24 Temmuz 2014

,

Lenin Hakkında Söylediğimiz Yalanlar


1917 Rus Devrimi, uzun zamandır yüceltici bir ahlâk devşirmek için uygun olan nesnel bir ders olagelmiştir. Herkes bu devrime, felâkete yol açan, ahlâkî, politik ve ideolojik mânâda gerçekleşmiş büyük bir yanlışı keşfetmek için bakmaktadır.

Yanlışı keşfetmiş olan bizler, kendimizi bir felâketten uzak durmuş olmakla güvende hissederiz ve henüz yürüdükleri yolların hatasını görememiş olanlardan da üstün olduğumuzu düşünürüz. Devrimin insanî gerçekliği, olayların yol açtığı burgaca yakalanmanın bunaltıcı hissi, dersler çıkartıp parmaklarımızı suçlayıcı mânâda sallama konusunda acele ettikçe, kaybolup gider.

Kimilerine göre devrimin ardındaki yanlış, esasen ahlâkîdir. Örneğin Lenin, Rusya’nın çöküşü konusunda doğrudan sorumlu olan, ahlâksızlığı sınır tanımayan, yeniden dirilmiş bir canavar olarak resmedilir. Biz bu Lenin’e, Frankenstein filmlerinin başrol oyuncusuna atıfla, ellerini canilere özgü biçimde neşeyle ovuşturan “Boris Karloff Lenin” diyebiliriz. Bu kurguya göre Lenin şu tür laflar sarfeder: “Bugün sanırım köylülere zulmedeceğim!” Özellikle Birleşik Devletler’de, halk arasında Rus Devrimi’ne dair yaygın imaj, Boris Karloff Lenin’e çok yakın bir şeydir.

Başkaları da Bolşevizmi hedefe koyarlar ve onu ahlâkî bir hatayı tekrar tekrar yapan bir canlı türü olarak tarif ederler. Bolşevikler, “amaç araçları meşrulaştırır” olarak özetlenen o yoz kodla yaşayan, biz düzgün insanların asla yapmadığı bir şeyi yapan insanlardır. Bizse, asil politik hedefimiz ne olursa olsun, asla sivillere yangın bombaları atmaz, işkenceye başvurmayız, kabul edilmesi mümkün olmayan araçların kullanılmasına kesinlikle yüz vermeyiz. Bu tip şeyleri sadece dağdan inmiş o fanatikler yaparlar.

Bir de Bolşevizmi politik hedeflerin yüceltilmesine ilişkin tehlikelere işaret etmek için kullanan ve hep “doğru düşünen” bir tür liberalizm vardır. İşçilerin cennetini kurmak mı istiyorsun? Dikkat et de hedefindeki o asillik, korkunç suçlar işlemene neden olmasın. Rus İç Savaşı boyunca halk, şu türden, en temel, en kaçınılmaz sorular üzerinde savaştı: Ülkeyi kim yönetecek? Ülkeyi tekrar nasıl toparlarız? Rusya devlet olarak hayatta kalacak mı?

Bizim liberalimizse, tüm bu kargaşaya bakıp, şu vaazı verir: şimdi mükemmel topluma dair düşleri gerçekleştirmeye çalışma! Bizim gibi ol, bizim tehlikesiz, makul ve ölçülü siyasetimizi uygula. Ilımlılık, her şeyde ılımlılık!

Sol, devrimin ölümcül hatalarını araştırmaya alışmış. Sadece ideolojik öğretideki hataları suçlamayı tercih ediyor. Soldaki birçok insan, Bolşevizmin ilk günahının Lenin’in Ne Yapmalı?’da yaptığı revizyon olduğuna dair liberal/muhafazakâr görüşü benimsiyor. Bu görüşe göre, Lenin işçilere güvenmedi, bu yüzden Marx’ı baş aşağı çevirdi ve aydınlara dayanan seçkinci ve komplocu bir parti inşa etti. Tevekkeli zaten Lenin de Rus Devrimi’nin demokratik programını gaspetmişti.

Yapılan hataları tanımlamaya ve kınamaya daha az takıntılı olan bir yaklaşım, Ne Yapmalı?’nın sahip olduğu önemin ideolojik herhangi bir yenilikten kaynaklanmadığını görecektir. Lenin’in 1902 tarihli bu kitabı, yeraltı örgütü mantığının idealize edilmiş bir versiyonunun özetidir; bu mantık, 1890’lar süresince ismi bilinmeyen bir eylemci kuşağınca ortaya konulmuş denemelerin ve yapılmış hataların işlenmesi üzerinden elde edilmiştir. Böylelikle Lenin’in temel modeli, Rusya’daki tüm sosyalist yeraltı tarafından bir kılavuz olarak kabul edilmiştir. 1917’ye gelirken Bolşevizmin ayırt edici özelliği, parti örgütlenmesinden değil, Rusya’daki sınıf güçlerini okumasından kaynaklanmıştır.

Sosyalist yeraltının oluşturulması Lenin’in yaptığı bir şey değildir; daha doğrusu o, bu hususta pek önemli olmayan ama aynı zamanda can alıcı olarak da görülemeyecek bir katkı gerçekleştirmiştir. Rusya devleti 1917’de çöktüğünde, herhangi bir ideoloji tarafından ortaya koyacağı sonuçları öngörülemeyecek olan bu önemli olayda, söz konusu yeraltı, yeni egemen otoritenin ve yeni bir devlet yapısının oluşturulabilmesi noktasında devreye sokulan birkaç güçten birisidir. Çar Rusya’sına ait hukuk kurumları, Çarizmin çöküşüyle ölümcül yaralar almışlardır; buna karşılık yasadışı yeraltı örgütlenmesi sağlam kalmış, ulusal bir kapsama kavuşmuş ve kitle desteği ile meşruiyet konusunda makul bir konuma gelmiştir. Sosyalist yeraltı, ideolojik entrikalardan çok, Rus tarihinin bir ürünüdür.

Devrimin hatalarını izah etmede devreye sokulan hatalara baktığımda, aklıma daha çok Ekim Devrimi’nde sapkın avına çıkmış modern partizanlar geliyor. Bu yaklaşımda olanlara göre, devrimin başarısı, ideolojik hataların reddedilmesi üzerinden izah edilmektedir. Ana akım Troçkist yorum, bu türden bir hikâye etrafında kurulmaktadır.

1905-6 dönemine geri dönersek eğer (ki hikâye devam ediyor), Leon Trotskiy elindeki sürekli devrim teorisiyle çıkar sahneye ve geri Rusya’da sosyalist devrimin mümkün olduğunu ilân eder. Trotskiy’nin teorisi, İkinci Enternasyonal Marksizmi’nin hayal gücünden yoksun dogmalarına saldırır. Trotskiy, evrensel planda hâkim olan bir anlayışsızlıkla karşılanır. Bereket versin ki Lenin ışığı tam vaktinde görür ve Trotskiy’yi Nisan 1917’de yakalar. İki büyük lider, birlikte Bolşevik Parti’yi yeniden silâhlandırır ve böylelikle o görkemli Ekim Devrimi’ni mümkün kılar.

Genel kabul gören bu hikâyede birkaç sorun mevcuttur, ancak burada ben, sadece hikâyenin Ekim öncesiyle ilgili kısmındaki tuhaflığa işaret edeceğim: söz konusu hikâyede Bolşevik karşıtı bir renk mevcuttur. Troçkist gelenek dâhilinde kalem oynatan birçok yazara göre, Eski Bolşevizm öğretisi, devrimci zafer mümkün hâle gelmezden önce terk edilmek zorunda kalınan tehlikeli bir hatadır. Bu gelenekteki yazarlar, bize sürekli Bolşeviklerin bütün olarak, parlak ve hayal güçleri sağlam liderleri önde giderken, dün kendilerine söylenenlere inatla sadık kalan kalın kafalılar olduklarını hatırlatıp dururlar.

Kimi yazarların, hâlâ Bolşevik yeraltı eylemcileriyle ilgili hoş bir kelam ettim diye beni asla bağışlamamalarının nedeni, işte bu Bolşevik karşıtı ruh hâlidir. Bu yazarlar bana, “bu eylemcilerin hantal, eski kafalı komiteler olduklarını, bunların yanlış bir yaklaşımla, yurtdışındaki Lenin ve Trotskiy gibi liderlerin aklına kulak vermeyi reddettiklerini neden anlamıyorsun?” diye sorup duruyor.

Oysa bence tüm bu yaklaşımdaki mesele, ondan belirli devrimci kahramanların “kişilik kültleri”ne dair pis bir kokunun yükseliyor olmasıdır. Ekim öncesinde faaliyet yürüten Troçkistler bile devrimin nihai sonucundan pek mutlu değillerdi ve her zaman yaptıkları gibi elde edilen sonucu izah etmek için öğretideki hatalara bakıyorlardı. Hızır gibi yetişmesi ve Rus devrimini kurtarması beklenen Avrupa devrimi gerçekleşmedi, bunun önemli bir nedeni, genelde Karl Kautsky’nin ve İkinci Enternasyonal’in diğer liderlerinin “kaderci”, mekanik” ve “determinist” olan “diyalektik öncesi” marksizmiydi. Rusya’da devrimin içe doğru yozlaşmasının görünür, dışa dönük alameti ise “tek ülkede sosyalizm” denilen öğretiye dair sapkınlıktı.

Elbette Rus Devrimi’ne dönük en cin fikirli ve esaslı görüşler Troçkist gelenekten geliyor. Ama ben gene de kendimi, bu geleneğe mensup yazarların, Rus Devrimi’ni yaşayanların onu tecrübe ettikleri biçimiyle, ilgili devrimin sahip olduğu insanî gerçeklikle değil de kendi öğretisel soyutlamalarıyla daha çok ilgilendiklerini düşünmekten alamıyorum.

Rus Devrimi konusunda hep şu husus tartışıldı: Rusya sosyalist devrime hazır mıydı, yoksa sadece “burjuva devrimi”ne mi hazırdı? Bolşevikler ilk, Menşevikler ikinci görüşü savundular. Bu tartışmada kim doğru, kim yanlıştı? Eğer Bolşevikler doğru ise, o vakit Menşevizmin karşı devrimci bir hata olarak redde tabi tutulması gerekiyor.

Bu yaklaşım şu hususta doğrudur: Menşevikler ve Bolşevikler, 1917 tarihli polemiklerde görüldüğü üzere, Marksist kavramlara başvurdular. Ama bu türden öğretisel tartışmalar, meselenin özüne uzaktırlar. Esasında ilgili tartışmalar temelde eklentidirler, 1917’de Rusya’nın ampirik okumalarına dayanan konumlara öğretisel meşruiyet kazandırma girişimleridir. Sosyalist partilerin yüzleştikleri gerçek soru ise şudur: Rus toplumunu içine çeken kriz, eğitimli toplumla işbirliği kurarak mı çözülecek, yoksa özellikle işçi ve köylülerden oluşan halka dayanan, yeni bir egemen otoriteye muhtaç olan bir çözüm mü gerekli?

1917’deki tartışmalarda merkezî olan husus Rusça terimlere tercüme edildiğinde, bu soru şu hâli alır: yeni bir vlast, soglashenie’ye dayanabilir mi, dayanmalı mıdır? Vlast “egemen otorite” ya da “sovyet iktidarı”ndaki gibi, “iktidar” demektir; Soglashenie ise sıklıkla “taviz” ya da “uzlaşma” olarak tercüme edilir, ama bu kelime biraz daha güçlü bir anlama sahiptir: bir tür akit ya da anlaşma temelinde birlikte çalışma. 1917’de Menşeviklerle bu türden sorular etrafında dönen aslî çarpışma, öğretisel değil, ampiriktir. Dahası bizim, bir tarafın yanlış, diğerinin doğru olduğunu söylememiz bile mümkün değildir. Her iki taraf da kavrayışlarıyla hüsnü zanlarını birleştirmiştir. Şimdi 1917’deki Menşevik-Bolşevik kavgasına, vlast ve soglashenie terimlerini kullanarak bakalım ve Rusya’nın ampirik gerçeklikleriyle uğraştığımızı hatırlayarak, aynı zamanda öğretisel tartışmanın uygun biçimde tali bir konuma itilmesine çalışalım.

Menşevik: Eğitilmiş toplumla bir tür soglashenie’nin birlikteliği gereklidir, bu nedenle söz konusu soglashenie için uygun bir “burjuva” ortağı bulunabilir (ayrıca Rusya bir “burjuva devrim”le karşı karşıyadır, dolayısıyla bizim “burjuva” Geçici Hükümet’e hoşgörüyle yaklaşmamız zorunludur.).

Bolşevik: Eğitilmiş toplumla bir soglashenie kurmak mümkün değildir, bu nedenle Rus proletaryası, devrimci vlast’ın sorumluluklarını üstlenmeye hazırdır (ayrıca Rusya “sosyalizme doğru gerekli adımlar”ı atmaya hazırdır.).

Her iki durumda biz, öğretisel kavrayış ya da hatadan değil, 1917’de Rus toplumuna dair temelde doğru ve güçlü bir biçimde hissedilen ampirik bir görüşten başlıyoruz işe. Menşevikler, bir yandan modern bir toplumun eğitimli uzmanlar ve profesyoneller olmaksızın bir şey yapamayacağının farkındadır, diğer yandan da Rus proletaryasının örgütlü olmadığını ya da vlast’ın belirli bir tecrit içinde ifa edilmesi noktasında, “kullanışlı” olmadığını görmektedir, ayrıca Rus köylülüğünün de “proletarya diktatörlüğü” için güvenli bir zemin teşkil etmediği kanaatindedir.

Bolşevikler ise, sundukları izlenimin aksine, seçkin ve eğitimli toplumun (açıktan “demokrasi” bağlamında tanımlanmış bile olsa) “devrimin hedefleri”ne asla coşkuyla ulaşamayacağının ve eğitimli toplumun neticede devrim aleyhine dönüp bir tür “burjuva diktatörlüğü” için çalışabileceğinin farkındadır. Yani bu kesimin liberal siyasetçiler ve askerlerle, Rusça ifadesiyle kadetlerle (liberal Anayasacı demokratlarla) ve (1917’de ölü doğan askerî darbeye öncülük eden general) Kornilov ile ittifak yapması muhtemeldir.

Hem Menşeviklere hem de Bolşeviklere göre, doğru bir ampirik görüş, gerçeklerden ziyade hüsnü zanna dayanan olgusal iddialara yol açar. Menşevikler, devrimin hedeflerine ulaşma noktasında, burjuva toplumda uygun bir ortak bulunabileceği konusunda ısrarcıdırlar (ya da en azından eğitimli toplumun “aşağıdan uygulanacak bir basınç”la işbirliğine zorlanmasının mümkün olduğunu düşünmektedirler.). Mevcut durum öylesine korkunçtur ki meselenin bu olup olmadığına dair düşünce geliştirmek bile güçtür.

Bolşevikler, toplumsal dönüşüm ve kriz yönetimine dair karmaşık politikaların ancak proletarya sınıf iktidarını tesis ettiği noktada acısız uygulanabileceği iddialarında ısrar ederler. Mevcut durum öylesine korkunçtur ki meselenin bu olup olmadığına dair bir düşünce geliştirmek bile güçtür.

Her iki durumda da parantez içerisinde belirtilen bir ek söz konusudur: ikisi de Marksist öğretinin meşruiyetini ampirik düzlemde seçilmiş stratejiye kazandırmaya çalışır. Ama fiiliyatta Menşevikler, kendi stratejilerini “burjuva devrimi” türünden öğretisel etiketler yüzünden değil, tam tersi bir nedenle seçmişlerdir: Menşevikler, Rusya’nın bir burjuva devrimiyle karşı karşıya olduğu hususunda ısrar ederler, çünkü onlar, “burjuvazi”den, yani eğitimli, bilgili uzmanlardan (yani Bolşeviklerin sonradan ne kadar ihtiyaç duyduklarını fark ettiklerinde onlar için kullandıkları kelimeyle, spetsy’den) vazgeçmek istememektedirler. Ayrıca Bolşevikler, stratejilerini ilkin kendilerini Rusya’da sosyalist bir devrimin mümkün olduğuna dair öğretisel gerekçelere ikna etmelerinden ötürü değil, tam tersi bir nedenle seçmişlerdir: onların iddialarına göre, “sosyalizme doğru atılacak adımlar”ın derhal atılması mümkündür, çünkü onlar, proletaryanın iktidarı alması gerektiğini düşünmektedirler.

Sonrasında gözlemciler, öğretisel meşruiyete yönelik, retoriğe dayalı işmarları meselenin özüne taşıma eğilimine girmişlerdir. Esasında 1917’de, meselenin özünde, eğitimli toplumla kurulacak bir soglashenie’ye yönelik tavır durmaktadır. Temelde sosyalistlerin önünde iki seçenek vardır: soglashenie’nin lehinde ya da karşısında yer almak. Menşevik ve Bolşevik, bu seçeneklere verilen adlardır sadece. Ama Rusya’nın 1917’deki trajedisi, soglashenie’nin hem gerekli hem de imkânsız olmasıyla alakalıdır. Durum, gerçekten de doğrudan yüzüne bakılamayacak ve üzerinde düşünmeye imkân vermeyecek denli korkunçtur.

Bu okumada Rus Devrimi, hatalar yapma ya da hatalardan kaçınma meselesi değil, kabul edilebilir bir çözüme sahip olmayan bir trajedi olarak sunulmuştur (trajedi de bu anlama gelir zaten.).

Menşeviklerle Bolşevikler arasındaki çatışmaya dair bir şey daha söylemek gerekir. Her iki taraf da hata ve kavrayışın terkibidir. Ama Menşevikler hususunda bu terkip felçle sonuçlanmıştır. Bolşevikler örneğinde ise ilgili terkip, onların faal olmalarını sağlamıştır. Tam da bu sebeple, öyle ya da böyle, gelecek Bolşeviklere aittir.

Lars T. Lih
23 Temmuz 2014
Kaynak

23 Temmuz 2014

,

Filistin Direnişi ve Düşmanları


Hamas, İslamî Cihad, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve Gazze Şeridi’ndeki diğer direniş güçlerinin “ateşkes önerisi”ne yönelik itirazlarına cevap yetiştiren Filistin cumhurbaşkanı Mahmud Abbas, şu yorumda bulunmuş: “Filistinli grupların Mısır’ın İsrail ile ateşkes yapılması önerisine dönük itirazları hepimizi hayal kırıklığına uğrattı.”

Bu ateşkes, Gazze’den yapılan roket saldırılarına son verilmesi çağrısında bulunuyor, ama o roketlerin sebebi olan, İsrail’in gerçekleştirdiği işgal, kuşatma ve ablukayla ilgili tek kelime etmiyor. Başka bir ifadeyle bu, ateşkes önerisi değil kesinlikle. Yaptığı yorumlarla Filistin Kurtuluş Örgütü başkanı, Fetih’in lideri Abbas, kendisini Filistinli grupların geri kalan kısmından ayırıyor.

2007’deki Hamas-Fetih çatışmasından beri Filistin’deki politik spektrum iyice kutuplaştı. İki ana örgüt arasındaki ayrışma, sadece coğrafî, kurumsal, ideolojik ya da politik bir ayrışma değil. Daha da merkezî olan bir husus da söz konusu örgütlerin direniş ve direniş karşıtlığı olarak özetlenebilecek çatışmalı gündemlerinin yol açtığı bir fay hattı üzerinde yürüyor olması.

Filistin’deki ulusal politika konusunda ayrışma yeni bir konu değil. Filistin ulusal hareketi içinde örgüt politikalarının ana özelliği, ta başından beri, politik ve ideolojik anlaşmazlıklar olageldi. Ancak İsrail saldırılarının yoğunlaşmasına yönelik gerçekleşen direniş momentlerinde bu çatlaklar açıldı. Söz konusu çatlakların bugün birlik ve ortak kader anlayışı ile doldurulması zorunlu.

Ne yazık ki son yıllarda bu eğilim iyice zayıfladı. Direniş, artık Filistinli örgütlerin ihtilafları geride bırakıp altında toplandığı bir şemsiye değil.

Batı ve İsrail medyası, Abbas’ı Filistin’deki en ılımlı politik kampın temsilcisi olarak sunmayı seviyor. Ama Filistinlilerin gözünde onun direnişe yönelik düşmanlığı, Abbas’ı İsrail devletinin resmi olmayan sözcüsü hâline getiriyor. Bu düşmanlık, kendisini hâlâ “ulusal kurtuluş hareketi” olarak sunan bir politik eğilime başkanlık ettiği koşullarda, daha da sorunlu bir nitelik arz ediyor.

Fetih, Filistin direnişini 1965’te başlattı. Altmışların sonunda FKÖ’ye hâkim oldu. Ama Oslo Anlaşması’nı imzaladığından beri örgüt, kurtuluş hareketinin esas işlevlerini terk etti. Hegemonyasını tüm Filistin toplumuna dayatmaya çalışan dışlayıcı bir partiye dönüştü, ayrıca politik karar alma süreçlerini, mali kaynakları ve şiddet araçlarını tekeline aldı.

Fetih’in sorumsuz politikası, FKÖ’yü sömürgecilik karşıtı misyonundan koparıp, onu Filistin Yönetimi seçkinlerinin dar çıkarlarına teslim etti. Örgüt, Filistin toplumunu birçok kuruma ve örgüte nüfuz etmiş olan bir patronaj ağı ile böldü; bugün bu ağ, hem potansiyel liderliği atayan hem de muhalefeti marjinalleştiren bir mekanizma olarak iş görüyor.

Dinamik bir öğrenci hareketinin tarihsel planda önemli bir sahası olan Filistin üniversiteleri, Fetih’in güvenlik ajanları üzerinden, Filistin Yönetimi diktasına tabi hâle geldi. Üniversitelerin işi, örgütçülerin faaliyetlerini ihbar etmek ki bu da, muhalefetteki öğrencilerin politik manada tutsak edilmesine, ayrıca Fetih’in öğrenci hareketi olan Şebiba lehine öğrenci konseyi seçimlerinde tuhaf sonuçların alınmasına neden oluyor.

Oslo projesine bağlı olan Fetih, İsrail ile ekonomiyi normalleştirip güvenliği koordine ediyor. Bu durum, direnişe yüzünü çevirmiş Filistinli ulusal hareketlerin alternatif stratejiler geliştirmesi ve halkın yoğun bir destek sunması ile aradaki ayrışmanın daha da netleşmesine hizmet ediyor.

Gazze’ye yönelik son İsrail saldırısı ve Batı Şeria’daki gösterilerin bastırılması ile birlikte Filistin Yönetimi ve iktidardaki parti, eskiden daha fazla cevval davranıp işgalci İsrail ile işbirliğine girerdi. Bu işbirliği, neredeyse bir ittifak olarak görülebilir. Çoğu zaman direnişe en fazla düşman olan rejimlerle yan yana durmuş olan Fetih, dünya genelindeki Filistin büyükelçiliklerini fesat yuvalarına dönüştürüp, dış istihbarat servisleriyle işbirlikleri kurdu.

Hareket bünyesinde tarihsel açıdan rakip bir dizi eğilimi barındırıyor. Bunların kimi zaman çelişen, ama asla çatışma noktasına gelmeyen politik gündemleri mevcut. Örneğin İkinci İntifada esnasında Fetih’in askerî kanadı olan Aksa Tugayları, İsrail birlikleriyle yaşanan çatışmalarda önemli bir rol oynadı ve sık sık feda eylemleri gerçekleştirdi. Aynı zamanda örgütün önemli güvenlik liderlerinin bir kısmı da İsrail güvenlik servisleriyle işbirliği kurdu.

Batı Şeria’daki Fetih içinde en militan eğilim, sembolik lideri Mervan Barguti’nin tutuklanması ve üyelerinin Abbas eliyle ehlileştirilmesi sonrası, uçup gitti. Fetih’in sadece Gazze’deki askerî kanadı hâlâ faal ve Batı Şeria’daki ana partisine karşı epey eleştirel bir tavır takınıyor.

Fetih, pragmatizmin en ikiyüzlü türünü benimsemiş. Örneğin batılı devletler, Arafat’a Filistin Devleti başbakanına onun gücünü ve etkisini azaltmak için belirli bir konum hazırlaması yönünde baskı uyguladığında, Abbas, ABD’nin söz konusu göreve getirmek istediği tek isimdi. Kısa bir süre sonra Abbas, güvenlik güçlerinin kontrolü konusunda Arafat’la çatıştı, bu çatışma da Abbas’ın 2003’te istifa etmesiyle sonuçlandı.

Bu olayın sonucunda Abbas, Fetih üyelerinin ekseriyeti tarafından, Arafat’a karşı komplo kuran, İsrail ve ABD gündemlerini tatbik eden “Filistin’in Karzai’si” olarak görülmeye başlandı. Abbas, politik sahneden çekildi. Ancak Arafat’ın ölümü ardından Abbas, öngörülü bir kahraman olarak yeniden doğdu, Arafat’ın yerini alacak, Filistin Yönetimi cumhurbaşkanı, Fetih lideri ve FKÖ başkanı olacak en vasıflı kişi kabul edildi.

Halk arasında Filistin Yönetimi’ne yönelik artan öfke üzerinden bir dizi Fetih üyesi, görevlerinden ayrıldı. Bu hamleye, hareket içinde radikal bir değişim talep eden eleştirel seslerin yükselişi eşlik etmedi. Bugün Fetih liderlerinden ve üyelerinden çelişkili ifadeler duymak gayet olağan. Ama kritik momentlerde bu insanlar, Filistin davasının aslî çıkarlarına karşıt bile olsa, mevcut merkezî kararlara bir biçimde teslim oluyorlar.

Doksanların başından beri İslamî Direniş Hareketi (Hamas), özelde Fetih’in genelde seküler FKÖ’nün en önemli politik rakibi hâline geldi. Batılı devletlerce desteklenen Fetih’in aksine Hamas, terörist örgütler listesine dâhil ediliyor. Örgütün doksanlarda artan popülaritesinin ana kaynağı, örgütün Oslo Anlaşması’na karşı şiddetli muhalefeti. Bu itiraz sahada karşılığını, İsrail içinde bir dizi feda eylemi gerçekleştirilmesinde buldu.

Hamas, aynı zamanda gayet iyi bir temele sahip sosyal yardımlaşma kuruluşları ile yardım götürdüğü marjinalleştirilmiş fukaradan yoğun bir destek görüyor, ayrıca örgüt, söz konusu halk kesimlerini seferber etme becerisine de sahip.

İkinci İntifada esnasında Hamas, İsrail birliklerine ve yerleşimcilerine yönelik saldırılarda diğer direniş güçleriyle birlikte hareket etti. Ayrıca İsrail içinde güçlü feda eylemleri gerçekleştirdi. Ancak İkinci İntifada’nın sona ermesiyle Hamas konumunu ılımlılaştırmaya başladı, iki devletli çözümü kabul edeceğine dair imalarda bulundu ve resmî politik sürece katılma konusunda istekli olduğunu beyan etti.

2006’da Hamas, Filistin seçimlerini büyük bir oy oranı ile kazandı, bu zafer Fetih’in ulusal hareket üzerindeki tarihsel hâkimiyetini tehdit etti. Buna cevap olarak, ABD liderliğinde tüm uluslararası toplum, demokratik yollardan seçilmiş hükümeti boykot etti ve Filistin Yönetimi’ne ait kurumlara yapılan mali yardımları kesti.

Hamas ile Fetih arasında artan gerginlik, batı ve İsrail tarafından derinleştirildi, İsrail Fetih’e arka çıktı, söz konusu gerginlik, 2007’de Gazze’de gerçekleşen bir yarı iç savaşla sonuçlandı, sonrasında Gazze’deki Hamas hükümeti ile Batı Şeria’daki Fetih liderliğinde hareket eden Filistin Yönetimi arasında fiilî bir ayrışma yaşandı.

Hamas’ın Gazze’yi alması sonrası İsrail şehri kuşattı, halka yönelik üç kez yıkıcı savaş gerçekleştirdi ve Filistin’deki iç ayrışmanın sürmesi yönünde adımlar attı.

Hamas’ın hareket planını pek sevmeyen çokça insan var. Gazze’deki hâkim konum, otoriter yönetim tarzı, muhafazakâr sosyal kuralların dayatılması ve muhalif gruplarla gazetecilerin nadiren de olsa susturulması ile ilgili olarak, yoğun bir eleştiriye maruz kalıyor.

Ancak İslamî Cihad, FHKC, hatta Fetih’in kimi militan kolları Hamas’ın Gazze’deki idaresinden memnunlar, zira örgüt, burada askerî eğitim ve silâh temini konusunda herkese geniş bir serbestiyet tanıyor.

Ama gene de Hamas’ın 2006 seçimlerine katılması ve sonrasında Gazze’de resmî politik kurumları kullanması, kimi gözlemcileri örgütün Fetih’in yoluna girdiğine dair sözler sarf etmeye itiyor. Bu kişiler, örgütün İsrail ile politik bir sürece girmesinin sadece basit bir zaman meselesi olduğunu iddia ediyorlar.

Bu algı, Hamas, kendisine askerî manada yıllardır yardım eden, örgütü mali açıdan destekleyen, tarihsel planda muhafaza ettiği bölgesel müttefiklerini, Hizbullah, İran ve Suriye’yi terk edip, ABD hegemonyasının gölgesi altındaki, özellikle Katar ve Türkiye gibi diğer bölgesel aktörlerin desteklediği, Mısır’daki Müslüman Kardeşler’in yükselişe geçmesi sonrası yeni gelişen bölgesel eksene bağlandığında daha da fazla kabul görmeye başlıyor.

Ancak Mısır’da Müslüman Kardeşler’in yaşadığı çöküş ve iktidarın General Abdulfettah Sisi’nin eline geçmesi, Hamas’ın iktidarını ve Gazze’deki yönetme kabiliyetini zayıflattı. Bu olaylar, Hamas için varoluşsal bir krize yol açtı, onu Fetih ile, öncesinde akla bile getirilemez olan bir dizi tavizi içeren bir uzlaşma görüşmesi yapmayı kabule zorladı.

Bunun nasıl olduğunu düşünmek çok önemli ve asla kaçınılamayacak bir görev. Esasında bu tip meseleleri kenara iterek birçoğumuz, zaman içerisinde Hamas ile ideolojik ve politik açıdan belirli bir anlaşmazlığa düşüyoruz. Biz, onunla hâlâ anlaşamıyoruz, anlaşamamaya da devam edeceğiz. Ama İsrail’in ölümcül saldırıları karşısında Filistinlilerin aynı kaderi paylaştığı gerçeği giderek daha açık bir gerçek hâlini aldı.

Bu tarz kritik momentlerde kimi Filistin içi eğilimlerce üretilen sistematik Hamas karşıtı propaganda, bir örgüt olarak Hamas’ı değil, bir pratik, fikir ve bilinç olarak direniş anlayışının kendisini hedef alıyor. Burada farklı taktikler üzerinden gerçekleştirilecek başka bir direniş önerilmiyor. Önerilen, direnişin antitezi, yani sömürgecilikle ittifak kurmak.

Bu sebeple şimdi açık olmak zorundayız. Tüm mevcut örgütlerin gündemlerini ulusal kurtuluş hareketinin bir parçası olarak görmek hatalı. Filistin mücadelesinin destekçileri, bugün itibarıyla içlerinden bir kesimin Filistinlilerin kurtuluş ve kendi kaderini tayin hakkı için verdikleri mücadelenin düşmanı olduğunu ispatladığının farkına varmak zorundalar.

Tarık Dana
21 Temmuz 2014
Kaynak

,

İsrail Saldırganlığına Karşı Filistin Halkının Yanındayız

Bir aydan fazladır İsrail apartheid devletinin işgali altındaki Batı Şeria’ya baskınlarla saldırısı devam ederken, İsrail İşgal Ordusu’nun 14 gündür Gazze’ye uyguladığı hava ve deniz bombardımanına kara harekâtı eklendi. İsrail işgal ordusunun Gazze’ye devam eden operasyonunda, son açıklamalara göre, 127’i çocuk 608 Filistinli hayatını kaybetti, yüzde 70’inden fazlası çocuk ve kadın olan 3.300’den fazla Filistinli yaralandı.

2008’de 1400 Filistinlinin öldürüldüğü ve 5 binden fazlasının yaralandığı, 2012’de 177 Filistinlinin öldürüldüğü ve 1.300’ünden fazla yaralandığı İsrail saldırganlığının yeni bir dönemine şahit oluyoruz. İsrail’in bütün bu saldırganlığında elini güçlendiren ise dünyayı hegemonyası altında alan ülkelerin İsrail’i koşulsuzca desteklemesi ve Türkiye gibi birçok ülkenin sadece sözlü kınamayla yetinmesi, bunun ötesine asla geçmemesidir. Filistinlilere ve insanlığa karşı işlediği hiçbir suçtan dolayı İsrail’de hesap sorulmuyor ve İsrail bundan aldığı güçle, bugün yeniden suç işlemeye devam ediyor.

Geçtiğimiz haftalarda Şili, İsrail ile ekonomik ilişkilerini askıya alma kararını aldı, Venezuela 2009’da tüm ilişkilerini kesti, Nikaragua 2010’da ilişkilerini dondurdu ve son olarak 15 AB ülkesi İsrail yerleşim bölgeleri ile ticari faaliyetlerini yasaklamaya doğru gitti. Türkiye ise İsrail ile iktisadî ilişkilerini ticaret hacmini katlayarak sürdürüyor. 2009’dan bu yana Türkiye ve İsrail’in ticaret hacmi 5 milyar dolara ulaşarak ikiye katlandı. İsrail’in askerî yapılandırmaya dönüştürdüğü bu ekonomik kâr, daha fazla Filistinli öldürülmesinde büyük bir katkıda bulunuyor. Türkiye ticarî ilişkileriyle İsrail’in çocukları öldürdüğü bombalarını finanse ediyor. Buna artık dur denilmeli!

Türkiye dışişleri bakanın iddia ettiğinin, bu ilişkiler Filistin ile yapılan ticareti de kapsadığı için büyük göründüğünün aksine Filistin ile ticaret hacmi 77 milyon dolardır. Zorlu Grubu’nun İsrail doğal gaz kaynaklarını Türkiye ve başka ülkelere satmak üzere milyarlar ile ifade edilen rakamlar bunun küçük bir göstergesidir. Bunlar yetmiyormuş gibi, İsrail’deki Türkiye mallarına karşı yapılan boykot çağrılarına rağmen Türkiye çalışma bakanı, Türkiye’de İsrail mallarına yapılan benzeri boykot çağrılarını olumsuz görüp bu çağrıların karşısında tedbirler alınmasını rica etti.

Türkiye, fırsatı olduğu halde, İsrail’in Uluslararası organizasyonlarda yer alması karşısında hiçbir tedbir almadı. İsrail’in OECD üyeliği Türkiye tarafında veto edilebilirken ticarî ilişkilerin karı Filistin ile dayanışma sözlerini geçti. Aynı zamanda İsrail’in askerî gücünü arttıran ve saldırganlık elini güçlendiren NATO üyeliğinin karşısındaki vetosunu kaldırdı. Filistin ile dayanışmanın asli göstergesi olan İsrail’i tecrit etmek yerine Türkiye BM’de kınama bildirilerini teşvik etmekle yetiniyor.

İki ülke arasındaki ilişkilere, görünürde hâkim olan gerginliğin aksine Türkiye ve İsrail’in diplomatik, politik ve askerî ilişkileri Türkiye’nin, İsrail’in Mavi Marmara özrünü kabul ettiğini ve tazminatı ödemeyi kabul etiğini ideası üzerine normale dönmüştü. Türkiye’de son konsolosluk eylemleri akabinde İsrail tarafından en düşük seviyeye indirilmiştir. İki ülke, istihbarat alanında ise birbirinden yararlanıyor. İsrail’in 2008 saldırısı akabinde Türkiye tarafından satın alınan Heron uçaklarının sistemleri İsrail’e bağlı olması, Kürecik Üssü’nün sağladığı bilgilerin İsrail’e akması ve bir yıl önce yapıldığı deklare edilen Güneydoğu Türkiye sınırında yapılan Türkiye-İsrail istihbarat toplantıları serisi bunun birer örneğidir. Türkiye, Filistin halkının katiliyle ilişkilerini hemen kesmeli!

Aynı zamanda bu istihbarat ve güvenlik sistemleri ilişkileri sadece Filistin halkına değil, Ortadoğu’nun diğer halkalarını da etkilemektedir.

Filistinliler İsrail’in uluslararası hukuku ve insan haklarını hiçe sayarak yürüttüğü saldırganlığa karşı tek vücut direniyor. Nablus’tan El Halil’e, Cenin’den Nasıra’ya, Hayfa’dan Gazze’ye Kudüs’ten diasporadaki mülteci kamplarına kadar Filistin halkı ayaklandı, direnişi yükseltiyor. İşgal ve Filistin Yönetimi’ne karşı mücadele eden Filistin halkı, tüm bu yalnızlığa rağmen mücadelesinden bir adım bile geri durmuyor.

İsrail’in bu saldırganlığını protesto etmek için dünyanın 5 kıtasında, Berlin’den Roma’ya Londra’dan New York’a, Kolombiya’dan Şili’ye, Tokyo’dan Lübnan’a, Mısır’dan Cezayir’e Güney Afrika’dan Türkiye’ye tüm halklar ayakta. Aynı zamanda Filistin halkının ve BDS, yani boykot, yatırımların geri çekilmesi ve yaptırımlar hareketinin çağrılarına kulak verenler sayesinde İsrail’e boykot hareketi gün geçtikçe yeni zaferler elde ediyor.

Filistin Halk Kurutuluş Cephesi yaptığı açıklamada şu çağrıyı yaptı; “Dünyanın dost ve ilerici hükümetleri, işgal devletiyle ilişkilerini kesmeli, bu ülkenin elçiliklerini kapatmalı, kendi elçilerini geri çağırmalı, Filistin halkını katleden suçlu ırkçı gayrimeşru yerleşimci-sömürgeci devleti tamamen izole, boykot ve ret etmeli”.

Türkiye’nin Filistin başta olmak üzere, Ortadoğu’da ideolojik bir yaklaşımla bir tarafı ötekinin karşısında tutarak Ortadoğu’nun iç dengelerini bozması ve Rojava’da da olduğu gibi halkları birbirine, iktidarın kendi menfaati doğrultusunda kırdıran ve çatışmaya sürükleyen politikalarını lanetliyoruz. Filistin’de, Rojava’da barış olmadan Ortadoğu’da barışın gerçekleşmesi mümkün değildir.

Türkiye devrimcileri/demokratik toplumsal muhalefeti olarak bizler, FHKC’nin ve diğer Filistin direniş örgütlerinin çağrıları üzerine; Filistin halk direnişini desteklemek ve İsrail saldırganlığını önlemek için İsrail’i tecrit ve boykot etme çağrılarını yükseltmeyi bir devrimci görev olarak görüyoruz. Türkiye-İsrail ekonomik, diplomatik, askeri ve kültürel ilişkilerinin tamamen kesilmesi talebini yükseltmek için kurulan Filistin İçin İsrail’e Karşı Boykot Girişimi olarak bizler, İsrail saldırganlığını frenlemenin öncelikli koşulunun İsrail ile ikili ilişkilerin kesilmesi olduğunu biliyoruz. Emperyalizme ve Siyonizm'e karşı halkların kurtuluşundan, kardeşliğinden ve barıştan yana tüm güçleri de ilişkilerin kesilmesi çağrısını yükseltmeye, her alanda boykotu yaygınlaştırarak hayata geçirmeye davet ediyoruz.

İktidarın dışişleri bakanlığına sesleniyoruz:

Filistin halkıyla sözde değil, gerçek bir dayanışma istiyoruz!

Gazze’deki katliamı durdurmak için askıya alındığı iddia edilen, İsrail'le 12'den fazla askerî anlaşma iptal edilsin!

Filistin halkına karşı İsrail saldırganlığının durması için İsrail'le, hacmi 5 milyar dolara ulaşan ticaret durdurulsun!

İsrail ırkçılığını durdurmak için, İsrail devleti ile tüm akademik ve kültürel ilişkiler durdurulsun!

Batı Şeria ve Gazze’nin işgaline son vermek için, İsrail ile tüm ilişkileri durdurulsun!

Filistin’e özgürlük, İsrail’e boykot!

Filistin İçin İsrail’e Karşı Boykot Girişimi
23 Temmuz 2014

20 Temmuz 2014

,

Denklem


Tayyip Erdoğan, cumhurbaşkanlığı vizyon belgesi konuşmasında, hapis süreciyle ilgili olarak, “bizi denklemin dışına çıkartmak istediler, ama biz direndik, çıkmadık.” diyor. Sonra, “oy kullanmak dahi kâfirliktir” diyen, neredeyse tüm İslamî kesimleri, kervanın peşine takıyor. Bu arada “iyi de bu denklem kimin denklemi, onun içinde olmanın kime faydası var?” sorusunu dinen ve siyaseten sorana rastlanmıyor.

Sol da artık, sırf bu soyut denklemin bir yerlerinde olmak için siyaset yürütüyor. İllegal ile legal alan arasında, bu denklemin bir yerinde olma noktasında, bir ayrım bulunmuyor.

Bugün, Okmeydanı’ndaki kızıl maskeli gençleri yerden yere vuranlar, Ortadoğu’daki “İslamî yükseliş”in karşısına, AKP’ye inat, batılı ve laik bir alternatif çıkartmak için, bugüne dek ağzına almadıkları FHKC’nin bayrağını sallıyorlar. Oysa Okmeydanı’ndaki gençler, o maskeleri Filistinli yoldaşlarından ödünç alıyorlar. Davulun sesi ancak uzaktan hoş geliyor.

FHKC, İsrail’in son katliamına karşı enternasyonal dayanışmanın hedefinin ne olması gerektiğini söylüyor: “İsrail konsolosluklarını işgal edin” emri, FHKC’yi iç politika malzemesi olarak istismar eden solun kalın duvarına çarpıyor. Terk etmeyi hiç fehmetmediği sokakta, onca insan katledilirken, şenlik düzenlemeyi ya da tatil beldelerinde yüzüp eğlenmeyi düşünebiliyor ancak. “Tek tanrım var, o da hayattır” diyen sol, mücadeleyi ve politikayı egemenlerin kurduğu hayata kul ediyor; bu da, denklemin bir yerinde olmayı siyaset yapmak zannetmekle sonuçlanıyor. Yapılan ajitasyon-propaganda, insanların siyasîleştirilmesi, hepten, bu denklemin kendisi için icra ediliyor sanki. Kitleler değil, tek tek bireyler, bu denkleme dâhil edilmeye çalışılıyor. Belki de sol, devrimin ve sosyalizmin de bu denklem uyarınca gerçekleşeceğini düşünüyor, kimbilir!

Bugün, tek tanrısı kendi hayatı olan bireyler, köşe başlarını tutmuşlar; fabrikalarda, atölyelerde, tarlalarda, varoşlarda, okullarda, genelevlerde, bilcümle sömürü ve zulmün hüküm sürdüğü yerde yaşanan hayatı bu bireyler, ancak edebîleştiriyorlar. Edebiyatta nam salmak, köşe kapmak için, bu mevziler bir bir terk ediliyor.

Bireyse, siyaseti ancak kendi nefsinden, kendi çıkarından, kendi soluğundan ve kendi bedeninden kurabiliyor. Sömürü ve zulmün hüküm sürdüğü yerde yaşanan kolektif ruh ve beden bu kurguyu her sarstığında, birey, siyaseten ve ideolojik olarak, denklemdeki yerine koşuyor hemen. Birey siyaseti, yayın organını halka, üstelik o gerçeği damarında, kanında, kemiğinde yaşayan halka, “gerçekleri bizden okuyun” diye satıyor. Burjuvazinin veya devletin açtığı kum havuzlarında, o özel sokaklarda, o serin kafe ve barlarda memleket kurtarılıyor, devrim yapılıyor; sonra da “buralar mevziimiz, ne yani, düşmana mı terk edelim” deniliyor. Hayatı tanrı kılan birey siyaseti, “kardeşim bu sene de tatil yapmayın, mücadelenin alevlendiği yere kamp kurun” denildiğinde, “ne yani, tatil bir haktır, onu da mı burjuvaziye bırakalım, sosyalistlerin de iyi yaşamaya hakkı var” cevabını yapıştırıyor. Suriyeli göçmenlerin, Kobanê’nin, Filistinlinin, HES mağduru Rizelinin, hele ki Somalı madencinin hakkı değil mi yaşamak? Onca zulüm varken, neyin nesi dinlenmek, tatil, nefeslenmek…

Geçmişte o sömürüyü ve zulmü anlatmış, ona karşı mücadele etmiş insanlar, özel bireyler olarak, tezgâhlara konuluyorlar sonra. Bireyden doğru kurulmuş siyaset, sadece özel bireylere ya da genel sömürü ve zulümden sıkılmış, özelleşmek isteyen bireylere seslenebiliyor. Marx ya da Kaypakkaya ya da Mahir, özel birey etiketine hapsediliyor ve onun üzerinden, birey özneler, kendilerini beğendirebileceklerini düşünüyorlar. Marx’sız marksizm, Kaypakkaya’sız kaypakkayacılık, Mahir’siz mahircilik, hep, bu kişilerle kişisel, özel, bireysel bir ilişki kurmanın sonucu. Onların ait oldukları kolektif kavga, başka nasıl susturulabilir ki?

Polisin teşhir masasını tek tekmeyle devirmiş yiğit bir komünistin hatırası da burada kıymet buluyor. Bugün, o komünistin kolektif hatırasının arkasına sığınanlar, “sosyalizmin özünü ben anladım; o da tembellik hakkıdır” diyor utanmadan. Alın teri kenara itiliyor, bireylere, hiç çalışmayacakları, tembellik edecekleri bir hayat vaat ediliyor. Bu zihniyet, iç kriz sonrası, tarihi mülküne almak istiyor ve bir tarih kitabı yazıyor. Örgütünün tarihini anlattığı bu kitapta, örgütünün, kitlelerin herhangi bir yarasına merhem olmuş bir işine, politik alana dönük herhangi bir devrimci müdahalesine ya da teorik açmazlara dair herhangi bir çözümüne rastlanmıyor. Varsa yoksa özel bireylerin özel odaların özel kapıları ardında toplanmış konferanslarından ve kongrelerinden bahsediliyor. Bir örgütün tarihi, asla aşamıyor o kapıları.

Bugün, bu ülkenin komünist partisi olduğu iddiasındaki yapı, Haziran Kıyamı’nın sarsıcı etkisi ile içe doğru çöküyor. Özel örgütün özel sahibi diyor ki, “biz devrim arayışımızı TKP tarihi ile buluşturmak için TKP ismini aldık.” Yani, böylelikle, “TKP hiç devrimci olmadı” ya da “TKP hiç devrim arayışında olmadı” demiş oluyor. Bir zamanlar kitle arayan sonra da onu Kürd’ün oluşturduğu hazır kitlede bulan sol örgüte, bir de devrim arayanların örgütü eklenmiş oluyor. Devrimin vura vura, kitlenin kura kura oluşturulduğu, bu arayışçıların kitaplarında yazmıyor. Çünkü bunların kitabında, sadece özel insanların özel bilgileri ve özel dünyaları, bu bilgi ve dünyanın üzerinde yükseldiği özel ve metafizik bir “devrim” ve “kitle” yazılı.

Bir zamanlar TKP’nin bir kademesinde bulunmuş olmak, kimseyi o mirasın varisi veya mâliki kılmıyor. Meseleye böyle yaklaşınca TKP, ülke tarihindeki tüm politik-ideolojik kırılmaların ve sıçramaların üzerini örten bir şala dönüşüyor. TKP ismini almak da, TKP’nin “gerçek sahibi benim” demek de, sadece sol içine siyaset yapıldığının bir kanıtı aslında. Ta Komintern’den gelen bir kurgu olarak, “tek ülke, tek sınıf, tek parti” anlayışı da doğalında eleştirilemiyor. Bu denklemde duran arkadaşlar, ülkenin, sınıfın, partinin bölünmesini tehlikeli görüyorlar. Ama Komintern’in devrim sonrasına ait olduğu, devrim öncesinin farklı dinamikleri ve ihtiyaçları öne çıkardığı kesinlikle görülmüyor. Başarılı olmuş bir pratiğin taklitçiliğinin otomatikman başarı getireceği satılıyor özel bireylere. İşi gücü salt partiyi legale, selamete çıkartmak, denkleme bağlamak olan bir yapı, bu siyasetini Komintern referansıyla devrimci kılacağını sanıyor, yanılıyor.

Siyaset bireyin kendi varlığı, nefsi ve bedeninden gerçeğe doğru kurulunca, “her şeyin başı sonu benim” türünden cümleler dökülüyor ağızdan. Bu, esasında, bireyin, politikanın dayattığı kolektif disiplin, hiyerarşi ve işbölümüne karşı kendisini koruma biçimi. Söz konusu yaklaşımın, zorunluluk gereği, biçimsel ya da geçici de olsa, siyaseti, bireyden değil, kitleden, kolektif olandan, kitlelerin devrimci gerçekliğinden kuranları tasfiye etmesi zorunlu. İkinci yolun zorluğu, siyasetin buradan kurulması, devrimin hamallarını, sosyalizmin işçilerini, kavganın amelelerini çağırıyor olması. İkinci yol, özel bireylerin özel postalarına, ulaklarına, apolitik pazarlamacılarına asla seslenmiyor.

Eren Balkır
19 Temmuz 2014

19 Temmuz 2014

,

ABD Solu ve Filistin


ABD Solunun Filistin’e Yönelik Yükümlülüğü,

Enternasyonalist Bir Hareket İnşa Etmektir

 

Altmışların sonlarında Kara Panter Partisi, İsrail’in Filistin’i sömürgeleştirmesine karşı güçlü bir konum almıştı. 1970’te düzenlediği bir basın konferansında Kara Panter Başkanı Huey Newton, “İsrail, Batı emperyalizmince kurulmuş ve varlığını Batı’nın silâh gücü üzerinden muhafaza eden bir ülkedir. Yahudi halkı, gerici ve yayılmacı İsrail devletini yıktığı ölçüde var olma hakkına sahiptir.” der. Filistin’in kendi kaderini tayin hakkına yönelik bu savunu, pek popüler olmaz ve beyazların önemli bir kısmının Kara Panter Partisi’nden uzaklaşmasına sebep olur. İsrail’in Batı Şeria’daki üç kayıp yerleşimcinin ölümünü bahane ederek Filistin’de son günlerde başlattığı terör kampanyası, Siyonist sömürgeci projenin verili niteliğinin hâkim politik söylemde ön plana çıkmasını sağlamıştır. Ancak bu dönemde Kara Panterler’e has enternasyonalizm ruhu, artık ABD’deki sol güçleri tanımlayan ana özellik değildir. Bugün asıl önemli olan, özgürlük savaşçılarının, ABD’de, Filistin’le ve ABD imparatorluğu ve onun uzantısı İsrail Devleti’nden ekonomik bağımsızlık elde edip egemenlik sahibi olmak isteyen tüm mazlum halklarla dayanışma içinde olan yeni bir enternasyonalist akım oluşturmasıdır.

İsrail’in politik ve ekonomik temeli, beyaz üstüncülüğünün ortaya koyduğu terör politikasına dayanır. Siyonizmin yatırım ve toprakla ilgili susuzluğunda önde olan slogan, “topraksız bir halk için halksız bir toprak”tır. Siyonizmin kurucuları, bu sloganı, yerli halkların hiç var olmadıklarını söyleyerek, Filistinlileri imha etme noktasında kullanmışlardır. Siyonist devletin oluşumu (1947-1950) ya da Filistinlilere göre, Nekbe esnasında Siyonist güçler, 750.000 ilâ 1 milyon civarında Filistinliyi topraklarından sürmüş ve 33 ayrı katliam gerçekleştirmişlerdir. Deyr Yasin Köyü’nde, çoğunluğu kadın ve çocuk 100 kişi, İrgun ya da Lehi (Acımasızlar Çetesi) isimli Siyonist paramiliter unsurlarca katledilmiştir. Bugüne dek Siyonist sömürgeci proje kendisini, Filistinlileri ve bölgedeki tüm halkları Siyonist Yahudi yerleşimcilerden ırkî açıdan aşağıda gören İngilizlere has ırkçı ideolojiye dayandırmaktadır. Batı Şeria’da ölü bulunan “kayıp” Siyonist yerleşimcilerle ilgili şirket medyasında çıkan haberler de işte bu bağlam içinde değerlendirilmelidir.

Alışılageldiği biçimde ABD, İsrail ve müttefik ülkelerdeki şirket medyası, “kayıp” genç senaryosunu Filistin’de müteakip Siyonist askerî operasyon için gerekli koşul olarak kullanmıştır. İsrail devleti, İsrailli gençlerin ölümlerinde Hamas ya da herhangi bir Filistinlinin dahlinin olduğuna dair hiçbir bir delile sahip olmamasına karşın, gençlerin cesetleri bulunur bulunmaz, evlere saldırmaya ve hukuk dışı cinayetler işlemeye başlamıştır. İsrailli faşistler, Batı Şeria’da 17 yaşındaki Filistinli bir genci kaçırıp diri diri yakmışlardır. Bu vahşet, “Jim Crow” dönemi boyunca Beyazların Siyahlara yönelik gerçekleştirdikleri linç terörünü anımsatmaktadır. Bir Filistinli Amerikalı olan gencin kuzeni, sonrasında, İsrail Savunma Güçleri’nce fena bir biçimde dövülmüştür.

“Kayıp” gençlerin ölümü ardından İsrail, “Koruyucu Sınır Operasyonu’na başlamıştır. Bu operasyonla Gazze’ye yüzlerce bomba atılmıştır. Aralarında çocukların bulunduğu yüzlerce Filistinli katledilmiştir. Siyonist sömürgeciliğin geniş bağlamı içinden bakıldığında, bu olaylar, İsrail’in gelişme modeliyle tam manasıyla uyuşmaktadırlar. İsrail, son 13 yıldır her üç günde bir, bir Filistinli çocuk katletmektedir. İsrail’in yaptığı zulümler, yerleşimcinin hayatının sömürgeleştirilmiş Filistin ulusunun hayatından daha değerli gören bir dünya görüşü oluşturmuş Siyonist ve ırkçı bir ideoloji tarafından muhafaza edilmektedir.

Filistinlilerin içinde bulundukları durumla yakından ilgilenen babahancı liberaller ise İsrail politikasının İslam inancına yönelik nefreti üzerinden motive olduğuna dair yanıltıcı bir yaklaşımı papağan gibi sıkça dillendirmektedirler. Bu tarz yaklaşımlar, Siyonist devletin emperyalist niteliğini silikleştirmektedir. Siyonist emperyalizm, en iyi, 1982’de Dünya Siyonist Forumu’nda sunulan, “Seksenlerde İsrail İçin Bir Strateji” başlıklı Oded Yinon imzalı makalede örneklenmektedir. Yazara göre, seksenlerde İsrail’in, ABD emperyalizminin ordusu ve ekonomisi ile daha fazla işbirliği içinde olması gerekmektedir. Makaleye göre, ABD-Batı ittifakıyla ileride kurulacak işbirliği, Siyonist yayılmacılık bayrağı altında ifa edilmeli ve bu güçler söz konusu bayrak altında birleşmelidirler. Yinon Planı, vahşî emperyalizm siyaseti üzerinden, İsrail’in “Nil’den Fırat’a” kadar genişlemesi gerektiğine dair, Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl’in rüyasını gerçekleştirmekle ilgili bir çerçevedir aslında.

İsrail’de iktidarda olan parti, ülkesini Ortadoğu’daki yegâne “demokrasi” olarak takdim etse de, Yinon Planı, bu saçma etiketleme gayretiyle tümüyle ihtilaf içerisindedir. Yinon Planı’ndaki tespite göre, İsrail’in Filistin dışına yayılması, Ortadoğu’nun (ve Kuzey Afrika’nın) mezhepsel manada bölünmesine bağlıdır. ABD-NATO’nun ve Suudi Arabistan’ın Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika planları, her ne kadar İsrail’in planından az biraz farklıysa da, tüm bu planların amacı, ulus-devletleri İslamcı terörizmle, yani “mezhep” savaşının neferleriyle istikrarsızlaştırmaktır. İsrail, ABD-NATO-Körfez İşbirliği Konseyi’ndeki emperyalist muadilleri ile Yinon Planı’nın hedeflerine ulaşmak amacıyla işbirliği hâlindedir. İsrail, Suriye, Irak, İran, Libya, Sudan ve Kuzey Afrika’nın önemli bir bölümünde emperyalizmin kirli işlerini yapan Batı destekli cihad şebekesini dolaylı ve doğrudan desteklemektedir. Siyonizmin meselesi İslam’la değil, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki bağımsız ekonomik ve politik gelişme iledir.

Siyonist devletin gücü, Suriye örneğinde daha belirginleştiği biçimiyle, ABD’nin emperyalist politikasının bile üzerindedir. Obama yönetiminin 2013 Yaz’ında Suriye’ye karşı muhtemel askerî müdahaleyi tartışmasından haftalar önce İsrail, Suriye Arap Ordusu’ndan karşılık verileceği umuduyla, bu ülkeye hava saldırısı gerçekleştirmiştir. Obama yönetiminin askerî müdahaleden kaçınma kararı, İsrail’de iktidarda olan partiyi çıldırtmıştır. O tarihten beri İsrail, Suriye’ye yönelik hava saldırılarına devam etmiş, Suriye için askerî müdahale seçeneğinin yeniden gündeme getirilmesi için Washington’da yürüttüğü lobi faaliyetini sürdürmüştür. Washington’un İsrail savunma güçlerine her yıl yaptığı 3,1 milyar dolarlık yardım, onun emperyalist hedeflerinin ABD emperyalizmi ile uyumlu olduğunun da delilidir.

ABD emperyalizmi ile Siyonizm arasındaki işbirliği, ABD solunun İsrail her Gazze’yi hava saldırıları ile bombaladığında ve her baskın düzenlediğinde sesini yükseltmenin ötesine geçmeyi gerekli kılmaktadır. Saldırgan Siyonist İsrail, bugün Gazze’ye yaklaşık altmış yıllık sömürgeci projesinin bir kısmını gerçekleştirmek için saldırmaktadır. Dahası İsrail, tek başına ABD emperyalizminin bir kuklası ya da onun dışında bir varlık olarak da görülemez. Siyonist devletin ABD’nin küresel emperyalist faaliyetleri üzerindeki muazzam parasal ve politik etkisi, ABD emperyalizminin merkezindeki radikal sol hareketi nezdinde ön plana çıkartılması gereken bir husustur. Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkı, geniş bir enternasyonalist dayanışma programına dâhil edilmelidir.

Boston’da, USW 8571 okul otobüsü şoförleri, Veolia Şirketi’ne karşı, tasarruf tedbirleri ve sendikanın kabulü noktasında bir mücadele yürütmektedirler. Veolia, New England bölgesindeki kamusal eğitim ve ulaşımın özelleştirilmesi sürecinde en önde olan bir çokuluslu şirkettir. Bu şirket, itibarını, İsrail’in uyguladığı ırk ayrımcılığına yatırım yaparak elde etmiştir. Boykot, Tecrit ve Yaptırımlar Hareketi Veolia’yı 2013’te işgal altındaki bölgelerde faal olan otobüs hatlarını elinden çıkartmaya zorlamıştır. Otobüs şoförleri, sendikayı kurtarıp politik faaliyetlerinden ötürü kovulan işçi hareketi liderlerinin eski görevlerine geri dönmelerini sağlamak için verdikleri mücadele dâhilinde, İsrail’in sömürgeci siyaseti ile Veolia Şirketi’nin kurduğu işbirliğini ifşa etmişlerdir. Eğer ABD’de sol, Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin hakkı mücadelesine ve halkların emperyalizmden kurtulmalarına dair davaya gerçek manada katkı sunmak istiyorsa, o, Siyonist emperyalizmi her yerde sürmekte olan kapitalizme ve ırkçılığa karşı mücadeleye bağlayan kampanyalar başlatmalıdır. Siyonizm, Filistin’i tecrit etmek için elindeki güç imkânları ile her şeyi yapmıştır, bizim de mevcut siyasetimizle aynı şeyi yapmamamız gerekir.

Danny Haiphong
15 Temmuz 2014
Kaynak

18 Temmuz 2014

,

Filistin'in Sahte Müttefikleri



Filistin’in “Müttefikleri” Silâhlı Mücadeleyi Mahkûm Etmeyi Bırakmalıdır


Rus televizyonu Russia Today televizyonunda yayınlanan Breaking the Set programının sunucusu Abby Martin, geçen hafta medyanın Filistin ile ilgili önyargısına dair kısa bir sunum yaptı. Tüm ifadeler iyi ve yerindeydi. İlgili bölüm, sosyal ağda epey popüler oldu ve Arapça altyazılı versiyonu da yayınlandı.

Programın söz konusu bölümünde Martin, Beyaz Saray Basın Sözcüsü Josh Earnest’i şu ifadesinden ötürü eleştirdi:

“Biz, İsrail’in Filistinlilerin gerçekleştirdikleri şiddetli saldırılara karşı kendisini savunma hakkını destekliyoruz.”

Martin de, doğru bir yaklaşımla, şu yorumu yaptı:

“Bu yaşananı, eşit bir seyir izleyen bir tür şiddet çemberi olarak göstermemek gerek. Bir tarafta sömürgeci-zalim bir devlet var, diğer tarafta ise sömürgeleştirilmiş-mazlum bir halk.”

Ama ne yazık ki Martin de hemen sözlerine şu şerhi düştü:

“Ben, her iki tarafa ölümlerle sonuçlanan belirli bir gücün uygulanmasını kınıyorum.”

Bu ifadenin sahibi, demek ki, Filistinlilerden, İsrail’in saldırıları ve uyguladığı aşırı şiddet karşısında, ellerindeki silâhları bırakmalarını istiyor.

Amerikalı rap şarkıcısı Lupe Fiasco, geçmişte İsrail’i eleştiren, Filistinlilerin haklarını savunan ifadeler kullanan ve konserlerinde Filistin bayrağı sallaması ile tanınan bir isimdi. Ama o da İsrail’in Gazze’ye yönelik son saldırısı üzerine, (1,2 milyon takipçisinin olduğu) Twitter’da, her iki tarafın aşırı tepki vermesini kınadığını yazdı. Sonrasında bu “aşırı tepki” lafına açıklık getirdi ve Filistin tarafından fırlatılan “Hamas roketleri”nden bahsettiğini söyledi.

Avrupa ve Amerika’daki insanların ister hoşuna gitsin ister gitmesin, silâhlı mücadele dâhil, İsrail’e karşı yürütülen direnişin tüm biçimlerine yönelik, hem Filistin’de hem de diasporadaki Filistinliler arasında geniş bir uzlaşma söz konusu. Solcu bir uzman ve köşe yazarı olan Owen Jones, İsrail’i eleştiren, epey popüler bir makale alarak cevap verdi İsrail saldırısına. Ama Jones, aynı zamanda Filistin direnişini de eleştirdi ve “Hamas’ın sivil alanlara roket fırlatmasının savunulacak bir tarafı yok” dedi. Böylelikle o da İsrail’in propaganda hattına giriverdi.

Diğer birçok gazeteci gibi Jones da, Hamas ve diğer direniş gruplarının kaleme aldıkları bildirilerde, her daim askerî noktaları hedef aldıklarını söylediklerini görmezden geliyor. Nasıra’da ikamet eden ve parlak bir gazeteci olan Jonathan Cook’un da sıklıkla ifade ettiği üzere, Direniş gruplarının attıkları roketlerin nerelere düştüklerine dair raporlar konusunda İsrail ordusu sıkı bir sınırlama getiriyor ki bu da Jones gibilerin sözlerinin doğru olup olmadığının anlaşılmasını tümüyle güçleştiriyor.

Batı’da Filistin’in müttefiki olduğu iddiasındaki birçok kişi de benzer ifadeler kullanıyor. Eylemciler ve eleştirel köşe yazıları kaleme alan gazeteciler, İsrail’i haklı bir biçimde eleştiriyorlar ve kendilerince Filistin’in haklarını müdafaa ediyorlar. Ama büyük bir bölümü, Filistinlilerin İsrail’e karşı silâhlı mücadele yöntemine başvurma konusunda uluslararası hukuk gereği belirli bir hakka sahip olduğuna dair o basit gerçeği dillendirmekte nedense tereddüt ediyor.

Bunu dile dökmek neden bu denli güç?

Nesnel bir ifadeyle, bu, takınmak için pek de ihtilafa yol açacak, tartışmalı bir konum değil. Uluslararası hukukta işgal altındaki halkların bu temel haktan istifade edebileceğine dair çok sayıda BM kararı mevcut. “Halkların sömürgecilikten ve yabancı hâkimiyetinden, ayrıca dış güçlerin gerçekleştirdikleri fetihten kurtulmak için, silâhlı mücadele dâhil, tüm mevcut araçlarla mücadele etmesinin meşru olduğunu yeniden teyid eden” Kasım 1974 tarihli Genel Kurul kararı bunlardan biri. (vurgu bana ait)

Pasif Filistin Devleti’nin görevlileri bile direnme hakkını desteklermiş gibi görünüyorlar. Geçen hafta sonu Filistin Devleti Londra büyükelçisi Manuel Hassasyan, BBC News’e, “Hamas ve diğer direniş gruplarının Gazze’den ‘özsavunma’ amaçlı olarak roket fırlattığını ve bu grupların Gazze’ye yönelik İsrail saldırısı durana dek mücadeleyi kesmemeleri gerektiğini” söyledi. Bu ifadeler, Mahmud Abbas’ın roketlerle ilgili eleştirisinin tam zıttı.

Direniş gruplarının herkes kadar savaş hukuku karşısında hesap verir bir pozisyonda olmaları gerektiği tespiti doğru ama Filistinliler, İsrail tarafından caniyane bir saldırıya maruz kaldığı koşullarda, onlardan silâhları bırakmalarını istemek de batılıların oynamaları gereken asli rol olmamalı.

İsrail’in tüm zalimliğiyle silâha davrandığı koşullarda, Filistin halkının başka bir şey yapması beklenemez. Genelde deniliyor ki, “Filistinlilerin silâhları İsrail’inkinden az, onlarla savaşmak ‘faydasız’, kullanılan roketler ‘cılız’ ya da ‘içler acısı’.” Ancak gerçeklere at gözlüğüyle bakanların bu türden ifadeleri, gerilla savaşının temel dinamiğini ve bölgenin yakın tarihini gözardı ediyor.

Filistin halkı, Güney Lübnan’ın 2000 yılında sadece eldeki silâhlı mücadele güçlerince kurtarıldığını gayet iyi biliyor: bir noktada Hizbullah’ın askerî gücü için de “cılız” dendi ve İsrail karşısında ümit vermediği iddia edildi ama Direniş, nihayetinde zafere ulaştı.

İsrail, tüm Filistinlileri “terörist” görüyor ki bu, herkesi içine alan, gayet ırkçı bir yaklaşım. Roketlerin askerî üsleri ya da sivil alanları vurup vurmaması umurunda değil İsrail’in. O, kendilerine karşı koyan herkese “terörist” diyor, direnen tüm insanları karalıyor. Hamas komandoları, geçen hafta Gazze’de yaşayan sivillere yönelik saldırıların gerçekleştirildiği bir İsrail askerî üssüne saldırdıklarında, bu yiğit savaşçılar da “terörist” olarak damgalanmışlardı.

Bugün silâhlı direnişin özel kimi tezahürlerinin etkililiği ve ahlâkî boyutuna dair meşru sorular soran ve eleştiriler yönelten kimi Filistinli düşünürler, yazarlar ve liderler mevcut. Bu türden soruları sormayı da gene onlara bırakalım.

Özel kimi stratejik ve taktiksel anlayışlar dışında, Filistinlilerin İsrail’e karşı mücadelede yaptıkları tercih, geçmişte olduğu gibi bugün de, direnişten yanadır. Kimsenin beyaz insanlardan silâhlanıp Gazze’de Filistinli direniş gruplarına katılmasını istemiyor; sadece Filistin halkının hakkına ve tercihine saygı duysunlar yeter: silâhlı mücadeleyi, her türlü biçimini ve uygulama hâlini içerecek biçimde, genelleştirici bir üslupla mahkûm etmeyi bırakın artık.

Asa Winstanley

17 Temmuz 2014

,

IŞİD Suriye'de


İç Savaş İçinde İç Savaş

 

Uluslararası kamuoyunun dikkatlerinin İsrail’in Gazze’ye yaptığı bombardımana çekildiği bir sırada, IŞİD savaşçıları, doğu Suriye’nin önemli bir bölümünü ele geçirdiler. Irak’ta ele geçirilen tankları ve ağır silâhları kullanan örgüt, petrol zengini bir bölge olan Deyrizor’un neredeyse tamamını ele geçirdi, bugünse Suriye Kürdlerinin direnişini kırmaya çalışıyor.

IŞİD, diğer muhalif gruplar, 10 Haziran’da Musul’un ele geçirilmesi sonrası IŞİD lideri Ebubekir Bağdadî’nin ilân ettiği hilâfete biat etmesi ya da kaçması sonucu, Beşar Esad’a muhalif olan kesim üzerinde belirli bir hâkimiyet kurmuş durumda. Pazartesi günü cihadcılar, Fırat Nehri kıyısındaki Deyrizor’un yarısını aldı, şehre siyah bayrağını çekti ve öncesinde şehri kontrol eden, El-Kaide uzantısı Nusret Cephesi’nin komutanını idam etti.

Geçen ay Irak’ta elde edilen zaferlerin ardından IŞİD Suriye’de ciddi bir ilerleme kaydetti. Bu durum, tüm bölgedeki güç dengesini değiştirdi. Suriye devleti ya da IŞİD yanında durmayan muhalif askerî güçlerin belirli bir varlık göstermelerinden söz etmek mümkün değil bugün; bu da, ABD, Britanya, Suudî Arabistan ve Türkiye’nin Esad’a ve IŞİD’e düşman olan grupları destekleme siyasetini tümüyle geçersiz kılıyor.

IŞİD, Aynu’l-Arab ya da Kobani olarak bilinen Suriye Kürdlerinin bulunduğu bölgeyi ele geçirmeye çalışıyor. Burada 500.000 civarında Kürd yaşıyor. Bunların önemli bir bölümü, kuzey Suriye’nin diğer bölgelerinden gelen mülteciler. Independent gazetesini telefonla arayan ve Kobani’de mücadele eden İdris Nasan isimli bir politik eylemci şunları söylüyor: “IŞİD, son 13 gündür bize 5.000 civarında savaşçı ile saldırıyor. Saldırılarda Irak’ta ele geçirilen tanklar, roketler ve (çok amaçlı, dört çekerli, yüksek performanslı bir askerî araç olan) Amerikan Humvee’lerini kullanılıyor. Çatışmalar çok zorlu geçiyor, üç köy kaybettik ama geri alacağız.”

İdris’in ifadesiyle, Kobani bölgesinin olağan nüfusu 200.000 fakat bu sayı, sınır bölgesinden ve Halep’ten gelen mültecilerle birlikte, epey artmış. Özel olarak endişe verici diğer bir husus da, aralarında 13-14 yaşlarında 133 çocuğun bulunduğu 400 kadar Kürd rehinenin kaderi. İdris’in söylediği kadarıyla, IŞİD mensubu tutsaklarla bu insanların takas edilmesine ilişkin müzakereler, IŞİD’in daha fazla rehine ele geçirmek istemesi sebebiyle, sonuçsuz kalmış.

UNICEF Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölge müdürü Maria Calivis’in ay başında kaleme aldığı bir bildiriye göre, tüm bu çocuklar, kaçmayı başaran dördü hariç, hâlâ tutsak durumunda. “Bu çocuklar, Halep’te lise final sınavlarına girdikten sonra Aynu’l-Arab’a (Kobani’ye) gidiyorlar ve burada kaçırılıyorlar. Kaçırılmaları üzerinden bir ay geçmiş.”

Çocuklarla ilgili herhangi bir tanık bilgisi mevcut değil ama bir Kobani gazetesindeki habere göre, bu çocukların bir kısmı IŞİD tarafından kaçırılmış. Sonrasında çocuklara işkence edilmiş. Ayrıca habere göre, çocuklar iki okulda tutuluyorlar, okulların yakınlarında oturan aileler, çocukların işkence görürken attıkları çığlıklar ve ağlama sesleri yüzünden uyuyamadıklarını söylüyorlar. Bu insanlar, okullardan birine ateş edildiğini ve çocukların öldürülmüş olabileceğinden korktuklarını ifade ediyorlar.

Kobani’deki saldırı altında olan Kürd yerleşim bölgesi, Suriye’deki 2,5 milyonluk güçlü Kürd azınlığa ev sahipliği yapan birkaç bölgeden biri. Kürdlerin önemli bir bölümü, ülkenin kuzey ve kuzeydoğusunda yaşıyorlar. Kobani’nin kaderi, Kürdler, özellikle sınırın öte tarafındaki Türkiye Kürdleri için millî bir dava hâline gelmiş durumda. “halk savunma birlikleri”nin bölgenin savunulması için ellerinden gelenin fazlasını yaptığı Kürdistan Demokratik Birlik Partisi’nin kaleme aldığı bir bildiride şunlar söyleniyor: “Tüm Kürdler Kobani’ye gidip direnişe katılmalıdırlar.” İdris de “IŞİD’e istihbarat ve lojistik destek sağladığı” için Türk hükümetini suçluyor. Diğer Kürd kaynakları da bunun pek mümkün olamayacağını ifade ediyorlar ama Türkiye’nin geçmişte IŞİD ve Nusret Cephesi’ne yardım ettiğine dair tespiti bir biçimde kabulleniyorlar.

Doğu Suriye’de IŞİD’in esas olarak saldırdığı bir diğer yer de Deyrizor. Burada örgüt Nusret Cephesi ile Ahrarü’ş-Şam örgütlerini mağlup etti. Bu örgütler, kendilerinin IŞİD’den daha fazla silâha ve savaşçıya sahip oldukları iddiasındalar. Bir tahmine göre, IŞİD’in savaşçı sayısı 10.000. örgütün morali yüksek, bankaları yağmalayıp kuzeydoğu Suriye’deki petrol kuyularını ele geçirdiğinden, finansal durumu da gayet iyi. IŞİD, ayrıca Deyrizor ve Rakka şehirlerinde güçlü olan kabilelerin desteğini kazanma konusunda da başarılı. Örgüt, bu kabileleri karaborsada satışa çıkartmak üzere farklı kuyulardan petrol çıkartma işinde kullanıyor.

IŞİD, ister cihadcı olsun ister olmasın, Suriye’deki silâhlı muhalefetin geri kalan kısmıyla savaşmaya başladığı bu yılın başından beri, “iç savaş içinde iç savaş” veriyor. Bu savaşta 7.000 civarında savaşçısını kaybetti. Askerî açıdan gayet iyi yönetilen IŞİD, yılın ilk aylarında Halep, İdlib ve Kuzey Halep’i terk etti ki bu ricat, diğer isyancı gruplarca yanlış biçimde, zafiyet alameti olarak yorumlandı, oysa aslında söz konusu ricat güçlerini yoğunlaştırmaya dönük taktiksel açıdan kurnazca bir manevraydı.

Irak’ta yakınlarda başarı kazanan IŞİD, bugün karşı saldırıya geçmiş durumda. Deyrizor’u alan örgüt, Doğu Halep’teki El-Bab’da bulunan üssünden çıkıp Halep’e yeniden taşınmanın yollarını arıyor. Bu esnada Halep’teki devlet güçleri ise isyancıların direnişini kırmak için hamle yaptı, bu hamle, isyancıların elindeki mahallelerin kısa süre içinde tecrit edilmesine neden olabilir. Suriye ordusu ve IŞİD o vakit çatışabilir, zira iç savaşta geriye kalan tek en önemli oyuncu o.

Suriye muhalefeti, IŞİD ve Suriye devleti güçlerinin fiilî bir ateşkes imzaladıklarını ve bunların arasında gizli bağların bulunduğunu iddia etti hep. Bu, Washington, Londra ve Paris kaynaklı bir propagandadan başka bir şey değildi aslında. Ama IŞİD’in, geçen Yaz, Halep’in kuzeyindeki Minnih hava üssünün alınmasına yardım ettiği ve esas olarak diğer isyancı gruplarla çatıştığı doğru. Cumhurbaşkanı Esad ile Bağdadî karşı karşıya geldiği vakit, Batı ve müttefikleri Suriye devletini zayıflatmaya dönük gayretlerini sürdürüp sürdürmeyeceklerine karar vermek zorunda kalacaklar.

Patrick Cockburn

,

Filistin'i Destekle


Filistin'i Destekle, Direniş Eksenine İştirak Et

 

Ortadoğu’da Emperyalizm

Ortadoğu’da olan biteni anlamak için bizim, bugün dünyanın, tüm halklarını sömürmek ve kaynakları yağmalamak suretiyle zenginleşmiş bir avuç aşırı zengin ülkenin hâkimiyeti altında olduğunu kavramamız gerekir.

Britanya, kapitalizmi ilk geliştiren ülke olarak, aynı zamanda modern imparatorluğa sahip olmuş ilk ülkedir de.

On dokuzuncu yüzyılda Arabistan, çorak bir çöl olarak ihmal edilen bir yerken, yirminci yüzyılın başında büyük petrol yatakları keşfedilmiş, petrol, (savaş gemileri dâhil) birçok modern makinenin ve endüstrinin tercih ettiği önemli bir yakıt hâline gelmiştir.

Bol ve ucuz “siyah altın” arzlarının güvence altına alınması gayreti, birden tüm emperyalistler için önemli bir stratejik zorunluluk hâlini alır ve bu da, bölgenin kontrolü konusunda bu emperyalistler arasında kıran kırana bir rekabetin yaşanmasına neden olur.

Siyonizm ve Filistin

Bu ortamı fırsata çevirmek isteyen ilk Siyonistler, Britanya’nın yöneticilerinden, bölgenin Britanya’nın hâkimiyeti altında olmasına katkı sunma karşılığı, Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasına izin verilmesini isterler.

Arap milliyetçiliğinin yükselişe geçtiği momentte emperyalistler bu teklifi kabul ederler ve Arapçılığa düşman olacak, İrlanda Adası’nın kuzeyindeki Ulster bölgesi türünden, Britanya’ya sadık kalacak bir Yahudi devletinin oluşturulmasına çalışırlar.

Sonrasında her ne kadar Britanyalı efendiler Amerikalı efendilerce kenara itilmiş olsalar da, İsrail “sadık bir Yahudi Ulster” olarak varlığını bugüne dek sürdürmüştür.

Filistinlilerin evlerini imha eden, okullara bomba atan, Filistin halkının hasadını toplayıp onların suyunu zehirleyen Siyonist yardakçılar, ABD ve Britanya hükümetlerinden ve şirketlerinden emperyalizmin işlerini yapmak için her daim rüşvet almışlardır.

Tüm Ortadoğu halklarının hâkimiyet altına alınması ve petrolün yağmalanması için BP ve Texaco gibi şirketlere yaptığı yardım karşılığında Siyonistlere askerî destek, donanım, mali yardım, diplomatik dokunulmazlık temin edilmiş, onlar için emperyalistlerin kontrolündeki medyada yanlış bilgi aktarımı ve yalanlara dayalı kampanyalar yürütülmüştür.

İsrail, bir etnik temizlik üzerine kuruludur ve Filistin topraklarını hukuk dışı biçimde işgal etmiş, Filistinli aileleri yurtlarından etmiş ya da katletmiştir.

Dünyanın en militarize devletinde savaş suçları vaka-i adiyedendir. Esasında İsrail’i büyük bir ordusu olan bir devlet olarak görmektense, onu gerçekte büyük bir ordu üssü olarak değerlendirmek yerinde olacaktır. Okullarda çocuklar, Nazilerdeki fırtına birlikleri mensupları gibi yetiştirilmekte, kafaları tüm Arap halklarından yönelik nefret ve kendi ırkının üstün olduğuna dair fikirlerle doldurulmaktadır.

Ama bu noktada emperyalistler ciddi bir yanlış hesap yapmışlardır. Onlara göre, İsrail’in gücü karşısında Filistinliler alt sınıf konumunu kabul edecek ya da ülkeyi terk edeceklerdir ama sömürgecilerin bir halkı yurdundan çıkarttığı, onlardan kurtulduğu o günler artık geride kalmıştır.

Sosyalist devrim ve millî kurtuluşların gerçekleştiği bir yüzyılda, yereldeki halkların ırkçı bir tarzda “gayri medenî barbarlar” ya da “mevzu dışı” denilerek ihmal edilişleri artık mümkün değildir.

Kibarca ortadan kaybolmak yerine Filistinliler ayağa kalkmış, zalimlerin ne denli barbar olduklarına bakmaksızın, teslim olmaya karşı çıkmışlardır. Emperyalizmin katlettiği kurbanların o uzun listesine pasif biçimde dâhil olmak yerine, direnişin işaret fişeği ve tüm dünyanın mazlum halklarına ilham olmuşlardır.

İsrail’in II. Dünya Savaşı’nda Nazilerin kitlesel imha politikası sonrası edindikleri sempatiyi istismar etme imkânları zaman içerisinde tükenmiştir. Filistinliler lehine verilen her taviz ve her yapılan anlaşma yeni bir saldırıyla karşılanmış, bu da Siyonistlerin değil, asıl Filistinlilerin barış yanlısı olduklarını göstermiştir.

Bugün elindeki savaş makinesi alabildiğine küstah olan İsrail, dünyadaki Yahudi karşıtı hissiyatın da bir numaralı yaratıcısıdır.

Dayanışma ve Direniş

Bütün bu anlatılanların Britanya’daki işçilerle ne ilgisi var?

Öncelikle şunu kabul etmemiz gerekli: bunlara sebep olan yönetici sınıfla, gücünün önemli bir bölümünü dünyanın yağmalanmasından alan (bizi kapitalizmin ekonomik krizinin bedelini ödemeye zorlayarak) yaşam standartlarımıza karşı savaş açan yönetici sınıf aynı. Petrol hayatî bir kaynak olduğundan, Britanya devleti hâlâ İsrail’in en önemli destekçilerinden biri.

Eğer İsrail yenilirse, Britanya ve ABD emperyalizminin bölge petrolünü ele geçirme kabiliyeti önemli ölçüde azalacak ve böylelikle zenginliğin azalmasıyla, yönetici sınıfın bizi olduğumuz yere sabitleme olasılığı ortadan kalkacaktır.

Bu sebeple, emperyalizme ve siyonizme karşı Filistinlileri desteklemek bizim çıkarımızadır. Ama eğer onların mücadelesiyle etkin bir dayanışma içine girmek istiyorsak, geçmiş tecrübeden bir şeyler öğrenmemiz de gereklidir.

Tüketici boykotu İsrail’i sıkıntıya soksa da, bu türden bir boykotun İsrail gibi güçlü bir orduya, maliyeye ve diplomatik destekçilere sahip bir ülkeyi çökertmesi mümkün değildir.

Britanyalı işçiler eğer ülkenin ekonomisi üzerinde ellerindeki kolektif gücü kullanabilseler, fiiliyatta daha fazla şey yapabilirler. Yönetici sınıf talimatlar yağdırabilir ama onların uygulanmasına onay verecek olan bizleriz. Eğer hep birlikte itiraz edersek, onların yapabilecekleri pek bir şey kalmaz.

Silâh fabrikalarına evlatlarını gönderen, trenleri kullanan, kargo gemilerinde çalışan, savaşlara ölmeye giden, kapitalistler ve Whitehall’deki vurguncular değildir. Ama bunlar İsrail yanlısı propagandayı basıp yaymaya hâlâ devam etmektedirler.

Bu tarz bir dayanışmanın en çarpıcı örneği, Jolly George vak’asıdır. Bu ismi taşıyan gemi, 1918’de Rusya’ya, yeni sosyalist cumhuriyetin 14 kapitalist gücün saldırısıyla karşı karşıya olduğu bir sırada, silâh ve asker götürmektedir. Doğu Londra’daki liman işçileri gemiye yükleme yapmayı reddetmiş, savaş teşebbüsünü boşa düşürmüş, bu tavrın diğer yerlerdeki işçilerce benimsenmesini sağlamıştır.

1920’de “Rusya’dan Elinizi Çekin” kampanyasının itkisiyle, Sendikalar Birliği Kongresi (TUC) Britanya savaş çığırtkanlığı yapmaya devam ettiği takdirde genel grev tehdidinde bulunur. Lloyd George hükümeti geri adım atmak ve müdahale yapmaktan vazgeçmek zorunda kalır.

Yönetici sınıf bu çatışmadan daha güçsüz, işçi sınıfı ise daha güçlü çıkmıştır.

Biz, bugün ön cephesinde Filistinlilerin 65 yıldır kahramanca savaştıkları, Britanya emperyalizmine karşı süren savaşın bir parçasıyız.

Bugün onlar, Suriye ve İran’ın anti-emperyalist hükümetleri ile Lübnan’daki direniş hareketi Hizbullah ile birleşmiş durumdalar. Tüm bu güçler, İsrail’le her türlü uzlaşmayı reddediyorlar. Emperyalistlerin nasıl yaşanacağını dayatma hakkına ve emperyalist şirketlerin kendi kaynaklarını istediği vakit yağmalamalarına karşı çıkıyorlar.

Ortak mücadeleyi kabul eden Suriye ve İran birbirlerini sürekli destekliyor, hem Filistin mücadelesine hem de Lübnan’daki direniş hareketine para, silâh, iltica hakkı ve diplomatik destek veriyor. Bu güçlerden herhangi birisinin yaşayacağı bir yenilgi, emperyalizme ve onun Siyonist yardakçılarına büyük bir itici güç kazandıracak, Ortadoğu’daki özgürlük davası, özellikle Filistin halkının sürdürdüğü dava ciddi bir yara alacaktır.

Britanya işçilerinin bu direniş eksenine iştirak etmeleri ve emperyalizme karşı birleşik ve bölünmez bir mücadeleyi vermek suretiyle, bu eksenin tüm bileşenlerine tam destek vermeleri gerekmektedir.

Büyük Britanya Komünist Partisi (Marksist-Leninist)