08 Şubat 2011

, ,

Seyyid Kutub ve Müslüman Kardeşler


Hak ve batıl dünyada asla bir arada var olamaz. İslam, Allah’ın egemenliğinin dünyada tesis edilmesi gerekliliğini vazedip, beşeriyetin diğer varlıklara dönük ibadetinden onu azad ettiğinde, Allah’ın dünyadaki hükümranlığını gasp edenlerce itiraza maruz kalacaktır. Onlar, İslam ile asla barışmayacaklardır. O vakit İslam, onları yok ederek insanları iktidardan kurtaracaktır […] değişmeden kalacak hâl budur. Cihadın özgürleştirici mücadelesi, tüm dinin Allah’a ait olduğu vakte kadar sürecektir.”[1]

[Seyyid Kutub]


Günümüzde hüküm süren İslamî diriliş, Müslüman Kardeşler’in ortaya çıkışı ve gelişim sürecine ilişkin belli bir anlayış geliştirilmeksizin mümkün değildir. Müslüman Kardeşler’in felsefî gayeleri ve hedeflerinin anlaşılması çabası esnasında onun tecrübe ettiği evrim sürecinin takdire şayan olduğu görülecektir. İhvan, gayelerinin yöntemsel tatbiki (Menhec) noktasında birbirinden farklı gelişme aşamalarından geçer. Ancak (Seyyid Kutub’un şehadetine kadar geçen) ilk dönem boyunca İhvan’ın gayeleri ve hedefleri sabit kalmış, sosyo-politik koşullara dönük farklı uygulamalara gidilmiştir. Şehid Seyyid Kutub’un devrimci fikirleri, esasta, İmam Hasan Benna’dan farklı değildir. İkili, verili yönetim sisteminin yerine İslam devletinin geçirilmesi hususunda ortaklaşırken, sözkonusu ikamenin zamanı ve nasıl yapılacağı noktasında ayrışır.

İmam Hasan Benna [1906 -1949]

İslamî dirilişin kökleri 1928’de İmam Hasan Benna tarafından Cemiyet-ül İhvan-ı Müslimin’in kuruluşuna dek uzanır.[2] Mısır’daki seküler liberal ideolojilere karşı çıkma gayretinde olan İhvan’ın oluşumu, sosyopolitik koşullara yönelik genel tepkinin bir parçasıdır.[3] İmam Benna, İhvan’ın ideolojik temellerini bu bağlam dâhilinde atmıştır.

İmam Benna’nın külliyatı hakkında övgü ya da sövgü yollu yazılar yazan herkes, onun güçlü bir şahsiyete sahip olduğu hususunda ortaklaşır.[4] İsmailiye’de öğretmenlik yapan Benna, zamanla Mısır toplumunda İslam’ın yaşadığı çöküşe ve dağınıklığa odaklandı. İmam, emperyalist milletlerin Müslüman topraklarını genel anlamıyla sömürgeleştirme arzusunda olduğunun, hatta bu toprakların bir kısmının hâlihazırda sömürgeleştirildiğinin farkındaydı. O, verili çöküş koşullarının izlerini Emevi hilafetine kadar sürerek, hilafetin yabancı müdahalesine ve emperyalizme karşı kendisini muhafaza etme becerisini yanlış idare sonucu yitirdiği kanaatine ulaştı.[5]

Birinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye’de hilafetin lağvedilmesi, Müslüman dünyada psikolojik bir krize yol açmıştı. İslam dışı, sekülerist ve liberteryan eğilimler, Mısır’daki akademyayı etkisi altına aldılar. İmam Benna, bu noktada ilgili koşulların Mısırlıları “yozlaşmış bir din”i miras almaya ve onları dinlerini inkâr etmeye ittiği sonucuna ulaştı.[6] Dış güçlerin Müslüman topraklara yönelik gayretleri, İslamî imanın ahlâkî yapısına zıt olan yabancı fikirlerin ve kültürün takdim edilmesi ile sonuçlanıyordu. Taylor’ın da belirttiği üzere, “İmam Benna, yirminci yüzyıl Mısır’ı, emperyalistlerin lütufkârlığı eliyle onuru kırılmış ve kendi halkının refahına dönük her türden sorumluluk fikrini yitirmiş, batıcılığın büyüsüne kapılmış hâkim sınıflar yüzünden İslamî mirasını zamanla unutmaya yüz tutmuş bir toplum” olduğunu düşünüyordu.[7]

İmam Benna’ya göre, batı demokrasisinin ilkeleri övgüye değer olsa da, bireyciliğin[8] etkisi altında oluşu, onun meşru felsefesini çürütmüş, sınıf çatışmasına ve ailenin parçalanmasına yol açmıştı.

Nihayetinde batı demokrasisi, emperyalist milletlerin iktidarı gasp etmesi sürecine evrilmişti. “İmam Benna’ya göre, modern Avrupa’daki devrimci eğilimler Batı kültüründeki ahlâkî çöküşe ait bir gösterge”ydi.”[9]

Benna’nın temelde odaklandığı nokta, verili durumu ilerici olan İslamî nizam ile ikame etmek suretiyle Mısır’ın sorunlarını çözmekti.[10] Ona göre İslamî devlet, Mısır toplumunda baş gösteren sosyal ve ahlâkî çöküşün yegâne çözümüydü; o, Batı’nın her türden politik hâkimiyet biçimine son verecek tek başarılı seçenekti. Bu sayede Müslümanlar kendilerine saygı duyacaklar, sömürü ve yabancı güçlere teslimiyete karşı kendilerini koruyacaklardı.

İmam Benna Tarifiyle İhvan

İmam Benna’nın ruhanî uyanış çağrısı, esas olarak birey ve milleti etkileyecek olan İslamî temellere dayanır. İmam Benna’nın bireysel uyanıştan kastı, bireyin mükemmel olan İslamî ahlâkî yapıyı kendi hayatında ve ev içinde öğrenmesi, Allah’ın koyduğu yükümlülüklere uymasıdır. Milletin ruhanî uyanışı ile ilgili olarak İmam iki ana hedef koyar. İlk hedef, Mısır dâhil tüm Müslüman toprakların adaletsiz ve suçlu olan tüm yabancı idarelerden ve teslimiyetten kurtarılmasıdır.

Kurtuluş gerçekleştirildiği vakit hür İslâmî devlet, İslam’ın ilkeleri uyarınca yeniden tesis edilmelidir. İkinci hedef ise sosyal adaleti ve daha iyi bir sağlık hizmetini temin etmek, suç oranlarını düşürmek ve orduyu etkin hâle sokmaktır. İmam Benna’nın inancına göre, İhvan’ın hedeflerine ulaşmanın üç yolu mevcuttur: “yürekten bir iman, dikkatli bir örgütlenme ve çalışma.”[11] İmam Benna, arzulanan hedeflere nasıl ulaşılacağına ilişkin temelleri atar ve bir yandan da kardeşlerinden ilgili yöntemleri daha da derinleştirip uygulamalarını ister. Genel bir tartışmaya göre, İmam Benna’nın bilinçli bir tercihle, gelecekte İhvan’a rehberlik edecek liderlik hususuna cevap vermemiş olması yöntemsel bir meseledir ve ileride doğan liderlik boşluğu Şehid Seyyid Kutub ve diğerlerince doldurulmuştur.

İmam Benna, rakip Müslüman tarikatlar arasındaki ideolojik anlaşmazlıklara karşı ilgisizdir, zira onun esas derdi, tüm Müslümanları kendi davası etrafında toplamaktır. Bu sebeple İhvan’a ait külliyatı yayımlama aşamasında o, büyük ölçüde Kur’an ayetlerine ve altı Hadis kitabına (Sahih Sitte) başvurur. “İbn-i Hanbel, İbn-i Hazm, Navavi ve İslam tarihinin diğer isimlerinin fikriyatıyla ameline ait örneklikten istifade eder.”[12]

İmam Benna’ya göre İhvan, “Selefi bir hareket, kitabî bir yol, Sufi bir gerçeklik, politik bir yapı ve atletik bir grup, bilim ve kültür cemaati, iktisadî bir şirket ve sosyal bir fikirdir.”[13] Onun tespitine göre, “İslam kapsamlı bir sistemdir. […] İslam, içinde hükümet etmeyi de ihtiva eden bir dindir. […] Eğer size politik olduğunuz söylenirse bunu söyleyenlere İslam’ın böylesi bir ayrımı kabul etmediğini söyleyin. Devrimci olmakla suçlanacak olursanız, bunu söyleyenlere, ‘biz hakkın ve barışın sesiyiz’ deyin. […] Eğer bize karşı çıkarsanız ya da bizim mesajımızı ilettiğimiz yolu keserseniz, bilin ki Allah sizin adaletsizliğinize karşı kendimizi korumamıza izin veriyor. […]”[14]

İmam Benna, Raşid Rıza’nın Menar gazetesinin düzenli okuyucularındandı[15] ve Selefî düşünürlerin etkisi altındaydı, ancak onlardan farklı olarak, teorik tartışmayı bir kenara atıp fikirlerini pratikte tesis etmeye çalışan bir isimdi. Selefî düşünürler gibi İmam Benna da Müslüman dünyanın yüzleştiği sorunlara nasıl yaklaşılacağını tespit etmezden önce belirli adımların atılması gerektiğine inanıyordu. Selefî hareketin temel arzularından biri olan içtihad, aynı zamanda İmam Benna’nın da İslamî sosyo-politik sistemi destekleyeceğine inandığı araçlardan birisiydi. Tecdid (değişim) anlayışına dönük güçlü bir vurgu ile birlikte İmam, Mısır’ın ve küresel ölçekte tüm dünyanın sorunları ile yüzleşme ve onları çözme hususunda İslamî yolun elindeki yegâne yöntemin tecdid olduğu konusunda müritlerini bilinçlendirdi. İmam Benna’ya göre, bireyin maddî-manevi rahatı için gerekli anahtar, adil ve faziletli bir toplum inşa etmekti. Böylesi bir toplum otuzlu yıllarda, “Vehhabi hareketinin zirvede olduğu dönemden beri tanık olunan en güçlü İslamî örgütlenme” içinde uç veriyordu.[16]

Başlarda İmam Benna, müritlerini Mısır toplumunun İslamî niteliğine ilişkin tehlikelerle yüzleşmeleri konusunda uyarmaya çalıştı, ancak İhvan hareketi genişleyip ülkedeki muhalif fikirlerle çatışma içine girince hareket, militanlık ve politik eylemlilik çizgisine kaydı.[17]

Gizli Aygıt ve İmam Benna Suikastı

1942’de, İmam Benna, İhvan’ın Cihazü’s Sırri [“Gizli Aygıt”] olarak bilinen gizli paramiliter kanadını kurar. Örgütün amacı, İhvan üyelerini polisten korumak, politik hasımların eylemlerine ilişkin karşı istihbarat sağlamak ve nihayetinde de “Cihad’ı ve yeniden İslamîleşme sürecini başlatmaktı.[18]

“Cihad, Allah’ın her Müslüman’a emrettiği bir zorunluluktur, o ne inkâr edilebilir ne de geçiştirilebilir bir şeydir. […] Allah Cihad’a büyük bir önem atfetmiş, o yolda mücadele eden şehidlerini ve savaşçılarını muhteşem bir ödülle ödüllendirmiştir. […] İslam, Cihad meselesi ve dindar ya da sivil, her türden eski veya modern hayat sistemlerinden daha büyük bir güçle kendi haklı davasını korumak adına ümmetin tek bedende bütünleştirilmesi ile ilgilidir.”[19]

İhvan ile Mısır hükümeti arasında zuhur eden farklılıklar zamanla çatışmalara yol açtı. İkinci Dünya Savaşı, İngiliz-Mısır krizi ve Arap-İsrail çatışması, İhvan’ın Mısır hükümetinin politik hatalarını ifşa etme ve hükümetlerin “İslam karşıtı” konumlarını sorgulama imkânı verdi. İmam Benna, varolan rejimi ikame edecek bir İslamî hükümetin kurulması çağrısında bulundu, zira onun inancına göre, Mısırlı Müslümanların yüzleştikleri “aşağılayıcı” koşulları ortadan kaldıracak yegâne güç, İslamî bir rejimdi.

İmam Benna’nın taleplerinden rahatsızlık duyan başbakan Mahmud Fehmi Nuqraşi, 8 Aralık 1948’de İhvan’ı dağıttı ve liderlerini tutukladı.[20] Bu gelişme, İhvan üyelerini öfkelendirdi; iddialara göre, Nuqraşi’nin 1949’da uğradığı suikasta bu öfke yol açmıştı.[21] Bir ay sonra başbakan suikastına Hasan Benna’nın 12 Şubat 1949’da, Kahire’de gün ortasında katledilmesi ile cevap verildi.[22] Allah, onu davası uğruna dövüşüp toprağa düşen bir Şehid’i olarak kabul eylesin.

1952 Devrimi

Kimi yazarların ortak iddiasına göre, politik ve sosyal reform arzusu dâhilinde, yeni liderleri öncülüğünde İhvan, hükümeti devirmeyi planlayan General Muhammed Necib ve Yarbay Cemal Abdünnasır komutasındaki Hür Subaylar’la temas kurdu. Bazı iddialara göre ise İhvan, başarıya ulaşan darbeye katkı sundu ve bizzat içinde yer aldı[23], ancak tarihsel planda askerî cunta, “İhvan’ın ve lider kadrosunun iştiraki olmaksızın başarıya ulaşmıştı.”[24]

Oysa İhvan’a göre, 23 Temmuz 1952’de[25] Devrimci Komuta Konseyi (DKK) eliyle gerçekleşen devrim İslamî, bir devletten çok seküler bir devlete meyyaldi.[26] 26 Temmuz’da, devrimden üç gün sonra, İhvan’ın atanmış lideri Hudeybi, kamuoyuna DKK’nin Mısır’ın esas temeli olarak İslam’ı seçmesi gerektiğini ilân etti. Bu konuşma ardından İhvan, İslamî devlet talebiyle, askerî cunta içindeki politik tartışmalara katıldı. Dolayısıyla, Hudeybi liderliği altında yönetilirken bile İhvan, şeriata dayalı bir hükümetin tesisi arzusunu dillendirmeyi sürdürdü ve bu arzu edilen hedefe doğru atılan adımları engelleyen seküler her türden rejimi eleştiriye tabi tuttu.

19 Temmuz 1954’te DKK, Büyük Britanya ile, Britanya’nın ticarî çıkarları için Mısır’ın işbirliğine gitmesi karşılığında, Süveyş Kanalı hususunda geri adım atılmasını öngören bir anlaşma imzaladı. İhvan, anlaşmaya itiraz etti ve anlaşmayı İslam’a yapılmış bir “ihanet” addetti. Nasır’a yönelik “tertipli” bir suikast girişimi sonrası Nasır, İhvan liderlerini ve dört bin üyesini tutuklattı, bunların önemli bir bölümü müebbet hapse mahkûm oldu.[27] Bu etmenler, İhvan içinde ciddî bir psikolojik krize yol açtı ve bir anlamda İhvan, “Müslüman” bir hükümetin İslamî davayı nasıl aşağılayabileceği sorusuna cevap bulma noktasında hayrete düştüğü bir ideolojik boşlukta buldu kendisini. Bu bağlam dâhilinde Şehid Seyyid Kutub’un ilgili devletlerin gerisin geri cahiliye dönemine döndükleri ve dolayısıyla bunların İslam dininden döndüklerine ilişkin tespiti ile sözkonusu “ideolojik boşluğu” doldurması gayet doğaldı.

Şehid Seyyid Kutub [1906-1966]

Günümüz İslam fikriyatını etkileme hususunda Seyyid Kutub’a yaklaşma imkânına çok az sayıda Müslüman düşünür sahip olabilmiştir. 1964’te Kahire’de idam edilmesinden beri onun vefatı, “İmam Benna’nın bir parçası” hâline gelme ve bugün itibariyle “onun rolü ve mevcudiyetine karşıt yönde etki etme” olarak özetlenebilecek iki ayrı sürecin mükemmel bir resmini verir. [Kepel, G., The Prophet and Pharaoh: Muslim Extremism in Egypt, s. 36.]

“Devrimci hareketin amacı, dünyayı değiştirmek ve hürriyet, kardeşlik ve herkes için adalet temelinde yeni bir ahlâkî nizam tesis etmektir.”[28]

Kutub’un yazıları, Sünni ve Şii gelenek içindeki dirilişçi gruplar da dâhil, tüm Müslüman dünya genelindeki birçok İslamî harekete ilham verir; İran’da Şah’ı deviren devrimci gençler, Amerikan toplumunu dönüştürmek isteyen Amerikan Müslüman Misyonu içindeki Siyah Müslümanlar ve Suriye’de devrim denemesi yapan İhvan üyeleri bu hareketlerden birkaçıdır. Tüm bu kesimler, Seyyid Kutub’un açık edebî üslubunun ürünü olan “evanjelik” yazılarından, yazılardaki didaktik ve vaizlere has tarzın cazibesinden etkilenmişlerdir.[29]

Seyyid Kutub, 1906’da Yukarı Mısır’daki Asyut şehrine bağlı Muşa köyünde dünyaya geldi.[30] 1925-1948 arası dönemde Kutub’un ana entelektüel faaliyeti, edebiyat eleştirisi, şiir ve politik, sosyal ve ahlâki konular üzerine makalelerle ilgiliydi. 1948’de Fikrü’l-Cedid [“Yeni Fikir”] gazetesini çıkarttı. Bu ilk dönemde yazıları yüzünden başı derde girdi, aynı yılın Mart ayında hükümet gazeteyi kapattı ve Kutub’un tutuklanması emrini verdi. Ancak hükümetteki kimi isimler, araya girip onun ABD’de belirsiz bir süre eğitim görmesini sağladılar.[31]

ABD’de yaşadığı dönemde elde ettiği tecrübeler, onun seküler, materyalist ve bireyci batı kapitalizminin bir ürünü olan bu toplumdaki ahlâkî ve sosyal çöküşü görmesini sağladı. Seyyid Kutub, Müslümanların sorunlarına ilişkin temel çözümün batıda bulunamayacağı, çözümün yalnızca İslam’da olduğu ve eğer Müslümanlar rehberlik konusunda başka kaynaklara yönelecek olurlarsa, ilgili sorunların fasit bir daire içinde mevcudiyetini sürdüreceği sonucuna ulaştı.

Mart 1953’te Kutub, Hudeybi liderliğindeki İhvan’a katıldı. Zaman içinde Rehberlik Konseyi’ne getirildi ve Kasım 1954’te hapse atılmasına kadar Hudeybi ile birlikte sıkı bir çalışma içine girdi. Hudeybi 1961’de serbest kalmasına rağmen Kutub, ömrünün sonuna dek hapiste kaldı. Hapishanede en verimli ve en önemli çalışması olan Ma’alim fi’l Tariq [“Yoldaki İşaretler”] isimli kitabını kaleme aldı.

Yoldaki İşaretler

Yoldaki İşaretler ilk basıldığında Mısır’da önemli bir ilgiyle karşılandı, okurla buluştuğu günü takip eden ilk birkaç ay içinde birkaç basımı yapıldı. İddialara göre Nasır, kitabı çıkar çıkmaz okudu ve dağıtımına izin verdi, el-Ezher çevresi ise kitabın popülaritesinden ürkerek bu karara itiraz etti.[32]

Kitabın ana başlıklarından biri, müminlerin her daim, tarihsel planda, cahiliye tehdidi ile yüzleşmeleri ile ilgiliydi. Kutub’a göre, müminler cahiliye ile cihada ait kimi araçlarla mücadele etmişlerdi.[33] Ancak geleneksel İslamî düşüncede “cahiliye” terimi, genellikle Hz. Muhammed’in peygamberliğini önceleyen “cehalet dönemi” olarak kabul görüyordu. İlk olarak Mevlana Mevdudi’nin[34] ortaya koyduğu terimi incelerken Kutub, ilgili kavramı birçok İslamî diriliş hareketi için imana dair bir köşe taşı, bir yol işareti olarak tespit etti.

“Biz […] bugün itibarıyla, İslam’ın ilk döneminde hüküm süren cahiliye ile aynı doğaya sahip, görece ondan daha derinlemesine işleyen bir cahiliye ile kuşatılmış durumdayız. Tüm çevremiz, halkın inanışları ve fikirleri, alışkanlıkları, sanatı ve hukuk cahiliyedir, İslamî kültür, İslamî kaynaklar, İslamî felsefe ve İslamî düşünce olarak kabul ettiklerimiz bile cahiliyenin imal ettiği şeylerdir.”[35]

Kutub tespitini şu cümlelerle sonuçlandırmaktaydı:

“Biz […] cahiliye toplumunun, kavramlarının, geleneklerinin ve liderliğinin pençelerinden kendimizi kurtarmalıyız. Görevimiz, cahiliye toplumunun pratikleri ile uzlaşmak ya da ona sadakatle bağlanmak değildir. […] Amacımız, ilkin kendimizi değiştirmek, böylelikle ardından da toplumu değiştirmektir.”[36]

Öte yandan Seyyid Kutub, İmam Benna gibi, cihadın Yüce Allah’ın Kur’an’da emrettiği İslam’ın esas niteliği olduğuna inanıyordu. Dolayısıyla cihad, kimse tarafından, hiçbir biçimde karartılmamalıydı. Kutub, cihadı yalnızca savunma amaçlı olduğunu söyleyen yenilikçilere saldırdı ve onları verili âdil olmayan hâkim politik sistemleri ortadan kaldırmaya izin veren İslam’ı böylesi bir eylem için gerekli meşru araçlardan mahrum bırakmaya çalışan “ruhanî ve zihnî mağlubiyetçiler” olarak yaftaladı.[37]

Seyyid Kutub, statükonun değiştirilmesi için gerekli bir araç olarak cihad silâhının kullanılması fikrini şiddetle savunuyordu. Ona göre, bir hareketin muhtaç olduğu şey, “istibdadı köklerinden söküp atmak ve beşeriyeti hürriyetle tanıştırmaktır. […] İslamî cihad, dünyadaki her insanın tam hürriyetini güvence altına alınması, bu amaçla, insanları başkalarına kul olmak yerine Allah’a kulluk etmelerinin sağlanması için gereklidir.”[38] Bu yöntem ona göre, Mısır dâhil, tüm “Müslüman devletler”e tatbik edilmelidir, zira “tüm mevcut sözde Müslüman toplumlar da cahiliye toplumlarıdırlar.”[39]

Bir Delil Olarak Hâkimler Değil Vaizler

Birçok akademisyenin Seyyid Kutub’un İhvan’ı “yoldan çıkardığı”na inanmasını sağlayan temel referans noktalarından birisi, Hudeybi imzalı Duat ve Laysa Quda [“Hâkimler Değil Vaizler”] isimli kitaptır. Shepherd’a göre, Hudeybi’nin kitabı İhvan lideri ile Seyyid Kutub arasındaki farklılıkları ifşa etmektedir. “Kitap, “İslamî kavramlar bağlamında Nasır devletini analiz eden Kutub’taki teorik araçların arka planına karşı kaleme alınmıştır.”[40] Seyyid Kutub’un cahiliye ile ilgili fikriyatını dolaylı olarak eleştiren kitap, İslamî hükümet sisteminin tesis edilmesi hususunda Kutub’un tercih ettiği yöntemi ele alır. Genel anlamda kitap, İhvan liderliğinin Seyyid Kutub tarafından “yoldan çıkarılıp çıkarılmadığına” ilişkin tartışmaya dair önemli bir metindir.

Ancak gene de “gerisinde nadiren bir kitap bırakan ya da düşünsel izlerini kâğıda seyrek döken”[41] bir isim olarak Hudeybi’nin Seyyid Kutub’u kötüleyici bir çalışma kaleme almayı istemesi garip bir durumdur. Öte yandan, okurda Hudeybi’nin Kutub’un analitik felsefesini yanlışladığı fikrini uyandıran kitabın güvenilirliğine ilişkin kimi soru işaretleri mevcuttur. Eğer Hudeybi, temelde Kutub’la aynı fikirde değilse, Zeynep Gazali’nin de belirttiği üzere, o hâlde Yoldaki İşaretler’in basımına neden onay vermiştir? Hatıratında Gazali’nin ifşa ettiği biçimiyle, “Mürşidül Âlâ (Hudeybi) kitabı okur ve basımına onay verir. […] Hudeybi, bana ‘bu kitap (Yoldaki İşaretler) benim Seyyid Kutub’a dönük tüm umudumu artırdı, Allah onu korusun. […] Kitabı iki kez okudum.’ demiştir.”[42] Kepel’e göre de hem Hudeybi hem de Kutub, o dönem Mısır’da hüküm süren sosyopolitik sistemi “İslamî bir nizamın tesisi yolunda değiştirilmesi gereken bir cahiliye sistemi olarak tarif eder.”[43]

Ayrıca yakın zamanda ortaya çıkan kimi deliller ışığında, kitabın gerçek yazarının esasında el-Ezher ulemasından bir grup olduğu iddia edilmektedir. İddialara göre bu grup, Mısır hükümetine bağlı İçişleri Bakanlığı Güvenlik Birimi’ne bağlı bir başka grupla bağlantılı olarak kaleme almıştır.[44]

Dolayısıyla, yazarın doğruluğunu şüphede bırakan bu iki nedenden ötürü, Hâkimler Değil Vaizler kitabından yapılan alıntılar, Seyyid Kutub ile Hudeybi arasında konum itibariyle belli bir yarığın olduğuna dair bir kanıt olarak takdim edilmeden önce, dikkatle okunmayı hak etmektedir.

Sonuç

Seyyid Kutub’a göre Yüce Allah, İslam’ı tüm beşeriyete vahiy eylemiş, beşeriyet bu sayede “insanın insana kulluğu”ndan kurtulma imkânı bulmuştur. Beşeriyetin bu kavgası sayısız istibdada, zulme ve çilelere maruz kalmıştır.[45] Çağdaş sosyopolitik etmenlerle beslenen İslam tarihinin ışığında müminler, kendi sorunlarını ancak devrimci İslamî diriliş, yani şeriatın tesisi aracılığıyla oluşacak ve onunla başarı şansı bulacak bir İslamî ideoloji oluşturmak suretiyle kendi sorunlarını çözebileceklerdir.

Dolayısıyla, bu tespitler ışığında, Seyyid Kutub’un İmam Benna’nın fikirlerini geliştirdiği ancak “İhvan’ın ideolojisine görece daha belirgin bir militanlık aşıladığı”[46] sonucuna ulaşmak mümkündür.

Mevlana Mevdudi ve İmam Benna gibi Şehid Seyyid Kutub da verili Müslüman toplumundaki sosyopolitik etmenlerin tümüyle İslamî hayatın yenilenmesine dair bir çağrıyı işaretlediğine inanır. Bugünün dünyasında İslam’ın başarıya ulaşabilmesi için dinî inançta bir rönesansa ya da dirilişe, bunu takiben de İslamî çerçeveye uygun yeni bir yasamaya ihtiyaç vardır. Bu fikirler, her şeyi kuşatan ruhanî uyanış (es-sahva) teklifi ışığında, İmam Benna’nın fikirlerinin doğal süreç içindeki ilerlemesine tekabül ederler.

Seyyid Kutub, yazın hayatı süresince çeşitli safhalardan geçer: sistematik olarak radikalleştiği bir safhayı müteakip liberal sekülerizme inanmış, onun verili nizamları ikame edebilecek devrimci bir teklif olarak İslam’ın müdafaası düzleminde, Müslümanların tüm sorunlarına cevap olacağını düşünmüştür. Bu sebeple Seyyid Kutub’un bir yazar olarak sahip olduğu ün, belirli bir evrim sürecinin etkisi altındadır ve bu süreç, onun çağdaş İslamî diriliş öğretisinin fıtri babası kılmıştır.

Ancak Kutub sonrası döneme miras kalan dogma, İhvan içinde belirgin bir kopuşa yol açmış, Seyyid Kutub yanlıları muhafazakâr İhvan üyelerinden kendilerini ayırmışlardır. Bu ayrışma, Yoldaki İşaretler’i anayasa olarak kabul eden Cemiyetü’l İslamiye gibi grupların oluşmasını koşullamıştır.

Kutub’un İhvan’ı “yoldan çıkarttığı”na ilişkin yegâne delil, Hâkimler Değil Vaizler kitabıdır. Kitabın yazarı hususunda kimi soru işaretlerinin mevcut olması sebebiyle ilgili kitabın belli bir dikkatle okunması gerekmektedir. Ancak gene de Seyyid Kutub’ın İhvan’ı “yoldan çıkartıp çıkartmadığı”na ilişkin soruya cevap verirken her iki kesimin felsefî amaçlarına yönelik derinlikli bir incelemenin yapılması zorunludur. İmam Benna, Hudeybi ve Seyyid Kutub, idarî sistemin İslamî ilkelere aykırı olduğu ve Müslüman toplumlardaki verili sorunların ancak İslam devleti aracılığıyla giderilebileceği hususunda ortaklaşırlar. Hem İmam Benna hem de Kutub, tüm mevcut sistemleri ortadan kaldıracak İslamî nizamın tesisi için cihadın kaçınılmaz olduğu kanaatindedir. Her iki isim de farklı dönemsel bağlamlar dâhilinde yazılarını kaleme almış, İhvan’a ait yöntemsel ilkelerin doğru zamanda uygulanması noktasında ayrışsalar da her ikisi de bu ilkelere başvurmayı sürdürmüştür. Ancak ana hedef ve amaçlar merkezde aslı itibariyle muhafaza edilmekle birlikte Seyyid Kutub, sadece bunların tatbiki konusunda kimi geliştirici müdahalelerde bulunmuştur.

A. B. Mehri

[Kaynak: “Essay B: “Is There Any Evidence the Muslim Brotherhood Was, to All Intents and Purposes, Hijacked by Sayyid Qutb”, Sayyid Qutb, Milestones içinde, Maktabah, 2006, s. 186-194.]

Dipnotlar:
[1] Seyyid Kutub, Ma’alim fi-Tareeq: Milestones, s. 93.

[2] Husaini, I. M., The Moslem Brethren, s. 1.

[3] Munson, H., Islam and Revolution in the Middle East, s. 8.

[4] Husaini, I. M., The Moslem Brethren, s. 25.

[5] Mitchell, R. D., The Society of Muslim Brothers, s. 7.

[6] Mitchell, R. D., a.g.e., s. 4.

[7] Taylor, A. R., The Islamic Question in the Middle East Politics, s. 55.

[8] Mitchell, R. D., The Society of Muslim Brothers, s. 224-226.

[9] Taylor, A. R., The Islamic Question in the Middle East Politics, s. 55.

[10] Mitchell, R. D., The Society of Muslim Brothers, s. 234.

[11] Mousalli, A. S., Islamic Fundamentalism: Myths and Realities, s. 324.

[12] Dekmejian, R. H., Islam in Revolution : Fundamentalism in the Arab World, s. 78.

[13] Karpet, K. H., Political and Social Thought in Contemporary Middle East, s. 96.

[14] Mitchell, R. D., The Society of Muslim Brothers, s. 30.

[15] Hiro, D., Islamic Fundamentalism, s. 60.

[16] Karpet, K.H., Political and Social Thought in Contemporary Middle East, s. 95.

[17] Enayat, H., Modern Islamic Political Thought, s. 84.

[18] Taylor, A. R., The Islamic Question in the Middle East Politics, s. 61.

[19] Imam al-Banna, H., A Treatise on Jihad, s. 1.

[20] Khadduri, M., Political Trends in the Arab World: The Role of Ideas and Ideals in Politics, s. 84.

[21] Rubin, B., Islamic Fundamentalism in Egyptian Politics, s. 11.

[22] Shadid, A., Legacy of the Prophet: Despots, Democrats, and the New Politics of Islam, s. 55. Yazarın kanaatine göre, kendisini Mısır toplumunda esaslı bir politik iktidar odağı olarak inşa edip serpilen İhvan İmam Benna’nın suikast sonucu katledilmesi ardından ruhunu yitirmiştir ve cemaat, günümüz itibariyle, “kendi rolü ve mevcudiyetini kendi hilâfına” biçimlendirmektedir. [Kepel, G., The Prophet and Pharaoh: Muslim Extremism in Egypt, s. 36.]

[23] Rubin, B., Islamic Fundamentalism in Egyptian Politics, s. 11.

[24] Dekmejian, R. H., Islam in Revolution : Fundamentalism in the Arab World, s. 83.

[25] Husaini, I. M., The Moslem Brethren, s. 130.

[26] Derkmejian, R. H., Egypt under Nasir, s. 25.

[27] Derkmejian, R. H., a.g.e., s. 27.

[28] Haddad, Y. Y., Sayyid Qutb: Ideologue of the Islamic Revival, s. 67.

[29] Haddad, Y. Y., a.g.e., s. 68.

[30] Shepard, W. E., Sayyid Qutb and Islamic Activism, s. 1. Kutub köy kökenlidir ve önde gelen, mütedeyyin ailelerden birine mensuptur. Hacı Kutub İbrahim, kendi toplumunda herkesin tanıdığı, sevilen, faal bir dindar insandır. (Moussalli, A. S., Radical Islamic Fundamentalism: The Ideological and Political Discourse of Sayyid Qutb, s. 10.) Kutub, on yaşında Kur’an’ı hıfzeder, sonrasında modern bir okula kaydolur. 1934’te mezun olan Kutub, Eğitim Bakanlığı’nda çalışmaya başlar.

[31] Mitchell, R., Society of Muslim Brothers, s. 124-25.

[32] Khatab, S., al-Hudaybi’s Influence on the Development of Islamist Movements in Egypt, s. 468.

[33] Haddad, Y. Y., Sayyid Qutb: Ideologue of the Islamic Revival, s. 83-87.

[34] Bkz.: Mawdudi, A. A., A Short History of the Revivalist Movement in Islam.

[35] Qutb, S., Milestones, s. 20.

[36] Qutb, S., a.g.e., s. 21.

[37] Qutb, S., Fee Zilaal e Qur’an, Under the Shade of the Qur’an, Cilt: 9, s. 144.

[38] A.g.e., s. 81.

[39] A.g.e., s. 82.

[40] Khatab, S., al-Hudaybi’s Influence on the Development of Islamist Movements in Egypt, s. 468.

[41] A.g.e., s. 468.

[42] al-Ghazali, Z., The Return of Pharaoh, s. 45.

[43] Ramadan, Fundamentalist Influence in Egypt, s. 154.

[44] Khatab, S., al-Hudaybi’s Influence on the Development of Islamist Movements in Egypt, s. 467.

[45] Qutb, S., Milestones, s. 46.

[46] Taylor, A. R., The Islamic Question in the Middle East Politics, s. 57.

28 Ocak 2011

,

Firavun Düzenine Karşı Kıyam


On binlerce Mısırlı caddelerde toplaşıyor ve ABD müttefiki Başkan Hüsnü Mübarek’in ülkeyi terk etmesi talebini haykırıyor. Bu yaşananlar, 85 milyonluk ülkenin otuz yıldır hüküm süren Mübarek rejimine karşı en büyük protesto eylemi. Her ne kadar Beyaz Saray, Mübarek rejimini “istikrarlı” bulsa da, ülke genelinde 28 Ocak Cuma günü protesto eylemlerinin daha da yoğunlaşması bekleniyor.

Mısırlı muhalif güçlere gerekli ilhamı, 14 Ocak’ta kendi diktatörleri Zeynel Abidin Bin Ali’yi ülkeden kaçıp Suudi Arabistan’a sığınmaya mecbur eden Tunus veriyor. Tunus’taki ayaklanma, sadece ülkedeki yöneticileri değil, ayrıca onların Paris ve Washington’daki emperyalist efendilerini de epey şaşkına çevirmiş görünüyor.

Kuzey Afrika’nın en küçük ülkesi Tunus’un dünya genelinde oynadığı rol aslında çok sınırlıydı. Oysa Mısır rejimi, ABD’nin Arap dünyasında sürdürdüğü dış siyasetin ana unsuru. Bölgedeki ABD diplomasisi ve İsrail destekçileri de Mısır’ın gösterdiği rızaya ve işbirlikçi siyasetine güveniyorlar. Dolayısıyla Mübarek rejiminin kitlesel bir ayaklanma ile yıkılması, emperyalizmin ve İsrail’in tüm bölgedeki siyaseti üzerinde muazzam bir etki yaratacak güçte.

Mısır’da Kerima, 6 Nisan Hareketi, Millî Değişim Birliği, Değişim için Halkın Demokratik Hareketi, Adalet ve Hürriyet için Gençlik Hareketi ve Devrimci Sosyalistler’den müteşekkil muhalif gruplar koalisyonu, 25 Ocak’ta ülke genelinde Mübarek rejimi karşıtı eylem çağrısı yaptı. Rejim, aynı günü “Hukuk Günü” olarak kutlarken, muhalefet bu güne “Öfke Günü” adını verdi.

Mısır’da genelde birkaç yüz kişinin bu sayının iki katı olan polis gücünün uyguladığı şiddete cesurca direndiği hükümet karşıtı protestolara tanık oluyordu bugüne kadar. Ancak bu sefer 25 Ocak’ta Kahire’de on binler, İskenderiye ve Süveyş gibi kentler de ise binlerce kişi biraraya geldi.

Bir sonraki gün kitle, mücadelesini sürdürdü. Talepleri Mübarek’in ülkeyi terk etmesi, halefi gözüyle bakılan oğlu Cemal Mübarek’in siyasetten elini çekmesi ve ülkede hürriyete, adalete ve demokrasiye dayanan bir rejimin tesis edilmesi yönünde.

Mısır’da beş on bin arası sayıda politik tutsak var. Bağımsız avukatların bildirdiklerine göre, rejim 26 Ocak’a kadar bin iki yüz kişiyi daha tutukladı.

Eylemlere tanıklık edenlerin aktarımlarına göre, eylemciler tazyikli su araçları, göz yaşartıcı bombalar ve polis copları ile durdurulmak isteniyorlar. İngiliz Guardian gazetesinin Kahire muhabiri Jack Shenker’ın tespiti ile insanlar dayak yiyor, kötü muamele görüyor, kimileri öldü diye çöle götürülüp atılıyor.

Ocak 27’de polis göstericilere gerçek mermilerle ateş açmaya başladı. Sina Yarımadası’ndaki Şeyh Süveyced kasabasında bir Bedevi öldürüldü. Cani bir sistemin sırtını yasladığı korkunun perdesini yırtan halk ise mevzilere daha da güçlenerek dönüyor.

Süveyş şehrinde aynı günün sabahında göstericiler karakolu ateşe verdiler. Yükselen politik taleplere ek olarak her yerden gelen aileler üç gündür mahpus olan yakınlarının serbest bırakılması talebinde bulundular.

Resmî kaynaklara göre gösterilerde altı kişi öldü, bunların ikisi polis. Yüzlercesi ise yaralı.

Washington her yıl Mısır’a 2 milyar dolar yardım yapıyor, bunların önemli bir bölümü orduya gidiyor. ABD’nin Irak’a yönelik ilk 1991 saldırısında ve işgal sürecinde Mısır’ın desteğini gördüğü herkesin malumu. İsrail dört yıldır abluka altında tuttuğu Gazze’nin güney sınırını Mısır polisine teslim etmiş durumda.

Washington onlarca yıldır Mübarek rejimini destekliyor. Bugün ABD, ya rejimin sonuna dek arkasında duracak ya da emperyalist desteğe bağımlı, temelde aynı politikaları sürdüreceği kesin, yeni bir hükümete geçiş için gerekli düzenlemeleri yapacak. Bu ise Mısır’da emperyalizme ve ABD dış siyasetine taraftar, neoliberal ekonomi politikalarının müdafisi “yeni” bir rejim demek.

Yaşananlar, 1986’da Filipinler’de ve Haiti’de, ayrıca doksanlarda Zaire ve Endonezya’da olanları hatırlatıyor: ABD emperyalizminin her iki seçeneğe de yönelmesi mümkün. Bahsi geçen ülkelerde ABD, hem savunulması imkân verdiği yere kadar diktatörleri destekledi hem de geçiş sürecinin düzenlenmesi için muhalefete yol açtı. Eğer Muhammed Baradey’in muhalefeti Mübarek’in yerini alacak olursa muhtemelen bu, Washington’un benimseyeceği bir değişim olacak.

Barack Obama ve Hillary Rodham Clinton, Mısır’da politik reformların yapılmasını istiyor, ancak bir yandan da hem hükümetten hem de göstericilerden şiddetten uzak durmalarını talep ediyor. Oysa şiddet tekeli bugün itibarıyla hükümetin elinde. Tüm cephaneliği de ABD’den geliyor. Ama günlük iki doların altında bir gelirle geçinmeye çalışan milyonlarca Mısırlı politik muhalefetle birleşecek olursa, rejimin kurtulması noktasında, söz konusu silâhların kâfi gelmeyeceği de ortada.

John Catalinotto
27 Ocak 2011
Kaynak

16 Ocak 2011

,

Tunus’u Sarsan İsyan


17 Aralık’ta Sidi Buzid’de, polis, Muhammed Buazizi’nin meyve-sebze satış kartına, izinsiz olması sebebiyle el koydu. İşsiz bir üniversite mezunu olan Buazizi olay ardından, üzerine benzin döküp kendisini ateşe verdi. İki hafta sonra ise hastanede vefat etti.

Muhammed’in katli, Tunus genelinde haftalarca yoğunlaşarak süren kapsamlı bir ayaklanmanın fitilini ateşledi. Protestolar, grevler ve çatışmalar, uzun süredir ABD desteğinde iktidarda bulunan Başkan Zeynel Abidin Bin Ali’nin koltuğunu salladı.

Kitlesel hareket bugün itibariyle işsizler için iş, enflasyona karşı yiyecek fiyatlarında indirim ve en önemlisi başkanın büyük bir nefretin kaynağı olan yirmi üç yıllık iktidarının sona ermesini talep ediyor.

1980’lerin başlarında bir önceki diktatör, Cumhurbaşkanı Habib Burgiba, ülke ekonomisini IMF’nin ekonomik politikalarına açtı. Bunun sonucunda yiyecek kıtlığı Ocak 1984’te kitlesel gösterilere yol açtı. Hükümet hareketi sokağa çıkma yasağı, tutuklamalar ve polis şiddeti ile dağıttı. Tüm politik muhalifler ezildi.

Tunus dinarı 1994’ten beri yirmi kat değer kaybetti. Bu, ülkeyi yabancı yatırımcılar için ucuz emek cenneti hâline getirdi. Ancak ilgili gelişme, işçilerin hayatını dayanılmaz bir duruma soktu. Bugün itibariyle ülkedeki yatırımların yüzde sekseni yabancıların elinde.

Ucuz emeğin daha fazla iş demek olduğunu söyleyen fikre karşın, Tunus’taki işsiz üniversiteli oranı erkeklerde yüzde yirmi beş, kadınlarda ise kırk dört. Ülkenin toplam işsizlik oranı ise yüzde yirmi beş.

Tunus, batı tarafından her daim en “efendi” üçüncü dünya ülkesi olarak görülmüş. Bir Ortadoğu gazetesinin (Gulf News, 1 Ocak) manşetine göre; “Bugün Tunus’un tanık olduğu toplumsal ve politik huzursuzluğa yatkın bir ülke olduğunu hiç kimse düşünmemişti.”

Demek ki direniş bize önemli bir ders veriyor: halkın kendi hayatına yönelik saldırıları artık daha fazla içine sindiremediği belli bir kırılma noktası her daim mevcuttur.

Buazizi’nin katli sonrası, Sidi Buzid, Kassarin, Thalah, Sfax ve Requab gibi taşra şehirlerinde kendiliğinden baş gösteren protestolar başkent Tunus’a sıçradı.

İşsizlerin, öğrencilerin, işçilerin ve meslek sahiplerinin iştirak ettiği direniş günbegün Tunus’u ele geçirdi. Protestocular, her çatışmada gaz bombalarına, kurşunlara maruz kaldılar ve polis tarafından tartaklandılar. Halkın toplumsal değişime yönelik korku nedir bilmeyen kararlılığı baskıya boyun eğmeden giderek arttı.

Sadece yoksullar değil rejimle çatışan. Ülke genelinde avukatların düzenlediği bir dizi protesto sonrası polis “şiddetli bir saldırı” gerçekleştirdi ve ünlü bir Tunuslu avukat olan Abdurrahman Ayedi’yi tutuklayıp ona işkence etti. Buna cevap olarak, 6 Ocak’ta sekiz bin avukatın yüzde doksan beşi ülke genelinde greve gitti.

Direnişi internet üzerinden örgütleyen kesimler de hedef alındı. Twitter ve Facebook gibi ortamlarda birçok sayfa çökertildi, Selim Amamu ve Aziz Amemi isimli iki genç tutuklandı.

Geçen hafta sonu baskılar giderek yoğunlaştı, saldırılarda polis gerçek mermi kullandı. Tunus İşçi Sendikası’nın bildirdiğine göre, çatışmalarda yaralananların sayısı, 10 Ocak Pazartesi tarihi itibariyle, elliyi aştı.

11 Ocak’ta, Tunus şehrindeki bir kenar mahalle olan Tadamon’da kalabalıklar polise taş attı ve lastik yaktı. Kitle, “Allah’tan başka kimseden korkmuyoruz!” diye bağırarak yolları işgal etti. Bu esnada polis göz yaşartıcı bomba ve mermi yağdırdı halkın üzerine.

Öğrencilerin eylemlere katılımı konusunda ümitsizliğe kapılan devlet, eğitim bakanı eliyle, tüm okulları Pazartesi günü süresiz kapattı. Tunuslu muhalefet lideri Çebbi’nin tespitine göre, “bu hamlenin sebebi, gençliğin bütünüyle protestocuları destekliyor olması” idi.

Hükümetteki göstermelik bir değişiklikle, öfkenin dindirilmesi amacıyla, dört bakan görevden alındı. Ardından baskılar Bin Ali’yi gelecek yıl üç yüz bin iş imkânının yaratılacağı vaadinde bulunmaya mecbur etti. Halk ise gerçeklerin farkındaydı: bunlar rejime yönelik öfkenin dindirilmesi için verilen birer boş vaatti.

11 Ocak Salı günü, hareket zirveye ulaştı. Birçok şehirde meydana gelen şiddetli çatışmalar hükümeti sokağa çıkma yasağı koymaya mecbur etti. Bu yasağa rağmen Kassarin’de muazzam bir gösteri düzenlendi. Polisin gerçek mermilerle kitleye ateş açması sonrası birkaç ordu birimi göstericilere saklanacak yerler gösterdi, polisin karşısına dikildi ve ordunun harekete sempati ile yaklaştığını gösterdi.

Çarşamba günü Genel Sendika Kongresi’nin talimatı ile birkaç bölgede genel greve çıkıldı. Sonrasında bir dizi grev çağrısı daha yapıldı.

Ayaklanma, civardaki bir dizi Arap ülkesine ilham verdi. Bu ülkelerdeki halklar da neoliberal reformlara ve ABD destekli diktatörlerine karşı öfkeliydiler. Ürdün, Mısır ve Cezayir’de protestolara tanık olundu. Şüphesiz ki Cezayirliler ilhamı, komşuları olan Tunus halkının devrimci eylemliliğinden alıyorlardı.

Kısa zaman önce Cezayir hükümeti, şeker ve yemeklik yağ fiyatlarını yüzde kırk bir artırmıştı. Geçen hafta sonu Tunus-Cezayir sınırında cereyan eden şiddetli çatışmaların sebebi bu fiyat artışlarıydı. Ülke geneline yayılan yiyecek protestoları devletin şiddetli saldırılarına maruz kaldı ve bu saldırılarda 19 kişi öldü, 800 kişi yaralandı.

8 Ocak Cumartesi günü protestocular ilk zaferlerini elde ettiler: hükümet fiyatları eski durumuna çekme kararı aldı. Ancak protestolar, yüzde yirmi beşi işsiz olan ülkenin tümünde devam etti.

Cezayirli diplomat Muhammed Zitut’un El Cezire’ye verdiği demeç, değişim talebinin ne yoğunlukta olduğunu gösteriyordu: “Bu, elli yıl boyunca zengin bir ülkede makul ve saygın bir hayat yaşamak isteyen, barınma ve iş talep eden mazlum bir halkın gerçekleştirdiği bir isyan, hatta belki de bir devrimdir.”

Sidi Buzid’de patlak veren intifada, Bin Ali’nin acımasız diktatörlüğünün meşruiyetine son verdi. Artık devlet zulmünden korkmayan halk, ABD destekli yönetimin ve onun sömürücü tedbirlerinin ortadan kaldırılması arzusunda.

Ortaya koydukları örnek mücadele bir ilham olarak her yere yayılıyor. Tunus halkı, kitlelerin ayaklandığında hiçbir hükümetin güvende olamayacağı gerçeğini bir kez daha tüm dünyaya hatırlatmış bulunuyor.

Cemil Sabah
Rim Yunis
14 Ocak 2011

24 Aralık 2010

,

R-TKP’nin Cephe Taktiği


Sermayem derdim, servetim ahım.
[Âşık Mahzuni]

Futbol ve Sol

“Ben, eskiden maç izlemeye gittiğimde futbol izlemekten zevk alırdım. Çünkü insanı meşgul eden, dikkat kaydırıcı başka bir şey yoktu.”[1]

Bu cümleler, Ankaragüçlü olan Metin Çulhaoğlu’ya ait. Devamında Çulhaoğlu, sanki gösteri yapmaya gelmiş bir güruh fotoğrafı çıkartıyor Ankaragücü taraftarlarından, bu yüzden maçlara gitmediğini de ekliyor.

Futbol futboldan daha fazla bir şeyse ve hayata fena hâlde benziyorsa eğer, bu cümleler, Çulhaoğlu’nun siyasî yaşamına ve teorik dünyasına ilişkin de bir şeyler söylüyor olmalı.

Tanıl Bora ve çizgisine karşıt olan Çulhaoğlu, bu tespiti ile tribünde onun yanına oturuveriyor. Ankaragücü tribününü onun gibi eleştiriyor. Psikolojize ediyor, talileştirip çöpe atıyor. Kitleyi birey ölçüsüne, kendi burjuva aydın ölçütüne vuruyor, onu anlamsızlaştırıyor. Tehlikeli dikenlerinden, çapaklarından bu sayede kurtulduğunu düşünüyor. Tam da bu noktada, taraftarın “tiyatro seyircisi” gibi olmasını öğütleyen Hıncal Uluç’la aynı telden konuşmuş oluyor. O içeriden, Tanıl Bora dışarıdan, bu kitleye karşı savaşıyor. Tribündeki sınıf mücadelesi, bu türden tezahürlerle birlikte ilerliyor.

“Ankaragücü: İmalat-ı Harbiye işçilerinin, toptancı halinin, ‘başkent’ kimliğiyle özdeşleşerek şehre kabullerini pekiştirmek isteyen taşra göçmeni yeni Ankaralıların her zaman popüler, her zaman tribünü kalabalık halk takımı. […] Gençlerbirliği: Başta Ankara Atatürk Lisesi, Ankara liselerinin ve başta Hukuk ve Mülkiye, Ankara fakültelerinin öğrencilerinden oyuncu ve taraftar devşiren, saygın -hatta biraz kibirli- ama aslında kendi hâlinde bir 'güzideler' camiası.”[2]

Mesele, sınıfsal değil mi? O tribünde edilen küfürlerdeki sınıfsallığı görmeden ona sırtını dönmek, tam da Boravari bir seyircilik değil mi? Taraf olmak, özne olarak oraya hükmünü koymak, bunlar emekçi halktan istenilenler değil miydi? Değilse, demek ki bu aydınlar, “işçi sınıfı” derken, aslında kendi bireyliklerinden mi dem vuruyorlar?

Futbol oyununun taktik ve stratejisine, tepeden, bir buçuk saatlik komutanlık edası ile kilitlenmek ve buna engel olduğu için seyirciye sinirlenmek; Çulhaoğlu ve partisinin siyaset algısı bu.

Onlar, “sosyalizm hemen şimdi”cilere paralel, “her şey boş, hedef sosyalizm”cilerdir.

Artsüremciliğe karşı eşsüremcilik gibi, tarih’çiliğe karşı toplum’culuk gibi, devlete karşı demokrasi gibi…

Tanıl Bora liberal, Çulhaoğlu sosyalist. İkisi de emekçi halkın takım taraftarlığına küfürde ortak. İkisi de sosyalizm mücadelesini bugünden kovmak noktasında yoldaş. Aynı madalyonun iki yüzü.

Her ikisi de İmalat-ı Harbiye’yi, 1920’de yüzlerce işçinin 1 Mayıs kutladığını, 1921’de komünistlere yönelik Kemalist kovuşturmada komünist hücresi ile ilişkisi sebebiyle işten atılan Muhiddin’i, onun işe dönmesi için greve giden işçileri bilmiyor. Birey olarak Mustafa Kemal’e bağlılar ya da bağlı olmak istiyorlar.

Kendi anlatımına göre, Çulhaoğlu’nun Ankaragücü “taraftar”ı oluşunun sebebi, takımın bir “devlet işletmesinin takımı” olması. Sosyalizm kurulduğunda bu takım, devlet işletmelerine mensup diğer takımlar gibi, önemli hâle gelecek. Yani yazar için takımın, taraftar kütlesinin, sosyolojik ve tarihsel zemininin bir önemi yok. O da Tanıl Bora gibi, futbolla kendi siyasî pratiği dolayımı ile ilişki kuruyor. Geri güruha alan bırakmamak için futbolla ilgileniyormuş gibi yapıyor.

Ankaragücü, bir nevi, geleceğin devletlû sosyalizminin güncel bir imgesi olarak iş görüyor en fazla. O, İsmet Özel’in tespiti ile, “bu ülke nasıl olsa sosyalist olacak, şimdiden köşeleri kapalım” diye düşünen sosyalistlerin geleneğinden geliyor. Aydın kibriyle, kültür ve siyaset alanına kilitlenmesine engel olan, bu yoğunlaşmayı bozan her şeye karşı kalemini sivriltiyor.

Çulhaoğlu, emekçi halka mesaj veriyor: “Akıllı olun, meselenin kendisiyle ilgilenin.” Bu emir de kendisinin “öncü”lüğünü kitlelere dayatmasına hizmet ediyor. O, Lenin’in “sınıf, partisini savaş alanında tanır” önermesini kendi pratiği ile unutturmaya çalışıyor.

Mesele Devlet

Tanıl Bora ve şürekâsı demokrasiyi mesele ediyorsa, Çulhaoğlu da devlete kilitleniyor. İlkinin ağzında “devlet”, ikincisinin ağzında “burjuvazi”, pelesenk. İlki demokrasi terbiyesi, ikincisi devlet disiplini vermeye çalışıyor kitlelere. Bu, ilkinin disiplinden, ikincisinin terbiyeden yoksun olduğunu anlatıyor. İkili, Ankara’nın Mülkiyeli’sinde buluşup, rakı sofrasında, sömürülen-mazlum kesimleri hor görmenin edebiyatını yapıyor.

Bu pratik, aslında verili demokrasinin ve devletin mutlak ve yeterli kabul edilmesinden ileri geliyor. Bu yüzden Çulhaoğlu’nun yoldaşı, Alevîlere diyanet işleri başkanlığının lağv edilmesi taleplerinden vazgeçmelerini öğütlüyor.[3]

Ona göre, “Diyanet, Osmanlı’dan kalan gerici yapıları kontrol etmek için” kurulmuş. Ülke egemenlerinin ideolojik stepnesi, sigortası rolü biçilen Alevîlere oynanan oyuna kilitlenmek öğütleniyor, “Bozgunculuk yapmayın, CHP yetmiyorsa biz varız” deniliyor.

TKP’li bu arkadaşın mutlaka bildiği, ama geri plana attığı bir gerçek daha var: “Yobazlar”a ve Kürtlere karşı savunduğu bu devlet, içinde sol-sosyalist, komünist, halkçı kesimlerin direncini ve siyasî mücadelesini ezmek, olası sonuçları kontrol etmek için kuruldu.

“Edirne’den Hakkâri’ye iktidarın tüm ülke sathını kontrol altında tutabilme becerisi”ni seven bu “komünist”ler, misal Aydemir Güler, doğal olarak, “Mustafa Kemal’in iç mücadelede devrimin öznesini tekleştirme becerisi”ni de sahipleniyorlar. Bu aşk, bir şeylerin delili değil mi?

Bunlar, on küsur yıl önce dünya egemenlerine akıl hocalığı yapan Brzezinski’den duydukları cümleye tepki olarak, “ulus-devletlere sahip çıkmak gerek” dediler. Ama aynı Brzezinski’nin yeni strateji derdiyle, “ulus-devletlere sahip çıkmak lâzım” cümlesini duymazdan geldiler.

Bunlar, ülke egemenleri ile gizli kapılar ardında el sıkışmanın sonucu. Devrim ülkesinin savunulmasına ait teori, ideoloji ve politikanın devlet savunusu ile eş tutulması tuhaf. Ayrıca Latin Amerika’da ya da Latin Avrupa’da faşizme ve oligarşilere karşı mücadele etmiş KP’lerin çizgisini aynı mücadeleyi vermeden yinelemek de aynı ölçüde garip. Ama bizim Resmi KP, ne yazık ki bu hatta ilerliyor. İlerlemesini emredenlere bakmak gerekiyor.

Korkma Mümtaz Er!

Ankaragüçlülerin öfkesini sevmeyen bir aydının idaresinden korkmamak gerek. AKP’nin mümtaz eri, boşa telâşlanıyor. Bu solcular, zaten şiddetsiz siyasete kanidirler. Kanları da kanaatleri de şiddet karşıtlığına ayarlıdır.

Aslında Mümtaz’er Türköne şahsında gerçekleşen bu tip temasları, hükümet cenahından ya da genelde burjuva dünyasından sola dair tespitleri, bir tür pazarlık olarak okumak gerekiyor. Bu tartışmalarda burjuva, belli bir eşik koyuyor.[4]

TKP bu eşiği, SİP olduğu günlerden iyi biliyor. Onun AKP’nin açtığı kapı aralığından geçen DSİP’e kızma hakkı yok. TKP, 28 Şubat üzerinden yapılan “restorasyon” tartışmaları, ordunun siyasî alanda sola kapı araladığını, kendilerinin geçeceğini, başkalarının (özellikle devrimci şiddet öznelerinin) geçemeyeceğini söylüyordu. Sonra 19 Aralık geldi. Partinin başkanı, Hikmet Sami Türk’ün yanı başında, aynı tespitleri yapar oldu. Parti tabanı, yüce olduğuna inandıkları sosyalizmin al bayrağının düşmemesi için onun bir miktar eğilmesinin sorun olmayacağına ikna edildi. Parti tepesindeki mümtaz erler dediler ki, “bu eşikten geçeceğiz, çünkü sosyalizmi biz kuracağız.” Eğile eğile sosyalizmin neye benzeyeceği bugünden kestirilemezdi.

Bu kafa, bu zihniyet, her şeyi kendisinde başlatıp kendisinde bitiren Mustafa Kemal Paşa iradesi önünde eğildi, yeter ki düşmesindi al bayrak!

AKP’nin mümtaz erlerinin Kemalizmin yeni neferlerinden korkmaları gerekmiyor. Zaten korkmuyorlar da. Onlar da içeriden, hizaya sokuyor, kıvam veriyor, argo tabirle, ayar çekiyorlar sola. Egemen ya da resmî ideolojinin terennümlerine fazla kanmamak gerekiyor yani. Bunları Lenin ayracı ile “nehrin üzerindeki köpük” olarak görmek zorunlu. Nehrin dip dalgası ise iki kol veriyor: ilki AKP-DSİP, ikincisi CHP-TKP.

Burjuva terennümlerin solu kendi çıtasına, ölçüsüne ve ölçeğine tabi kılmayı amaçladığı görülmeli.

Devletle hükümet arasında belli bir ayrım varsa, AKP, bu tip tepkileri devlete yapılmış sayarak, meşruiyet bulmaya çalışıyor, TKP gibiler de “bu hükümet bizim devletimize lâyık (daha doğrusu laik) değil” diyorlar. Her ikisi de oynanan oyuna kilitlenilmesini, zevk alınılmasını, milletin, katarsisle, evine dönmesini istiyor.

Devlet-Parti-Sendika

Hegelci yönden “aklî olan gerçek, var olan aklîdir.” Mutlak İdea’nın yüksek tecessümü olarak devlet, Hegel nezdinde, en mükemmel hâline Prusya devletinde ulaşmıştır. Akıl lehine hakikati kendisine hizalayan bu yaklaşım, solda tüm cüssesi ile hüküm sürüyor.

Hegel’in fikir devrimcisi olduğunu iddia eden bir SoL yazarında ilgili hükümranlık şu şekilde tezahür ediyor:

“Bilemiyoruz, ama ortada umutlarımızı büyüten bir çıkış yok değil. Bunu, ‘fikir sahası, tasavvur dünyası bir kez devrimcileştirilirse, bunun gerçekliği etkilememesi mümkün değildir ve öncülüğün bunun tam tersinde olduğunu savunmak devrim düşmanlığıdır’ diyerek, kendi kendimize hatırlatmış olalım.”[5]

Lenin’in Ne Yapmalı’sını da Hegel’e bağlayan yazar, Lenin’in “saf bir sosyal devrim bekleyenler aptaldır” sözüne kulaklarını kapatıyor. Gerçeğin karşısına aklı ve fikri koyan Aydınlanmacı yazar, bizim “maddî varlık bilinci belirler” sözünü unutmamızı istiyor.

Devlet, parti, sendika gibi oluşumları diyalektik ve tarih-toplum dışı bir yere yerleştirmek hatalı. Bu, tüm “İslamî geçmiş”ine rağmen, YÖK gibi kurumları muhafaza edip onları kendi bildiğince yönetebileceğini zanneden AKP’nin düştüğü yanılgıyı andırıyor. AKP, kendi liberal Müslümanlığının açık yeşil cübbesini giydirdiği bu kurumların tarihi ve toplumuna kul olduğunu görmeyen bir seyir içinde. O, tam da İsmet Özel’in dediği gibi, “bu ülkeye nasılsa şeriat gelecek, şimdiden köşeleri kapalım” diyenlerin örgütü.

Yıllar önce Erbakan’ın “devrim kanlı mı olacak kansız mı?” diye sormasının nedeni, bu meseleyi bir tercihe indirgemek ve kendi içindeki devrimci unsurları pasifize etmek istemesiydi. Bu yırtıktan çıkan, “kanı bozuklar” oldu, New York’a gidildi, ulusötesi egemenlere selâm verildi. Sonuç ortada.

TKP şahsında da “işçi sınıfı toplumu bölüyor” denildi, topluma seslenme, “yurttaş” mitine tapma iradesi galebe çaldı, toplum kurgusu devlete, işçi sınıfı bu devletin millîliğine bağlandı.

Tartışma, bu selâmı ulusal egemenlere ve ulusötesi egemenlere verenler arasında. Devleti, partiyi ve sendikayı hayattan kaçırıp kendisine kapatan bu selâmlı bandosu, bunun teorik örgüsünü de ördü. Devleti biyolojik bir ihtiyaç olarak gören bu çevreler, “solun genetik yapısı”na karşı saldırıldığını öngördüler.[6]

Bizden bu zokayı yutmamızı istiyorlar. Sosyalizm programının Birinci Cumhuriyet’i sahiplenme ve savunma noktasında başat olduğunu söylüyorlar.[7] Bu programın parti programı olduğunu, partinin kitlelerden tiksindiğini, tarihsel olarak, Kemalizmin kanalında biçimlendiğini görmezden gelmemizi istiyorlar.

Teorik-ideolojik kabuktan kurtulup özdeki politik hamleyi anlamaya çalıştığımızda, bu çevrelerde karşımıza çıkan bu.

Al-Yeşil

TKP ve yeni yandaşlarının yolu bu. Onun fikir âleminde al ile yeşilin kavgası yaşanıyor. O da bu devlete al bir gömlek giydirmek derdinde. Bize de o gömleğin gövdeye cuk oturacağı güne dek beklemek, gidişatı bozmamak öğütleniyor.

AKP, tam da TKP şahsında kendi soluna kavuşuyor. AKP’nin hizaya soktuğu bir sol, devrime ve sosyalizme uzaktan el sallama avuntusu içinde, bu, gemide isyan imkânlarını öldürmek oluyor. TKP, devlet ve aydınlanma konusunda burjuvazinin gemiyi terk ettiğini söylüyor ve o gemiye sosyalistlerin binmesini emrediyor.

AKP, hayatın tüm kılcal damarlarında, huzuru, güveni ve istikrarı bozma ihtimali olan her türden tehdide karşı uyanık bir taban örgütlüyor. TKP de bizim işaret parmağının gösterdiği yere saldırmamızı değil, işaret parmağı ile oyalanmamızı istiyor. Çünkü o parmak, tam da TKP’nin varlığını muhtaç olduğu kudreti işaret ediyor. Bizim, boğa misali, kırmızı olan her şeye saldıran sağcıya benzeyip onun karşısında yeşile düşman olmamızı söylüyor. Tüm bunlar, bizim devlete yedeklenmemizi talep ediyor. Devlet, Kemalizm, egemen ideoloji, modernizmle aydınlanma arasında oynanan kayıkçı dövüşüne sömürülen-mazlum kitlelerden ortak arıyor. Bunun için TKP’yi araç olarak kullanıyor.

Resmî TKP

Kemal Paşa, Anadolu’ya belli bir emirle, ilk geldiğinde, bölgede Sovyetler’in, Bolşeviklerin etkilerini görüyor, doğu devrimcilerinin evrimine tanık oluyor. (Muhtemelen Samsun’dan sonra gittiği Havza’da görüştüğü Bolşevik heyeti, Mustafa Suphi’nin yoldaşları.) Paşa, eski hasımları İttihatçıların ideolojik ve politik planda yaşadığı yarılmayı izliyor. Kürtlerin, Alevîlerin ve Çerkeslerin yönelimlerini kokluyor. O dönemin Komintern analizi tekrarlanacak olursa, Batı Anadolu’da, sahil şeridinde kümelenmiş Türk burjuvazisinin ve eşrafın politik önderliğine soyunuyor. Ankara’ya geldiğinde, meclis bahçesinde komünizm propagandalarını takip ediyor. Meclis içinde kümelenen solcu-halkçı dinamikleri etkisizleştirmek için her türden ayak oyununu deniyor. Halk Zümresi’nin, komünistlerle dirsek temasındaki milletvekillerinin içişleri bakanlığı seçiminde kendi adaylarını (Nâzım Bey) seçtirdiği noktada korkuya kapılıp cephede emrindeki askerleri geri çekmekle ve Yunan işgali karşıtı mücadeleyi baltalamakla tehdit ediyor herkesi. Solcu Nâzım Bey, sadece iki gün bakanlıkta kalabiliyor. Kemal Paşa, bu olayı “o gitmeseydi, benim siyasî hayatım sona ererdi” diyerek anlatıyor.

Bu dönemde (1920-21) komünistlerin Avrupa-İstanbul, Eskişehir-Ankara ve Kafkasya-Rusya kaynaklı üç ana dinamikten beslenen sol-sosyalist, komünist hareketin Ankara hükümetine bağlanmasını talep eden Kemal Paşa, hem yereldeki komünistleri illegalize etmek hem de kendi ajanları ile komünist hareketi akamete uğratmak için Resmî TKP’yi kurduruyor. Kendi hâlinde, iyi niyetli, kimi eski İttihatçıların Türkçülük ve Müslümanlık düzlemindeki ideolojik kurguları ile komünizmle ve/veya Bolşevizmle kurdukları ilişki, yeni kurulan devletin dokunulmazlığının ve mutlaklığının, zorla, genel kabul gördüğü noktada, anti-komünizme dönüşüyor. Bunun dışındaki dinamikler tasfiye ediliyorlar.

Özet geçilen bu tarih, Birinci Cumhuriyet’in bittiğinin ilân edildiği bugünlerde hâlâ sıcak ve öğretici.[8] İkincisine karşı birincisini savunan sosyalistler, Kemal Paşa’nın kurduğu resmî TKP’lilere fena hâlde benziyorlar. Oyunda bozgunculuk istemeyenler, Türk’ün, Müslüman’ın, ilericinin ve hatta anti-emperyalistin yeni devleti göğe çıkartmasını telkin ettilerse, bugün de aynı çevreler, bu kesimlerin dillerinden konuşarak, onların kelimeleri ile oynayarak, aynı oyunun sürmesi için yeni bir hamle yapıyorlar.

Müslüman-komünist, Türk-komünist, devrimci anti-emperyalist ve halkçı kadrolar, Kemal Paşa’nın çektiği sınır çizgisinin öte yanında kaldılar. Sınırın bu yanında kalanlar, yıllar sonra, eğittikleri gençlerine TKP’yi yeniden kurdurttular. Çünkü onlar, böylesi bir partinin, kitleleri kendi hizalarına sokmaları için gerektiğini biliyorlar.

TKP, bu türden ifadelerle yeni dönemin resmî TKP’si olduğunu onaylıyor. Neo-kemalizmin merkezinde sosyalist hareket, onlar eliyle yedekleniyor. Olan biten bu.

Sol İçi Tasfiye

“Doğru politika, başka siyasî özneler üzerinde çekici, doğruya yaklaştırıcı değil, itici, uzaklaştırıcı etkiler yaratabiliyor. Çünkü siyasal mücadele başka tanımlarının yanı sıra, bir de alan tutma üzerine kurulur. Siz belirli bir alanda ağırlık koyduğunuz ölçüde, aynı zamanda başkalarının yolunu tıkamış da olursunuz. Bu durumda, diğer siyasal özneler, bir tür fırsat kaçırma hissiyle ve yanlış olduğunu bile bile ‘dolu’ alandan uzaklaşırlar.”[9]

Aydemir Güler bu cümleleri, Kadıköy meydanında ÖDP’lilere saldırdıkları 1 Mayıs’ın ardından kaleme alıyordu. DSİP’le flört yüzünden ağzı yanmış ÖDP, birkaç sene sonra, TKP’nin yoğurdunu üfleyerek yiyor. Cephe girişiminin de gösterdiği üzere, alan kavgasında yenik düştükleri açık. 2009 seçimleri öncesi tartışılan bu hamle, referandumda sınandı. Yüzde kırk iki heyecanlandırdı. “Bu pastadan bize de pay düşer elbet” denildi. Birlikte kaşık sallamak, ihtiyaç olarak belirdi.

“Yeni kuruluş dönemi”nde[10] iki kanatlı Dev-Yol, oyunda başrol kapmak istiyor. R-TKP’den iktidarcılık oynamaya, bu konuda ustalaşmaya niyetleniyor. Mahir Çayan nefesiyle kısa süre devrimcilik oynamanın kendilerine zaman kaybettirdiğini düşünüyor. PASS, Suni Denge ve Sömürge Tipi Faşizm bunların elinde yumurtacılığa indirgeniyor. İktidar hesapları yapmanın keyfine varılıyor. Hareket, eski günlerini, alaycı bir gülüşle, geride bırakıyor.

R-TKP, son yumurta eylemlerine bile tahammül edemiyor. “Yumurta karaciğeri bozar” diyorlar. Alay ediyorlar. Korku salıyorlar, kendi ideolojik birikimlerine Dev-Yolcuları mecbur kılmaya çalışıyorlar. “Sizin kafanız çalışmaz, siyaset ideolojisiz olmaz” diyorlar: “Yumurtayı kafada omlet yaptıktan sonra yağacak soruşturmalarla baş etme gücü var mıdır? Olayın bu tarafının önemsiz olduğunu hiç kimse iddia edemez.”[11]

Tüm ülkeyi kapsayacak, geniş bir ideolojik çalışma olmaksızın şiddetin anlamsız olduğunu yineleyip duruyorlar. Ekim Devrimi’nin Moskova ve Petrograd hattında gerçekleştirildiğini unutturmak istiyorlar. Parçalama eylemini siyasetin dilinden kovmak istiyorlar, bütünlükçü tepkilerini ideolojize etmeyi siyaset zannediyorlar. Ülke bütünlüğüne kilitlenmiş gözler, yüksek siyasetten başka bir şey görmüyorlar.

Ülkeyi bütün olarak muhatap almak, o ülkeyi kuranların, sınırlarını tayin edenlerin ideolojisine ve pratiğine teslim olmak anlamına geliyor. Ülkeyi futbol sahasını izler gibi izleyenler, sokak aralarında gazozuna oynanan futbolu küçümsüyorlar. Bizi ikna etmek istedikleri cephe, bu locanın öteki adı.

R-TKP, özünde militanlığa karşı. O, Deniz ve Mahirleri polise ihbar eden, yaşanan devrimci şiddet eylemlerini kınayan, bu açıdan, bunların ilgili önderlerce gerçekleştirildiğini açıktan parti yazınında dillendiren Behice Boran soyundan. Bu unutulmamalı.

Bu partinin, 12 Mart koşullarında darbeye karşı mücadele örgütlemek yerine, kendi fedaisini İbrahim Kaypakkaya’yı “imha” etmesi için göndermeyi planlayan Perinçek çizgisine yakın düşmesinin sebebi burada. Kaypakkaya’nın “ülke genelinde ideolojik mücadele ve devrimci mücadele” ayrımı üzerine yapılan tespitleri, hâlâ güncel bu açıdan.

R-TKP için kadrolardan ve sınıftan ya da halktan önce kurumun kendisi öncel ve önemli. O sınıfın ve halkın özgün mücadele seyri içinde örgütlediği, cisimleştirdiği hiçbir oluşumu tanımıyor. R-TKP, verili kurumsal yapıyı önemsiyor. TC devleti, kendi partisi, başkalarının sendikası. Aradaki bağı kurmak, siyaset zannediliyor.

Yukarıda eski başkan Aydemir Güler’den yapılan alıntının da işaret ettiği gibi, R-TKP, esas olarak sol içine dönük bir kavga veriyor. Sosyalizm programının başatlığı, “cephe değil cepheleşme”, “kitle tabanı örgütlemek gerek” vs. şuna işaret ediyor: bu noktada R-TKP, özelde Dev-Yol’u, genelde Parti-Cephe çizgisini tasfiye etmeyi amaçlıyor. Hedefse KESK.

“Solu önce AKP’nin ne kadar büyük ve güçlü olduğuna ikna ettik, ama bu sefer de onun tabansız ve güçsüz olduğunu göstermek gerekiyor.” R-TKP kuruyor bu cümleleri.[12]

Sol içi tasfiye, bu ikna metodu üzerinden işliyor. İlk dönem Osmanlı’dan kurtulmak Kemal Paşa’yı yükseltiyordu, bugün de AKP’den kurtulmak, kendi Kemal’ini bulmaya çalışıyor.

Osmanlı’dan kopuşa ikna edilen TC solcuları gibi neo-TC’ye örgütlenen bir siyasî akış sözkonusu. DSİP ve TKP yan yana aslında. Biri içeri giriyor, biri karşısına yerleşiyor, aynı kalarak. Osmanlı’dan kopuş bir yanılsama ise neo-TC de bir yanılsama.

İlkini kendine bağlamak için Kemalizm resmî TKF’yi kuruyor, bugünkü R-TKP ise cepheleşme çağrısıyla aynı yola giriyor. CHP’nin altı oku varsa SİP’in de “sosyalizm ilkeleri” var, öyle ya.

Bu TKP, dünya komünist partisi Komintern’in bir alt organı olarak işleyen ilk TKP’den farklı, hatta ona karşı bir siyasî özne. Bu KP’nin “Türkiye”liliği asli. İlgili partinin, Komintern’in dağılması sonrası kendi ülke gerçeklerine biat eden KP’lerin (özellikle Latin Avrupa KP’lerinin) izinden gitmesi tesadüf değil. Bu çizginin kendi dışında gelişen, durumsal, dönemsel, yerel ve kısmî tüm kopuş denemelerini hizaya sokması mecburî. Sosyalist devrimciliğin egemenlerin insan, tarih ve doğa kurgusuna teslim olması kaçınılmaz. Çünkü devrim ve devrimcilik, teoride ve pratikte, sosyalizmin kurucu ve yıkıcı pratiğine dışsallaştırılmış, alt bir unsur. Bu alt unsurun Kemalizmin “devrim”lerine geri çekilmesi tesadüfî değil.

Biz, 1789-Fransız Devrimciliğinin sömürülen-mazlum kitleler nezdinde örtbas ettiği, ezdiği, bastırdığı, onu önceleyen geleneğe ve bu devrimin çizgi romanlarından aydınlanan kadroların, Kemalistlerin, Anadolu’da ezdiği sol-sosyalist, komünist ve halkçı dinamiklerin ortak geleneğine bağlanmak zorundayız. Devletçilerin ve demokrasicilerin yüksek siyasetine karşı alttaki sömürülen-mazlum kitlelerin devrimci politikasını güncellemek zorunlu.

Eren Balkır
24 Aralık 2010

Dipnotlar:
[1] Metin Çulhaoğlu Söyleşisi, 25 Kasım 2010, Sol.

[2] Tanıl Bora, Takımdan Ayrı Düz Koşu, 2001, İletişim, s. 244.

[3] “Aleviliğin Dünü, Bugünü ve Yarını Tartışıldı”, 23 Aralık 2010, Sol.

[4] “Türk’öne ‘Cepheleşme’den Rahatsız,” 23 Aralık 2010, Sol.

[5] Yurdakul Er, “Hegel, Entelektüel Şiddet ve Kadıköy”, 3 Aralık 2010, Sol.

[6] Aydemir Güler Söyleşisi, 9 Aralık 2010, Sol.

[7] Aydemir Güler, “Zaaf mı Atak mı?”, 24 Kasım 2010, Sol.

[8] Erkan Baş Söyleşisi, 14 Aralık 2010, Sol.

[9] Aydemir Güler, Komünist, Sayı: 213, 6 Mayıs 2005, s. 2.

[10] “Sosyalist Solun Ne Yapması Gerektiği Tartışıldı”, 16 Aralık 2010, Sol.

[11] İlker Belek, “Gözlerinden Öpüyorum Ama…”, 20 Aralık 2010, Sol.

[12] Kemal Okuyan, “Cepheleşme Nasıl Mümkün Olacak?”, 17 Aralık 2010, Sol.