeyi koymayı, bazen de o mesafeyi ortadan kaldırmayı emreder. Mızrağın ucuna astığımız her sayfa, karşımızdaki düşmanı küçültmekte ama içimizdeki düşmanı büyültmektedir. O noktada kitap yaşamamakta, hayat konuşmamaktadır.

Eren Balkır
25 Ekim 2013

23 Ekim 2013

Medeniyet Dediğin


Bugün “yol medeniyettir” diye sayıklayan Firavun’un suratına istiklâlin marşındaki dördüncü tokadı atma vaktidir:

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
“Medeniyet” dediğin tek dişi kalmış canavar?

Kemalizmden bahiste hep alıntı yapılan şu “pantürkizm/panislamizm yapıyoruz dedik…” diye başlayan M. Kemal sözleri had bildirerek devam eder ve başta dediği gibi, “bize sabanın demirini tutan eller lâzım” mesajını verir özünde. “Kılıçları bırakın, sabanı tutun” emri, batının emridir. Ona bu lâzımdır. Onun tarihini sıkıştıran, mekânını daraltan kolektif irade silinmek zorundadır. Türkiye tarihi buradan kurulmuştur. Emperyalizmin haddine çekilmiş bir Türk ve bir İslam, döner dolaşır, AKP’ye rahim olur sonra. AKP’nin “rahman” ve “rahim” bildiği, emperyalizmin bizatihi kendisidir. Andığı isimse emperyalin ismidir. O CHP’nin batında olduğu, zahirde olmadığıdır. Emperyalizm iliktedir zira.

Efendiler elimize sabanın demirini tutturur. Yürüyüşü, yürüdüğü yol için, tutturmak zorundadır. Ufuktaki o çelik zırh eritilip sabana dönüşmüştür. Vura vura ağzında tek kalmış dişini gördüğümüz emperyalizm emreder, iman boğulur, korku iliklere siner, serhad çeliğe, zırha ve duvara secde eder. Gün gelir, iman sızacak bir çatlak bulur, dilinde “imansız”, gönlünde, etinde mümin gençlerin iradesinde yeniden dil bulur. Bu dil, okulda öğrendiği İngilizcesini kavganın süzgecinden geçirince, üstte sadece üç kelime kalır: “Yankee Go Home!”

Yankee, üç beş zenginin kâr hırsına uşaklık edendir. Köleliği sisteme yediren, sisteme herkesi davet edip köleleştiren, iradelerini kendi tanrı oluşu önünde diz çöktürendir. Yankee kapitalizmin pusulası, yurtsuz yurttur. Artık o slogana, “evinizi başınıza yıkacağız!” eklenmelidir.

Bugün medeniyet, ormanı, parkı talan edip dozerleriyle yürümektir. O, Medine’yi Yesrib’e rücû ettirmektir. Medine ki içi put dolu bir mekâna diz çökmemişliktir. Yesrib’den Medine’ye geçişte putların temizlenmesi şarttır. Yesrib, biraz da Mekke’nin ticaretle yozlaşmış hâlinden ari, ona uzak olduğu için hicrete kapıdır. Bugünse tüccarlar intikamlarını alırcasına, yoz tüccarlıklarıyla, Medine’yi fethe çıkmışlardır. Hicret duble yola, yol Ebu Sufyan ve Ebu Leheb kervanlarının huzuruna dönüşmüştür.

Bugün medeniyet her yere put dikmektir. Fışkiye bile bir puta dönüşüverir. Uğruna ağlanır. Gencecik fidanların ruhları öc yüküyle içimizde dolaşırken, onlar putlarına yer tayin etmektedirler. Hukuk firavunun başparmağında askıya alınır. Kırbaçlar şaklar, köpekler salyalarını saçar yola. Askıdaki hukuk ahlâkı da toprağa gömer. Bu kibir beyin yerine bir avuç harç taşıyanların kendilerini koruma biçimidir.

Firavun gözü dönmüş bir biçimde bağırır: “önümüze cami çıksa, onu da yıkarız!” Bir zamanların süngüsü minareler, kışlası olan camiler ıskartaya çıkartılmıştır. Hatırda “hep haddinizi bilin, sabanın demirini bırakmayın” diyen Gazi Paşa’nın telkini vardır. Firavun atasının izindedir belli ki.

Köpekler ulur, tasmalar gerilir, çanaklar yalanır, dolarla temizlenir dişlerin arası. Medeniyet dediğin, uyuz bir köpek, kırık bir tasma, delik bir çanak, kanlı bir parça kâğıttır. Firavun varsa Musa da vardır ve illaki bir ana çıkar dereden bulduğu bebeği emzirecek. Anamız ameldir, ameledir. Ellerimizle doğuracağımız bir yarın, düşlerimizle tohumlayacağımız bir toprağımız vardır.

Eren Balkır
23 Ekim 2013

20 Ekim 2013

, ,

Kürd’ün Rahlesi


Kürd’ün nasıl güç olduğu, mühim bir rahledir. Solun tek derdi, o rahleyi kırmak, güç olma bilgisini silmektir. O, sadece kendi iradesini tanıyanları ve kendisine âşık olanları bünyesine alır. Kürd’ün ve Müslüman’ın kanı/teri, o bünyeye ziyandır.

Sol, küçük burjuvanın sınıf, ülke ve beden tahayyülüne tabidir. Dolayısıyla o, Kürd’ün ve Müslüman’ın güçlü ve başarılı olmasını ancak kendisi üzerinden anlamlandırabilir. Ona göre, ikisi de biraz sol olduğu için güçlü ve başarılı olabilmiştir. Sol, gerçeği, hayatı ve dünyayı ancak kendisinden ve kendi merkezinden okuyup anlayabilir. Başkaya, gayrıya, öteye ve harice kapalıdır.

Diğer bir kesim de solun, yani kendisinin güçlü ve başarılı olmasına mani olsunlar diye Kürd’ün ve Müslüman’ın birileri eliyle öne çıkartıldığını düşünmektedir. Bu da benmerkezci bir okuma ve anlama pratiğidir.

Sol, kendi sınıf, ülke ve beden tasavvurunun sürekliliği, bütünlüğü ve tutarlılığıdır. Kürd ve Müslüman, bu süreklilik, bütünlük ve tutarlılıktaki maraz, arıza, çentiktir. Öyle görülmeli, öyle anlaşılmalıdır. Sol, devletteki ve burjuvadaki bütünlüğe göre inşa edildiği için Kürd’ü ve Müslüman’ı kıvama getirmek, olmadı, bu tehlikeli unsurları tasfiye etmek ister.

Solun her yerde olduğu gibi Türkiye’de de her türden kesintiyi, parçalılığı ve tutarsızlığı telafi etmeye, gidermeye talip olmasında sorunlu bir taraf vardır. Bir kimlik olarak sol, kesintilerin, parçaların, tutarsızlıkların düşmanıdır. Bunlara düşman olana her zaman dost olmak durumundadır.

Böylesi bir sol, kan ve terle ancak tüccar ve esnaf olarak ilişki kurabilir. Kan ve terle proleter bir ilişki kuramaz. Kürd ve Müslüman’ın “küçük burjuva” olarak kodlanması kodlayanın küçük burjuvalığındandır.

Tüccar/esnaf ilişkisi, Kürd’ü ve Müslüman’ı siyaseten açtığı maddî imkânlar derekesinde önemser. Başka bir değeri yoktur. Bu kesimlerdeki “proleter” nitelik, küçük burjuva niceliğe tahvil edilmek zorundadır. İstanbul Belediyesi için girilen yarışta pazarlık masasında koz olmak, böylesi bir zihniyetin sonucudur.

Bu tüccarlığın ve esnaflığın sinsiliği, kolektif, tarihsel pratiğin seyri karşısında bir işe yaramaz. Yani bir Türk solcusu, diyelim ki hiç bozulmayacağını hesap edip, Kürd’ün içine ajanlarını yolladı ve Kürd’ün imkânlarından istifade ederek nefes almaya niyetlendi, Kürd bunu görür ve o boğazı sıkar. Bu noktada kızılacak olan, Kürd değil, ajanlarını içeriye yollayandır.

Kürd ile tecimsel, çıkar temelli ilişki kurmak, çıkışsızdır. Siyaseten nefes alamadığı yerde Kürd’ün koltuğunun altına sığınmak, büyük siyasetin büyük öznesi olduğu düşüncesiyle, ezberlerini yeniden ısıtmak, anlamsızdır. Burada alınacak nefes, Kürd’ün nefesini boğacaktır.

Ama aynı şekilde, barış ve müzakere sürecinin gerekleri, Kürd’ün açtığı siyaset alanına kısa erimli çıkarları için girenleri de tasfiye edecektir. Kürd’ün rahlesi önünde diz çökmek, taliban olmak ama o bilinci yüklenerek, barışmayanın, müzakere etmeyenin yoldaşı olmak, aslolan budur.

Kürd’ün eylemini esnaf ve tüccar zihniyetiyle değerlendirmeye çalışan zihniyet, açmazdadır. Kürd’deki şiddet, ilkin sol denilen tamponda yumuşar. Bu tampon, “seçimler”, “Rojava” ya da “komünalizm” de dese, gene de tampondur. Tampon olma görevi, ezilenlere-sömürülenlere karşı ve onlar hilafına ifa edilir.

Ezilenler-sömürülenler, basit burjuva temsilliklere bölünür. Demokrasi oyunu içinde bu temsillikler, kimliklerin sembolü olarak, bir odaya doluşur ve dipten gelen dalganın nasıl kontrol altında tutulacağı üzerine kıyasıya bir tartışma sürdürülür. Bir kişi, politik anlamda attığı çentikle değil, etrafına topladığı insan sayısına göre değer kazanır. Nicelik, niteliğe galebe çalar. Herkes, kendi kimliğinin kümesinde horoz olma derdindedir.

Tampon, tampon olmak zorundadır. Öyle olduğu için tampon olmuştur. “Kürd’e ve Müslüman’a değmeyelim, ari kalalım” diyenler, devrim ve sosyalizm gibi bir derdinin/kavgasının olduğu konusunda bu topraklarda kimseyi ikna edemezler.

Sorunlu olan, Kürd’e ve Müslüman’a değenin, onun şiddetini düşürmeye yazgılı olmasıdır. Bu açıdan, içeride ve dışarıda durmanın arasında bir fark yoktur. İçeride ya da dışarıda dursa da bu hâliyle sol, şiddet karşısında bir dalgakırandır. Kürd ve Müslüman’a değen, bu diyarları sınıfsal olarak bölmelidir. Daha doğrusu, sınıfsal olarak yarılmış vadilerden ve koyaklardan ilerlemelidir.

Sığ bir Kemalizm eleştirisi ilerlemeyi sağlamaz. Kürd’ün ve Müslüman’ın içine sızabilmek için böylesi bir Kemalizm eleştirisi, zaruridir. Ancak Kemalizm eleştirisi, aslında Kürd ve Müslüman’ı devlet ve iktidardan uzak tutmak için yapılır. Kürd’e ve Müslüman’a Kemalizmi anlatmak, ancak Kemalizme küfretmekle mümkündür.

Kemalizm, burjuva siyasetidir. Solcu özneler, burjuva siyasetlerini gizlemek için Kemalizmi kurban belleyip onun boğazına bıçak vururlar. Kemalizm eleştirisi, özünde, Kürd’ün ve Müslüman’ın şiddetini düşürmek içindir. Yoksa Kemalizmin küçük burjuva eliyle kurulmuş boyutuna, sınıf, ülke ve beden tasarımındaki yerine kimsenin tek laf ettiği yoktur.

Ayhan Bilgen’in Müslüman ahali üzerinden parti içinde yaşadığı sancılar, önemli bir göstergedir. Bilgen, bu kontenjandan içeridedir. Oradan bir çığlık yükseliyorsa, demek ki Müslüman, pürüz niteliğindedir.

Ayhan Bilgen, “her liberal talebin vahşi kapitalizmin talebi olmayacağını” söylemektedir. Ama burada dil, özü ifşa etmektedir: “vahşi kapitalizm” tabiri, “kapitalizmin vahşi olmayanını istiyoruz” ya da “kapitalizmin insancıl örnekleri de mevcuttur” demektir.

Dolayısıyla, liberal bir kanaldan Müslüman’ın HDP içine akıtılması, AKP’de vücut bulan dönüşümün Kürd halkına doğru yansıtılmasının bir parçasıdır. Liberalizm, özgürlük, demokrasi, hukuk gibi başlıklar, dönüşen devletin bireylere, mikro alanlara yedirilmesi girişimidir.

Kürd’den ve Müslüman’dan evvel-ahir ideolojik bütünlükler çıkartmak ve bunları pazarda satmak, küçük burjuvanın işidir. O, derisinde yara izine tahammül edemeyendir.

Bu bütünlük çıkartma girişimi, Kürd’ün ve Müslüman’ın hadsizleşmesine, dolayısıyla, şiddetle çektiği hududun silinmesine, buradan da hat çeken şiddetin yoğunluğunun düşürülerek etkisizleştirilmesine neden olur.

Liberal, kapitalizmin zamansal genişlemesi niyetinin dile dökülmüş hâlidir. Dolayısıyla, o mekânsal yarılmayla ilgilenmez; en fazla, dertlerinin ve sorunlarının Kürd ve Müslüman olmaktan kaynaklandığını düşünen kesimleri bir havuzda toplar. Kürd ve Müslüman olmak sorunun kaynağı ise, onların kellelerine kılıç vurulması şarttır. İdeolojik bütünlük kurmak, Kürd ve Müslüman’ın iradesini silmek içindir.

* * *

Sapığın Sinema Rehberi isimli çalışmasında Slavoj Žižek’in, “özerk kısmî nesneden kurtulmanın yegâne yolu, o nesne olmaktır” dediği şey, solun Kürd hareketi ile kurduğu ilişkiyi de izah eder. Söz konusu özerk kısmî nesnenin safında olmaksa, Žižek’e göre hürriyettir.

Yani aslında sol, kendi serbestiyeti adına, Kürd’ün safındaymış gibi görünerek, kutsal ve mutlak belirlediği, sınıf-ülke-beden bütünlüğünü muhafaza etme gayreti içindedir. Kürd’ün kendi öznel dertleriyle yöneldiği stratejik yönelim, solun muhafaza siyaseti ile bir dönem için çakışmaktadır.

Özerk kısmî nesne olarak Kürd, Demir Küçükaydın’ın revize ettiği “Doğu ve Batı” başlıklı makalesinde görüldüğü üzere, ancak doğulu ve gerici yanlarımızın törpülenmesinde bir “eğe” olabilir.[1] Solun karşısına aldığı devlet, doğulu, bürokratik, tepeden inmeci, antidemokratiktir. Dolayısıyla Kürd’ün başkaldırısı, bu özelliklerin giderilmesi için kullanılmalıdır. Devletin ıslahı için Kürd gereklidir, o kadar.

Böylesi bir tanıma doğru daraltılmış bir Kürd’ün kendi devletini kurmasına imkân verilmemelidir. Yani aslında reeldeki Türk devleti değil, rüşeym hâlindeki Kürd devleti ile dövüşülmektedir. HDP, esasen bunun arenasıdır.

Kürd’ün içeri alınması, devlet kadar Kürd’ün de ıslahı için zorunludur. Küçükaydın, “Müslüman’a ve Kürd’e batılı evrensel değerler önünde diz çökün”den başka bir şey söylemez, söylemeyecektir. Batılı değerlerin ana eşiği Magna Carta’dır ve toprak ağalarının, şövalyelerin demokratik kıskacı altındaki bir iktidarın anlaşma metnidir. Demek ki Küçükaydın da Erdoğan Aydın gibi, “putperestlik (cahiliye) dönemi daha insancıl ve daha demokratikti” demektedir.

Burada, İslam da dâhil, her türden devrimin totaliter bulunmasına ilişkin liberal bir mızmızlanma söz konusudur. Demokrasi mücadelesi, bu tip mızmız aydınlar için sosyalizm mücadelesinin ta kendisidir.

Toplamda demokrasi, bir tür devletin mikro alanlara yedirilmesinden başka bir şey değildir. Özerk ve kısmî olanın nötralize edilmesidir. Bu sol aydınların devlete ve demokrasiye yönelik devrimci bir mücadele vermeleri mümkün değildir.

Kürd, sınıfı, ülkesi ve bedeniyle küçük burjuva ilişki yürüten sol için bir turnusol değil, boş beyaz dosya kâğıdı işlevi görmektedir. Her şeyin temize çekildiği, her şeye sıfırdan ve yeniden başlanabileceği yalanını tabana yutturmak zorunda olan şefler, Kürd’ü istismar etme yolunu seçmişlerdir. Emre Görür’ün kaleme aldığı “resmî” PKK tarihinde geçen şu cümle, bunun delilidir: “Kendi toprağına ve insanlığın komünizan köklerine tutulan bu ışık sayesinde hareket, 20. yüzyıl sosyalizminin ideolojik yükünden de kurtuldu.”

Türkiye solunun sınıf, beden ve ülke tasavvuru, özünde, Kürd’e ve aynı ölçüde Leninizme düşmandır. Düşmanlık, solun bütünlük tasavvurunun tehdit edilmesiyle ilgilidir. 20. yüzyıl sosyalizminin ana ideolojik yükü, Leninizmdir ve PKK aynasında tasfiye edildiği düşünülen şey de odur. “Komünizan kökler” türünden tabirler, Leninizm gibi her türden müdahalenin bozucu, fazla, artık ve zararlı addedilmesine ilişkindir.

Yani “devletin erkekliğini iğdiş edeyim” diyenler, iktidar mücadelesi veren herkese karşı kılıcını bileylemektedirler. Ana rahmiyle komünizmi karıştıran şizofreni, her türden yıkıcı-kurucu pratiğe düşman kesilmektedir. Yıkımın ve kurulumun diyalektiği, bu ellerde ölmektedir.

Kürd’ün ve Leninizmin etkisizleştirilmesi için batı mutfağına ait bir çorbanın her daim kaynatılması zorunludur. Bu noktada “feminist-vegan teori” türünden kitaplar rafları süslemelidir. Kürd için kadının ne olduğu önemliyken, batı solu için onun kim olduğu önemlidir. Kadının ne yaptığı ve ne olduğu, bir kimlik içine hapsedilmeli, orada boğulmalıdır. “Kendi kemiğinden yaratılmış” kadın, özerk kısmî nesne olarak ancak onun iliğine kendisini işleyerek kontrol altına alınabilir.

“Kadın doğadır, zihnin fazla enerjisi anlamında libidodur, hazdır, komünal ruhtur” türünden tespitler, kadının vd. faşist tahakküm yerine liberal hegemonyaya teslim edilmesini ifade ederler. Batı solu için tüm bu unsurlar kontrolün konusudur. Tartışma, esas olarak kontrolün yöntemiyle ilgilidir.

Devlet ve demokrasi, tümüyle düşman ve tümüyle dost değildir. Anlaşılmayan husus budur. Devletin baskı aygıtları, düşmanlarını demokrasi hücrelerine kapatmayı amaçlar. Tümüyle imha gibi bir derdi yoktur. Devletin, özgürlükle eşitlenen demokrasinin, yani bireyin sonsuz açılımı önünde engel olduğunu söylemek, birkaç bireyi ikna edebilir ama mesele devrimdir ve devrim, örgütlü politik kitlelerin eseridir.

Dost-düşman ayrımı, devrimci mücadeleyle yapılır. Kitlelerin kendinden menkul, kendine kapalı bireylerden oluştuğu düşüncesi ise ciddi bir yanılsamadır.

Kürd’ün bu tarafa “ithal ettiği” devrim değil, kimlikçilik üzerinden teşkil edilmiş bir imgedir. Bu imgenin ülkenin, sınıfın ve bedenin bütünlüğüne yedirildiğini görmek şarttır. Kürd, şiddetin ta kendisidir ve bu hâliyle çektiği sınır, ancak Kürd’ün silinmesi suretiyle ortadan kalkabilir.

Batı solu, Kürd’süz bir Kürd hareketi icat etmeye mecburdur. Cinsiyetsiz bir dünya, sınıfsız bir hareket, milletsiz bir coğrafya, hepten, solun bütünlük, süreklilik ve tutarlılık üzerinden kendisini inşa etmişliğiyle alakalıdır. Bu inşa, egemenlere ait ve onlara dairdir.

Sol, Kürd ve Müslüman eliyle yaşadığı yıkımın kurduklarına odaklanmalıdır.

Son açıklamasında herkes Apo’nun “Mahir Çayan’ın emanetini HDP’ye bırakıyorum” sözüne takılmıştır. Buradaki niyet, buranın öcünü kimlerin ve neyin alacağı ile ilgilidir.

Kimlik olmanın ötesinde, Kürd nedir?

Kürd, Allah’ın kulu olarak, hak yolunda halkın öcünü alandır.

Kürd’ün sola içerilmesi, aslında buranın halkının öcünün alınmaması içindir. Açıklamadaki esas nokta, “HDP isyan partisi olmasın” cümlesidir. Gezi isyanının “fırsatçı taksicisi” bile olamayan bir yapı, logosunu “ağaç” yapınca isyan partisi olacağını düşünmüştür. Oysa Apo, “biz yeterince isyan ettik, siz inşa işine girişin” demektedir. Gençlerin ve kadınların kurullara yerleştirilmesi önerisi ise, isyan ateşinin buralarda yanma ihtimaliyle ilişkili olsa gerektir. Sol, inşadan önce, yıkıma bakmalıdır.

* * *

Michelangelo Antonioni’nin 1970 yılı yapımı Zabriskie Noktası filminin başında üniversiteli gençler, yapacakları eylemi tartışmaktadırlar. Ortama siyah gençler hâkimdir. Yapılacak eylemde kitleselleşmenin değil, devrimci şiddetin gerekli olduğunu vurgulayan siyah genç, konuşmasının sonunda şunu söyler: “Molotof dediğin, benzinle kerosenin karışımıdır, radikal beyazlar ise zırva lafla otun karışımı.”

Buranın siyahları olarak Kürdlerin de beyaz Türk soluna yıllardır söylediği söz budur.

26-27 Ekim’de kongre yapacak olan HDP de hangi şişeye dolduğunu ve neyin karışımı olduğunu cümle âleme ilân edecektir. Vatana millete şimdiden hayırlı olsun!

Eren Balkır
20 Ekim 2013

Dipnot:
[1] Demir Küçükaydın, “Doğu ve Batı”, 16 Ekim 2013, DK.

04 Ekim 2013

, ,

Öznenin İradesi, İradenin Öznelliği


İrade murad’dır. Dilek, istektir. Narodnaya Volya, halkın iradesi demektir. Halkın iradesi, mücadele içinde, halkın değil, saf, kendinden menkul, her şeyden münezzeh bir iradenin tecessümü hâline gelebilir zamanla. Doğalında, iradenin cisimleşmesi, iradenin, muradın arkasındaki kavgayı kendisinde dondurur. Madde ve diyalektik, iradenin mevcut cisminde silinir. Mürid, yani isteyen, parçası olduğu öznenin kavgasını unutan ve kendi avının peşinde koşandır. Av, avcıdır artık.

Halkın öznel kavgası durulmaz oysa. Kırılır, geriye düşer. Kırılma ve geriye düşme momentlerinde özne, kendisine ancak iradesinin aktığı yatakta hayat imkânı bulabilir. Bu yatakta iradenin taşıyıcısı olan, pratikte kendisini öznenin yerine koyar. Halkın mücadelesi, öznenin iradesinde biter. İrade sahibi, mülkiyetiyle rekabet piyasasına dalar. İrade mal olur, pul olur kimi zaman. Halka ait, ona içsel olan özneden geriye bir irade, ağaca bağlanacak bir dilek kalmıştır.

Kendisinin halkın iradesi olduğunu söyleyen kişi, kavganın bizatihi kendi bedeninde var olabildiği yalanını sürekli satmak zorundadır. Yani kendisi olmazsa, kavganın bir adım ilerleyemeyeceğini hem kendisine hem başkalarına inandırır. İnanmak kolaydır. Zor olan, kolektif bir kavganın isimsiz ve adressiz parçası olabilmektir.

Küçük burjuvanın karakteri, her işi kendisinin başlatıp bitirdiği fikriyatı üzerinden biçimlenir. O, kasabasında kurulmuş ayakkabı fabrikasına işçi olamayan ayakkabı imalatçısıdır. İradesinin öznelliği, başka bir tanrı tanımaz. Tanrıtanımazlık, onun dini olmak zorundadır. Birkaç yıl içinde devrim yapacağına inandırılmış bir militanın iradesi hamdır, safçadır. Nesnel olarak iradede devrimin öznelliği akar. Öznel olarak bakıldığında ise devrim iradesini o öznellikte öldürmüştür. İradecilik özneyi, öznecilik iradeyi her daim katleder, kuraldır bu.

Halk, Mahir’in dediği manada, “devrim için dövüşen ve kurtuluşu sosyalizmde olan kitleler”se, sorun yoktur. Ama halk, böylesi bir küçük burjuva öznelliğe göre tanımlanıyorsa, dönüşüme direnen, geri bir mevzidir. Devrim ve halk, bu özne nezdinde ayrışmıştır; özne, devrimi yürütürken, halk gerisinde kalır. Hep böyle olduğu varsayılır. Devrim iradesi, yani devrim isteği halkı görmez. Onun özneliğini, bağrından devrimci bir özne çıkartma ihtimalini tanımaz.

Mahir’in tanımına göre devrimci özne, kitlelerin, sınıfsal katmanların kolektif kavgası için/de inşa edilmelidir, başka bir yerde değil. Buna göre, halk mutlak bir veri değil, maddî diyalektik bir sürece tabi, bir eyleyiştir. Halk, beş yılda bir oy sandığı önünde dizilenlerin toplamı olamaz. Onun iradesi, sandıkların içeriden ya da dışarıdan parçalanmasını gerekli kılar.

Lenin’in Sol Komünizm’deki ifadesi uyarıcıdır:

“Sosyalist devrimciler” […] Marksizmi yadsıyarak, herhangi bir siyasal eyleme girişmeden önce, sınıf güçlerini ve bu güçler arasındaki ilişkiyi hesaba katmanın gereğini anlamamakta direniyorlardı (belki de daha doğrusu anlamıyorlardı.).”

Sınıf güçlerinin ve güçler arasındaki ilişkinin değerlendirmeye dâhil edilmesi, öznenin talileşmesi, nesneleşmesini getirir. Özne, buna ayak direr. O, her şeyi kendisinin yapabileceğini öngörür, söyler. Siyasal eyleme girişmek, doğalında, Marksizmi yadsıyarak olur. Marksizm, kimilerince bir sığınak ve kovuk olarak görülür. Oysa Marksizm, her daim mücadelenin şahdamarındadır. O olmazsa, zaten vücutta kan dolaşmaz. Yani Marksizm, siyasal eylemin içeriğini ve biçimini tayin eder. Dost güçlerin ve düşman güçlerin ne hâlde olduklarını belirlemek için Marksizm şarttır.

Kolektif bir öznelliği ve iradeyi önşart kabul eden Marksizm için kolektifle ve kolektifte oluşmak zorunluluktur. Akademi ve masonik cemaatler, bu oluşumun dışındadır. O kolektif, işbölümü, disiplin ve hiyerarşi üzerinden, herkesin katkısına muhtaçtır. Katkı, kolektifin oluştuğu hatta, güzergâha tabidir. O, devrim yoludur.

Halkın istediği şeyi kendince belirlemek ya da kendi istediği şeyi halkın da istediğini düşünmek; Narodnizm budur. Çar ile vicdanî ve ahlâkî bir rabıta kurulur. İçteki çar için dıştakine saldırılır. Lenin ise, halkın örgütlenmesinde olmak, onun devrim ve iktidar isteğini (iradesini) örgütlemektir. Hegel-Marx ilişkisinde olduğu gibi, Lenin de Narodnizmi “baş aşağı” çevirir. Hegel baş aşağı çevrildiğinde artık başka bir şeyse, Narodnizm de Lenin’de başka bir şeydir. İlkinde diyalektik maddesine, ikincisinde işçi sınıfı ve ezilenler partisine kavuşur.

Marx teorisini Hegel’den, Lenin pratiğini Narodnizmden kurtararak ilerler. Teori 11. Tez’e; pratik Bolşevizme açılır. Marx, hiç barikatta dövüşmemiş; ismi “çoğunluk” anlamına gelmesine karşın, Bolşevikler, RSDİP içinde çok uzun süre çoğunluğu teşkil etmemiştir. Her ikisi de teoride ve pratikte, mücadelenin kişilerin iradelerinden ve ihtiraslarından kurtarılması, kolektif olana, tarihe ve topluma açılmasıdır. Kolektif, asla sahip olunamayan, mülkiyet-rekabet ilişkileri dışında kurulandır.

Özne, her daim kolektiftir. Kolektifin iradesi, kolektifin eylemine tabidir. Kolektifin bileşeni olan kişilerin istekleri, iradeleri, o kolektifin öznelliği karşısında talidir, belirleyici olamaz. Aksine, kolektifin bileşenleri, öznelliklerini kolektifin iradesine taşımalı; tersten, kendi iradelerini kolektifin öznelliği ile tanımlamalıdırlar. Marx’ın teoride pratik olarak, Lenin’in pratikte teorik olarak yaptığı budur: ikisi de kolektif olan hattın oluşumuna içrektir.

“Ben devrim istiyorum” demenin manası yoktur. Devrimin maddesi ve diyalektiği ile buluşmamış bir öznelliğin dilekleri, bir değer taşımaz.

Ezilenler, halk ve işçi sınıfı, soyut kavramlardır. Bunlardan birini mülk edinip rakiplerini soyut bir hayal peşinde koşmakla eleştirmek, anlamsızdır. “Devrim gevezeleri” gibi tabirler kimsenin ağzına yakışmamalıdır. Bu türden laflar edenler, adımlara ve yumruğa değil, ağza bakıyordur, sadece devrimin dillendirilmesine ve dilenmesine önem veriyordur. Laftaki “devrim”e değil, örneğin İstanbul sokaklarında yürüyen devrime odaklanmak gerekir. O yürüyüş, devrimin öznelliğidir; kimilerinin irade gördüğü yerde konuşan, öznelliktir. Tersten, öznenin konuştuğu yerde, söz aslında basit bir iradeye aittir. Özneyi, kendisi gibi liberallerin iradesini yüceltmek için yerin dibine sokmak, “devrimci teori” ya da polemik değildir.

Proleter doğrultu, küçük burjuva sapmalara maruz bırakılmamalıdır. Kant’a atıfla, akla yer açmak için imanı geri çekmek gibi; kişilerin iradesine alan açmak için devrimci özneyi geriye itmek, çıkışsızdır. Devrimci özne, halkın kolektif iradesinden uzaktır; kişisel iradelerse, özneden ve devrimcilikten kaçmaktadır.

Bugün kimlerin fukocu kimlerin fokocu olduğunun bir önemi yoktur. Sadece kendi bireysel varlığına ve bireysel dileklerine tapınanların ezilenleri, halkı ve işçi sınıfını soyut bulup onları kenara itmesi beyhudedir. Ezilenlerin, halkın ve işçi sınıfının somut maddî pratiklerinden kaçılmak için bireysel iradeler göğe çıkartılmaktadır, hepsi bu. Dolayısıyla ister fukocu ister fokocu, her türden iradecilik, ezilen, halk ve işçi olmak istemeyenleri yanına boncuk niyetine dizmekten başka bir şey yapmaz. Bize lâzım gelen, ezilmenin, halk olmanın ve işçileşmenin mızrağını canı ve ruhuyla sivriltebilenlerdir.

Bir kolektif özne, ne kadar çabalarsa çabalasın, tüm ezilenleri, halkı veya işçi sınıfını kucaklayamaz. Politikanın doğasına aykırıdır bu dilek. Tüm gençliği gören gençlik örgütlenmelerinin giderek dar grupçu pratiklere kapanmasının nedenlerini buralarda aramak gerekir.

Kolektif özne, ezilenler, halk ve işçi sınıfındaki politikleşme ve devrimcileşme imkânlarına göre kendisini sürekli yıkıp yeniden kurabilmelidir. Ezilen, halk ya da işçinin kolektif mızrağını canı ve ruhuyla sivriltenlerin o mızrağın ucuna daha bir de Kur’an sayfaları asmasına gerek yoktur. İradecilik, tam da bu sayfaları asmaktır.

Devrimci özne, tam da karşı saftaki Ali’nin ordusudur. Zira Ali’nin karşısındaki güç, zaten var olan bir iktidarı yeniden yükseltmek derdindedir. Ali ise İslam’ın ne ve neden olduğudur.

Ezilenler, halk ve işçi sınıfı, sadrında, bağrında ve ruhunda bir devrim saklar. Devrimcilik, zamana ve mekâna şerh düşmektir. Şerh, göğsü yarıp kalbi çıkartmaktır. O devrimden gayrı, azade ve münezzeh, ondan yüce bir devrim’cilik anlamsızdır. Devrimciler, kitlelerin her çarpıntısında yüreğin yerinden ok gibi fırlamasıdır.

Bugün Gezi ile Haziran direnişi arasındaki ayrım, kimi özneler nezdinde silikleşmektedir. Bu özneler, dönemin ruhu gereği, liberalleşmeyi tek yol olarak önermektedirler. Gizdeki küçük burjuva öz, bugün açığa çıkma fırsatı ve imkânı bulabilmiştir. Gezi’ye gömülen özneler, oradaki kişisel iradelerin ihtiraslarına ve kaprislerine kul olmaktadırlar. Bu kaçış, Haziran direnişinden kaçmakla ilgilidir.

Öznenin ana iradesi, bugün, iradenin öznelliğine sığınmak olmuştur. O irade pazarında herkes, kendi müşterisinin peşindedir. İrade sahibi, eski veya yeni, örgütünün ismini kullanıyor diye, diğer tarafa saldırmaktadır; bu, ana kaygunun pazar olduğunun bir delilidir.

“Gezi’de işçi yoktu” diyen, Haziran direnişinde şehit düşen inşaat işçisine ve kaynak işçisine küfretmektedir. “Haziran direnişi kimliklerin varlık mücadelesiydi” diyen, Aleviliğin, Kürdlüğün, devrimciliğin, gençliğin ve kadınlığın ne’liğine, ne olduğuna ve ne yaptığına açıktan hakaret etmektedir. Birileri, kim olduğunu o kadar önemsemektedir ki herkesin kendisi gibi “kim” olduğunu önemsediği için sokağa döküldüğünü zannetmektedir. Bu, ciddi bir yanılsamadır. Sokak, iradelere kim değil ne olduğunu soran bir er meydanıdır.

Kur’an’da Hucurat suresi, uyarıcı ve öğreticidir: Allah, belirli bir kesime dikkat çekerek, bunların korkudan, kendi çıkarlarını düşünüp Müslüman olduklarını söyler. Aslolanın “mümin” olmak olduğuna işaret eder. Mümin, iman sahibi olmak, bir tek Allah’a güvenmek, O’nun ipine tutunmak, O’nun boyasıyla boyanmaktır.

Sadece kendi ipine tutunan ve sadece kendisine güvenen kişinin ezilenleri, halkı ve işçi sınıfını lime lime etmesi, onların “ezici, otoriter, despotik” yapısını dönüştürmeye çalışması kaçınılmazdır. O Müslümanların Allah’ı ve peygamberi soktuğu ideolojik kılık neyse, bu kesimlerin de ilgili kolektif öznelliklere biçtiği don odur.

Hucurat suresi bir ayıraç koyar ve der ki: “mümin, hakikat için canından ve malından geçerek dövüşmek demektir.” Yani, canın ve malın iradesi veya istedikleri değil, hakikatin iradesidir esas olan. O irade de doğal olarak kolektifin öznel faaliyetinden çıkarsanabilir. Kişisel muhayyile ve tasavvurun hiçbir hükmü yoktur.

Birey hilafına, çok mu despotik bu söylenenler? Birey, kendine kapanmışlık, bitmişlik, eksiksizlik ve bölünemezliktir. Esasında despotikmiş gibi görünen, bu bireyin kapatmaya, bitirmeye, eksiltmeye ve bölmeye çalıştığı, bizatihi mücadelenin direnişidir. Mücadelenin kendisi, bireye karşı mücadele etmektedir.

Haziran direnişi buradan okunmalı, anlaşılmalıdır. O, rüşeym hâlindeki kolektif öznenin alametleriyle yüklüdür. Haziran “bir ay”dır, o ayın içindeki “birey!” mücadeleyi kendisine kapattığından, Eylül ve Ekim çağrıları cılız kalmıştır. Kolektif özne, bileşenlerinin iradelerinin gerisine düşmüştür.

Peygamber, askerî taktik gereği bir tepenin ardına okçular yerleştirir ve onlara, “Leş yiyen kuşların üzerimize üşüştüğünü görseniz bile yerinizi terk etmeyin” emrini verir. Oysa okçular, ganimetin iğvası ile yerlerini terk ederler. Uhud Savaşı kaybedilir.

Bugün kolektif özne, kişisel ihtirasları bir kenara koyup tepeyi terk etmemek, istenileni yapmaktır. Neyin istendiği de ancak mücadele içinde duyulur, anlaşılır.

Eren Balkır
4 Ekim 2013