16 Mayıs 2013

, ,

Netame


Karşı-devrimin nefesi her devrimin ensesindedir. Bugün Müslüman Arap coğrafyasının kıyamı bu nefesi soluyor. Karşı-devrim, Körfez sermayesi ile Batı emperyalizminin ittifakı üzerinden örgütlü bir ilerleyiş içindedir. Suriye’deki iç savaş, bu ilerleyişle tanımlıdır.

Soğuk Savaş süresince biriken “kirin pasın” temizlenmesinden başka bir şeyi ifade etmeyen söz konusu süreç, bölgenin devrimci imkânlarını açığa çıkarttığı gibi, onların başını kesecek kılıçları da keskinleştiriyor. Önce Baas sonra Humeynici hattı kesmek için örgütlenmiş Sünni dinamikler, bugün bu kılıçları tutuyorlar. Unutulmamalı ki kılıcın diğer tarafı da keskindir.

Dolayısıyla, Sünni-Şii ayrışmasında taraf olmak yerine kılıcın iki tarafının kestiği yerlere odaklanmak gerekir. Bu ayrışma, sınıfsal-politik ve devrimci-politik bir hatla dikine kesilmelidir. Bu noktada küçük burjuva “sınıf” ve “devrim” kurgularından uzak durulmalı, bunların cazibesine teslim olunmamalı, sınıfsal ve devrimci olan noktalar eylemli olarak işaretlenmelidir.

Sol, kendisini bir düşmana göre kurarken, daha fazla mikro alana ve olana odaklanıyor, dolayısıyla, ya bireyin başka bir tezahürü olan sınıfa ya da devlete bakıyor. Bireyler arası meseleler, edebî bir pratik olarak, sınıflar arası ve devletler arası ilişkilere yansıtılıyorlar. Sol, sınıf, millet ve din üzerinden politize olan kitlelerin dağıldığı mecra olduğundan, ya sınıfı ve devleti birey ölçüsüne göre ele alıyor ya da bireyi iri bir cüsseye sahip sınıf ve devletten kaçırıyor.

Genel, bölgesel analizler, bu sebeple “komplo” teorisi bağlamında ele alınıp çöpe atılıyor. Bireye sesleniliyor, ona “sadece kendine iman et” deniliyor. İman güvenmektir, dolayısıyla, ister istemez bu çağrı, bireyi burjuva siyasetine ve ideolojisine kul ediyor. İmanı yok etmenin, özneleri kendiliğinden mevcut iktidar ilişkilerine kul edeceği gerçeği görülmüyor.

Reyhanlı’daki patlamaların elbette ki bölgesel güç ilişkileri ve dengeleri ile bir rabıtası mevcuttur. Bireye bu ilişkilerden ve dengelerden uzak durmayı telkin etmek, bireyi ve onun üzerine kurulu siyaseti bir süreliğine rahatlatabilir ama mevcut bir olaya karşı kitlesel bir tepkinin örgütlenmesini sekteye uğratır.

Politika, kitlelerle yapılır. Oysa sol, sanki salt bireyi politize etmeye kilitlenmiş görünüyor, dolayısıyla, birey dışı her şeyi hakikat dışı, sahte olarak kodluyor. Tek hakikat bireydir ona göre. Her seferinde birey, daha masum, akmaz kokmaz bir yere saklanıyor.

Akademi ile istihbarat örgütleri arasındaki açı artık çok dar. Reyhanlı tipi gelişmelerde akademi ya da istihbarat örgütleri merkezli analizler ve politik yaklaşımlar iç içe geçiyor. Bölgeyle akademik düzeyde ilgilenenler, istihbarat ajanlarının yanı başındadırlar. Dolayısıyla, bu iki alanın söylediklerine göre harekete geçmek mümkün değildir. Bu iki alanı dağıtacak belirli bir aklî pratiğe ihtiyaç vardır.

