03 Mayıs 2017

Yurtta İmparatorluk, Cihanda İmparatorluk


“Tüm dünyayı ele geçirip ruhunu kaybetmiş insanın cebine giren nedir?”

Amerikalılara gücün ve üstünlüğün keyfini çıkartmak öğretilir. Tüm dünyada Amerika’nın 650’den fazla askerî üssü vardır. Bu ülke, bitmek bilmeyen savaşlar yürütmektedir. Amerikan şirketleri, tarihte görülmüş en güçlü ekonomik kurumlardır. Ondaki ekonomik ve askerî güçten oluşan bileşim, imparatorluğumuzu bugüne dek dünyanın tanık olduğu tüm imparatorluklardan ayrıştırmaktadır.

Yüzde biri teşkil ediyor olabiliriz, ama bu büyük imparatorluk için ruhumuzu ve demokrasimizi kaybettiğimiz açık.[1]

Yeni Paradigma

ABD dış politikasını iç politikasından ayıran, öyle büyük duvarlar yok. Manhattan Enstitüsü, CIA direktörü ve tüm istihbarattan sorumlu eski başkan William Casey’nin 1978’de kurduğu, etkili bir düşünce kuruluşu. Bu kuruluş, 2006 tarihli “Hukukî Yaptırımı Terörizmle Mücadele Stratejileriyle Birleştirmek” isimli raporunda yeni paradigmasını şu şekilde tarif ediyor:

“Küreselleşmenin kalıcı bir olgu olduğunu biliyoruz. Uluslararası ekonomi, zenginliğimizin kaynağı, ulusumuzun motor gücüdür. Yani modern, egemen devletle ilişkili olan ve uluslararası siyaseti iç siyasetten, polisi ordudan, istihbaratı hukukî yaptırımdan, savaşı barıştan, suçu savaşın kendisinden ayıran tüm duvarlar yıkılıyor.”

ABD elitlerinin dünya sahnesine tüm yönleriyle hâkim olmak için kullandığı kurumlar ve düşünceler, nihayetinde ABD’deki politik nizamın birer parçası hâline geldiler. Tüm hâkimiyet alanı bizi de kapsıyor.

Bu imparatorluk, demokrasinin ve anayasaya dayalı cumhuriyetin köküne kibrit suyu döken bir güç. Şirketler kâr, imparatorluklar güç peşinde koşuyorlar. Bu da otorite üzerindeki sınırlara karşı olan aktörlerin kontrolleri ve dengeleri, güçler ayrılığını ve temel hakları ortadan kaldırmayı arzulamalarına ve bu yönde bir çaba içerisinde olmalarına neden oluyor.

Temsilî demokrasiye ait kurumlar daha da zayıflıyorlar ve sadece şirketlerin gücüne ve küresel imparatorluğa hizmet ediyorlar, dolayısıyla halkın toplumsal kontrolüne dönük ihtiyaç da giderek artıyor.

ABD’de Muhalefet Hedefte

Ellilerin “McCarthyizm”i koordineli toplumsal kontrolün ilk dalgasıydı. Truman, dış politikaya katkı sunmak adına ülke içerisinde komünizm nefreti ve korkusunu yaydı, ama kısa bir süre sonra FBI ve ahlâksız siyasetçilerin elinde bu politika iç muhalefete yöneldi. Müesses nizam, bazı düşüncelerin çok tehlikeli olduğuna karar verdi. Ona göre yurttaşlar, kendilerini düşünme hakkına veya becerisine sahip değillerdi. Bizim yerimize devlet bizi düşünecekti.[2]

Muhalefet ihanetle eşitlendi. İnsan hakları hareketinin yürüttüğü zorlu mücadelelere dek muhalefet kendisine meşru bir zemin bulamadı. Hatırlamak gerek: Martin Luther King hep komünist olmakla suçlanmış bir isimdi.

Ellilerin ortalarından başlayarak FBI’ın yürüttüğü karşı istihbarat programı esas olarak muhaliflere saldırdı. İnsan hakları ve siyah iktidar hareketi baskıya maruz kaldı. Tüm toplumsal hareketler izlendi ve yoldan çıkartılmaya çalışıldı. Bugün göstericiler, cezaların artışına, polis şiddetine, gözetime ve gözdağına tanık oluyorlar. Bilhassa Trump’ın başkan olmasından beri ifade hürriyeti ve toplantı hürriyeti ile ilgili hakları yasadışı ilân edecek kanun teklifleri sunuldu.

Nixon, savaşın ülke içerisindeki muadili olarak gördüğü “Uyuşturucuyla Mücadele” yöntemine başvurdu. Burada amaç politik hareketleri ezmekti. Demokratların ve Cumhuriyetçilerin yürüttüğü uyuşturucuyla mücadele hippilerin ötesine geçti, gençlere ve siyahlara yöneldi, temelde hareketlerin tabi oldukları halk kesimlerini cezalandırmak için kullanıldı.

Bugün itibarıyla uyuşturucuyla mücadelenin ne tür sonuçlar doğurduğunu gayet iyi biliyoruz.

Son otuz yıl içerisinde Amerikan halkı, ABD’de kurumsallaşmış ırkçılığın en güçlü biçimi olan, askerîleştirilmiş ceza sistemini kurdu. Önceki ırkçılık formları gibi bu ceza sistemi de toplumsal kontrol biçimi olarak iş görüyor. Ayrımcılığa yaslanan, askerîleştirilmiş gözetim politikası, yerinde infazlar, hapishane emeğinin köle emeğine dönüşmesi, insanların kütleler hâlinde hapse tıkılması, okul-hapishane arasında kanallar açılması, jürisiz yargılamalar, uzun ve zorunlu cezalar ve borç tuzakları halkın en isyankâr kesimlerine, gençlere, beyaz olmayanlara ve yoksullara karşı yürütülen önleyici savaşın bir parçasıdır.[3]

Kongre, zorunlu cezayı öngören kanun teklifleri hazırladı, Bill Clinton da bu teklifleri imzaladı. Böylelikle güç hâkimlerin elindeyken, savcıların eline geçti. Gücün yargıdan alınıp yürütmeye verilmesiyle etkili bir hapis sistemi oluşturulmuş oldu.

Polis, çoğunlukla işgal gücü olarak iş görmesini sağlayacak bir askerî eğitim alıyor. Bu eğitimde esas olarak çelişkinin çözülmesinden silâhlara vurgu yapılıyor. Standing Rock’taki “petrol polisleri”, Blackwater şirketiyle bağlantılı özel bir şirketin çalışanları. Blackwater ise ABD’nin Irak ve Afganistan’da kullandığı paralı askerleri temin eden şirket.

Yüz tanıma yazılımlarının kullanılması, elektronik iletişim ile telefonla iletişimin kaydedilip izlenmesi, internette arama verilerinin ticarileştirilmesi elektronik gözetleme sisteminin parçası. Herkesin toplu olarak gözetlenmesi, anayasaya aykırı. Büyük biraderin her zaman sizi dinlediğini bilmek, ifade hürriyetinin, muhalefetin ve örgütlenmenin aleyhine olan bir gelişme.

Ceza sistemi ise yaşam, özgürlük, mutluluk ile alakalı haklar, yargılama hakkı, kanunî dayanağı olmayan arama ve tutukluluk gibi konularda İnsan Hakları Beyannamesi’nin hükümlerini ciddiye almayan bir sistem.

Bugün hapishanelerde iki milyon insan var. Bunların yarısı ordu ve şirketler için birer köle olarak çalıştırılıyor. Bu ceza sistemi, imparatorluğun gücü ve şiddeti politik sorunları çözmek için nasıl kullandığına dair güzel bir örnek.

Gözdağı ve baskı aracı olarak ceza sistemi son çare olarak devreye sokuluyor. İmparatorluk, insanların zihinlerine ve kalplerine hâkim olamadığı noktada güce başvuruyor.

Bir Cephe Olarak Ülke İçerisinin Savunulması

Yurtta imparatorlukla cihanda imparatorluk arasındaki çizgiyi silen diğer bir husus da Ulusal Savunmanın Yetkilendirilmesi Kanunu’na ait hükümler.

1990 tarihli bu kanunu Kongre hazırladı ve eski CIA direktörü, başkan George Bush imzaladı. Kanun ceza sisteminin askerîleştirilmesini hızlandırarak, askerî silâhların ülke içerisinde faal olan polis güçlerine aktarılmasını sağladı.

Obama ise 2012 tarihli kanunu imzaladı. Bu kanun savaşın kurallarını genişletti. ABD’yi savaş sahasına dönüştürdü. Yargısız veya gerekçesiz, belirsiz süreliğine alıkoyma imkânını artırdı ve anayasanın bahşettiği ihzar müzekkeresi hakkını ihlal etti.

Bu kanun, aynı zamanda ABD hükümetinin ülkenin yurtdışında ürettiği propagandayı ülke içerisinde yaymasına imkân sağladı. Artık propaganda çok daha zengindi. 2009’da enformasyon savaşı için Irak ve Afganistan’da 580 milyon dolar harcandı. Pentagon, sahte Kaide videoları hazırlamak için 500 milyon dolar harcadı. Kanun, temelde CIA’in ta 1975 yılında açığa çıkmış olan propaganda faaliyetlerini yasal hâle getirdi.

Anayasa, geniş kapsamlı ve açık bir metin: “Kongre, ifade hürriyetini veya basın hürriyetini ortadan kaldıracak bir kanun yapamaz.” İnsan Hakları Beyannamesi ise devleti insanlardan değil, insanları devletin gücünden korumak için hazırlanmış bir metin.

Görev süresinin son birkaç haftası içerisinde Obama, 2016 tarihli Ulusal Savunmanın Yetkilendirilmesi Kanunu’nu değiştirecek, iki partinin ortaya koyduğu girişime mani oldu ve karşı-propaganda programını hazırlattı. Böylece hükümet, neyin propaganda olduğuna neyin olmadığına karar verecek yetkiye sahip oldu. Özgür bir ülkede bu, halka ait bir iş oysa.

Obama’nın casusluk kanunu uyarınca gizli belgeleri sızdıranları yargılamasındaki ve Clinton’ların kullandığı Rusya karşıtı mekanizmadaki asıl ürkütücü mantık Trump’ın CIA direktörü Mike Pompeo eliyle sonuca ulaştırıldı. Pompeo, Wikileaks’i hedef aldı ve onu “devlet dışı, düşman istihbarat servisi” olarak niteledi. Bu, özünde konuşma hürriyeti, basın hürriyeti ve bilgiye özgürce erişime yönelik bir tehdit. Nitelim Obama döneminin son günlerinde 17 gizli polis gücüne on milyon Amerikalıyla alakalı ham verileri ve bilgileri paylaşma yetkisi verildi.

Onlar bizim hakkımızda her şeyi bilebiliyor, ama bizim onlarla ilgili bir şeyler öğrenmemiz mümkün değil.

Eğer elitler, düzeni muhafaza etme noktasında, medya, eğitim sistemi, aile, ordu, kilise hatta anayasanın kendisi gibi toplumsal düzene ve kabullendirme yöntemlerine güvenmiş olsaydı, gözetleme, hapse tıkma ve propaganda üzerine kurulu böylesi bir sistem meydana getirme ihtiyacı duyarlar mıydı?

İçinde yaşadığımız moment ne kadar da tuhaf!

Bağımsızlık Beyannamesi’ndeki devrimci vizyon, ABD anayasasını yapılan, iktidara dair kontroller ve İnsan Hakları Beyannamesi’nde dile getirilen, hükümetin gücüne getirilmiş sınırlamalar kusurlu ve çok eski olmasına karşın bugünkü hükümet biçiminden daha ileri. Bugün ABD’de demokratik temsiliyetin esamisi okunmuyor. ABD imparatorluğu ve şirketlerin iktidarı eski Britanya imparatorluğunun yapamadığını yaptı.

Haklarımızın sınırlarını gerçek anlamda sınayamaya dönük yetkinin tüm kötüye kullanım biçimlerini ifşa edecek tek şey, kitlesel ve yıkıcı toplumsal hareketlerdir. En önemli soru da şudur: demokrasiyi tesis etmek için gerekli olan toplumsal hareketleri nasıl örgütleyeceğiz?

Richard Moser
26 Nisan 2017
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Amerikan İmparatorluğu Projesi’nin çalışmasına bakılabilir: “Uzun zamandan beridir Amerika’nın demokrasi mirasına yönelik bir saldırı olarak görülen imparatorluk tüm tehditkâr içeriğiyle, bugün ülkemizle dünya arasındaki ilişkiyi tanımlamaktadır. Amerikan İmparatorluğu Projesi bu gelişmeyi sorgulayan, yayılmacı niyetlerin kökenlerini inceleyen, ülke içerisinde ve dışında oluşan sonuçları analiz eden, söz konusu tehlikeli eğilime yönelik alternatifleri tartışan kitaplar yayınlamaktadır.” Ayrıca Andrew Bacevich’in makalelerine ve The New American Militarism: How Americans Are Seduced by War [“Yeni Amerikan Militarizmi: Amerikalılar Savaş Konusunda Nasıl Ayartıldı?”] isimli kitabına bakılabilir.

[2] Ellen Schrecker, Many Are The Crimes: McCarthyism in America, Princeton.

[3] Bfreedom.

02 Mayıs 2017

, ,

Marcel Khalife: Şiir ve Direniş


Marcel Khalife Söyleşisi

Zak Brophy

8 Nisan 2016

Devrimci bir müzisyen olarak yetmişlerde ve seksenlerde epey ünlendiniz. Devrimci dönüşüm için mücadele ettiniz, toplumsal adaleti ve Arapların birliğini savundunuz.
Bugün Arap dünyasında devrimci rüzgârlar esiyor. Böylesi bir dönemde bir yandan da otoriter görüşlerin, mezhepçiliğin, savaşın ve ayrışmanın dirildiğine de tanık oluyoruz. Bu kargaşanın orta yerinde ümit namına bir şeyler görüyor musunuz?
Ben yaratıcılıktan ve güzellikten ümitliyim. Yaratıcılık olmasa, hayat her daim güçlüklerle yüklü olacaktır. Gündelik hayat ideolojiye tabidir, ama yaratıcılık özgürdür; müzik ve şarkılar herhangi bir ideolojiye teslim olmazlar.
Yaratıcı ve sanatsal faaliyet önemlidir, çünkü bu faaliyet, belirli bir vizyonun oluşumunu sağlar. Bu özelliğiyle yaratıcılık, yalnız başına işleyen sanatsal çalışmadır ve iletişim konusunda kendince bir serbestiyete sahiptir.
Eğer bu mesaj düşmana ulaşırsa, o vakit o bir arkadaşa mesaj göndermekten daha fazla başarılı olacaktır. Müzik bir davaya hizmet edebilir, ama asla davayı kullanamaz.
Lübnan ve Beyrut için kaleme alınmış birçok ünlü kasideyi bestelediniz. Kargaşanın hâkim olduğu, tüm politik sistemin yozlaştığı bir ülkede yaşıyorsunuz. Bugünlerde vatanınızla ilgili şarkılar söylerken kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
İçinde yaşadığımız durum, maruz kaldığımız gerçeklik içler acısı. Ama gene de şarkılarımızda hasretimizi dile getirdiğimiz bir ülkeye kavuşacağımıza dair rüyamızı ve hayalimizi hâlen daha muhafaza ediyoruz.
Benim müziğim ve şarkılarım beni bu ümitsizlikten kurtarıyorlar. Bu savaşların ve karanlık boşluğun kaynağı bölgemiz değil, dünyanın ta kendisi. Bu insanlar ve ülkeler için kapalı kapılar ardında neler planlanıyor, asıl mesele bu.
Elbette bölgemizin de kendi sorumlulukları var. Sormamız gereken soru şu: bu bölge için neler planlıyoruz? Onunla ilgili vizyonumuz nedir?
Geçen yıl politik elitlere karşı #Kokuyorsunuz eylemlerinde yürüyen göstericilerde gerçek ve sürdürülebilir bir değişimin kökleri olduğunu düşünüyor musunuz?
İnsanları tahrik eden birçok unsur var. Onlar, ayağa kalkıp içinde yaşadığımız tüm bu ümitsizliğe “hayır” diyorlar. “Artık bunlar yaşanmayacak” diye haykırıyorlar. Yolsuzluğa, sefalete, maruz kalınan her şeye karşı isyan ettiğinizde olumlu bir şeyler ortaya koymalısınız.
Benim baktığım tek şeyse mücadele araçlarımızı, yeni ve daha iyi toplum inşa etme araçlarımızı geliştiren görüşler.
#Kokuyorsunuz gösterileri esnasında bazı göstericiler, sizin şarkılarınızın artık çalınmamasını talep ettiler. Seslerini yansıtan yeni bir müziğin yapılmasını istediler.
Bu devrimcilerin sizinle bir ilişkisi var mı yoksa siz başarısız olmuş ve mevcut sorunun parçası olan bir nesli mi temsil ediyorsunuz?
Hayatta her şey değişir. Yeni olgular ve kişiler açığa çıkar, bunlar müziği ileri taşır. Lübnan’da ve bölgede bugün gelişip serpilen başka bir dinamik mevcuttur.
Benim kırk yıl önce yaptığım müzik bugün de geçerli, çünkü benim müziğim tek bir döneme veya yere ait değil. Rita, Ümmi ve Civaz gibi şarkılarım ait oldukları zamanı aşarlar. Müziğim, insanlığımızın derinlerine nüfuz eder ve ona vermesi gerekeni verir.
Konserlere gelen ve şarkılarımdan daha genç olan insanlar tanıyorum. Onlar, müziği benimsiyorlar ve seviyorlar. Dede torun, bu müzikte ortak bir şeyler buluyorlar.
Arap dünyasına medya ve haber kanallarının gözüyle bakan birçok insan açısından anlatıya hâkim olan ana unsur şiddet, çatışma ve göçtür. Bu anlatıya karşı sizin bir müzisyen ve sanatçı olarak oynadığınız rol nedir?
Müzik kolayca tarif edilemeyecek olan, önemli bir rol oynar.
Görebileceğimiz veya temas edebileceğimiz daha derin bir şeydir müzik. İnsanlar müzikten ihtiyaç duydukları şeyleri alırlar, bunlar manevidir, duygusaldır veya sadece kişiye özel bir şeydirler. Müzik, evrensel bir dildir ve onun sayesinde dilden bağımsız olarak, dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan insandan bir şeyler öğrenir, onunla bağ kurarsınız.
Kanaatime göre Endülüs’ul Hub isimli yeni albümüm, dinleyenlere sevgi denilen önemli bir davaya bakmalarını sağladığı için önemlidir. Burada sadece aşk değil, evrensel sevgi söz konusudur. Sevme cesareti, bizim başkalarına aktarmamız, aksettirmemiz ve gerçekleştirmemiz gereken bir şeydir.
Filistin, müzik çalışmalarınızda merkezî bir tema olageldi hep. Savaşın her yanı sardığı bir bölgede Filistin davası gündemden düştü mü sizce?
Şüphesiz ki öyle. Arap ülkelerindeki savaşlarla birlikte Filistin davası önemsiz hâle geldi.
Filistin ile ilgili bir yığın basmakalıp laf edildi, ama Arapların Filistin’le kurduğu ilişkinin derinliği veya özü pek irdelenmedi. Bazen bu savaşların Filistin meselesinden uzaklaşmamız için çıkartıldığını düşünüyorum.
Filistin davası, haklı ve asli bir davadır. Filistin halkının devam eden çilesine son vermek için gerçek bir ayaklanmanın gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Bu mesele çözüme kavuşturulmadan, diğer sorunlarımız çözülemez.
Bazı insanlar, sizin başarınızın millet veya direniş ile ilgili nostaljik fikirlere dayandığını söylüyor. Sizce bu adil bir yaklaşım mı?
Bence değil. Benim ortaya koyduğum muhtevanın kapsamı, o fikirlerin kapsamından daha geniş. Doğrudan politik ifade veya milliyetçi bir fikir içermeyen eserlerim de var. Ayrıca bazı bestelerim, müzikal içeriği açısından değerli, şiirsel içeriği özel etiketlerin ötesine uzanır.
Emperyalizm, Siyonizm ve kapitalizme karşı Arap halkının direnişi anlamında mukavemetin kültür sahasındaki öncü ismi olarak ünlenmiş birisiniz.
Özelde bu direniş Hizbullah’la ilişkili ve bugün Suriye savaşının mevcut tuzağına düşmüş durumda. Hâlâ kendinizi mukavemetin parçası olarak tanımlıyor musunuz kendinizi?
Bizi ileri taşımayı amaçlayan tüm çalışmalar direnişe aittir. O çalışmaların müzikal, toplumsal, entelektüel veya şiirsel olmasının bir önemi yoktur. Direniş, ülkenin kurtuluşu ile bağlantılıdır.
Her gün başka şeylerin kurtarılmasına katkı sunabilmek adına, kendimizi kurtarmaya, iç kurtuluşa katkı sunmaya çalışıyorum. Kendimi kurtaramazsam, hiçbir şeyi kurtaramam.
Her türden direnişin içerisindeyim, amacım bu mesajı, ülkemizi kurtarmak için önce kendimizi kurtarmak zorunda olduğumuz mesajını başkalarına taşımak.
Bugünlerde Filistin davası ile ilişkiniz nedir? BDS kampanyası gibi desteklediğiniz herhangi bir hareket var mı?
Medyada değilim, politik bir isim de değilim, sanatçıyım.
Dilim başka, müzik ve şiir benim dilim. Eğer bu çalışma, insanın evrimine yönelik bir katkı ise, Filistin davası da dâhil, iştirak ettiğim herhangi bir davaya sırtımı asla dönemem.
Endülüsu’l Hub isimli yeni albümünüzün merkezî mesajı nedir?
Bu çalışmayı Mahmud Derviş’in doğduğu günden beri sahip olduğumuz tüm 75 yıllık hafızaya ithaf etmek istedim. Mahmud ve ben Paris’te birlikteyken, o bana bir şey göstermek istediğini söyledi ve Endülüsu’l Hub şiirini okudu.
Ardından bana bir kâğıt parçası verdi, üzerinde “Marcel Khalife, sen benim müzikal ikizimsin” yazıyordu.
Bu yıl Mahmud Derviş’e sevgimi sunmak istedim. Bu şiir sevgiden bahsediyor. Bu önemli, çünkü gaddarlığın sağır edici bir biçimde varolmayı sürdürdüğü bu dönemde onun karşısına çığlık, şiddet ve acı ile yüklü olan bu dünyadan uzakta olan bir yerden, farklı dille eser üreterek çıkmak gerekiyor. İşte Endülüsu’l Hub budur.

01 Mayıs 2017

Sosyalizm Avrupamerkezci mi?


Sosyalizm hakkında söz sarfetmek için önce kapitalizmden işe başlamak gerekir. Bildiğimiz üzere, kapitalizm kâr güdüsüyle hareket eden bir sistemdir. Kapitalizmin merkezinde bu güdü vardır. Kapitalizmin tüm hastalıklı yanları, düşük ücretler, kötü çalışma koşulları, işçilerin özerkliğinin kalmaması ve örgütçülere karşı saldırılar kâr güdüsüyle alakalıdır. Kapitalistler kâr elde etmek isterler. Her şey bu güdüyü takip eder.

Bu temelde sosyalizm, kapitalizmin adaletsiz yapısına yönelik bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Eğer kapitalizm kâr güdüsüne dayanıyorsa, sosyalizm de adalet ve eşitlik fikrinden kaynak alır. İşçiler, tüm sorunlara karşı her zaman mücadele ederler. Sosyalizm, mücadeleye can veren, adil düzenle, zulüm ve hâkimiyetten arınmış bir toplum vizyonu ile alakalıdır.

Bize göre asıl soru şudur: kapitalist sömürüye karşı olan güçler ve sosyalist direniş, dünyanın farklı bölgelerinde farklı görünümler mi alır?

2013’te Bangladeş’te Dakka’da bir konfeksiyon fabrikasında bir kaza yaşandı. Bu kazada 1.100 kadar işçi, çöken fabrika duvarlarının altında kalıp can verdi. Bu trajedinin yaşanmaması mümkündü. Fabrika idaresi, binanın çökme ihtimalinin farkındaydı, ama işçileri gene de çalışmaya zorladı.

Bu olay, tüm dünyanın dikkatini çekmesine karşın, fabrikadaki çalışma koşullarında hiçbir değişiklik yaşanmadı. Ama Dakka’daki işçiler, daha iyi ücret ve koşullar için örgütlenmeyi sürdürdüler. Baskılar süreç içerisinde arttı. Aralık 2016’da yapılan greve binlerce işçi katıldı. Sonuçta son iki ay içerisinde onlarca örgütçü tutuklandı. 1.500’den fazla işçi işini kaybetti. Fabrikalarda işçiler, sözlü ve fiziksel saldırılara maruz kaldı, işçilerin sendikaya üye olmaları engellendi.

Bangladeş’teki hikâyenin Meksika, Endonezya, Brezilya veya başka yerde de yaşandığını biliyoruz. Örneğin bu yılın başında Hindistan’da mahkeme, çok uluslu bir otomobil fabrikasında on üç işçiye müebbet hapis cezası verdi, bazıları da daha düşük cezalara çarptırıldılar. Bunların suçu, örgütlenmekti. Bu noktada bir de Güney Afrika’da yaşanan Marikana madenciler katliamından bahsetmek gerek. O katliamda 34 madenci vurularak öldürüldü.

Soru şu: Küresel Güney’de bu tür şeyler, burada gördüklerimizden çok mu farklı?

Trump’ın Yüksek Mahkeme başkanı adayı Neil Gorsuch’ın katıldığı son senato oturumlarında, Alphonse Maddin isimli kamyon şoförüyle ilgili mesele ele alındı. Bu mesele, tüm ülkenin dikkatini çekti. Maddin, sıcaklığın sıfırın altında olduğu koşullarda tır kullanırken frenler bozuldu. Yardım çağırdı, saatlerce yardım gelmediği için tırın arka kısmını ayırdı ve aracı güvenli bir yere çekti.

Bu kararından dolayı Maddin işini kaybetti.

Tıpkı Bangladeş konfeksiyon işçileri gibi Maddin de yaşamak ve geçinmek arasında tercih yapmak zorundaydı. ABD’de olduğu gibi dünyanın her yerinde işçiler, bu türden zor çalışma koşullarına karşı ve daha iyi ücretler için örgütlendiklerinde baskılara maruz kalıyorlar.

2015’te Walmart beş mağazasını kapattı. 2.200 işçi işini kaybetti. Su tesisatının tamiri bahanesiyle kapatılan bu mağazalarda, işçilerin sendikaya üye olmasına mani olacak tedbirler alındı.

İşçilerle kapitalistleri harekete geçiren güdü aynıdır.

Sosyalizmin batılı olduğu suçlaması, sırf sosyalizm batıda doğdu diye batı dışı dünyayla alakasının olmadığını dile getirmektedir. Oysa işçiler, bulundukları yerden bağımsız olarak, sömürüye dayalı çalışma koşullarına ait güçlere tabidirler. Kâr güdüsüyle hareket eden patronlar için çalışan işçiler, ihtiyaçlarını karşılayacak imkânlardan yoksundurlar.

Her yerde işçiler koşullarını iyileştirmek istiyorlarsa, yegâne seçeneklerinin mücadele etmek olduğunun farkındadırlar. Bu nedenle her türlü tehlikeye ve riske rağmen işçiler mücadele ederler.

Her Zaman Enternasyonalist

Başından beri sosyalizm, hem kavramsallık hem de menzil açısından enternasyonalisttir.

Frantz Fanon’a Fransız sosyalizmine karşı mücadelesinde, komünist Chris Hani’ye Güney Afrika’da ırk ayrımcısı hareket içerisinde faaliyet yürütmesinde, Amílcar Cabral’a Portekizlilere karşı verdiği mücadelede, Walter Rodney’ye Karayipler genelinde haklarından mahrum edilmiş kesimler için verdiği mücadelesinde, Che Guevara’ya Küba ve Latin Amerika’daki mücadelelerinde asıl can veren, sosyalizm fikridir. Onlara ve başka isimlere göre sosyalizm, sadece Britanya veya Amerika’daki sendikacıları ilgilendirmeyen bir teori ve felsefedir.

Bu noktada akla M.N. Roy gelebilir. Roy, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında Bengal’deki bir köyde dünyaya gelmiştir. Hint bağımsızlık hareketi içerisinde devrimcileşen Roy yirmili yaşlarda ülkeden ayrılır ve Britanya’ya karşı silâhlı ayaklanma için para toplama amaçlı faaliyetler içerisine girer. Önce Endonezya’ya ardından Çin’e, Japonya’ya oradan da ABD’ye gider. Silâh ve para elde etmek için politik bağlar kurar. Seyahatlerini genelde ismini gizleyerek gerçekleştirir.

Takip altında olduğu için ABD’de fazla kalamaz. Oradan Meksika’ya gider. Burada örgütlü işçilerle ilişki kurar ve 1919’da bugün Meksika Komünist Partisi olarak bilinen örgütü kurar. Lenin, Roy’un sömürge meselesini incelemesini ister. Süreç içerisinde Roy, sömürge uluslarda milli burjuvazinin rolü konusunda Lenin’le tartışır.

1920’de Roy, Taşkent’te Hindistan Komünist Partisi’nin kuruluş faaliyetlerine katılır. Sonraki dönemde Hindistan’a döner ve hapse atılır. Roy, burada da yazılarını yazmaya devam eder.

Roy gibi bir devrimci bağlamında ele alındığında, sosyalizmin Avrupmerkezci olup olmadığı sorusunun saçma olduğu görülüyor. Roy, bir değil iki komünist parti kurmuş bir isimdir.

Dolayısıyla asıl soru şudur: sosyalizmin batılı veya Avrupamerkezci olup olmadığı sorusu bugün neden gündeme geliyor?

Yenilginin Ürünü

Bu tür bakış açıları yenilgi dönemlerinde karşılık buluyor. Neoliberalizmin yoksullara, işçilere ve ücretlere kırk yıldır saldırdığı, barınma, sağlık, eğitim gibi ihtiyaçların kamu eliyle karşılanması imkânının ortadan kaldırıldığı, sendikaların ve işçi sınıfının güçsüzleştiği koşullarda sol kendi mirasına olan güvenini de yitirdi.

Böylelikle akademik sol içerisinden bahsi geçen türden sorular duyulmaya başlandı. Sol, hareketlerin cansuyundan da mahrum kaldı. Hareketlerin kültürlerini teşkil eden güce ve dayanışmaya dair anlayış temelsiz kaldı.

Hareket yoksa, işçi sınıfına can veren şeyler de bilinçten silinip gider. Eğer işçi değil de orta veya üst orta sınıftan biriyseniz, hareket ortaya çıkmadığı sürece işçilerin ihtiyaçlarına ve çıkarlarına yüzünüzü dönmezsiniz. Hareketler, altmışlarda ve yetmişlerde ülkedeki, özellikle üniversitelerdeki manzarayı önemli ölçüde değiştirmişlerdir. Ama o günden beri uzun bir kuraklık dönemi hâkim olmuştur.

Bugün akademiye, işçi siyasetinin çekimine kapılmak için hiçbir gerekçesi bulunmayan, tuzu kuru bir sınıf hâkimdir. Bunlar, sınıfsal imtiyazlarını muhafaza etmekle ilgilidirler.

Sosyalizmin batılı olduğuna dair anlayış, işte bu ortamın bir ürünüdür. Bazen bu anlayış radikalleşmekte ve Küresel Güney için, onun adına konuşmakta, sosyalizmin dünyanın ilgili kısmındaki gerçeklere uygun olmadığını söylemektedir. Onlara göre, sosyalizm gibi batı kaynaklı düşünceler, batı dışı dünyadaki kültürel deneyimleri ile alakasızdırlar.

Bu türden bir yaklaşım, esasında sosyalizmi itibarsızlaştırmaktadır. Sol içerisindeki bu konum, özünde iktidar yapılarını tehdit etmemektedir. Radikalmiş gibi görünür, çünkü hakiki Batı dışı dünya adına konuştuğunu iddia eder. Bu, gayet zekice bir hamledir.

Bu, yüzünü çoğunlukla sömürgecilik, ırk, cinsiyet gibi konulara dönen akademide yaygın olarak karşılaştığımız bir konumdur. Bu konulara eğilmede bir sorun yoktur. Her türden ayrımcılığa ve hakarete karşı olan biri, ırkçılığa karşı çıkan biri veya bir feminist değilseniz tabii ki sosyalist olamazsınız.

Sorun başka bir yerdedir. Bu türden meselelere dair analizler, sermayenin mantığından ve sınıf mücadelesinden bağımsız olarak yapılmaktadır.

Pısırık Bir Radikalizm

Bugün karşımızda olan, imtiyazlıların ırkçılık karşıtlığıdır. Bu karşıtlık, ne iktidarı tehdit etmektedir ne de yoksulların ve azınlıkların çileleriyle alakalıdır.

Solun Bernie Sanders’ın başkanlık adaylığına dair eleştirilerinde bu türden bir yaklaşım söz konusudur. Örneğin Ta-Nehisi Coates, Bernie’yi asgari ücret veya ücretsiz üniversite gibi ırklara kör bakan, yapısal dönüşümleri savunduğu için eleştirmektedir. Coates’in ifadesiyle, bu türden genel programlar esas olarak beyazların lehine olacak şekilde sonuçlanmaktadır.

Bu türden bir ırkçılık karşıtlığının asıl görmezden geldiği husus ise, asgari ücret arttırıldığında yoksulluktan bir miktar kurtulacak olan işçilerin çoğunluğunun beyaz olmayan işçiler olduğu gerçeğidir. Ücretsiz okul da önemli ölçüde siyah işçiler lehine bir öneridir.

Ben, New York Şehir Üniversitesi’nde hocalık yapıyorum. Bu üniversitedeki öğrencilerin yüzde 75’i azınlık gruplarına mensup öğrenciler. Öğrencilerin yarısından fazlasının ailelerinin yıllık geliri 30.000 dolardan az. Öğrencilerin, ücretsiz okul önerisinin kendi çıkarlarına olduğuna dair düşünce konusunda bir bilince kavuşmalarına gerek yok.

O zaman yapısal eşitsizlikleri dönüştürmeyi amaçlayan bu türden genel programlara yönelik bu muhalefet, ırkçılığın devamını sağlayan eşitsizlikleri neden görmüyor? Çünkü bu ırkçılık karşıtlığı, kapitalizmi eşitsizliğin ana sebebi olarak görmüyor. Bu yaklaşım günümüzde hayli popüler. Sonuçta da işçi sınıfına mensup azınlıkların ihtiyaçlarından ve çıkarlarından hiç bahsetmiyor. Bu, imtiyazlı sınıfın ırkçılık karşıtlığı.

Eğer bir ülkede genel ekonomi politikalarının özelde beyaz olmayan yoksulların hayrına olmadığına düşünüyorsanız, o vakit sizin sosyalist politikaya uluslararası düzlemde de eleştirel yaklaşmanız gerekir. Eğer sosyalist politikalar, ABD’deki ırksal azınlıkların deneyiminden bahsetmiyorsa, onun batı dışı dünyadaki kültürel gerçekliğe de yabancı olduğunu söylemeniz gerekir.

Her iki durumda da bu radikalizm, kültür adına, sömürülen insanların temel ihtiyaçlarını görmeyen bir yaklaşımın ürünüdür.

Aynı güçler, Küresel Güney’de de iş başında. Bunlar, kontrol ve denetimden azade olan neoliberal büyümeye tanıklık ediyorlar. Bu coğrafyada örgütlü sol direniş de zayıf. Sosyalizmin ekonomik dönüşüm ve genel haklarla ilgili fikirleri sürekli saldırıya maruz kalıyor.

Hindistan’da öğrenci iken kaliteli ve herkese açık eğitim için mücadele yürütmüştük. Diğer toplumsal ve politik meseleler konusunda da çalışmalar yaptık. Amerika’ya göre solun kültürel düzeyde ve seçim düzleminde daha fazla karşılık bulduğu bir ülkede sol faaliyet içerisinde olduğum için şanslıydım.

Eğitimde adalet ve işçi hakları için verdiğimiz mücadelenin batılı bir mücadele olduğu sözünü o günlerde de işitmiştim. Batılı düşüncelerin bizleri kandırdığı o zamanlar da söyleniyordu. Ama bu suçlamalar ve eleştiriler, özünde sağa aitti.

Sağın kapitalizmle derdi yoktur. O, durmadan sosyalizmin batılı olduğunu söyler.

Küresel Dünya’da milliyetçi sağın sosyalizmi meşru zeminden uzaklaştırmaya çalışması gayet anlaşılır bir durum. Asıl merak ettiğim, aynı düşüncenin, yani sosyalizmin Avrupamerkezci olduğunu, onun batı dışı dünyadaki deneyime uymadığını söyleyen düşüncenin daha çok akademiden kök alan batı solunda neden kendisine yer bulduğu.

Bu konumun ne anlama geldiği üzerinde durmak gerek.

Bir konfeksiyon atölyesindeki Bangladeşli kadın, kovulma ve fiziksel saldırılara karşın örgütleniyor. Bu kadın, başkalarıyla bir araya geliyor, sendika kurmaya çalışıyor ve düzgün bir hayat yaşayabileceği koşullara dair bir vizyona ve anlayışa sahip oluyor.

Bahsi geçen anlayış, bu kadın işçinin Bangladeş kültürüne uygun hareket etmediğini söylüyor. Zira burada insanlar, ağır çalışma koşullarının adaletsiz olduğunu düşünmüyorlar ve bu tür koşullara karşı mücadele etmiyorlar. Bangladeş halkı, temel bir ihtiyaç olarak, baskıdan kurtulmayı öngören bir pratik içerisine girmiyor.

Bu işçinin sosyalist düşüncenin iğvasına kapıldığı söyleniyor. Bu kadının kendi kültürüyle bağlantılı olmayan bir yola girdiği iddia ediliyor.

Evrensel Bir Kavga

Net olmamız gerek: sosyalizmin batı dışı dünyaya yabancı bir düşünce olduğuna inanan bir radikalizm, bu coğrafyadaki işçilerin maruz kaldığı zulme karşı mücadele etme imkânını göz ardı ediyor demektir. Bu yaklaşıma sahip kişiler, özünde batı dışı dünyanın adil ve özgür bir toplum tahayyül edemeyeceğini söylemektedirler.

Dolayısıyla ABD’deki radikal isimler, sosyalizmin batılı bir düşünce olduğunu söylediklerinde temelde tüm dünyada faal olan sağın safına geçmektedirler.

Sosyalizmin evrensel olduğu düşüncesini benimsemek, kültürel kimi özellikleri inkâr etmek anlamına gelmez. İnsanlar, belirli kültürler ve topluluklar içerisinde yaşarlar ve gelişirler. Ama insanlar, kapitalizm, mahrumiyet ve güçsüzlük üretmeye devam ettiği sürece, hiçbir kültür dâhilinde tam anlamıyla gelişip serpilemezler.

Sosyalizm, insanlıktan çıkmış toplumsal düzene karşı verilen mücadelenin ana itici gücüdür ve insanın gelişim koşullarını oluşturur. Sosyalizm evrensel bir itkidir.

Nivedita Majumdar
18 Nisan 2017
Kaynak

,

Filistin'den Selam

Yoldaşlar, arkadaşlar,

Herkese devrimci selam,

FHKC’den her yerde adalet, hürriyet, eşitlik ve ilerleme için mücadele eden herkese selam.

Siyonizm hapishanelerinde ve hücrelerinde olanlara, bugün işçilerin, halkın mücadele içerisindeki sınıfların günü olan 1 Mayıs’ın ateşine yüreklerini katan ve yürüyen, bugünü yücelten herkese selam. 1 Mayıs, yoksulların, ilerlemeyi ve değişimi çıkarına gören, mücadele içerisindeki sınıfların haklarını ve çıkarlarını savunmaya bağlılığımızı tazelediğimiz gün. Bu sınıflar, devrimin ön safındadır. Onlar, kapitalizmin, işgalin, sömürgeciliğin ve ırkçılığın yıkıcı güçlerine karşıdır.

Anavatanda kamplarda ve diasporada yaşayan insanlarımız selam ediyor. Filistin kampları, eskiden olduğu gibi bugün de direnişin, halkın kavgasının ve devrimin kaleleridir, halk sınıflarının, mücadele içerisindeki işçilerin, yoksul devrimcilerin ve devrimci aydınların ortak cephesidir. 

Filistin kampları, devrimin ve halk ayaklanmasının kuluçkalandığı yerdir. Bugün bu kamplar zor koşullara tabidir. Zulme, ayrımcılığa, marjinalleştirme girişimlerine ve kuşatmaya rağmen, halkımız ülkesine, köylerine, şehirlerine, zorla çıkartıldıkları yerlere geri dönme hakkı için mücadele etmektedir.

Bugünkü mesajımız, Latin Amerika’da, Afrika’da, Filipinler’de, Türkiye’de ve Yunanistan’da, sefaletin ve mücadelenin sürdüğü kentlerde kavgaya can veren devrimci güçleredir: FHKC, bu 1 Mayıs günü sizinle birliktedir. O, sömürgeciliğin hâkimiyetine, sömürü güçlerine, sınıfsal ve sosyal baskı araçlarına karşı çıkan sömürülenlerin haklarını savunan her türden çalışmaya bağlılığını tazelemektedir. Bizler, sömürü ve sermaye kampına karşı alternatif teşkil edecek sosyalist bir toplum kurmak için en kapsamlı uluslararası sol ittifakın kurulmasını talep ediyoruz.

1 Mayıs, eskiden olduğu gibi gelecekte de mücadele günü olarak kalacaktır. O, devrimci, demokratik solun varlık sebebi olan temel ilkelere bağlılığın adıdır. Adalet, hürriyet ve eşitlik gibi toplumsal değerler uğruna mücadele edilmeli, halka hizmet etmek için uluslararası planda dayanışma içerisinde olunmalı, insanlığın haysiyeti ve esenliği için çalışılmalıdır. Ortak görevlerimizden biri de her yerde mültecilerin haklarını korumak, göçmenleri ve yoksul sınıfları, özellikle emperyalist ülkelerde yaşayanları savunmaktır.

İsrail hapishanelerinden, cesur yoldaşlarımızın o kahramanca ve destansı bir şekilde sürdürdükleri açlık grevlerinin devam ettiği yerden, bizler, bu değerlerin yüceltilmesi ve işgalci devletin boykot, tecrit ve yaptırıma tabi tutulması adına hükümetlerinize baskı uygulamanızı, tutsakların mücadelesine destek verecek eylemler içerisine girmenizi talep ediyoruz. İşgalci devletin tecrit edilmesi, halklar ve uluslar düzleminde kuşatılması, halkımızın ve tüm tutsakların hürriyete doğru bir adım daha yaklaşmasını sağlayacaktır.

Yoldaşlar,

Bugün her yerde Filistin halkı, ulusal kurtuluş mücadelemize yönelik olarak gerçekleştirilen acımasız ve beklenmedik saldırılarla yüzleşmektedir. ABD ve İsrail’in, ayrıca bölgedeki gerici güçlerin başını çektiği kapsamlı ekonomik, politik ve güvenlikle alakalı saldırılar, bize karşı açılmış savaşın parçasıdır. Bu savaşın amacı, her şeyden önce halk sınıflarını hedeflemekte, Filistin halkının haklarını ve davasını tasfiye etmeyi amaçlamaktadır.

Bugün Arap dünyasında ve bölgede yaşanan gelişmeler, genel anlamda uluslararası sola mensup tüm güçlerin birleşip, felâketlere, acılara ve savaşlara birlikte karşı koyulmasını talep etmektedir. Bu birlik, bilhassa Trump ve sağcı, ırkçı, faşist kampın Arap milletinin zenginliğini mideye indirme planlarını uygulamaya çalıştığı bir dönemde zaruridir. Bu nedenle FHKC olarak bizler, sizleri, bir avuç generalin ve büyük şirketin kukla gibi yönettiği Trump kampına karşı toplumlarınızdaki sessizlik duvarlarını dövmeye çağırıyoruz.

Yoldaşlar, arkadaşlar,

Bugün İsrail denilen ırkçı yapı, işgal altındaki topraklarda ve tarihî anavatanımız genelinde Filistinlilerin hayatlarına ait tüm detaylarda kurumsallaşmaya, yerleşim amaçlı kanunları kökleştirmeye çalışmaktadır. Burada amaç, sömürü, zulüm, ırk ayrımcılığı, kuşatma ve açlığa mahkûm etme üzerine kurulu boyun eğdirme politikasını dayatmaktır. İsrail, 1948 sınırlarına göre Filistin toprağında, Batı Şeria’da, Gazze’de, Kudüs’te halkımıza boyun eğdirmeyi öne alan bu yeni düzeni tesis etmeye çalışmaktadır.

Bugün kurtuluş mücadelemiz, yeni ve zor bir aşamaya girmektedir. Buna karşın bizde halkımızın iradesine, işçilerimizin cesaretine, onlardaki devrimci kapasiteye dönük güven alabildiğine derindir. Bu irade köklüdür ve her şeyden daha güçlüdür.

FHKC’nin Filistin ve bölgede emperyalizm, Siyonizm ve tüm adaletsizlik, toplumsal baskı güçlerinin karşısına dikileceğine ve her daim ön cephede olacağına söz veriyoruz. Çünkü bu, bizim sorumluluğumuzdur. Bu, bizim görevimizdir. Seçtiğimiz yol, halkımızın ülkesine geri dönüş hedefine ulaşacağı, kurtuluşa varacağı, tarihî Filistin’de bağımsız bir Filistin devletini kuracağı yoldur. O Filistin’in başkenti Kudüs olacaktır. Kudüs, Filistin halkının ebedi, birleşik başkentidir.

Yaşasın hürriyet ve mücadele günü 1 Mayıs,

Yaşasın uluslararası dayanışma,

Zafer hürriyet ve haysiyet mücadelesi veren Filistinli tutsaklarındır,

Dünyadaki tüm politik tutsaklara özgürlük,

Zafer kaçınılmazdır.

Yoldaşınız

Ahmed Sedat
FHKC Genel Sekreteri
Ramon Hapishanesi
1 Mayıs 2017
Kaynak

Tarihsiciliğin Avrupamerkezciliği


Her şeyden önce postkolonyalizm, Batı düşüncesinde tüm toplumsal-tarihsel deneyimleri, genel kapitalist modernite başlığı altında toplamaya yönelik girişimlere karşı geliştirilmiş özel bir tepkidir. Dolayısıyla bu türden genellemeci değerlendirmeler sıkıntılıdır, zira bunlar, farklılık meselesini yanlış okurlar, daha da kötüsü, onu görmezden gelirler. Chakrabarty, bu yaklaşımı “tarihsicilik” olarak adlandırır ve bu eğilimin farklılığı hem kabul hem de nötralize eden bir tür tarih yazma yöntemi olduğunu söyler. Ona göre, bu yazım dâhilinde “tarihler arasındaki farklılıklar” uzun vadede sermaye tarafından aşılır.[1] Tarihsicilik, kapitalizmi tarihsel farklılığı karşıya atan bir güç olarak takdim eder. Bu güç, söz konusu farklılıkla mücadele içerisindedir, nihayetinde onu olumsuzlar veya kendi mantığının yayılması için gerekli olan farklı araçlara tarihsel düzlemde dâhil eder.[2]

Bu türden bir yaklaşım, politikleştirilmiş bir tür reçete içerir bünyesinde. Avrupa, bu yaklaşım bağlamında, kapitalizmin, modernitenin veya Aydınlanma’nın ilk oluştuğu saha olarak takdim edilir ve Avrupalı olmayanlar “başka bir yer”e fırlatılıp atılır.[3] Devamında tarihsel gelişmeler, Avrupa’ya has bir norma göre, özel olarak değerlendirmeye tabi tutulurlar. Bu norma uymayan veya denk düşmeyen tarihlerse “sapma” veya “eksik” denilerek çöpe atılırlar. Farklılıklar ise öze yerleştirilmiş ikilikler aracılığıyla ve onlar üzerinden dillendirilirler ve ilga edilirler. Bu ikilikler, prekapitalizm-kapitalizm, arkaik-çağdaş, dünya imparatorlukları-dünya sistemi olarak özetlenebilir.

Eksiklik anlayışı ise kendi içerisinde sömürgecilikte mevcut olan hiyerarşileri barındırır (bu hiyerarşiler, barbarlık, medeni olmama, geri kalmışlık, yetersizlik gibi kavramlarla ifade edilir). Sonuçta tarihsicilik, kültürel mesafeye dayalı bir ölçü belirler. “Bu, Batı ile Batı dışı dünya arasında mevcut olan bir ölçüdür”[4] ve “Avrupalı olmayanlara onların özerklik ve kabul görme çağrıları karşısında ‘daha değil’ diyebilmek için gerekli bir yöntem olarak kullanılır.”[5] Bu olgu, en net biçimde “köylü” veya “madun”u incelerken açığa çıkar. Örneğin Eric Hobsbawm’ın Hint köylüsünü tarih bağlamında “politika öncesi” ve “arkaik” olarak tanımlamasının sebebi, onun Avrupa dışı dünyadaki gelişmeleri “eksik” olarak anlamasıdır.[6] Bu tür unsurlar, prekapitalist ilişkilerin bakiyesi veya artığı olarak görülür. Chakrabarty’ye göre, benzer bir strateji, “eşitsiz gelişme” anlayışında karşımıza çıkar. Bu türden anlayışlar, “tarihsel gelişmeye (bütünlük değilse de) en azından önemli bir yapısal birlik atfeder. Bu yaklaşıma göre, zamanla belirli unsurların “anakronik” veya “modası geçmiş” olarak tanımlanması mümkün hâle gelir.[7]

Özellikle modernitenin oluşumu dâhilinde köylünün merkezî konumunu dikkate alırken, tarihsiciliğin sorunlu olduğu net olarak görülür. Köylü denilen fail burjuva, seküler olmamasına, tarihsel düzlemde sömürgecilik öncesinde varolan pratiklerle bağlantılı olmasına karşın, hâlen daha, hem politik hem de moderndir.[8] David Washbrook’un dile getirdiği biçimiyle, (modern dönemin aksine) toplumdaki geleneksel veya gerici katmanların yaygınlığı, Güney Asya’da sömürgeciliğin yol açtığı bir husustur.[9] Dolayısıyla köylü denilen faili, premodern, prekapitalist veya prekapital başlığı altında toplamak, madunları elitlerin rasyonalist bilincine ait kalıba zorla oturtmaktan, bunu da onları sömürgecilerin ve burjuva milliyetçilerin idrak edebileceği birer unsur hâline getirerek yapmaktan başka bir şey değildir.[10] Sonuçta başka şekilde önemli bir fail olarak görülebilecek olan köylülük, tarih yazımı üzerinden lâl edilir, yanlış tanıtılır veya kıyıya köşeye atılır.

Bu sebeple Partha Chatterjee, ekonomiye ait genel bir kategori olarak sermayenin tarihsel planda gerçekleşmesinin sınırlarının izah edilmesi suretiyle, Avrupa dışı dünyadaki moderniteye dair tarihsel soruyu yeniden dile dökmeye çalışır.[11] Chakrabarty ise esas olarak Avrupa’nın dünyanın merkezi olmaktan çıkartılması [provincialize] ile ilgilidir. Ona göre bu çaba, genellemeci düşüncenin belirli tarihler tarafından her zaman ve zaten değişime nasıl tabi kılındığını göstererek ortaya konulmalıdır.[12] Başka bir ifadeyle, söz konusu yaklaşımın amacı, genelmiş gibi görünen kavram ve kategorilerin her zaman kendi içinde genel, evrensel olmayana ait izler taşıdığını ortaya koymaktır.

Chakrabarty, bu işlemi iki şekilde gerçekleştirir: öncelikle o, politik moderniteye ait “genel” kavramların önceden varolan kavram, kategori, kurum ve uygulamalarla çatıştığını göstermeye çalışır. Ona göre, politik moderniteye ait kavramlar, bahsi geçen unsurlar eliyle tercüme edilir ve belirli bir yapıya kavuşturulurlar.[13] İkinci olarak Chakrabarty, genel kategorilerin esasında parçalı ve dar olduğunu gösterir. Ona göre, bu kategoriler Avrupa’ya ait özel bir deneyimin ürünüdürler.[14] Aynı şekilde Chatterjee de Avrupa’ya ait toplumsal formların sözde genelliğinin ancak özel bir kapitalizm tarihine bağlı olarak genelleşen özel bir tarihsel deneyimi maskelediğini söyler.

Avrupa’ya ait parçalı bir düşünceyi genel felsefeye dönüştüren, Avrupa’nın dar ve sınırlı tarihini evrensel tarih hâline getiren önemli bir moment varsa, o da sermaye momentidir. Sermaye, toprak bağlamında ulaştığı menzille ve kavramsal hâkimiyetiyle genelleşmiştir. Ticaretin, savaşın, soykırımın, fethin ve sömürgeciliğin şiddetini genel bir ilerleme, gelişme, modernleşme ve özgürlük tarihine dönüştüren şey, sermayeyi merkeze alan anlatıdır.[15]

Vivek Chibber, Madun Çalışmaları’na karşı son saldırısında[16] esas olarak sermayenin evrenselleşme eğilimini kabul etmeyenleri eleştirir. Chatterjee, Chakrabarty ve Ranajit Guha gibi isimleri içeren ve madun çalışmaları yapan akademisyenler, esasında sermayenin evrenselleşme eğilimine sahip olduğunu inkâr etmezler. Bilâkis bu isimler, aslında başka bir şey söylerler: sermayedeki evrenselleşme eğilimi sınırlıdır, bu eğilim, her zaman ve her yerde kısmîdir ki bu hususlara Chibber’ın kendisi de işaret eder. Örneğin Chakrabarty, Marx’ın “sermayeye karşı direnişin sermayeye içkin bir şey olduğuna” dair sözü üzerinde durur. Bu açıdan Chakrabarty’nin de dile getirdiği biçimiyle, “sermayenin kendisini yeniden üretmesi”, akla Marx’ın başka bir sözünü getirir:

“Sermayenin kendisini yeniden üretmesi, sürekli aşılan ama her daim açığa çıkan çelişkiler içerisinde gerçekleşir. Bunun sebebi, Marx’ın da dile getirdiği biçimiyle, sermayenin ideal planda karşısına çıkan sınırları gerçekte aşamadığı ulusal sınırlar ve önyargılarla aşar.”[17]

İlginç olan şu ki Marx’ın Grundrisse’sinden alınan bu pasajı Guha da alıntılar. Guha devamında şu tespiti yapar: “Sermayenin evrenselliği iddialarına dair bu eleştiriden daha açık ve daha yıkıcı bir tespit yapılamazdı”[18] Bunun dışında Guha, evrenselci ve karşı-evrenselci eğilimlerin çelişkili birliğinin Doğu ve Batı (özellikle Avrupa) içerisinde işlemeye devam eden bir şey olduğunu söyler. Guha’nın dile getirdiği biçimiyle, Marx’a göre:

“ideal olarak sermayenin evrenselleşme eğilimi ile bu eğilimin gerçekte kırılması arasındaki uyuşmazlık, ilgili dönemde Batı’daki burjuva toplumların çelişkilerine ait bir ölçüdür, o ölçüye özgüllük katansa farklılıklardır.”[19]

Guha’nın ifadesiyle, “burjuvazinin tarihsel projesindeki yapısal fay hattı[20] Hint burjuvazisi ile Avrupa’daki ecdadı arasında değildir.[21] Burada esasen tüm dünyayı boydan boya kesen, daha kapsamlı bir uzamsal-zamansal fay hattı söz konusudur: Bu fay hattı, İngiltere ve Fransa’daki “ilk dönem” burjuva devrimleri ile Elbe Nehri’nin doğusuna, Avrupa ötesine uzanan sonraki burjuva devrimleri arasındadır.

Alexander Anievas
Kerem Nişancıoğlu

[Kaynak: How The West Came To Rule, Pluto Press, 2015, s. 33-35.]

Dipnotlar:
[1] Chakrabarty, Provincializing Europe, s. 47-8. Aynı şekilde, kapitalizmin genişlemesi meselesinin her şeyi içeren bir kategori altında toplanması, Batı dışı toplumların Avrupamerkezci ve sorunlu tarihine yol açmaktadır.

[2] Chakrabarty, Provincializing Europe, s. 48.

[3] Chakrabarty, A.g.e., s. 7-8.

[4] Chakrabarty, A.g.e., s. 7. Dolayısıyla tarihsicilik, tarihsel geçiş anlatısına damgasını vuran bir husustur. Geçiş teorisinde tarih iki eş kutup arasında asılı gibidir: despotik/anayasal, ortaçağ/modern, feodal /kapitalist. Bu noktada sömürge tarihlerinde söz konusu geçiş anlatıları, şiddet ve fetih konusunda emperyalistlerin sahip olduğu kapasite ve imkân küstah bir dille övülür (A.g.e., s. 32).

[5] Chakrabarty, A.g.e., s. 8; ayrıca bkz. Partha Chatterjee, ‘A brief history of Subaltern Srudies’, Empire and Nation: Selected Essays içinde (New York: Columbia University Press, 2010), s. 296-7. Sömürge ideolojisi dâhilinde bunun en açık örneği, muhtemelen John Stuart Mill’dir. Oysa postkolonyalistler, söz konusu yaklaşımın izlerini nispeten daha radikal düşünürlerin çalışmalarında da sürerler. Bunlardan biri de Karl Marx’tır. Marx’a göre, “endüstriyel açıdan daha gelişkin olan ülke, azgelişmiş olan ülkeye kendi geleceğine ait bir imajı gösterir. Bu tespit, Wallerstein’ın Dünya Sistemi Teorisi’ni ve Robert Brenner’ın teorisini belirler.

[6] Chakrabarty, A.g.e., s. 11-12.

[7] Chakrabarty, A.g.e., s. 112, 47.

[8] Postkolonyalizm teorisi, köylü denilen faili, o tarihsiciliği altüst ettiği, tarihin ilerlediği ana güzergâha girişine izin verilmemesine rağmen girdiği, burjuva öncesi değil de burjuva dışı, modern öncesi değil ama modern dışı oluşu sebebiyle yere göğe sığdıramaz (Chakrabarty, A.g.e., s. 10-11).

[9] David Washbrook, ‘South Asia, the world system, and world capitalism’, Journal of Asian Studies, Cilt. 49, Sayı. 3 (1990), s. 479-82.

[10] Chatterjee, ‘Subaltern Studies’, s. 292.

[11] Partha Chatterjee, ‘Peasants, politics and historiography: a response’, Social Scientist, Cilt. 11, Sayı. 5 (1983), s. 64-5.

[12] Chakrabarty, A.g.e., s. xiv.

[13] Chakrabarty, A.g.e., s. xii. İlginç olan şu ki Chakrabarty’ye göre bu, modern tarihin genel bir kanunudur. “Eğer bu argüman Hindistan için doğru ise, o vakit Avrupa dâhil diğer her yer için de doğrudur.” Ayrıca bkz. Chatterjee, ‘Subaltern Studies’, s. 294.

[14] Chakrabarty, A.g.e., s. xii.

[15] Partha Chatterjee, The Nation and Its Fragments: Colonial and Postcolonial Histories (Oxford: Princeton University Press, 1993), s. 235.

[16] Chibber, nihayetinde iddiasını daha da abartılı bir dille aktarır ve postkolonyalistlerin Doğu’nun özgüllüğünü savunmaya çalıştıklarını, bunu da sermayenin başarılı biçimde genelleştiği meselesini redde tabi tutup Batılı teoriye ait evrensel kategorilerin uygulama imkânının bulunmadığını söyleyerek yaptığını iddia eder. Bu suçlamaların yanlış bir zemine dayandığını söylemek gerekir. Bkz. Chibber, Postcolonial Theory, s. 212. Chibber’ın yanlış temellendirilmiş eleştirisine yönelik önemli cevaplar için bkz. Partha Chatterjee, ‘Subaltern Studies and capital’, Economic and Political Weekly, Cilt. 48, Sayı. 37 (2013), s. 69-75; Sanjay Seth, ‘Review of Vivek Chibber’s Postcolonial Theory and the Specter of Capital’, American Historical Review, Cilt. 119, Sayı. 4 (2014), s. 1.218-20; Alexander Anievas ve Kerem Nişancıoğlu, ‘Chibber’s follies: the potentials and pitfalls of Postcolonial Theory and the Specter of Capital’, yayınlanmamış makale, 2015.

[17] Chakrabarty, Provincializing Europe, s. 85.

[18] Ranajit Guha, Dominance without Hegemony: History and Power in Colonial India (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1997), s. 16.

[19] Guha, Dominance without Hegemony, s. 16, vurgular bize ait.

[20] Guha, A.g.e., s. 5.

[21] Chibber’ın iddialarının tam zıttı için bkz., Postcolonial Theory, s. 39.

,

Filistinli Tutsaklardan 1 Mayıs Mesajı

Aşağıdaki mesajı, 17 Nisan’dan beri Hürriyet ve Haysiyet adı altında açlık grevi yapmakta olan, İsrail hapishanelerindeki Filistinli politik tutsakların 1 Mayıs Uluslararası İşçi Günü mesajıdır. Bu bildiri, dünya genelinde Filistin dostlarına ve destekçilerine, 1 Mayıs’ta gösteriler, eylemler ve kutlamalar düzenleyen işçi hareketlerine hitaben kaleme alınmıştır. Kaleme alan isim olan Kâmil Ebu Haniş, grevin liderlerindendir ve FHKC’nin hâlen Ayalon Ramle Hapishanesi’nde bulunan tutsak liderlerinden birisidir. Bu mesaj, 1 Mayıs günü Ramon Hapishanesi’nden tüm dünya genelinde solcu hareketlere Filistin mücadelesine destek vermeleri çağrısında bulunan Ahmed Sedat’ın bildirisi ile birlikte kaleme alınmıştır.

§ § §

 

İşgalci gücün hücrelerinden sesleniyoruz. Açlık grevimizin on beşinci günü 1 Mayıs Uluslararası İşçi Günü’ne denk geldi. Hapishanelerde bize karşı savaş yürüten ırkçı, sömürgeci işgal gücüne karşı mücadelenin bir parçası olarak hürriyet ve haysiyet grevine girdik. Grevimizin amacı, Filistin kurtuluş mücadelesini tasfiye etmeye dönük yeni saldırılara ve ırkçı kanunların acımasız saldırılarına karşı tutsakları ve halkımızı savunmaktır.

Grevimize hapishane duvarları arasında devam ediyoruz, aynı zamanda Uluslararası İşçi Günü’nü yüce tutuyor, ona hürmet ediyoruz. İşçi günü, her türden sömürgeciliğe, ırkçılığa, sömürüye ve zulme karşı çıkan halk sınıflarının ve işçi sınıfının günüdür. Bugün parmaklıklar ardında olan tutsaklar olarak bizler, dünya genelinde sokaklarda, meydanlarda olan insanlarla birlikteyiz, sizlerle birlikte adalet, hürriyet ve sömürüden kurtuluş talep ediyoruz.

Filistin’deki halk sınıflarına mensup oğullarımız, kızlarımız, köylüler, işçiler, kamplardaki mülteciler, her zaman Filistin ulusal kurtuluş hareketimizin liderleri ve itici gücü olagelmişlerdir. Filistinli halk sınıfları, ülkede Siyonist sömürgeciliğe ve işgale karşı koyan, cephe hatlarında bu uğurda mücadele eden özgürlük savaşçıları ve direnişçileridir. Bu nedenle onlar, bugün İsrail hapishanelerindedir, Filistin tutsak hareketini onlar inşa etmiştir. Filistin devrimini ve direniş hattını geleceğe taşıyanlar gene onlardır.

İşgal altındaki Filistin’de iş aramak bile suçtur. İşgalcinin böldüğü, yerleşime açtığı Filistin’de “izinsiz” iş aradığı için her yıl binlerce Filistinli işçi hapse atılmaktadır. Bu sayı, yedi bini bulan Filistinli politik tutsak içerisinde anılmamaktadır. Oysa onlar da politik tutsaktır, yaklaşık yetmiş yıldır uygulanan, yüz yılı aşkın bir zamandır kendi toprağımızda Filistin emeğini hükmü altına alan, Filistinlileri yerlerinden yurtlarından edip birer suçlu hâline getiren Siyonizmin yerleşimci siyasetinin tutsağıdır.

Bugün sizler, sokaklarda yürüyor, boş midelerinizle hürriyet, adalet ve haysiyet şiarını daha da gür bir sesle haykırıyorsunuz. Grevimiz ve Filistinli tutsaklar hareketi, özgürlüğümüze kavuşabilmemiz için sizin desteğinize, dayanışmanıza ve eylemlerinize muhtaçtır. Filistinli işçiler, Filistinli halk sınıfları ve dünya işçileri kapitalizme, ırkçılığa, Siyonizme ve sömürgeciliğe karşı koymak için bir araya gelmelidir. 1 Mayıs’ı işçilerin, dolayısıyla tutsakların, tüm Filistinli politik tutsakların ve ABD’den Fransa’ya, Yunanistan’dan Türkiye’ye, oradan Filipinler’e dek zalimlerin ve sömürücülerin hapishanelerinde tutsak olan tüm adalet savaşçılarının kurtuluş günü kılalım.

Bizim açlığımız ve boş midelerimiz, sadece bizim haysiyetimiz ve hürriyetimiz, inkâr edilen temel haklarımız, sevdiklerimizi görme hakkımız, kendi eğitimimiz, sağlık ve tıbbî tedavi hakkımız, hücreye atılmama talebimizin yerine getirilmesi, suçlama olmaksızın, mahkemeye çıkartılmadan hapse atılmamamız için değildir. Filistinli tutsaklar olarak verdiğimiz bu mücadele, gerçek zafere tüm tutsakların kurtuluşu, daha da önemlisi, vatanımızın, Filistin halkının kurtuluşu ile birlikte ulaşabilir.

Bugün çağrımız, sizlere, tüm dünyada özgürlük ve adalet için mücadele edenlere, işçi hareketlerine, sosyalizm savaşçılarına, devrimci hareketleredir. Mücadelemize, Filistin halkına ve Filistinli tutsaklara destek verin. İşgalci devleti tecrit etmek ve Filistin halkına karşı yetmiş yıldır işlediği suçlar için hesap vermesini sağlamak için harekete geçmenizi istiyoruz. İşgalci devlete ve hapishane sisteminden, ırk ayrımcılığından ve yerleşimci siyasetinden nemalanan Hewlett-Packard ve G4S gibi şirketlere karşı BDS hareketini inşa edip güçlendirin. İşçi hareketlerinin, halk sınıflarının meydana getirdiği hareketlerin, ezilenler hareketinin tüm dünya genelinde bu mücadelenin, ırkçılığa, emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadelenin parçası olması mümkündür ve zorunludur.

Yaşasın Uluslararası İşçi Günü, Yaşasın 1 Mayıs

Zafer ve hürriyet Filistinli tutsakların olsun.

Zafer ve hürriyet, işçilerin, halk sınıflarının, Filistin toprağının ve Filistin halkının olsun.

Kamil Ebu Haniş
Hürriyet ve Haysiyet Mücadelesi
1 Mayıs 2017
Kaynak

,

1 Mayıs

1 Mayıs, diğer her türden tatilden farklı bir gündür. Henüz ticarîleşmemiştir. O, hediyelerin alınıp verildiği bir tatil günü değildir. Ne de aile üyelerinin katıldıkları tuhaf akşam yemeklerinin yenildiği bir gündür.

Yöneticilerimiz onu mahkûm ederler, görmezden gelirler veya o tarihe başka bir isim verirler. Ama bu noktada 1 Mayıs’ın bir “sadakat günü” olmadığını da söylemek gerekmektedir. Bilâkis 1 Mayıs, sokaklara döküldüğümüz, zerre geri adım atmadan, asıl sorunun kapitalizm, tek çözümün komünizm olduğunu haykırdığımız gündür.

1 Mayıs’ta hep bir ağızdan “ehven-i şer” siyasetini redde tabi tutmak bir mecburiyettir. O, yumruklarımızı sıkıp imkânsızı, tüm bu sistemin defolup gitmesi gerektiğini dile getirdiğimiz gündür.

O, “başka seçenek” olmadığını kabul ettiğimiz, başkaldırdığımız, tüm cesaretimizle dünyayı sömürücülerden ve zalimlerden geri alma irademizi ortaya koyduğumuz gündür.

1 Mayıs’ta biz dünyayı anlayalım diye bize öğretilenlere karşı çıkarız. Başka bir ülkeye karşı değil, dünya insanlığının büyük çoğunluğu, sömürülenler ve ezilenler olarak, dünyanın o ufak yönetici elitine, mide bulandırıcı savunucularına ve uşaklarına karşı bir araya geldiğimiz, birlikte yürüyüp birlikte konuştuğumuz bir gündür 1 Mayıs.

Şirketlerin kârı ve askerî hâkimiyet aşkına gezegeni yağmalayan ve ateşe veren ABD imparatorluğuna meydan okumak için bir araya geliriz. Esasında kavgamızın amacı, ABD imparatorluğunu yeryüzünden söküp atmak ve herkesi mahveden savaşa son vermektir.

1 Mayıs’ta bizler Amerikalı değiliz. Bayrağımız beyaz, mavi, kırmızı değil, devrimin tüm ezilenlerin kanıyla boyanmış kızıl bayrağıdır. Bazıları, onun ilkin ABD’de çıkış alması sebebiyle, 1 Mayıs’ın salt Amerika’ya ait olduğunu iddia ederler. 1 Mayıs’ın doğduğu, Şikago’daki Haymarket Şehitleri, daha iyi ücret, daha iyi çalışma koşulları için mücadele etmiş sendika liderleridir. Ama bu isimler Amerikalı değil, ABD’de ve ülke dışında kapitalist sisteme karşı çıkan göçmenler, devrimciler, anarşistler, komünistler ve enternasyonalistlerdir. Onların da bizim de bir ülkemiz yoktur. Her şeyin ötesinde onlar, henüz gençlik aşamasında olan açgözlü kapitalizme karşı insanlığın haysiyeti için mücadele etmişlerdir.

1 Mayıs’ta kendimizi güçlülere karşı adilane talepler dillendirmekle sınırlamayalım. Gücü elimize alalım ve o güçle toplumu dönüştürelim. Domuzların ülke genelinde sırf siyah diye gençlere silâh sıktığı bu 1 Mayıs’ta kendimizi “polis terörüne son verilsin” talebiyle sınırlamayalım, o terörü sürdüren ve mümkün kılan, beyaz üstünlükçü sistemi tümüyle yok etmek için mücadele verelim.

Her yıl 365 gün zenginlerin, onların sürdürdüğü savaşların, kâr hırslarının, soğuk ve hesapçı sömürünün ve zulmün, o zenginlerin yalanlarının, gerekçelerinin ve kılıflarının hükmettiği bir dünyada yaşıyoruz. Yaşadığımız dünya, insanlık onurunu zedeleyen, ırkçılık, kadın düşmanlığı, homofobinin hâkim olduğu bir sistemin idaresi altındadır. Patronların, polislerin, askerlerin, siyasetçilerin, yardakçıların düzenine karşı çıkıyoruz.

1 Mayıs, bunlardan kurtulduğumuz bir dünyayı hayal ettiğimiz gündür.

O, daha iyisini ortaya koyduğumuz ve bu uğurda birleştiğimiz, tabi olduğumuz şeye karşı öfkeli gösteriler düzenlemek kadar daha iyisi için verilen mücadeleye bağlı olduğumuzu beyan ettiğimiz gündür. 1 Mayıs, devrimci ruhumuzu yücelttiğimiz, zafere dek her gün mücadele yürüteceğimizi ortaya koyduğumuz gündür.

Doug Enaa Greene
1 Mayıs 2017
Kaynak