Albert Camus, muhtemelen yirminci yüzyılın en büyük
yazarlarından birisidir. Camus’nün o kısa hayatı, tüm yönleriyle tarihe
kaydedilmiş durumdadır. Farklı isimlerle yaptığı sohbetler, bugün
üniversitelerin edebiyat sınıflarının ana besin kaynağıdır. Onun romanları ve
makaleleri, hayatın basit anlamda bir hiç olduğu bir dünyada yaşamakla ilgili
temel sorular sorarlar. Tıpkı kendisiyle sık sık kıyaslanıp karşı karşıya
getirilen Jean Paul Sartre gibi o da kolay cevaplar peşinde koşmayan her
insanın bam teline anlamsız vuruşlar gerçekleştiren bir dünyada bir anlam
arayıp durmuştur. Bu iki insan, kendi anlamımızı temin etmenin yegâne yolunun
gene kendimize bağlı olduğu sonucuna ulaşmıştır.
Öte yandan Camus’nün Fransız sömürgecilerin alt
edilmesine muhtaç olan bir anlam yaratma yönünde Cezayirlilerin taşıdığı arzuyu
anlama konusunda neden güçlük çektiği, hep merak edilen bir husustur. Camus’nün
insan özgürlüğü ile ilgili anlayışı, belki de insanlığın sömürgecilik
koşullarında özgürlüğe dönük inkârı tanıma konusunda eksik kaldığı en önemli
nitelik gibidir. Bu sığ görüş, Camus’yü arzulanan sonuç dışında, Rube
Goldberg’in keşiflerini hatırlatacak biçimde, mevcut durumları meşrulaştırmaya
götürür. Başka bir deyişle Camus, Goldberg’in keşiflerine ait nihai bulgulara
dokunmaksızın, bir dizi sıçrama ve dönüşlerle yüklü bir izahat getirmekle
yetinir.
Dolayısıyla, Camus’nün son dönem İngilizcede yayımlanan
Cezayir Kronikleri isimli eserinden benim bulmayı umduğum şey, tam da
böylesi izahattı. Okumadan önce kitabın geçmişte görülmeyen, Camus’nün konuyla
ilgili konumuna dair belirli bir açıklık getireceği yönünde bir beklenti
içindeydim. Ancak ne yazık ki bu noktada hayal kırıklığına uğradığımı belirtmem
gerek. Camus, Fransa’nın Cezayir işgaline yönelik kendi konumunu (daha doğru
bir ifadeyle, konum eksikliğini) daha da ileri götürüyor. Oysa bu konum, söz
konusu çalışmada, önceki izahatlarına kıyasla, daha beceriksiz bir biçimde
ifade edilmiştir.
Bu kitap, Camus’nün Fransız gazeteleri için yazdığı
makale ve denemeleri içeriyor. Ayrıca çalışmada sömürgeleştirilmiş Cezayir
halkının durumu üzerine kapsamlı raporlara yer veriliyor. Bu yazılar,
Cezayirlilerin içinde bulundukları berbat durumu tarif ediyorlar, ancak mevcut
durumun ana nedenlerini kesinlikle açıklamıyorlar. Sömürgecilerin inkârına ve
suiistimaline dair örnekler aktardıktan sonra Camus, gene de söz konusu
yanlışların sebeplerine işaret etmeyi beceremiyor. Dolayısıyla, onun bu
örneklerin sömürgeciliğin hatalarından ziyade, aslında tam da sömürgeciliğin
nasıl işlediğini gösteren unsurlar olduğunu anlamaması, gerçekten tuhaf bir
durum. Sömürgeleştirilmiş insanı ve sömürgeciyi birlikte etkileyen dinamikte
temel kimi psikolojik payandalar mevcut.
Sömürgeciliği ve emperyalizmi incelerken, tarihin
bugün kadar önemli olduğunu kabul etmeyen liberal açmazı izah ettiğimizde
görülecektir ki Camus, yazılarında ifade edildiği biçimiyle, Cezayir kurtuluş
mücadelesi yıllarında Fransa ve Cezayir’in neden çatıştıklarını asla anlamıyor.
Camus’nün kendisini yerleştirdiği tarihsel boşlukta o, Fransız sömürgeciliğinin
ve zulmünün değişmez bir gerçeklik olarak kabul etme noktasına ulaşıyor. Dahası
Camus, Fransız sömürgecilerin belirlediği şartlara uymadıkça, Cezayirlilerin
geleceklerine ilişkin tek laf edemeyeceklerine ilişkin fikre pek itiraz etmiyor
görünüyor.
Her zaman olduğu gibi Camus’nün yazıları parıltılı
ifadelerle yüklü. Bu görece kısa makaleleri okumak, onun duygu yaratma ve
argümanını ikna edici kılma becerisini ispatlar nitelikte. Camus, kendi
döneminde pek fark edilmeyen ve Cezayir’deki Fransız sömürgeciliği ile ilgili
olan bu yazılarda bir biçimde sömürgeciliğin sonunu da tarihe kaydediyor.
Camus’nün yerleşimci sömürgeciliği sıklıkla tarif eden canilik ve hırsızlığı
kabul etmeyen ya da edemeyenlerin düşüncesinin öldüğüne ilişkin bizzat
kendisinin tuttuğu kişisel yas, şiddetsiz ve trajedisiz bir biçimde sona ermiş
gibi görünüyor.
Modern tarihte Cezayir’de yaşananlara paralel bolca
örnek bulmak mümkün. Böylesi bir örnek, günümüzde pekâlâ Filistin’de
bulunabilir. Filistinliler, kendi ülkelerinde sömürgeleştirilmişlerdir ve kendi
vatanlarını özgürleştirme mücadeleleri, mücadelelerin bastırılmasına dönük
gayretlerde olduğu gibi, hep şiddet temelli olmuştur. Washington ve Tel Aviv’de
meseleye dönük sunulan çözümler, zamanında Paris’te Cezayir meselesine yönelik
sunulan çözümlere benziyor. Filistinlilerin kendi mücadelelerinin niteliğini
belirleme hakkına sahip olduğuna ilişkin görüş, bugünlerde emperyalist
ülkelerin başkentlerinde hâlâ pek popüler bir görüş değil. Zamanında
Cezayirlilerin de (ve Vietnamlılar ya da kendi kurtuluşları için mücadele için
diğer halkların da) kendi mücadelelerinin niteliğini belirleme hakkına sahip
olmadığı söylenmişti.
Ron Jacobs
17
Mayıs 2013
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder