31 Ağustos 2011

Müslüm Gürses


Babailiğin İsyankâr Şeyhi: Müslüm Gürses


Sırlı Tuğlalar’da yer alan bir öykümün konusu bu idi:

“Babailiğin iki kolundan biri Orhanilik, öteki Müslimiliktir ki, ikincisinin postnişini Müslüm baba bir gün, yoksulların parasını alıp zenginlerin bankalarına aktaran bir zalime rastgelince fena halde sinirlenerek, ‘yav’ dedi, ‘sen yılan mısın baykuş musun? Dokunduğunu zehirliyor, konduğun yeri yıkıyorsun?’ Zalim, Baba’nın sözlerine çok kızdı, ‘sen bu işe karışma moruk’ diyerek çekip gitti. O günün gecesi, adamın şirket binasında yangın çıktı, hisse senedi, dolar, euro, frank ne varsa yanıp kül oldu. Müslüm Baba, bir yakınının düğününden dönüyordu ki, Etiler’deki görkemli binanın yandığını görünce, ‘çek oraya’ dedi şoföre. Tefeci saçını başını yoluyor, ‘anlamıyorum nasıl olur, onca güvenliğe rağmen, bu ateş ocağıma nasıl düşer!’ diye dövünüyordu. ‘Yaklaş oğlum’ dedi şoföre Müslüm Baba. Camdan sarkarak, sızlanıp dövünen adama, ‘yoksulların ahından düşmüştür’ dedi ve uzaklaştı.”

Müslüm Baba, bize gene yapacağını yaptı ve “aşkın tesadüfleri sevdiğine” (favorim Sebahat Abla) ilişkin inançlarımızı gözden geçirmemize neden olmakla kalmadı, sesinin imkânlarının bu yaşta, bu yıpranmış gırtlakla dahi ne kadar geniş olduğunu gösterdi. Heidegger’in, bir Japon dostu Hisamatsu’nun katıldığı kollokyum sonrasında yapılan sohbette belirttiği üzere, “Sanat” için geleneksel dönemlerde başka bir kelime vardı; bu, Avrupalı anlamından etkilenmemiş, daha derin bir anlamı olan eski Japonca bir sözcüktü. Bu, “gei-do” idi: Sanatın yolu. “Do” Çince “Tao”dur, sadece yöntem olarak yol anlamına gelmez; hayatla, özümüzle derin ve içsel bir ilişki içinde bulunur. Yani sanat, hayatın kendisi için belirleyici bir önemi haizdi. Bu, inisiye edilmiş (olmuş mu demeliyim?) insanlardan oluşan geleneksel “toplum”larda böyleydi. İnisiyatik geleneğin izlerini taşıyan “kültür”lerde bunun kısmen sürdüğünü söylemek mümkündür.

Müslüm Baba’nın kişiliğini (kimliğini), icra tarzını, sözlerini, bu sözleri yorumlama biçimini anlayabilmek için, meseleye bu zaviyeden bakmak yerinde olabilir.

Geçtiğimiz günlerde bir televizyon programında, kendisine su getiren görevliye, “su gibi aziz ol” deyince, sunucu, “aziz ne demek baba?” diye sormuş, Müslüm Gürses de, “aziz... aziz... yani sevgiliden de üstün olan” diye cevap vermişti. “El-Aziz”, Allah’ın isimlerindendir ve “her şeyden üstün olan” anlamına gelir. Müslüm Gürses’te bu türden ihsasların yanı sıra inisiye olmuş insanlara özgü bir “edep ve erkân” hali gözlemek her zaman mümkündür.

Milyonlarca “hayran”ı bulunan, her konserinde izdiham yaşanan, plakları, kasetleri, cd'leri on milyonlarca satan, hakkında onlarca fan kulübü açılan biri olarak öncelikle mütevazı olması için belirli bir kemal yaşamış olması gerekir. Bu olgunluğu, sadece Müslüm ve Orhan Baba’lar gösterir. Onların meselesi, “derin”dir ve “ezelden ebed”edir. Müslüm Baba’nın iki “golden” şarkısından birisi, “Meselem”dir. Diğeri için bir kestirime ihtiyaç yoktur: Tartışmasız, “İsyankâr”dır.

Müslüm Gürses’in bizatihi kendisi bir isyandır. Varlığı ve gördüğü kabul, özel yaşamlarında klasik Türk musikisi dinleyip on yıllarca yerli müziği yasaklayanların zihniyetine bizatihi isyankârlıktır. Bu muazzam boşluğun içinden büyüyen dip dalgalarıyla gelmiştir. “Arabesk müziği” horlayanlar, bir yandan bu gayr-i meşru çocuğun tanınmak istemeyen ve muhtemel babalık/velayet davalarından, nafaka mecburiyetlerinden, en önemlisi bir yüzkarası niteliğinden korkanlardır; diğer yandan, “kendi” gei-do’larını keşiften mahrum olanlardır. Müslüm Gürses’lerin (Orhan Gencebay ve birkaç nitelikli yorumcu-bestecilerin) önümüze getirdiği müzikal birikim, gecekondulaşmayla, yirmi milyona vuran İstanbul’un yönetimini, giderek merkezi yönetimi üstlenmiş dindar/ köylü/ taşralı/ demokrat/ elit/ devrimci/ muhafazakâr yeni kadrolarla, AB ile müzakereleri yürüten bir dindar/muhafazakâr iktidarla, birinci ligde fırtınalar estiren bir Gençlerbirliği veya Eskişehirspor’la birlikte düşünülmelidir.[*]

Düşünülmesi unutulan bir başka “mesele”, Müslüm Gürses'in Frank Sinatra gibi nice icracıyı cebinden çıkaran olağanüstü yorum yeteneğine ve ses aralığına sahip oluşudur. Özellikle İsyankâr’da ve Aşk Tesadüfleri Sever’deki şarkılarında, Ortaçgil bestesinde, Teoman’ın şarkısında, Cohen’in pabucunu dama atmıştır Müslüm Gürses. Okuduğu sözlere ruhuyla yaklaşan, eleştirildiğinin aksine son derece sağlıklı bir kader inancına sahip olan (ki bunu Yeşilçam sinemasında da görürüz. Bizim geleneksel filmlerimizdeki ahlakçı tutum, kader anlayışı, edep-erkân, sıcak insan ilişkileri, kardeşlik ve dostluk temaları bugün gereksinim duyduğumuz şeylerdir.)

Gürses’i üç Türkiyeliden birinin sevmesi, sevenlerin “niteliksizliğiyle, banalliğiyle ve köylülüğüyle” açıklanabiliyorsa, bu ülkede meşru bir iktidara muhalefet etmenin biricik yolunun “askeri göreve çağırmak” oluşuna ve bunu eski Maocuların, sosyal demokrat ana muhalefet partisinin yapmasına şaşmamalı.

Ciğerinden yükselen havanın yüreğindeki bütün damarları dolaştıktan sonra gırtlağına çarparak buğulu ve ıstıraplı bir edayla çıktığı bu büyük şarkıcı, “talih bizi yazmış kara deftere/gideceğiz bir gün o meçhul yere/rastladın mı hiç geri gelene/sen de boyun eğersin bir gün ecele” derken, “her nefis ölümü tadıcıdır” gerçeğini ama sadece sözle değil, adeta bir “gei-do” üzerinde yürüyormuşçasına anlatır ki, bunu hiçbir klasik batı, rock, pop müzikçisi yapamaz. Bunu biraz Bob Dylan yapar, biraz Cohen. Bizde Divriği-Çamşıhı türküleri böyledir, barak ağıtları, Türkmen/Dadaloğlu bozlakları, Arguvan havaları ve Yemen üzerine yakılmış ağıtlar... Müslüm Gürses bu alanda da yetkindir ve “fincanın etrafı yeşil”i, “bu dağlarda kar olsaydım”ı, “bir şuh-ı sitemkar yine saldı beni derde”yi ve “Meyrik"i onun gibi kimse söyleyemez.

Müslüm Gürses'in bize söylediği en değerli şey, “Garipler” şarkısında ifadesini bulan ve Babaileri, Şeyh Bedreddin’i hatırlatan, mazlumların, mağdurların, haksızlığa dûçar olmuşların sesi olan, “Hor görülenlerin Tanrım, isyanıdır bu / Sevip sevilmeyenlerin isyanıdır bu / Düzensiz dünyanın günahıdır bu / Yakarsa dünyayı garipler yakar” haykırışıdır.

Meselesi, “alın yazısı” olan bir Babaidir Müslüm Gürses. Şeyh Bedreddin, Ekberi irfanının güzide bir bilgesi idi. Onu da Molla Lütfi gibi Bizans entrikaları boğdu. Nazım Hikmet ve diğerleri kendi görmek istedikleri Bedreddin’i yazdılar. Hiç kimse, O’nun Bayezid-i Bistami’den, İbn Arabi’den aldığı feyiz ve tasarrufun mahsulü Varidat’ına bakmayı, hele hele inisiyatik sözlüğün içinden okumayı düşünmedi, düşünemedi. Bu, düşünmekle olacak bir şey de değildi gerçi. Varidat’ındaki Şeyh Bedreddin’le, iktidarı köktenci biçimde dışlayan Bedreddin aynı kişilerdi. Sufilerin dünya ile ve dünyanın hükümranlarıyla araları hiç hoş olmamıştır.

Tarihi kronolojik dedikodular biçiminde okuyan kimi araştırmacılar, metinleri kendi menkıbesi olan bu bilgeleri doğru yorumlamakta acziyet içindedirler. Onlardan kalan “metin”ler, bizatihi kendi menkıbeleridir. Onlar, “kendi derdim söylerem/gayri hikayet etmezem” diyen şair gibi, kendi seyr-i süluklarını, ruhi seyahatlerini anlatmışlardır.

Müslüm Gürses de böyledir ve bu yönüyle de inisiyatik bir koku tüter. İsyankar, âlemin “hayal” oluşuyla başlar: “bir bir kapandı ümit kapısı/ içimde vardır benim gönül yarası/ gözyaşlarımın yoktur faydası/ yaşadığımız âlem hayal dünyası”

Neşet Ertaş’ı dinleyenler, “nasıl bir derttir bu böyle!” demekten kendini alamaz. Aşk söyletir, dert ağlatırmış. Öyledir, gönül yarası olmayandan hayır gelmez. Bir belgesel çekimlerinde Pazar’ın bir dağ köyünde, doksanına yaklaşan bir nine, ekipteki arkadaşlara birer birer sormuştu : “Evli misun?” Birisi, “değilim” dedi. “Sevdan var midur?” diye sordu. “Yok” dedi arkadaş. “Uyy sevdasız adam mi olur?” diye ünledi. Merhum Fethi Gemuhluoğlu da, Türk Petrol Vakfı’na burs için başvuran gençlere, “âşık olup olmadığını” sorardı. Bir gönül yarası olmayana burs vermezdi. Bu toprağın çocuklarının gönlündeki yaradır onları anlamlandıran. Müslüm Gürses, bu yaraya dokunmaktadır, böylesi bir yaradan seslenmektedir.

Baba İshak’la arasında kuşkusuz pek çok fark vardır, lâkin dünyanın bir köprü oluşuna, oraya yerleşilemeyeceğine, dolayısıyla, bu geçici âlemde iktidar için insanların vicdanlarını kirletmelerinin asli doğalarına ihanet anlamına geleceğine, sevdasız insanın beş para etmeyeceğine ilişkin inançları bakımından benzeşirler.

Müslüm Baba da, tıpkı Geyikli Baba gibi, Duğlu Baba gibi, İlyas Baba gibi, Üsküdari Horoz Baba gibi, “Tanrı istemezse yaprak düşmezmiş” inancındadırlar. Sözü yol arkadaşı Muhterem Nur’a bırakıyorum: “Müslüm’den önce, Müslüm’den sonra. Allah bana ‘sonradan gül’ demiş. O benim için bir piyango gibi.”

Sadık Yalsızuçanlar
31 Ağustos 2011
Kaynak

[*] İştirakî’nin Notu: Sadık Yalsızuçanlar, genelde tasavvufun, özelde Nursîliğin ak bulutundan inip politik gerçeğe ayak bastığında, tufanı görüp hemen o AK gemisine biniveriyor. Bugüne dek “dindar, köylü, taşralı, demokrat, elit, devrimci ve muhafazakâr” oluşun kaymağını yiyenlerden birer çiftin bindiğini, geride kalanların zulme ve sömürüye terk edildiğini, bu gemide dümenin neoliberalizmin elinde olduğunu, rotanın “Müslüman âlem içre batı ajanlığına” kilitlendiğini “görmüyor”.

Faşizm ulus-devletlerin liberalizmi ise, neoliberalizmi de ulusötesi şirketlerin faşizmi olarak anlamak gerekiyor. Sadık Hoca, devlete karşı şirketlerin amelindeki demokrasiyi, hürriyeti ve hukuku seviyor. Esasta şirketlerin hür ve pervasızca (hürriyet) hüküm sürdüğü, çeşitlilik arz eden (demokrasi), piyasanın hukukundan bahsediliyor. Mazlum ve sömürülen kitlelerden bir kesim, zalim ve sömüren olmak isteyenler, belli bir kesitte, bu demokrasiye, hürriyete ve hukuka ikna ediliyorlar. Eskiden bu ikna yöntemini zorla işleten faşizmin gölgesindeki Müslümcüler, bugün liberalizm ağacının gölgesine çağırılıyorlar, aynı amaçla kullanılmak üzere.

Sadık Hoca yazısında, son şike kovuşturması içinde adı geçen iki kulüpten dem vurarak, iktisadî ve politik açıdan kendilerinin efendilerin süper ligine adam yollamayı başardıklarını ima ediyor. “O localarda oturmak bizim de hakkımız” diyerek, fukara Müslümcüleri kandırmak istiyor.

Özcesi hoca, Müslüm’e Etiler’deki barlarda şarkı söylettirenlerin izinden gidiyor. Laila’ya karşı “La ilahe illallah” diyen teknik direktör Bülent Uygun’un şike parası ile Sivas’ta cami yaptırmasını olumluyor. O caminin hâlâ Allah’ın evi olduğunu fukara Müslüman’a yutturmak istiyor. Müslüm, iktidarın pekiştiği momentte, “iktidar için mücadele etmeyin” fetvasına âlet ediliyor. Oysa, yazarın da andığı şarkısında, “Yakarsa dünyayı garipler yakar” diyen Müslüm, en çok bugün Londra’yı, Madrid’i, Berlin’i ve Atina’yı yakan gençlerin safına yakışıyor, “AB müzakereleri yürüten dindar/muhafazakâr iktidar”a değil.

0 Yorum: