03 Ocak 2016

,

Şeyh Nimr Terörist Değildi


Suudi Arabistan, Cumartesi günü 47 insanı “terörist” olarak suçlayıp idam ettikten sonra, manşetlerde kendisine yer bulmasına karşın, uluslararası medya esas olarak krallığın dış ilişkilerine odaklandı.

Geçen ay Suudi Arabistan anti-terör koalisyonu kurduğunu duyurmasıyla dünyanın gündemine gelmişti. Uluslararası toplum telaşla sürecin detaylarına yoğunlaştı, bir yığın yorumcu Suudilerin uluslararası alanda oynaması muhtemel rolüne dair fikirler dile getirdi. Ama analizler temelde uluslararası düzeye odaklanırken, ülke içerisinde yaşanan dram kimsenin dikkatini çekmedi ve ülke sınırlarının dışında bir karşılık bulmadı.

Kasım sonunda medya Suudi gazetelerinden sızan, “El- Kaide ve Avamiye’den en az 50 terörist”in idamının beklemede olduğuna dair bilgilerin üzerine atladı. Bir dizi insan hakları örgütü bu konuya dikkatleri çekti ve Suudilerin kendilerine has bir “terörizm” tanımı ile hareket ettiklerine işaret ederek kaygılarını dile getirdi. 2008’de terörizm davalarının görülmesi maksadıyla kurulmuş olan Özel Yetkili Ceza Mahkemesi kurulduğu günden beri çok sayıda insan hakları savunucusunu yargılayıp suçlu buldu. Bu Ekim ayı içerisinde bu mahkeme insan hakları örgütünün bir dizi kurucu üyesine 8 ilâ 10 yıl hapis cezası verdi. Bu insanların tek suçu iktidardaki aileye karşı düşüncelerini ifade etmiş olmaları idi.

İdam kararı verilen mahkûmlar arasında politik eylemciler ve şiddete başvurmamış hükümet muhalifleri var. Tutuklandıkları dönemde reşit olmayan çocukların da aralarında bulunduğu altı Şii eylemci idam edilecek “teröristler” listesine alındı. Krallığın ülke içerisindeki faaliyetlerinin uluslararası toplumun gündeminden çıktığı bir dönemde idamını bekleyenlerin tepesinde sallanan kılıç kendisini daha da fazla hissettirmeye başladı.

Avamiye mensubu “teröristlerin” belki de en ünlüsü Şeyh Nimr Bakır an-Nimr. Önde gelen Şii din adamlarından olan Nimr ülkenin doğusunda yaşayan, barışçıl bir muhalefet çizgisi izleyen bir isim. Öne çıkmasını sağlayansa 2011-12’deki gösterilerde muhalefetin başını çekmiş olması.

Şeyh Nimr Cumartesi günü idam edilen 47 kişiden biri.


Suudi yetkilileri Şeyh Nimr’i Temmuz 2012’de zorla tutuklamış “mezhep savaşını tetiklemek ve isyanı desteklemek”le suçlamıştı. Oysa aslolarak onun barış yanlısı, coşkulu vaazlarının muhtevasından rahatsızlardı. 15 Ekim 2014’te askerî mahkeme ona ölüm cezası verdi. BM insan hakları uzmanları tutuklamayı ve Nimr’e verilen cezayı devlete sundukları tebligatlarla eleştirdiler. Bu tebligatlarda uzmanlar Şeyh Nimr’e işkence edildiğinden, yargılamanın usule aykırı olduğundan, onun adil yargılanmadığından ve yaralarının iyileştirilmesi için gerekli tıbbi özenin gösterilmemiş olduğundan bahsettiler.

Bu dönemde Suudi medyası ve hükümeti Şeyh Nimr’i Şii terörizminin bir simgesi olarak takdim etti. Savunma Bakanı Prens Muhammed bin Selman’ın danışmanları Kasım ayı içerisinde “Nimr ailesinin şiddete başvurduğunu, güvenlik güçlerine ve devlet binalarına saldırdığını, sivilleri terörize ettiğini” söyledi. Londra’dan yayın yapan, Suudi destekli Şarku’l Avsat isimli gazetede de benzer iddialarda bulundu. Gazetede çıkan “Nimr ve Şuveyl: Aynı Ölçekte İki Öğretinin Mensubu İki Terörist Teorisyen” başlıklı bir makale Şeyh Nimr’in ve El-Kalide üyesi Faris Şuveyl’in “bir madalyonun iki yüzü” olduğunu ve ikisinin de terörist düşüncenin farklı yanlarını temsil ettiğini söylüyordu.

Şeyh Nimr’in vaazlarının muhtevası ise farklı bir hikâye anlatıyor. Konuşmalarında Nimr devletin zulmü karşısında şiddete başvurmama çağrısı yapıyor. Direnişle ilgili görüşünü aktardığı bir vaazında Şeyh Nimr şunu söylüyor: “Sözün yol açacağı gürültü kurşunların sesinden daha güçlüdür.” Devamında da şiddetin olumlu sonuçlar doğurmayacağına dair bir izahat sunuyor. Bir başka vaazında ise göstericileri barışçıl eylemler yapmaya teşvik ediyor ve “gösteride elinde silâh olan birini gördüğümüzde ‘biz bunu kabul edemeyiz, evine git sana ihtiyacımız yok’ diyeceğiz.” diyor. Uluslararası Af Örgütü’nün Şeyh Nimr’in yaptığı konuşmalara dair eleştirisi de muhalefetinin barış yanlısı niteliğini teyit ediyor. O konuşmalarda kimse şiddeti kışkırtan tek bir kelime bulamıyor.

Şeyh Nimr’in İran’ın ajanı olduğuna dair iddia da devletin yürüttüğü karalama kampanyasında önemli bir rol oynuyor. Aynı Şarku’l Avsat gazetesi makalesi, Nimr’in “kışkırtıcı konuşmalarının kaynağının İran’ın Kum kenti” olduğunu iddia ediyor. Oysa Nimr’in ağzından dökülen sözler tam aksini söylüyor. Birçok konuşmasında Şeyh Nimr, Suudi Arabistan’daki Şiilerin sadece kendi adlarına konuştuklarını uzun uzun anlatıyor. Bir vaazında “Ne İran’la ne de başka bir ülkeyle bağlantılarımız var. Biz kendi değerlerimize bağlıyız ve onları medyanız saptırmaya devam etse bile savunmayı sürdüreceğiz” diyor.

“Teröristler” arasında üç de Şii gösterici var. Bunlar reşit olmamalarına karşın benzer iddialarla tutuklanmışlar: Ali Nimr, Abdullah Zahir ve Hüseyin Marhun. Güvenlik güçleri Şeyh Nimr’in yeğeni Ali Nimr’i Şubat 2012’de Doğu’daki gösterilere katıldığı için tutuklamış. Suudi yetkililer ona gözaltında işkence etmiş ve bir “terörist hücresi”ne katıldığı suçlaması da dâhil bir dizi suçlamayı zorla kabul ettirmiş. Ulusal güvenlik mahkemesi sonrasında bu itirafı ona idam cezası vermek için kullanmış. 8 Ekim 2015’te Avrupa Parlamentosu Suudi Arabistan’a Ali’den özür dileyip onun idamını durdurması yönünde bir karar almış. Burada hükümetin ulusal güvenlik mahkemesini barışçıl muhaliflere zulmetmek için kullanılması eleştirilmiş.

17 Aralık 2015’te uluslararası toplum Suudilerin kurduğu yeni koalisyona odaklandığı sırada Abdullah Zahir’in ailesi geç kalmadan bu mahkeme sürecine müdahale etmesi için çağrıda bulunmuş. Abdullah’ın babası Guardian’a açıklama yaparak yardım için yalvarmış ve “oğlum sırf bir protesto yürüyüşüne katıldı diye ölmeyi hak etmiyor” demiş.

Medya yeniden Suudilerin uluslararası ilişkilerine odaklanmış durumda. Ülke içerisine bakan kimse yok. Reşit olmayan çocukları ve reformcuları terörist olarak damgalamakla Suudiler kendi yurttaşlarına verdiği insanlık dışı cezaları meşrulaştırma imkânı buluyor. 21 Aralık’ta terörizm mahkemesi blog yazarı Zuheyr Kutbi’yi ne idüğü belirsiz suçlardan ötürü dört yıl hapse mahkûm etti, kendisine beş yıl seyahat yasağı getirdi ve 26.600 dolar para cezası verdi. Kutbi ayrıca 15 yıl yazı da yazamayacak. Suçlamalar birikip idamların sayısı arttıkça Suudi Arabistan’ın daha fazla “terörist” idam edeceği ihtimali de artıyor. Uluslararası toplumun unutmaması gereken asıl tehdit işte bu.

Ellen Duthoy
4 Ocak 2016
Kaynak

01 Ocak 2016

, ,

Hiç Olmayan Devrim

Lahor’daki Komünist Parti bürosunun arka kapısı –Foto: Malik Osman

Direnişin kanunu doğaya ait tuhaf bir olgudur. Sert toprağın ağırlığına rağmen serpilen bir fidan, düşmanlarla dolu bir yerde yetişen bir hayvan, ensesinde ölümün soğukluğunu hissetmesine karşın yaşama iradesi. Belki de seksenler Pakistan’ında baskıcı General Ziya-ül Hak rejimi esnasında birçoklarımızın taşıdığı romantizmi ve iyimserliği izah eden bu.

Beş yaşında iken Ravalpindi’den Karaçi’ye gelmişiz. Babam Aslam Azhar Pakistan’da PTV’yi [Pakistan Televizyonu] kurmuş, Z. A. Butto bağımsız fikirlere sahip olduğunu düşündüğü babamı Devlet Sinema Kurumu’nun başına getirmiş. Ziya-ül Hak iktidara geldiğinde tüm ilerici isimleri devlet kurumlarından atmış. Babam da bunlardan biri. Birkaç yıl sonra Ravalpindi Merkezî Cezaevi’nde Butto asıldığında evimizdeki o tören havasını capcanlı anımsıyorum.

Babam Mansur Said ile Karaçi’de tanıştı. Said onu Pakistan’da giderek büyüyen sol harekete aktif olarak katılmaya ikna etti. Tüm ailemiz solun bir parçası hâline geldi. Mansur ve babam Karaçi’de Dastak tiyatro grubunu kurdu. Grup zorba rejim karşısında tiyatro aracılığıyla politik bilinci artırmaya çalışan Lahor’daki Ajoka ile birlikte ülkedeki nadir topluluklardan biriydi. Burada Mansur’un yetenekli kızı Sanya Said ilk oyunculuk tecrübesini edinip ileride bugün Pakistan televizyonunda çıkan ünlü aktrislerden biri oldu.

Aslam Azhar ve Mansur Said, iki dost ve Karaçi’deki politik tiyatronun iki önemli üyesi

O günlerde evimizin kapısı hep açıktı. Giren çıkanın haddi hesabı yoktu. Bir odada hep prova yapılır, diğerinde öğrenciler veya sendikacılar toplantı yaparlardı. O dönemde çokça genç katıldı tiyatro grubumuza. Dastak birçok önemli işin altına imza attı ve hepsini de gönüllülük esasına göre yaptı. İnsanlar kendilerini davaya adamışlardı ve politik çalışma üzerinden para kazanmak gibi bir dertleri yoktu.

Bu dönemde en unutulmaz oyun Bertolt Brecht’in “Galileo’nun Hayatı” idi. Oyunu Urducaya Mansur Said kazandırmıştı. Bu üç saatlik oyuna yönelik bağlılığı ve enerjiyi anımsadıkça hâlâ şaşırırım. Oynayanların çok az hatta hiç tecrübesi yoktu oysa. Hepsi de gönüllü çıkmıştı sahneye. Tek tecrübeli olan ailemdi, babam herkesi muhteşem bir biçimde yönetmeyi bilmişti. “Galileo’nun Hayatı” ya da Urducadaki hâliyle Galileo ki Destan, on altıncı yüzyılda yaşamış devrimci İtalyan bilim insanı Galileo hakkındaydı. O dünyanın güneşin etrafında döndüğünü ispatlamıştı. Fikirleri müesses nizamın ve Katolik Kilisesi’nin öfkesine ve baskısına maruz kalmıştı. Onlar insanların kâinatın düzenini sorgulamaya başladıklarında sıranın toplumsal düzene geleceğinden, bu konuda onları kimsenin durduramayacağından korkuyorlardı. Tek korkuları insanların devletin neden Kilise’nin, fakirlerin neden zenginlerin etrafında döndüğünü sorgulamaları idi.
Galileo ki Destan: Nesrin Azhar, Aslam Azhar ve Mansur Said Karaçi’deki Rio Salonu’nda sahnede.

‘Galileo’ Pakistan’daki gidişata dair en ideal analojiydi. Bu ülkede baskıcı devlet rejimine tüm ileri fikirlere aman vermeyen köktenci dinî ideoloji payanda oluyordu. Tek korkumuz sansür kurulunun oyunun büyük kısmını budaması idi. Ama şaşırtıcı biçimde içeriğe dokunmadılar, sadece içmekle ve şarap yapmakla ilgili birkaç dizeyi çıkarttılar. Zaman içinde hatalarını anladılar. Oyun Karaçi’deki politik ve toplumsal mahfillerde ufak dalgalara yol açtı.


Aslam Azhar ve Usame Azhar Karaçi’deki Rio Salonu’nda Galileo’nun elbise provası esnasında.