Kimi kesimlerde İran ve Suriye devleti, Türk devletinin mecazî ikamesi, eğretilemesi gibidir. Bu iki devlete dönük sahiplenme, bölgesel bir politika bağlamında değil, tam da mevcut Türk devletini muhafaza ve müdafaa etmek amacıyla gerçekleşiyor. Eleştirilmesi gereken husus bu.

Suriye’deki iç savaş, şimdilik Esad’ın kontrolü altında ve onun lehine bir seyir içinde ilerliyor. Bölgedeki İslamî örgütlerin devrim ve iktidar gibi bir perspektifi yok, sadece yolu temizlemek için devrededirler. Tam da bu nedenle devrim ve iktidar dışıdırlar. Seyir içinde devrim ve iktidara meyyal çıkışlar törpülenecektir. Söz konusu hareketliliğin Antakya gibi bir üsse yansıması kaçınılmazdır. Sınırın iptal olduğu gerçeklikte, şehirde seksen öncesi bir süre hâkim olan örgütün şefi öte tarafta kalmış, patlamaların birincil azmettiricisi ve günah keçisi ilân edilmiştir. Yaklaşık bir yıldır AKP basını tarafından hedef gösterilen Mihraç Ural, yaptığı açıklamada dinî kalkışmaya karşı millî-etnik değerleri muhafaza ettiğini söylüyor. Ancak öte yandan, AKP akıncısı olarak bölgeye dönük ajan faaliyeti içinde olan Hakan Albayrak da yaşanan patlamalar sonrası Mihraç Ural’dakine benzer bir insansevicilik üzerinden, gariban mültecilerin katledildiğini iddia ediyor. Aynı kanaldan, DSİP’liler ise mültecileri korumak üzerinden, insancıl ve dayanışmacı bir tavır geliştiriyorlar. Mülteciler bu olayda artık AKP kalkanıdır. Kalkana saldırana değil, onu kalkan yapana kızmak gerekir.

Bu gerçeklikte, sosyalist hareket açısından eksik olan, Müslüman ve Arap yoldaşlar bulacağı bir bölgesel enternasyonal çıkıştır. Salt AKP husumeti ve iç siyaset malzemesi kılmak üzerinden ilişkilenilen Ortadoğu, kimseye bir şey öğretmiyor. Deniz’lerin parkasındaki kan kurumuş, parka mezatta ucuza satılmıştır.

Bölgesel enternasyonal vurgusu, sömürüye ve zulme karşı olan politik öznelerin bölgesel kolektivizasyonunu ifade eder. Bu ortamda politik özne, en fazla saf teorik planda, kendisinin olmadığı ve hiç olmayacağı bir gerçekliği gene saf manada mülk edinmek için uğraşıyor. Ortadoğu uzmanlarına değil, Ahmet Kaya’nın şarkısına atıfla, “acemi işçiler”e ihtiyaç vardır. “Onurlu bir kavganın neferi” olmak, bu noktada emperyalizmi sınıfsız, kapitalizmi devletsiz görenlere karşı olmayı gerektirir. Kendi meselesinin ustası veya uzmanı olanlar, kendi öznelliği de dâhil, her eylemliliği temizleyip hareketsiz olanı görmeye çalışıyorlar. Politik teori, öznenin eylemliliği kadardır. Devrim, tam da eksik olduğu bilinciyle eyleme geçene muhtaçtır.

Dolayısıyla, kimseye akıl vermeye kalkışmaksızın, Reyhanlı bahsinde, AKP’ye ve batıya bağlı güç odaklarının dağıtılması yönünde halk kışkırtılmalı, bölgedeki Sünni Araplar örgütlenmeli, onlara kendilerinin iradesine tabi olmayan düşman, tüm netliği ile gösterilmelidir. Reyhanlı-Roboski hattında insansevicilik kuyusuna düşülmemeli, her iki olayın ortaklığı vurgulanmalı, halkların hilafına çizilen sınırların zalimlerin/sömürenlerin ortak hattı olduğu gösterilmeli, Suriye’nin mazlum halkına omuz verilmelidir.

Alevîlik bahsinde ise, genel Alevî nüfus Kemalist, batıcı, laik prangalarından memnundur, dolayısıyla, Antakya’daki bir katliam, geçmişteki Dersim katliamı gibi milliyet merkezli bir ayrışmaya tabi tutulacaktır. Milliyet merkezli yaklaşım, AKP’nin “büyük Türkiye” masalına yönelik herhangi bir sahici itiraz gerçekleştiremez. Yani Türk olmaya inandırılmış ve buna ikna edilmiş Alevîlerin Arap ve Kürd’e çekilen kılıca tepki vermeleri beklenmemelidir.

Bugün solun eylemselliği, belirli bir taktik-strateji düzlemi değil, basit bir acındırma pratiği üzerine kuruludur. Sol, “Polisten dayak yiyelim, bize acısınlar” derken, işaret ettiği kesimleri gören ve orayı kesen bir eylem hattına yöneliyor. Yani sol, orada burada üstü başı kan içindeki yoldaşlarını göstererek politika yaptığını zannetmemelidir. Salt acıma üzerinden oluşmuş bir politizasyonun kalibresi her zaman düşüktür.

Sol, özne olmakla özel olmayı artık iyice birbirine karıştırmıştır. Özel olmak, tüketici kültürünün halesine kapılmaktır. Sol, kabul edilme derdiyle hareket ettiğinden, verili olarak kendisini kabul edecek olanın gücünü ve hukukunu önsel olarak onaylıyor. Dolayısıyla, kabul ettireceği varlığına ait tüm çapaklarından, sivri yönlerinden ve arızalarından kurtulması gerekiyor. Örneğin artık Çingene sözcüğü dilden siliniyor, Romanlar saygı görüyor ama olumlu ya da olumsuz anlamda Çingenelik yeryüzünden temizleniyor. Aynı durum, Ermeniler için de söz konusudur. Özelleşmenin özneleşmenin yerini almasıyla tüm politik ya da politikleşme ihtimali olan konular, bağlamdan ve her türlü karşılıklı ilişkiden kopartılıyorlar. Örneğin artık sınıfın başka sınıfsal katmanları örgütlemesi mümkün değildir. Sol, bu noktada ruh âleminden kıyafete kadar özel olanın vitrini hâline geliyor, sürekli saygı talep ediyor, doğrudan mevcut hukuka bağlanıyor. Böylesi bir zeminde egemenlere karşı saygısızlık yapmak bile mümkün olmayacaktır.

Ortalık, spesifik bir konunun özel uzmanları ile dolup taşıyor. Spesifik konu, kendisini özel hisseden tüketim bireyinin aynasıdır. Reyhanlı gibi olaylar da bu özel oluşları ile değerlendirilip gerekli saygıyı bir süre gördükten sonra rafa kaldırılacaktır. Onun bağlamı ve ilişki ağı kesilip atılacaktır. Her şey, bireylerin özel öznelikleri içindir. Bu kadar özel oluş takıntısından üretim, inşa ya da kurma pratiği çıkmaz.

Solun politik faaliyeti, bu özel oluş merakı üzerinden, millet ve sınıf ayağında sokaktan çekilmiş, halktan kopmuştur. Sınıfı görmeyen bir millet ve din, milleti görmeyen bir sınıf ve din, dini görmeyen bir sınıf ve millet egemenlerin oyuncağıdır artık, zira buradaki öznelik, egemenlerin tasavvurları üzerinden inşa edilmektedir.

Sol, tuzu kuru orta sınıf kentli nüfusa kendisini kapatmıştır ve bu kapatılmayı bizzat kendisi istemiştir. Devrim, fazla despotik olduğu için istenilen bir şey değildir aslında. Millî ve dinî olanı görmeyen devrimcilik ise kendine kapalı bir teorik lafazanlık üretmektedir.

Orta sınıf kentli nüfusun dinî ve millî olanın politikleşmesini görmesi mümkün değildir. Sol en fazla, sınıfı ve milleti görmeyen, saf, havada asılı bir din’ciliğe karşı çıkabilmektedir. Karşı çıktığı, kendi sol’culuğu da olmalıdır.

Bugün Reyhanlı özelinde bir “İslamcılık” eleştirisi geliştirmek hatalıdır. AKP İslamcı değil, neoliberalizmin uşağı olan bir partidir. Bu uşaklık, Müslüman kesimde itiraza mahal veriyorsa, politik olarak oraya odaklanmak şarttır. Esad düşmanlığı ve yandaşlığının göremeyeceği, işte bu politik odaklardır.

Suriye meselesi, netameli bir hâl almıştır. Kıyam çürümüş, kokusu sınır dışına taşmıştır. Artık baskın olan, devrim hattının silinmesidir. Kimi İslamcılardaki Kemalizm eleştirisi, esasında onun dönemsel olarak arızî bir nitelik arz eden ve özellikle Sovyetler’in varlığına bağlı olarak şekillenen sol fazlalıklarına yöneliktir. Yani bu Müslümanlar, Kemalizmle değil, sol-sosyalist olanla dövüşmektedirler. Geri kalanla alıp veremedikleri bir şeyleri yoktur. Benzer bir eğilim, Baas ve Humeyni bahsinde de geçerlidir. Bu açıdan mesele, Baas ya da Humeyni’yi değil, bunların bir ara kesiştikleri devrim hattını savunmak ve ilerletmektir.

Mazlum-Der’in Reyhanlı ile ilgili raporu, diğer kimi raporlarında olduğu gibi, vicdanî açıdan AKP’nin tozunu almayı amaçlıyor. Metinde, bölgede birilerinin başkalarını ötekileştirip etiketlemesi eleştiriliyor ama Suriyelilere saldıranlar da bizzat bu metnin yazarlarınca “faşist” olarak damgalanıyor.

Esasen rapor, AKP lehine olacak şekilde, medya sansürü ile yumuşatılmaya çalışılan mevcut gerilimi örtmek derdiyle kaleme alınmıştır. Metinde, kayıplarla ilgili resmî rakamlara yaslanılması bunun bir göstergesidir. Temelde dernek üyeleri, Suriyelilerin durumlarını gözlemek için bölgeye gitmiş gibidirler. Katliamda ölenler ve yakınlarıyla ilgili tek bir cümleye yer verilmemektedir.

Raporda devletin eksikliğinden dem vurulması manidardır. “AKP’nin açıp gösterdikleri yerine kapattıklarına bakmak gerek” tespiti üzerinden düşündüğümüzde, rapor, bir biçimiyle katliamı gerçekleştirenlerin pratiğine bilerek ya da bilmeyerek bağlanıyor. Zira geçmişte de bizdekinin özel durumunu dışarıda tutarsak, tüm insan hakları derneklerinin akademiyle ve istihbarat örgütleriyle içli dışlı olduğu bilinen bir gerçektir. AKP, muhtemelen Suriyeli mültecileri Suriye’ye dönük müdahale için bir kılıf olarak kullanacaktır. Zaten bu kamplar, mevcut üslerin kamuflajından ibarettir.

Türkiye’nin geçmişte şerh düştüğü, imza atmadığı bir anlaşma gereğince Suriye’deki mültecilerin uluslararası planda mülteci niteliği bile bulunmuyor. Ekonomik basıncı yanında, bu kamplar, salt askerî değil, ideolojik ve propagandatif nitelikleriyle devlet tarafından kullanılacak gibi görünmektedir. Reyhanlı, bu kampların bahane edilmesi için gerçekleştirilmiş gibidir. Mazlum-Der raporundaki tespitle, devletin polis, hastane gibi noktalardan elini çekmesi, bu nedenle hayra alamet değildir. Raporun bizatihi kendisi ile örneklendiği biçimiyle, kamplar, uluslararası planda bir malzeme ve bahane olarak ideolojik planda yeniden örgütlenecektir.

Eren Balkır
15 Mayıs 2013

0 Yorum: