14 Ocak 2014

, ,

Kamboçya’da İşçi Mücadelesi


Kamboçya’da polisin konfeksiyon sanayisi işçilerinin ücret artışı talebiyle yaptıkları gösteri esnasında saldırıp dört işçiyi katletmesi ardından, saldırı emperyalist dünyadaki medyanın da dikkatini çekti. Bu medyanın sunduğu biçimiyle, hikâye basitti: Kamboçya hükümeti, yaşayacak kadar ücret talep eden işçilere baskı uyguluyordu.

Kamboçya’da konfeksiyon işçileri, haftada 6 gün, günde 48 saatlik çalışma sonucunda 80 dolar aylık maaş alıyorlar. İşçiler maaşların 160 dolara çıkartılmasını talep ediyorlar.

Haberlere göre, muhalefet partisi lideri işçilerin talebini destekliyor.

Ancak hikâyenin gerisinde medyanın göz ardı ne var?

Birincisi şu: hiçbiri Kamboçya’nın Vietnam Savaşı esnasında ABD güçlerince sayısız kez bombalandığını ve işgal edildiğini söylemiyor. 1970 Mayıs’ında, Başkan Richard Nixon’ın birkaç gün öncesinden kamuoyuna açıkladığı, savaşın Kamboçya’ya doğru genişletileceğine ilişkin karara karşı, Mississippi’deki Jackson Devlet Üniversitesi ve Ohio’daki Kent Devlet Üniversitesi’nde yapılan gösterilerde, Milli Muhafızlar ve polisin silâhsız öğrencilere ateş açıldığından da bahsetmiyor.

Bugünkü konfeksiyon işçilerinin mücadelesiyle ilgili haberlerde Kamboçya halkının, politik yapılarının ve ekonominin üzerinde söz konusu savaşın bıraktığı ve ülkeyi birçok yönden geriye çeken korkunç yaralar mevzubahis bile edilmiyor.

Kamboçya’da ülkedeki müteşebbislere taşeronluk veren milyar dolarlık konfeksiyon şirketlerinin rolü de hiç ele alınmıyor. Örneğin The Gap ülkede üretilen konfeksiyonun en büyük alıcısı durumunda. PBS NewsHour’dan Fred de Sam Lazaro’nun geçen Bahar aktardığı kadarıyla, “başkent Phnom Penh ve civarındaki 300’den fazla fabrikada yaklaşık 400.000 konfeksiyon işçisi çalışıyor. Bu işçiler, Avrupa ve Amerika’daki marka isimlere ve perakendecilere taşeronluk yapıyorlar.” (PBS, 31 Mayıs)

Aynı programda The Gap’ten Bobbi Silten şunları söylüyor: “Kamboçya’daki birçok bayii ile epey eskiye dayanan ilişkilerimiz var. Ülke son 10 yıldır en fazla kaynak üreten 10 ülkenin en tepesinde. Dolayısıyla orada olmak bizim için vazgeçilmez bir durum, kanaatimizce orada bulunmamızın nedenlerinden biri, Kamboçya’da uygulamaya konulmuş olan emek standartları.”

Başka bir deyişle, bu şirketler, Kamboçya’ya esas olarak ülkenin savaş ve savaş sonrası gelişmeler yüzünden çok fakir ve azgelişmiş kalmış olması, böylelikle işçilerin uzun yıllar sonra örgütlenmeye ve mücadele etmeye başladığı Çin gibi bölgenin diğer ülkelerinden görece daha düşük ücretler belirlemesi yönünde hükümete dayatmada bulunabileceklerini bildiklerinden gitmişler.

Bir dahaki sefer bir konfeksiyon mağazası zincirine gittiğinizde etiketlere bakın. “Bangladeş Malı” ve “Çin Malı” etiketlerinin yerini “Kamboçya Malı” ve “Vietnam Malı” etiketlerinin aldığını göreceksiniz.

Milyarder Zincirler Ülkeden Çekilmekle Tehdit Ediyorlar

Kamboçya’da üyeleri dev konfeksiyon zincirleri için taşeron olarak çalışan Konfeksiyon İmalatçıları Derneği isimli bir örgüt var. Dernek başkanı Ken Loo, greve giden işçilere “holigan” diyor ve Kamboçya hükümetine işçilerin taleplerini kabul etmemesini söylüyor. “Eğer hükümet asayişi korumak niyetinde olduğunu gösterirse, yatırımcının güveni yeniden kazanılacak ve sektör ilerleyecek, bu da sanayideki önemli bir dönüm noktası olacaktır. Ancak eğer hükümet önceki duruma dönülmesine imkân verirse, sanırım yatırımcıların çoğu ülkeyi terk edecek.” diyor Loo. (Channel NewsAsia, 6 Ocak)

Kamboçya hükümetinin de endişelendiği konu bu: siparişleri yaklaşık 400.000 konfeksiyon işçisi tarafından karşılanan şirketlerin daha ucuz bir yer bulup onları dımdızlak orta yerde bırakması. En azından ülkeyi terk etme bir tehdit düzeyinde hâlihazırda mevcut. Baskı da tam olarak buradan kaynaklı.

ABD’deki işçilerin de bilmesi gereken husus şu: Kamboçya halkının düşmanı onların da düşmanı. İşçileri her yerde aşağı doğru çeken, birbirleri arasında süren rekabete zorlayan ve küresel düzeyde faaliyetler içinde olan, emperyalist ülkelerde kurulu milyarder hâkim sınıftır işte bu düşman.

Kapitalist medyadaki haberler Kamboçya işçileri için verilecek tek cevabın oy sandıkları olduğunu söylüyor. Politik muhalefet partisi lideri Sam Rainsy’nin itibarını artırmak için çabalıyor. Rainsy işçilerin taleplerinin desteklenmesini istiyor.

İyi de kim bu Rainsy? Kendisi, Kamboçya’yı eskiden yönetmiş sömürgeci Fransa’da eğitim görmüş eski bir yatırım bankacısı. Rainsy, sınırdaki Vietnam karşıtı protestolar düzenlediği için 2009’da “ırkçı tahrik” suçlamasıyla yargılanmış. Cezadan kaçmak için Fransa’ya gitmiş, gıyaben suçlu bulunup 10 yıl mahkûmiyet almış. Görünüşe göre sahip olduğu güçlü dış destek sayesinde Kral Norodom Sihamoni tarafından affedilip muhalif bir politik parti kuracağı ülkeye geri dönmüş.

Kamboçyalı işçiler, içinde yaşadıkları berbat koşulların iyileştirilmesi için haklı bir mücadele veriyorlar. Onlar, ayağa kalkıp dövüşmezlerse, işçilerin haklarını ellerinden tek tek almakla tehdit eden küresel sermayeye karşı mücadele ediyorlar.

Emperyalist ülkelerdeki görece zengin sendikalar Kamboçya gibi ülkelerde yoğun sömürü koşullarında çalışan işçilere destek vermek suretiyle de işçilerin haklarını ilerletecekler. Ancak bu sendikaların, kapitalizmin kemendini işçilerin boynuna atmak gibi gerici bir amaç güttüğünü gizlemek için işçilere destek verdiği demagojisine sarılan Rainsy gibi, süslü sözler eden politikacıların tuzağına düşmemeleri gerek.

Deirdre Griswold
11 Ocak 2014
Kaynak

12 Ocak 2014

,

Emir Bereket


Emir Bereket, 7 Ekim 1934’te Newark, New Jersey’de doğdu. Esas ismi Everett LeRoi Jones’tur. Şiire ve caza merak saldığı lise eğitimi ardından Bereket, Howard Üniversitesi’ne girdi ve ismini LeRoi James olarak değiştirdi. 1954 yılında İngilizce bölümünden mezun oldu ve ABD Hava Kuvvetleri’ne girdi. Üç yıllık hizmetin ardından uygunsuz metinler taşımaktan ordudan atıldı.

Ardından Bereket Manhattan’a taşındı, burada Columbia Üniversitesi’ne ve Yeni Okul’a kayıt yaptırdı. Greenwich Köyü’ndeki önemli sanatçılardan biri hâline geldi. Allen Ginsberg ve Jack Kerouac gibi Beat şairleri ile dost oldu. Totem Yayınevi’nde kendisine ve dostlarına ait şiirleri yayınladı. 1961’de Bereket, ilk büyük toplama şiir çalışmasını çıkarttı: Yirmi Ciltlik İntihar Notuna Giriş. 1964 tarihli, ırksal gerilimleri ve Amerikan siyahlarının beyazlara yönelik bastırılmış düşmanlığını anlatan Hollandalı isimli oyununu yazdı. Bu eseri epey ünlendi ve beğeni topladı.

Politik Faaliyetleri

Küba’ya yaptığı yolculuğun ardından Bereket, ırk politikası üzerinde durmak için apolitik Beat hareketinden ayrıldı. Malcolm X suikastı hayatının dönüm noktası oldu. Sonrasında eşini de reddetti, Hettie Cohen’den boşanıp ismini Emir Bereket olarak değiştirdi. Siyah milliyetçisi oldu. Harlem’e taşındı, burada Siyah Sanatlar Repertuar Tiyatrosu/Okulu’nu kurdu. Topluluk birkaç ay sonra dağıldı ancak Bereket, geri Newark’a dönerek orada Ruh Evi Oyuncuları tiyatro topluluğunu kurdu. Bereket, Newark’a kendisini iyiden iyiye gömdü ve şehirdeki Afrikalı-Amerikalı toplumunun lideri hâline geldi.

Bereket, 1968’de Müslüman oldu ve “ruhani lider” anlamında “İmam” ön adını aldı. 1974’te bu adı terk edip kendisini Marksist olarak tanımladı.

Hayatının Son Dönemi ve Ölümü

Bereket, saldırgan ve kışkırtıcı tarzıyla tanınan bir şairdir. Yazı tarzı çatışmacıdır ve okurlarını her zaman kutuplara savurur. “Birileri Amerika’yı Havaya Uçurdu” şiiri 11 Eylül 2001’de ABD’de yapılan saldırılara yönelik bir cevap niteliğindedir ve antisemitik olmakla eleştirilmiştir. New Jersey’nin ödüllü şairi olarak elde ettiği konum şiire yönelik kamuoyundaki tepkiler nedeniyle elinden alınır.

Üretken bir yazar olarak Bereket, aralarında kurgu roman, müzik eleştirisi, makale, öykü, şiir ve oyunların bulunduğu 50’den fazla kitap kaleme aldı. 1984’te LeRoi Jones/Emir Bekeret’in Otobiyografisi’ni yayınladı. Yeni Sosyal Araştırmalar Okulu, San Fransisko Devlet Üniversitesi ve Yale Üniversitesi gibi okullarda hocalık yaptı. Emekli olmadan önce Stony Brook’taki New York Devlet Üniversitesi Afrika Çalışmaları’nda fahri profesör olarak yirmi yıl hizmet verdi.

Bereket, 9 Ocak 2014 tarihinde Newark, New Jersey’de, 79 yaşında iken vefat etti. Ondan geriye karısı Emine Bereket, ilk evliliğinden iki kızı ve ikinci evliliğinden dört çocuğu kaldı.


Birileri Amerika’yı Havaya Uçurdu


Birkaç terörist diyorlar
İbnenin teki belki
Afganistan’ı peki
A tabii bizim Amerikalı teröristlerimiz değildi
Klan ya da dazlak kafalar da değildi
Siyahları havaya uçuran
Kiliseleri, ölüm hücresinde bizi yeniden dirilten
Trent Lott da değildi.
David Duke ya da Giuliani de
Schundler, hayır, Helms zaten emekli

Kostüm giymiş
Belsoğukluğu değildi
Siyahları katleden
Beyaz çarşaf hastalıkları
İnsanlığın çoğu hoşnut oldukça
Akıl ve akıl sağlığı terörize oldu

Onlar diyor ki (kim diyor?)
Kime söylüyorlar
Paralarını kim ödüyor
Yalanları kim söylüyor
Kim tebdilî
Kimin köleleri var

Starbakstan dolarları kim topluyor
Çiftliklerin yağını kim çıkartıyor
Kim kuruttu Kızılderililerin soyunu
Siyah ulusunu kim telef etmeye çalıştı

Kim yaşıyor Wall Street’te
O taşaklarını kesen
Anana tecavüz eden
Babanı linç eden ilk çiftlikte

Zift kimde, tüyleri kim aldı
Kibrit kimde, kim ateşe verdi
Kim öldürdü kim kiraladı
Kim Tanrı olduğunu söyledi
Kim Şeytan hâlâ

Kim en büyük
Kim en iyi
Kim benziyor İsa’ya

Her şeyi kim yarattı
En akıllı kim
En büyük kim
En zengin kim
Kim senin çirkin,
Kendisinin en yakışıklı olduğunu söyleyen

Sanatı kim tanımlıyor
Bilimi kim

Bombaları kim yapıyor
Silâhları kim

Köleleri alıp satan kim

İsimlerini sana veren kim
Seri katil Dahmer’ın
Deli olmadığını söyleyen kim

Kim? Kim? Kim?

Porto Riko’yu kim soydu
Yerlileri, Filipinliler’i, Manhattan,
Avustralya ve Hebrid Adaları’nı
Çinlilere afyonu kim dayattı

Binalar kimin
Para kimde
Kim düşünüyor
Senin komik olduğunu
Seni kim kilitledi
Gazeteler kimin

Köle gemisinin sahibi kim

Ordu kimin elinde
Sahte başkan kim
Yönetici kim
Bankacı kim

Kim? Kim? Kim?

Madenler kimin
Aklını kim karıştırdı
Ekmek kimde
Kim barışa muhtaç
Kimin savaşa ihtiyaç duyduğunu düşünüyorsun

Petrol kimde
Kim tek damla ter dökmüyor
Toprak kimde
Kim siyah değil
O kadar iri görünüp aslında büyük olmayan
Kim

Şehir kimde
Hava kimin
Suyun sahibi kim

Kulüben kimin
Kim çalıyor, çırpıyor, kandırıyor ve katlediyor
Bir de hakikati yalana kim çeviriyor
Kim sana görgüsüz diyor

En büyük evde yaşayan
En büyük suçu işleyen
Her vakit tatile çıkan
Kim

En fazla siyahı kim öldürdü
Yahudileri
İtalyanları
İrlandalıları
Afrikalıları
Japonları
Latinleri kim öldürdü

Kim? Kim? Kim?

Okyanusun sahibi kim
Uçaklar kimin
AVM’ler
Televizyon
Radyo kimin

Birine ait olduğu bilinmeyenler kimin
Gerçek sahip olmayanların sahibi kim

Gecekondular kimin
Şehirler kimin
Kanunları kim yapıyor

Bush’u kim başkan yaptı
Konfederasyon bayrağının dalgalanması gerektiğine
Kim inanıyor
Demokrasiden bahsedip yalan söyleyen kim

Vahiyler’deki Hayvan kim
Kim şu 666
Kim biliyor
İsa’nın çarmıha gerilmesine karar vereni

Şeytan kimin safında
Ermeni soykırımından kim zengin oldu

En büyük terörist kim
İncil’i kim değiştirdi
İnsanları kim öldürdü
En kötü kim
Hayatta kalmak gibi derdi olmayan kim

Kimin sömürgeleri var
Ülkeleri soyan kim
Dünyaya kim hükmediyor
İyi olduklarını söyleyip sadece kötülük yapan kim
En büyük cellât kim

Kim? Kim? Kim?

Petrol kimde
Daha fazla petrol isteyen kim
Yalanı anlayınca
Sana ne düşünmen gerektiğini kim söylüyor

Kim? Kim? Kim?

Bin Laden’i kim buldu, belki de şeytan
CIA’in parasını kim veriyor
Bombanın patlayacağını kim biliyordu
Florida, San Diego’ya teröristlerin uçmayı öğrendiğini
Kim biliyordu

Beş İsrailli’nin patlamayı neden filme aldıklarını
Kim biliyor
Kendi saflarını bir anlayışa dönüştüren

Güneş hiçbir yere gitmezken
Kim muhtaç fosil yakıta

Kredi kartlarını kim yapıyor
En büyük vergi kesintisi kimin lehine
Irkçılık karşıtı konferanstan
Kim çıkıp gidiyor
Malcolm’ı, Kennedy ve kardeşini kim öldürdü
Dr. King’i kim öldürdü
Kim istedi böyle bir şeyi
Katiller Lincoln’ın katiliyle bağlantılı mıydı?

Kim işgal etti Grenada’yı
Irk ayrımcılığından kim para kazandı
İrlanda’yı kim sömürge yaptı
Şili ve Nikaragua’yı kim yıktı sonra

David Sibeko, Chris Hani’yi kim öldürdü,
Biko, Cabral, Neruda, Allende,
Che Guevara, Sandino’yu öldürenler

Kabila’yı kim öldürdü, Lumumba, Mondlane,
Betty Shabazz, Die, Princess Di, Ralph Featherstone,
Küçük Bobby’yi katledenler

Mandela, Dhoruba, Geronimo,
Assata, Mumia, Garvey, Dashiell Hammett,
Alphaeus Hutton’ı kim hapse attı

Huey Newton, Fred Hampton,
Medgar Evers, Mikey Smith,
Walter Rodney’yi kim öldürdü,
Fidel’i zehirlemeye çalışanlar mı
Vietnamlıları zulüm altında tutmaya kim çalıştı

Lenin’in başına kim ödül koydu

Yahudileri fırınlara koyan kim
Bunu yapanlara kim yardım etti
Kim “Önce Amerika” dedi
Ve o sarı yıldızlara tamam diyen kim

Rosa Luxemburg’u, Liebknecht’i kim öldürdü
Rosenberg’leri kim katletti
ve tüm iyi insanları buza, falakaya
Toprağa sokan ve kaybeden kim

Cezayir, Libya, Haiti,
İran, Irak, Suudi Arabistan, Kuveyt, Lübnan,
Suriye, Mısır, Ürdün ve Filistin’den zengin olan kim

Kongo’da insanların ellerini kim kesti
AIDS’i kim icat etti
Kızılderililerin battaniyelerinin içine
Kim koydu o mikropları
Kızılderililere dönük etnik temizliği
“Gözyaşlarının İzi”ni kim düşündü

Maine’i kim havaya uçurdu
İspanya-Amerika Savaşı’nı kim başlattı
Sharon’ı kim iktidara yeniden getirdi
Batista, Hitler, Bilbo,
Çang kay Şek’i kim destekledi

Pozitif Ayrımcılığın sürmesi gerektiğine karar veren kim
Yeniden İnşa, Yeni Akit,
Yeni Cephe, Büyük Toplum, kimin

Tom’un kıçını temizlemek kimin işi
Kim çıkıyor kalın bağırsağın ağzından
Condoliza’nın ne biçim bir sürtük olduğunu
Kim biliyor
Connelly’ye tahtadan bir zenci olması için
Para veren kim
Dahiler Ödülü’nü kim verdi mekân insanına
O alçalıp duran yere

Nkrumah’ı, Bishop’ı kim devirdi
Kim zehirledi Robeson’ı,
DuBois’i kim hapse atmaya kalktı
Rap Cemil Emin’e, Rosenberg’lere kim komplo kurdu
Garvey’ye,
The Scottsboro Boys’a,
Kırk yedide o on sinemacıya...

Reichstag Yangını’nı kim çıkardı
Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanacağını
Kim söyledi
İkiz Kuleler’deki 4.000 İsrailli çalışana
O gün evde kalmalarını kim söyledi
Sharon neden uzak durdu?

Kim? Kim? Kim?

Gazete diyor ki baykuş patladı
Şeytanın yüzünde okunuyor cd

Savaştan kim para kazandı
Korku ve yalan kimin arpalığı
Dünyanın böyle olmasını kim istiyor
Onun emperyalizmin ve ulusal baskının,
Terör ve şiddetin, açlık ve sefaletin
Hükmü altında olmasını kim istiyor

Cehennemin idaresi kimde?
Kim en güçlü
Hiç gördün mü Tanrı’yı

Ama herkes gördü
Şeytan’ı

Tıpkı patlayan bir baykuş gibi
Hayatında, beyninde, içinde
Şeytan’ı bilen bir baykuş gibi
Tüm gece, tüm gün baykuş gibi dinleyip
Patlıyorsun ateşte. Sorulan soruları duyuyoruz
Deli bir köpeğin ıslığı gibi o korkunç alevin içinde

Cehennem ateşinin asitli kusmuğu gibi bu soru
Kim, kim, kim, kim
Kiiiiim ve gene kiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiim!

Emir Bereket

,

Irak: Felluce’de Savaşan Dört Silâhlı Grup


Anbar bölgesindeki çatışmaların başlamasından bir hafta sonra sahada savaşan güçlerin resmi daha da netleşti. Ancak elde edilen malumat, Iraklı yetkililerin sahada iki tarafın, El-Kaide’ye karşı Irak güvenlik güçleri ve onların müttefiki olan Sahve aşiretinin çarpıştığına ilişkin tespitleriyle örtüşmüyor. Aynı zamanda resim, Felluce’deki aşiret liderlerinin beyanatlarını da desteklemiyor, bu liderlere göre, çatışma esas olarak devlet güçleri ile aşiretler arasında cereyan ediyor. Bölgedeki kaynaklara göre, şehir civarında ve şehrin içinde savaşan en az dört ayrı güç mevcut.

Felluce’de durum puslu. Burada Sünni gösterilerinin başlamasından bir yıl sonra, Ramadi’deki oturma eyleminin zorla bastırılması ve Sünni parlamenter Ahmed Alvani’nin Irak devletinin kararıyla tutuklanması ardından, Anbar’daki Sünni aşiretlere ait silâhlı adamların içinden Irak-Şam İslam Devleti doğdu. IŞİD, orta ölçekli silâhlarla ve uçaksavar silâhlarla donatılmış 4x4 araçlarla ve El-Kaide bayrağı sallayarak şehre girdi. Anbar bölgesinde, özellikle Felluce’de kontrol IŞİD’in eline geçti ve burada İslamî bir emirlik ilân edildi.

En fazla öne çıkan ismi Şeyh Ahmed Ebu Rişa’nın da aralarında bulunduğu Sahve liderleri, kendilerinin El-Kaide ile savaştığını duyurdular (Rişa, Sünnilerce hükümet aleyhine gerçekleştirilen oturma eylemlerinin en önemli isimlerinden birisiydi.). Sahve, El-Kaide’yle şiddetli çarpışmalar içerisine girdi ve Felluce hariç Anbar bölgesindeki şehirlerin önemli bir bölümünü geri aldı.

Felluce’de durum bulanık. Anbar aşiret liderlerinin teşkil ettiği bir grup, Duleym aşireti emiri Şeyh Ali Hatem Selman liderliğinde bir açıklama yaptı ve El-Kaide’nin şehirde olmadığını, çarpışmanın devletle aşiretler arasında yaşandığını ve Sünnilerin talepleri kabul edilene dek süreceğini söyledi. En önemli talepleri, milletvekili Alvani’nin ve diğer Sünni mahkûmların bırakılması, devlet kurumlarında temsiliyette denge ve Baassızlaşma ile terörizm karşıtı yasaların ilga edilmesi.

İsminin açıklanmamasını isteyen bir Aşiret Devrimcileri Konseyi üyesinden alınan Felluce kaynaklı bilgilere göre, 3 Ocak sabahı kente 300 kadar IŞİD üyesi geldi. Birçoğu Ramadi’deki aşiretlerle yaşanan çatışmalardan yeni çıkmış isimlerdi. Konsey üyesine göre, aşiretlerin silâhlı adamları da kısa sürede şehre geldi. Cuma’da halka bir El-Kaide lideri cami cemaatine IŞİD’in Felluce’ye kendi halkını korumak ve İslam sancağını yükseltmek için geldiğini duyurdu.

Konsey üyesinin ifadesiyle, “Felluce aşiretleri El-Kaide ile çatışmadılar ama onlara uymadılar da. Anlaşmaya göre El-Kaide şehirden çıkacaktı ve öyle de oldu. 30 adet 4x4 araca sahip El-Kaide grubu Felluce’nin güneyindeki askerî bölgeye gitti. Burası Bağdat, Amman ve Şam’ı birbirine bağlayan uluslararası karayolu üzerindeydi. Buradan bir kısmı Felluce’nin doğusundaki Ebu Gureyb bölgesine sızdı.”

Ancak bu, Felluce’deki duruma ilişkin ifadelerden sadece birisi. Şehirdeki tarafsız kaynaklara göre, şehrin içine ve dış mahallelerine dört silâhlı grup mevzilendi.

Aşiretlerin silâhlı adamları: Bu savaşçı gruba Duleym’deki ana aşiretlere mensup eski ordu subayları liderlik ediyor. Cemile, Cabur ve Cenabet aşiretlerinden savaşçıların arasında El-Bu Nimr, El-Bu İssa ve El-Fellaha gibi isimler var. Bunlar Aşiret Devrimcileri’nin sancağı altında örgütlenmiştir. Genel kanaate göre, Şeyh Ali Hatemül Selman bu ekibe şahsen liderlik ediyor. Bunların politik ve dinî referansları Ebu Abdullah Cenabi isimli Selefî din adamının liderliğindeki Aşiret Devrimcileri Konseyi.

Muhtelif silâhlı gruplar: Bunlar, ABD güçlerine karşı savaşmış, sonrasında ya terhis edilip faaliyet düzeyleri düşürülmüş ya da Sahve veya Irak güvenlik güçlerine katılmış isimler. Bu gruplar arasında Hamas-Irak, Katibül Savra el-Işrin, Cemaatül Nakşibendî, Caişül Mücahidin ve Baasçı ekipler var. Grupların arasında Irak içinden ve dışından İhvancı ve Selefî liderler var. Bunlar, Anbar Devrimciler Konseyi ile koordineli hareket ediyorlar.

Selefî cihadçı örgütler: Bu gruplar El-Kaide’yi takip ediyorlar ama IŞİD’in parçası değiller, liderleri El-Kaide’nin küresel lideri Ayman Zevahirî’ye karşı isyan eden Ebubekir Bağdadî’den kopmuşlar. En fazla öne çıkanı, Caiş Ensarü’s-Sünna.

IŞİD: IŞİD birliğinin bir kısmı Felluce’ye Ramadi’den gelmiş, savaşlar sonrası burada da Sahve güçleriyle çatışmışlar. Sonra Felluce’ye gelip Ebu Gureyb ve Bağdat civarındaki savaşçılarla yereldeki diğer IŞİD üyeleriyle birleşmişler.

Sahadaki manzara üst üste binen güçler üzerinden iyice karmaşıklaşıyor. Kimse, bu farklı gruplar arasında belirli bir koordinasyon olup olmadığından kesin olarak söz edemiyor. En kıymetli bilgilere göre, Aşiret Devrimcileri en büyük güç, aşiret liderlerine ve din adamlarına bağlı binlerce savaşçısı var ve hepsi Felluceli. Öte yandan Felluce dışında, Irak Ordu Güçleri de şehrin doğusuna ve kuzeyine mevzilenmiş durumda. Devletin polis gücü de Ramadi’ye bağlanan hat üzerinde, şehrin güneyi ve batısında. Sahve aşireti güçleri polis güçlerinin ve ordu birliklerinin bulunduğu bölgelerde ama Anbar’daki diğer şehirlerle kıyaslandığında, Felluce’de daha az etkili.

Muşrek Abbas

, ,

Bangladeşli İşçilere Saldırı


Bangladeş polisi, ayakkabı endüstrisindeki ücret kesintilerini protesto eden işçilere ateş açtı ve bir kadını katletti. Polis saldırısı, işçilerin Güney Korelilerin elinde bulunan ihracat bölgesinde gerçekleştirdikleri gösterinin ardından gerçekleşti.

İşçilerin ek ödemelerinin silip süpürüleceğine dair dedikoduların ardından, güneydeki liman kenti Chittagong’daki özel Kore İhracat İşleme Bölgesi’nde beş bin işçi gösteriler düzenledi.

Koreli ayakkabı ve konfeksiyon devi Youngone’ın sahibi olduğu, sanayi bölgesindeki fabrikalardan biri, göstericilerin saldırısına uğradığında ve göstericilerin polisle çatıştığı noktada polis işçilere gerçek mermilerle saldırdı.

Sanayi polisi müdürü Tufeyl Ahmed’in ifadesiyle, mermi isabet eden yirmi yaşındaki bir kadın işçi hastanede vefat etti.

“İşçiler fabrikayı yağmaladılar, sonra da bu ayki ücretlerinden fabrika yöneticilerinin ek ödemeleri keseceği dedikodusu üzerine polise saldırdılar.” Polis eylemde ateş açmadan önce göz yaşartıcı gaz kullandı.

Bengal’de yayınlanan Prothom Alo gazetesine göre, gösterilerde polis dâhil 15 kişi yaralandı.

Bu isyan, Koreli, Çinli ve Tayvanlı şirketlerin yatırımları ardından son yıllarda patlama yaşayan ayakkabı sanayinin hızla genişleme kaydettiği ülkede yaşanan ilk geniş ölçekli eylemdi.

Bangladeş’teki konfeksiyon sanayinde on binlerce işçi çalışıyor. Ülke, dünyanın ikinci büyük tekstil ihracatçısı. Ücretlerin ve koşulların iyileştirilmesi için son aylarda şiddetli gösterilere tanık olunuyor.

Gösteriler 1.135 kişinin öldüğü, geçen yılın Nisan ayında Rana Plaza fabrikası kompleksinin çökmesi ardından giderek yoğunlaştı.

Yaşanan bu trajedi, 4.000’den fazla konfeksiyon fabrikasındaki berbat koşulların göz önüne serilmesine neden oldu. Buralarda işçiler Walmart, H&M ve Tesco gibi dünyanın üst düzey perakendecilerine elbise dikiyorlar.

Hükümet yetkilileri geçen ay dört milyonu bulan konfeksiyon işçileri için belirlenmiş asgari ücreti aylık bazda yüzde 77 artırarak 68 dolara çıkarttı.

Ama yüz binlerce ayakkabı işçisinin ücretinde herhangi bir artış yaşanmadı.

11 Ocak 2014

,

Kâğıttan Kurtlar


Gezi İsyanı ile Haziran Kıyamı arasında belirli bir açı var. Bu açı politika bakımından hayırlı bir anlamda. Kıyamın isyana karşı gerilimi önemli sonuçlar verecek ama isyanın kentli, orta sınıf niteliği kıyamcıların ayağına demir gülleler bağlayacak.

Bu nedenle Gezi güzellemelerinden kaçınmak, güzelleme yapanlardan tiksinmek gerek. Onu milat olarak belirlemek, kendisini başa yazmanın bir yansıması. Bugün iktidardaki sarsıntının Gezi’ye bağlanması da dâhil olmak üzere, her türden yüceltme tarihsizdir, toplumsal bağları keser, toplumsuzdur, tarihsel bağları kopartır.

Bugün “camisinde içki içen”, “başörtülü bacısına tüküren”, “kucak kucağa oturan”, devletli varlığıyla dalga geçme cüreti gösteren asi Gezicilere elma şekerleri sunuyorlar. “Züppe gençliğe” övgüler düzüyorlar. Bunların Tayyip’i devirdiğini söylüyorlar ama devrimcilik konusu olunca da burunlarından kıl aldırmıyorlar. Satacak yeni şeyler buluyorlar. Uyanık küçük esnaf, dükkânının çapı kadar düşünüyor, tezgâhının önünü dünya zannediyor.

Mao, emperyalizm için “kâğıttan kaplan” diyordu. Bu esnaf-zanaatkârlar, küçük burjuva siyasetleriyle ancak “kâğıttan kurt” olabiliyorlar, sol siyasetin eski kurtları geçmişin hesabını vermeden, utanmadan, arlanmadan, sağa sola akıl veriyorlar. Politikada akli müdahaleyi “rasyonalizm” diyerek eleştirip kenara atıyorlar ki politik alanda tek akıl kendi akılları olabilsin. Her şeyi bitirmiş kişi, yeni şeylerin olmasına ve yapılmasına izin vermiyor. Olanı ve yapılanı kendi ölçüsüne vuruyor sadece.

Bu orta sınıf siyaset Gezi’yi yaldızlıyor, onun eleştirilmesine, dönüştürülmesine, kıyamcıların yürüyüşüne katılmasına, devrimcileşmesine ve kalıcı, geriye dönüşsüz sonuçlar üretmesine izin vermiyor. Orta sınıf siyaset, halkın kıyamında ve isyanında yeni rant kapıları aramayı siyaset zannediyor. Gezi’nin örgütlenip hayatın tüm kılcal damarlarına akmasını engelliyor özünde.

Ve birden, hiç arlanmadan, Fethullahçı oluyor, Fethullah’ı yoldaş kabul ediyor. Tüm meseleyi Tayyip’e indirgiyor, kapatıyor, devrimi bir adamın gitmesine bağlıyor, böyle kolay devrime ve devrimciliğe can kurban!

Lenin, “akıllı idealizm aptal materyalizme yeğdir” diyor. Bu orta sınıf siyaset, kendi aptallığını verili, gördüğü maddeye işaret ederek örtbas edebileceğini zannediyor. Gördüğüne inanıyor, duyduğunu gerçek zannediyor. Özellikle iktidardakilerin, örneğin Tayyip’in ağzından çıkanların gerçek olduğu vehmine kapılıyor. Tayyip “2023” diyor, bunlar da korkup-korkutup anlamsız politik değerlendirmede bulunuyorlar. Tayyip’in ağzından çıkanı not etmeyi teorisyenlik zannediyorlar. Bu gazeteci kafası, köşe kapmak için siyasetle ilgileniyor. Akademi ajan yuvası ve gazetelere eleman yetiştiriyor.

“Heyula” şekilsiz madde demek, “hayalet” de imgesel tasarımlar. Gezi böyle algılanıyor. Bu hâliyle ürkütmüyor. Sadece satılıyor, imge olarak. Gezi, orta sınıf siyasetin elinde kendi laikliğinin, modernliğinin, ilericiliğinin bir imajına dönüşüyor. Gösteri toplumunun hizmetine sunuluyor.

İktidarın kesintisiz ve konsolide olarak 20 yıl bir toplumun tepesinde olması, devrim davası güdenler değil, devrimci’liği pazarlayanlar için ağır bir mesele. Yoğunlaşmış, tekleşmiş bir iktidar bloğunun yıkılmasının, daha kapsamlı, derin, kolektif bir huruca muhtaç olacağı açık. Esnafların, zanaatkârların ve tüccarların böylesi bir huruca düşman olduğu kesin. Tam da bu nedenle yıllar hesaplanıyor. Her şey aritmetik ve satranç zannediliyor.

Tayyip’in gelmesi ve gitmesi devlet mekanizması için asli değil. “Politika şiddetin bizatihi kendisidir” diyen kafa, “devlet Tayyip’in bizatihi kendisidir” diyor. İlk cümle, şiddet dışı pratiklerin politik ve devrimci niteliğini çöpe atıyor, ikinci cümle devlete karşı mücadeleyi Tayyip’e karşı mücadeleye kapatıyor. Aslında her ikisi de hiçbir şey yapmamayı, revizyonizmi ve konformizmi güncellemekten başka bir şey yapmıyor. Gitmekte olanın yelinden beslenmek önemli değil. Mesele, gelmekte olana hazırlanmak, olanı, bu gerilimde, müdahale konusu kılmak.

Fethullah’ı Tayyip’e orta sınıf niteliklerinden dolayı tercih ediyorlar. Fethullah’ın ağzındaki sivil demokrasi zokasını kolayca yutuyorlar. Devlet karşıtlığına indirgenmiş şeklî siyasetleri demokrasinin nimetlerinden faydalanmaya odaklanıyor. Oysa Fethullah sızıyor her yere, içimize…

Yalçın Küçük, on yıldır küçük burjuvalara sesleniyor aslolarak. Onlara, “sizin bir yere gelmenize, bir şey olmanıza, değersizleşmenize neden olan işte bu iktidar” diyor. Küçük burjuvaları buradan örgütleyebileceğini zannediyor. Devletin ayağa düştüğünü, kıymetsiz kişilerin elinde oyuncak olduğunu söyleyenler devletin uşağı, Tayyip’in kelime dağarcağının “fukara” olduğunu söyleyenler de aynı yerde. “Tayyip Erdoğan denize düşünce yılanlarına sarılıyor” deniliyor, “bu yılanlarından biri PKK” diyen başka ne olabilir ki!

Gezi sürecinde palalı şerefsizlerden Gezi eylemcilerinin korktuğunu söylemenin başka bir izahı yok. Küçük burjuva siyaset, bu paramiliter güçlerin olmadığını, paralı askerlerden korktuğu için anlamamış. Üstelik polisin cemaatçi niteliğini de görmemiş. O sadece kendisinin görülmesini istediğinden, sadece gördüğüne inanıyor. Tayyip’in soyut yüzde ellilik kitlesinin Gezi’yle ve bu yolsuzluk operasyonuyla kemikleştiğini görmüyor. Aksine o kitlenin yarıldığını, sarsıldığını zannediyor. Küçük burjuvanın temel hastalığı: herkesi kendisi gibi zannetmek.

Küçük burjuvanın iki temel özelliği var:

Biri, her şeyin başı ve sonu olmaya çalışmak, her şeyi kendisinden başlatmak; ikincisi de herkesi ve her şeyi kendisine mecbur kılmak. Teorisi de politikası da bundan ibaret.

Bu teori ve politikanın kitlelerle, sömürüyle, zulümle, mücadeleyle, iktidarı ele geçirmeyle hiçbir işi olamaz. O sadece kendisine çalışır, kendisini işler, kendine yaşar. Kendi birey bütünlüğünü tarihe ve topluma dayatır. Hepsi bu.

Ezilenlere akıl verir sonra. Onlar adına konuşur utanmadan, onlar hiç konuşmasın diye. Tek derdi, onların akılsız, ruhsuz, geleceksiz ve geçmişsiz varlıklarını bugünde cepheye sürmek, kendine dirseğiyle yer açmaktır. O Tayyip’te düşman değil rakip görür. Onun için Tayyip aynadır. Kimisi Tayyip’e, kimisi kendisine çekidüzen vermeye çalışır. “Tayyip âlet olarak devleti iyi yönetemedi” diyorsa, bilin ki, kendisi taliptir o âleti kullanmaya. Kemalizm vurgusu da Kemalizm karşıtı olarak kurguladığı Marksizmiyle ilgilidir. Yani Kemalizm yüceltilmeli ki onun Marksizmi de yüce görünsün. Marksizm devlet ideolojisi olma adayıdır ona göre. “Kemalizm eşittir Tayyip eşittir devlet” denklemi çok dâhiyane. Çünkü “eşittir”de nelerin olup bittiğini ustalıkla gizliyor. Bu küçük burjuvalar da Tayyip gibi ustalık dönemine geçmiş anlaşılan. Öyle bir ustalık ki, Tayyip’in bugün Suriye’de kullandığı çeteleri ileride devrim için kullanabileceğini bile düşünebiliyor.

Gezi’yi geriye çekenlerin meramı bugün daha net. CHP’yle önlerinin açık olduğunu düşünüyorlar. Bu partiye çalışıyorlar. Oysa AKP ile CHP arasında fark yok. Tayyip’in Kemalist kulvardan çıktığını ama Gezi ve Fethullah saldırıları sonrası Kurumsal Kemalizm sınırlarına çekildiğini kripto Kemalistler söylüyor.

Bilimcilik adına onca yıl koşturanların, her türlü ideolojik yükten genç militanları kurtarmayı vaat edenlerin bugün “ideoloji, meşakkate katlanmayı göze alan özneler yaratır” demesi nafile. Tayyip de böyleydi zira, o da devletin verili ideolojisi dışında her ideolojiye savaş açıyordu. Hakiki Marksizm de Marksizmi şu veya bu şekilde kuşanmış kadroları ideolojilerden arındırma operasyonuydu, Allah’tan tutmadı. Bazı örgütleri tasfiye etmeyi denedi, bazılarına güller, boncuklar dağıttı, olmadı. Meşakkati göze almış bir hareketin bu tip ajanlara vereceği cevap her zaman kesin ve kati.

Tayyip Erdoğan’ın kişi olarak bu denli önemsenmesi, yüceltilmesi, merkeze konulması, analizi körleştiriyor. Bu çaba, esasında küçük burjuvanın siyasetin merkezine bireyi koymasıyla ilişkili. Ne kadar “Marksistim” dese de biraz kazındığında liberalliği sırıtıyor. Liberal bir hamle ile Fethullah hocasının eteğine yapışıyor bu birey.

Söz konusu bireyin varoluşu, siyaseti, zihniyeti şu cümlelerinde geçen “devlet” sözcüğünün aslında kendisini imlediği düşünüldüğünde tam olarak anlaşılır: “Bir kurumun devlet diye adlandırılabilmesi için, hükümran olduğu toplumun güç ve kesimleri karşısında “şeklen” (eşdeyişle, hukuken) göreli bir özerkliğinin olması gerekir. Cümlesini, bütün nüfusu kapsayacak tarzda kurması beklenir devletten.” Üstelik devlete akıl veren, onun nasıl olmasına ilişkin beklentisini dillendiren bu birey, arlanmadan, bir kadro, bir militan, bir halk ve bir tarih olarak şehit düşmüş Ethem’i ağzına dolayabiliyor. Devlete ideoloji ihdas edeceğinden söz edebiliyor. Bu işmar kime ve neye, gayet açık.

Tayyip birey düzleminde analiz edilince, saçmalamak işten değil. Tayyip’in Müslüman olduğu vehmi bu saçmalamanın ürünü. Kişi olarak saralı ya da yaralı olmasının bir hükmü yok. O Mısır’a ve birçok yere görevli gitti. Ezilenleri kendi bireyliğine ram etmek, mecbur kılmak için ezenleri birey derekesinde görmek kaçınılmaz. Bu zihniyet için kitlelerin, hareketlerin, dinamiklerin bir hükmü yok. Bireyi boğan her şeyden kurtulmak, tek teori, tek politika bu. Rabia bunların elinde hamse…

Ama bu hamse bir anda yumruk oluyor, havaya kalkıyor ve diyor ki, “İslamiyet bu ülkede devlet düzlemine geçemez, iktidar olamaz, ülkenin nesnel karakteri buna uygun değil. Gelin en iyisi gizli Kemalist olalım, açıktan liberallik yapalım.”

Bu liberalizm Fethullah’a örgütlendiğini görmüyor, Fethullah’ı örgütlediğini zannediyor. Fethullah devletin bir kolu oysa. Bu liberalizm kendi para düşkünlüğünü örtbas etmek için Tayyip’in rantçılığıyla, gizli kasalarıyla uğraşıyor. “Politika gerçek kudret işi” diyerek, herkesi varolan kudrete tabi kılmaya çalışıyor. Fethullah, PKK, devrimciler, kimi zaman Seattle anarşistleri, kimi zaman da popüler yazarlar, bu kalemden. Aralarında hiçbir fark yok. Gerçekçi olup imkânsızı istemek bunlar için küfür. Sadece “olana bak, kim güçlüyse arkasına dizil, güçlü olan sana yolu gösterecektir” diyorlar. Gerçekçilik, aptal materyalizm, sadece bu bireylerin gerçeğini ve maddesini anlatıyor. Varoluş mücadelesinin yıkıcı-kurucu bir mücadeleye dönüşmesini istemiyorlar. Çünkü o durumda kendilerinin de küçük kumdan kalelerinin yıkılacağını biliyorlar.

Devleti birey zanneden zihniyetin arksizm ve devrimcilik dışı olduğunu söylemeye bile gerek yok. Birey gibi hayaller kuran devletin hayallerinin bozulmasını ümitvar bir şey zannetmek, ciddi yanılsama. Bu bireyin tabii ki “ezilenlere gösterecek somut bir alternatifi” olamaz. Kendi rahatlığı için devlete küsen, kızan bir bireyin geleceğe ve ezilenlere söyleyebileceği ne olabilir ki? Böylesi bir liberalizm, Gezi’yi doğalında seçim sürecine kilitliyor. Ruh çağırır gibi, Gezi ruhuna sesleniyor. Cevap alamıyor. Gezi’nin Tayyip imgesini gerçek zannedip saldıran bir tarafı vardı, bu piyasada cari olan da bu saldırı edebiyatı. Küçük burjuvalar son süreci analiz ederken, gene bu piyasaya sesleniyorlar. Tayyip’in gitmesini işin sonu olarak belirliyorlar. Küçük burjuva, gene işin başı ve sonu olmakta diretiyor. Bunun için herkesi ve her şeyi kendisine mecbur kılmaya çalışıyor. Bu hamleler, Gezi sürecinde Tayyip’e “yüzde elliyi zor tutuyorum” dedirtti ve aslında o yüzde elliyi Geziciler kurdu, inşa etti. Dağılma, şaşkınlık ve savrulma arifesinde o kitle tekrar führerinin gölgesine sığındı. Haziran Kıyamı bu kitleyle buluşamadı. Aslolarak bugün de orta sınıflarla “g.tünün kılı” diye horlanan mazlum fukara halk kitleleri arasında bir ayrışma ve kavga var. Küçük burjuva siyaset de esas olarak ikincisiyle korkutup ya da onu hor görerek birinci ata oynuyor.

Siyasetin kâğıttan kurtları, bugün “Fethullah, CHP ve TSK ile uzlaşalım” diyorlar, “bakın, güçsüzüz, güçlünün yanında olalım ki güçlenelim” öğüdünü veriyorlar. Kürd hareketinden uzaklaşmayı öneriyorlar. Teoriyi olduğu gibi politikayı da krizi, kaosu, belirsizliği, ucu açıklığı, kontrolsüzlüğü yok etmek için ifa ediyorlar. Mazlumların umudu ise onların yok etmek istedikleri yerde.

Eren Balkır
10 Ocak 2014

29 Aralık 2013

, ,

Gezi Pazarı Müslüman’a Düşman


“Teori saf, pratik kirli” deniliyor bugünlerde. Pratiğin arkasındaki akıl açısından bu önermenin tersi de doğru: “teori kirli, pratik temiz.”

Yani saf, bakir, steril, öz ve pak teorinin kendisinde olduğunu söyleyen özneler, militanlarını sürekli pratiğe teksif ediyorlar. O teorinin geriye dönük olarak bozulmasına izin vermiyorlar. Kendi özneliğini o teorinin taşıyıcılığı üzerinden kuran bir militan, teoriyi tartışılmaz, dokunulmaz, su sızdırmaz ve steril kılmak için sürekli koşturmak zorunda kalıyor. “Sustuğumda ölecekmişim gibi hissediyorum” diyen Žižek gibi, sürekli bir pratik koşturmacayla geçiyor ömür. 22-23 yaşında da defter kapatılıyor, solculuk şalteri iniyor, kırk-elli yaşındaki ağabeylerine, ablalarına hasetle ve nefretle bakılıyor sonra. Çünkü o yaşa geldiğinde devrimci ya da komünist olmayı gözü hiç kesmiyor. Sürekli koşturmacanın, çatışmanın böylesi bir gerekçesi de var: o ağabeylerinin, ablalarının o barikata gelemeyeceği kesin olarak biliniyor. Dolayısıyla bu zihniyetin Gezi sürecinde takma bacağını TOMA’ya vuran insanı anlaması, örgütlemesi mümkün değil. O, Hitler’in SA’ları gibi, yaşlı, toplum dışı, barikat dışı dünyayı redde tabi tutmak, politikanın sadece barikattan müteşekkil bir şey olduğunu düşünmek zorunda. Buna dair gevezeliklerin Marksist, anarşist vb. sosuna bandırılması arasında bir fark yok. Hele ki “bugün barikat halk meclisidir” türünden gevezelikler, sadece barikat seviciliğinin, o barikat fotoğraflarını pazarlamanın ifadesi. Barikat, politik ve devrimci mücadelenin yegâne alanı, çünkü sol sadece poz, zarf, şekil ve sonuç satıyor. Cisimle, mazrufla, özle ve nedenle ilgilenmiyor. Daha doğrusu bunların sadece kendi varlığı olduğunu düşünüyor.

Söz konusu teorik öznellik, kendine göre bir pratik militanlık kuruyor. Sadece kendine uygun bireylere sesleniyor, kitlelere değil. Teorinin sarsılmazlığı, dokunulmazlığı, dönüşmezliği o militanda temsil olunuyor. Dolayısıyla en büyük tehlike aslında kitlesel başkaldırılar, kırılmalar, politik depremler… O barikatlarda dökülen kana ve tere esasen kimin küfrettiği, tam da o başkaldırılarda, kırılmalarda, depremlerde tüm çıplaklığıyla görülüyor. O kan ve ter teoriyi sokağa akıtıyor aslında. Ama teorinin mülk sahipleri, kanı ve teri çamaşır suyundan geçirip tekrar kendi kasalarına kilitliyorlar.

2003 1 Mayıs’ında bir örgüt 1 Mayıs alanına sadece AKP’yi hedef alan pankart ve dövizlerle geldiğinde, herkes o örgütle dalga geçiyor. “Hükümete değil, devlete” o da yetmedi, “devlete değil emperyalizme”, o da yetmedi,” emperyalizme değil kapitalizme” karşı mücadele edilmesi gerektiğini söyleyip duruyorlar. Herkes teorisiyle bir sema, bir kat üste çıkıyor hemen. Kimsenin sömürü ve zulmün hüküm sürdüğü bu katla teması yok aslında. Kaçırılan, semaya, metafiziğe atılan nedir? Bugün “hükümet istifa” düzlemine nasıl gelinmiştir?

19 Aralık oluyor, devrimciler katlediliyor, deniliyor ki, “asıl operasyon dışarıya, tahkimat yapmak lâzım, düzen bizi tek tek hücrelere kapatacak.” İtiraz dil olup konuşuyor sürekli. Gardiyanlar iki kişilik hücrede bir devrimciye az, diğerine çok yemek veriyorlar. Hikmet Sami Türk, “devrimcilerin de insan ve birey olduklarını onlara hatırlatmak istiyoruz.” diyor. Tasfiyeyi buradan kuruyor. Şimdi bu cümleler, Gezi parklarında ânın manifestosu niyetine piyasaya sürülüyor. Bugün o insan ve bireyler, Fethullah’ın kolektif İslam ve devrimci Kürt hareketine düşman olan liberal siyasetinin peşinden gidiyorlar. Olta da zoka da burada aranmalı.

Beklenen sayfa, solun haberi olmaksızın, 2013 Mayıs’ında açılıyor. Hayal âlemi tehdit altında. Daha geriye kaçılıp hayal âlemi orada kuruluyor. Solun o saf, tertemiz, su sızdırmaz teori taşıyıcıları kendilerine gün doğduğunu düşünüyorlar. Ama ortalık toz duman. Bu ortamda koca koca örgütler geri çekiliyorlar ve ortalığı Facebook, Twitter ortamının sözde “örgüt”leri kaplıyor. Bu örgütler, bir ânda, derin bir şizofreniyle, o sanal âlemden kitleleri yönettiklerini, onlara bilinç aşıladıklarını ve kitle içinden devrimci hat açtıklarını düşünmeye başlıyorlar. O insanlar ve bireyler, kimlik siyasetine kapanıyorlar. Sanal âlemde dönen “e-politika” e-ticaret hâlinde arz-ı endam ediyor. Devrimci şiddet ve devrimcilik de bir kimlik olarak belirli bir reyona konuluyor. Kitlenin değil, bireyin yiğitliği ve cesaretine ikinci yenici nağmeler düzülüyor, o satılıyor. Zira sadece o bireye sesleniliyor. Kitle bireylere bölünüyor, birey kendi kârhanesinin kapısına kul ya da kuyruk ediliyor. Tasfiyenin işaretleri burada aranmalı…

Gezi pazarı tam da bu aşamada kuruluyor. Gezi yeli duruyor, başka bir moment geliyor, Fethullah saldırıya geçiyor, AKP direniyor, karşı saldırı gerçekleştiriyor, Gezi pazarının kendinden menkul özneleri bir ânda tekrar çıkıp kitleleri yönetebileceğini, devrimci hat açabileceğini düşünmeye başlıyorlar. Üstelik nesnellik öyle tiksinti verici bir şey ki, devrimci hat sadece kurulabiliyor, oluşmuyor. O başlatıyor, o bitiriyor, tam bir esnaf-zanaatkâr solculuğu!

Bu solculuk sadece kendisini tanıdığından, sadece kendi teorisini muhafaza ettiğinden, sürekli, daima, kesintisiz bir çatışma ânına işaret edebiliyor. Çatışmanın ne’liği üzerine bir tartışmaya asla izin vermiyor. Nesnellik tiksinti vermiyor aslında, nesnelliği bir tek o gördüğünden, nesnelliğe dönük teorik analiz imkânı kapı dışarı ediliyor, kendi teorisinin tali, geçici, kısmî ve parçalı olduğunun görülmesi istenmiyor. Böylelikle verili gerçek tam da düşman gibi koruma altına alınmış oluyor. İki kardeş birbirini pazarda buluyor, sarılıyorlar ve “kardeşlik zamanı” deyip bilboardlara poz veriyorlar. İslam’ın ne’liğini unutmuş olanla devrimciliğin, solculuğun ne’liğini unutmuş olan bir ânda kolkola giriyor. Şefkat Tepe’sinde çaylar yudumlanıyor, suyun başını Kollamak üzerine sohbetler ediliyor.

AKP’nin bir hamle olarak mustazaflara, kendi fukara tabanına oynadığı açık. Gezi pazarının liberal orta sınıf siyasetine râm ve kul olmuş bu solcular diyorlar ki, “o tabanın Allah belâsını versin.” Peki nesnel olarak AKP’cilik yapan kim? “Onun kitlesini devrimcileştirelim, bölelim” diyen mi, yoksa “o kitlenin AKP’nin varlığında kemikleşmesine hizmet edelim, kendimizi ona karşı kuralım” diyen mi? Taksi Şoförü filmindeki Robert de Niro gibi, aynanın karşısına geçip “ben devrimciyim, benden daha devrimci yok!” demek, devrimci politika veya Marksizm için ne ifade ediyor örneğin?

Bir yanıyla bu solculuk, kendi saf, steril, mutlak ve su sızdırmaz teorisinin uygulanması için pragmatik adımlara meylediyor, bunu siyaset yapmak zannediyor. Bu teori-özne, teoriyle kurulan özne, bugün yıldızının parladığını düşünüyor. Neden?

Nedeni şu: o teorinin kitlelerce anlaşılmasının önünde iki engel var. Biri Kürd hareketinin “yol açtığı” milliyetçilik, ikincisi din. Saflığının pazarlanması için bu iki ideolojinin sahadan çekilmesi gerekiyor. Bir ara bunların yanına ilişiyor, hatta içine giriyor, tasfiye ediyor, sonra o sırdaki ses emredince, geri yuvasına dönüyor. Artık AKP’nin yıpranması, düşmesi sayesinde ya da verili iktidar ve siyaset boşluğunda kendisine yol açılacağına dair bir umut besleniyor. Umut fakirin ekmeği!.. Özünde sol siyaset tam da efendilere gizli mesaj vererek, “Kürd’ü ve Müslüman’ı tasfiye etmek istersen, ben hep buradayım, bilesin.” diyor.

Tam da bu nedenle, lütufkâr, üstenci bir üslupla, Kürd hareketi Kürdistan sınırlarına hapsediliyor, buranın sokaklarından temizleniyor. En fazla, vurucu güç, sokak serserisi ya da şiddetin doğal ama zavallı bedeni olarak görülüyor. “Kürdler de barikatlarda iyi dövüşüyor canım!” deniliyor, ama o kadar. O Kürd’ün siyaset yapabileceği akla bile getirilmiyor, yapsa, o siyasete örtük ya da açık küfrediliyor. Hele ki bireyin iç sızısı olması gereken bir dinin toplumsal, politik meselelere el atması tahammül edilir bir şey değil. Bu solculuğa Marksizmden cephane taşımak nafile.

Kemalizm, özünde, Kürd ve Müslüman düşmanlığı demek. Sol, Gezi’yle birlikte o kadar uzak durmak istemesine, alanı neredeyse dürüp başka yere taşımaya niyetlenmesine rağmen, Kemalist ağa yakalanıyor. Öznelliğini o Gezi pazarında tam da Kürd ve Müslüman dışılık, hatta bunlara yönelik düşmanlık üzerinden kuruyor. AKP’nin gemisinin sallandığı ortamda kendi kayığına binenler olacağı düşüncesiyle, ona bulaşmış Kürd’ü ve Müslüman’ı ayıklamaya başlıyor.

Esasında bu, 2010’daki referandumun solda yarattığı psikolojinin bir devamı. Orada da yekpâre bir “yüzde kırk iki” gören solun gözleri kamaştı ve oraya doğru yelkenini şişirdi. Teorilerine dokundurtmayanlar, bir ânda Marksist olmadıklarını, Marksizmi salt referans noktası olarak gördüklerini söyler oldular. Gezi’nin tarihsel-toplumsal olarak ne söylediğine ilişkin tartışmalara bakıldığında, o yelkenin hangi rüzgârla şişirildiği apaçık görülüyor aslında... Siyaset ne satranç tahtasında yapılıyor ne de aritmetikle bir alâkası var.

Bugün eskinin Kürt’çüleri, Müslüman’cıları, ezilencileri, gemiye doğru kürek sallıyorlar. Bu hamlenin kendilerini güçlendireceklerini zannediyorlar. Somut düşmana işaret etmekle kendi soyutluklarından kurtulacakları vehmine kapılıyorlar. “İyi de biz niye soyutuz?” diye sorana rastlanmıyor. Bu yönelimin burjuva siyasetinin tam göbeğinde olduğu, teorik dogmatizm sebebiyle görülmüyor. “Bu pazarda bize de bir şeyler düşer elbet” umuduyla, küçük esnaf gibi avuçlar ovuşturuluyor. Buna “friksiyonist siyaset” demek pekâlâ mümkün.

Fethullah’ın artık “kültürel Atatürkçü” olduğu dillendiriliyor bugün. Kültürel Müslümanlarla kültürel Atatürkçüler orta sınıf solculuğunda buluşuyorlar. AKP’yle mücadelenin böylesi bir solculuğa muhtaç olduğunu düşünmek yanlış. En devrimcisi de, marksisti de bugün kültürel Atatürkçü! Atatürk, Müslüman’ın Peygamber’ine tercih ediliyor bir biçimde. “Sadece kendi kurduğumu ve kendi yıktığımı tanırım ben” diyen öznelci, bu hengâmede bir ânda yeni kurulumun parçası oluveriyor ama bunu bizzat kendi öznelliğinin yaptığına kendisini ve başkalarını inandırıyor.

Gezi pazarı bir kurgu olarak solun oluştuğu yer. Burada pak, saf ve steril olmak alıcı bulduğundan, sol Kürd’e ve Müslüman’a karşı olan yeminli bileşenlerini pazarda öne çıkartıyor. Kürd’ü ve Müslüman’ı bir süre sömürüp, kullanıp atacağını zannedenler de hemen tezgâh açma derdine düşüyorlar. Lenin ve bilcümle anarşizmler yan yana diziliyor. Marx-Engels’in ve Lenin’in ısrarla üzerinde durduğu, ara kademeleri, aşamaları gören, sabrı öne çıkartan uzun erimli politik mücadelesi yaşanan coşkuya ve panayır hâline feda ediliyor. Dolayısıyla mevcut dönem, politik mücadelenin uzun soluklu fedailerini kesinlikle doğurmuyor. Hele ki ilgili dönemi tarihsel-toplumsal bağlama oturtup buraya dair söz üretmeye çalışan dailerin kelleleri bir bir alınıyor.

Kadın, “Kılıçdaroğlu Tayyip’in g.tünün kılı” diyor, bu videoya ufak bir müdahale yapılıyor, sanal âlemde dolaştırılıyor. AKP tabanı kıl yumağı olarak takdim ediliyor. Orta sınıf solculuğu, bu kadın gibi olmadığına şükrediyor, gururu okşanıyor, okuduğu okulları, diplomasını anımsıyor, İspanyolca küfredebildiğini gösteriyor, kadın üzerinden liberalizmin pisliğine batmış bir kentli yaklaşım aklanıyor. Varsın birileri bu orta sınıf solculuğuyla “yüzde doksan dokuz” olduğunu düşünsün, o kadın kendisine edilen hakaretleri günbegün bileyliyor. Yıldızının artık parlayacağını düşünen sol için o kadın zaten konu dışı, önemsiz, değersiz, çöplük… Tıpkı Tayyip’in Roboskî’li gençleri gördüğü gibi.

Bu solun bir kesimine akıl hocalığı yapan Yalçın Küçük, tam da bu momentte, gemi azıya alıyor, Tayyip’in sara hastası olduğuna ilişkin tezini doğrulamak için küfrünü Hz. Muhammed’e yöneltiyor, o kadar avcılığını yaptığı Yahudiler gibi Peygamber’e “sara hastası” diyor. Küçük nezdinde sol, o kadına değil, Peygamber’ine de küfretmeyi maharet sayıyor. Bu, hapisten çıkış için gerekli görülüyor. “Bu İslam’dan eşitlik, özgürlük, adalet, sosyalizm, mücadele falan filan asla çıkmaz” demek, efendilerin bahşettiği bir görev olarak üstleniliyor.

Gezi pazarı Haziran Kıyamı’nın geride bıraktıklarının tezgâha yerleştirilmesiyle oluşturuldu. Komünistin, bu pazardan, panayırdan kısa günün kârını toparlayıp mahallesine dönen işportacıdan farklı bir tavrı olması gerek. Kürd’e ve Müslüman’a karşı kurulan pazar terk edilmeli, tezgâhlar parçalanmalı, bugün yaşanan yarılmada kendine uygun bireylerle değil, uygunsuz, ucu açık, kontrolsüz, öfkeli, çelişkili, öne çıkan kitlelerle buluşulmalıdır. “Cemaat’in yeni kuşağı” ile anlaşabilenlerle geçmişten gelen tüm teorik, ideolojik ve politik bağlar kesilmelidir. Bağ, şirketleşen devletle bağları gerilen kitlelerle, devletleşen şirketlere karşı birbirine bağlanan halkla kurulmalıdır.

Eren Balkır
28 Aralık 2013