Oyun Karaçi’deki eski Rio Salonu’nda oynanacaktı. Biletler sadece kirayı ödeyecek şekilde, düşük tutuldu. Dastak Karaçi’nin belirli yerlerinde başka oyunlar da oynadı. Topluluğun en büyük yapımı gene Brecht’in Urducaya çevrilmiş bir oyunu idi. Jan Dark Davası bir işçi isyanına öncülük eden fabrika işçisi ile ilgiliydi. Dastak bu oyunu 1986’da 1 Mayıs’ın yüzüyüncü yıldönümü vesilesiyle Karaçi’de düzenlenen bir haftalık kutlamalar boyunca sergiledi. İşçi sendikaları ana yolu kapatıp oyunun oynandığı sahneye yürüdüler. Sahne yolun üzerine inşa edilmişti. Dört bin işçi sahnenin karşısına oturdu ve üç saatlik oyunu tam bir sessizlikle izledi. Oyunda dekor olarak arka planda fabrikalara ihtiyaç vardı. Bu nedenle babam soyut bir açık hava seti hazırladı. Sahnenin arkasından fabrikalar görünüyordu.

Bir hafta süren festivaller ve gösterilerin sonunda kitle meşaleli yürüyüş gerçekleştirdi. Binlerce sendikalı işçi, öğrenci ve eylemci barış içerisinde yürüdü. Gözlerine vuran meşalenin alevleriyle o insanlar tek bir şiddet eylemi gerçekleştirmeksizin Sedar Pazarı’nın içinden geçtiler.

Kısa süre önce 1 Mayıs 2010’da yapılan gösteriler. Pakistan’da soldan geri kalanlar.

1986’daki meşaleli yürüyüş esnasında ben 14’ündeydim. O gün sesimi başka şekilde kullanabileceğimi keşfettim. Yolun kenarına park etmiş bir kamyonun üzerine çıktım. Üzerine tüneyerek ışıklar içerisindeki insanlık denizinin o muhteşem görüntüsünü huşu içinde seyrettim.

Sonra cesaretimi toplayıp slogan atmaya başladım. “Mazdur İttihad” [İşçilerin Birliği]

Şaşkın hâlimle izlediğim binlerce insan ses verdi: “Zindebad!” [Yaşasın]

Belli bir duyguyla yüklü, sana beğeniyle bakan bir seyircinin karşısında, sahnede olma hissinin kıyaslanabilir bir yanı yok. Korku ve sesimin gücü vardı içimde. Binleri etkileyen o sesle ardı ardına sloganlar atmaya başladım.

Sonra kalabalığın içinden biri beni tanıyıp “Yoldaş, ‘Sesler’ grubu yürüyüş kolunun en önünde, bir kamyonun arkasında şarkılar söylüyorlar. Seni de çağırıyorlar!” diye bağırdı.

 

Sesler, seksenlerde Şehid Butto ve Bedil Mesrur tarafından kurulmuş bir müzik grubuydu. Genelde Şeyh Ayaz ve Faiz Ahmed Faiz’in şiirlerinden bestelenmiş şarkıları söylüyorlardı. Kamyondan aşağı indim, insanları ite kaka öne doğru ilerlemeye çalıştım. Dalgalanan meşale ışıklarının arasından o kamyonu gördüm. Üzerinde hoparlörler vardı. Arkasına çıktım ve gruba katıldım, hem de çığlık çığlığa.

Seksenlerde General Ziya-ül Hak Reagan’ın emperyalist politikalarından yanaydı. Suudiler dinî köktenciliğe para akıtıyordu. Pakistan Komünist Partisi ise tüm bunlara karşıydı. Hepimiz devrim ateşinin birer pervane böceğiydik. Devrimin eli kulağında olduğuna kaniydik. Hareketin merkezinde yeraltındaki tümüyle gizli Pakistan Komünist Partisi vardı. Parti bir dizi cepheye ve bağlı yapıya sahipti. Halkın Demokratik Çelik İşçileri Sendikası ve Demiryolu İşçileri Sendikası, Demokratik Öğrenciler Federasyonu ve Ulusal Öğrenciler Federasyonu, İlerici Yazarlar Hareketi bu yapılardan bazılarıydı. Aydınlar için Sindhi Edebi Sangat [Sih Dili Edebiyat Derneği] sayılabilirdi. Kadınlar Encümen Cumhuriyet Pesend Havatin içinde örgütleniyordu. Partiye bağlı Mazdur Kissan Partisi ile Sindh Hari Komitesi köylerde faaldi. Çocukların bile örgütü vardı. Sindh’deki devlet okullarında Saathi Baar Sangat isminde bir yapı vardı. Davaya sempatiyle yaklaşan bir dizi küçük örgüt ve birey de mevcuttu.

Hepimizde Pakistan’ı değiştirecek büyük bir ailenin ferdi olma hissi hâkimdi. Birbirimizle telefonda konuşurken konuşmaya şaka yollu “yoldaş devrim geldi!” diye başlıyorduk.

Pakistan Komünist Partisi iki ülkenin ayrışması sonrası Hindistan Komünist Partisi’nin içinden çıkmıştı. Parti o dönemde ayrışma sebebiyle kırılganlık arz eden Pakistan’ın sosyalist devrime gebe olduğunu düşünüyordu. 1951’deki halk arasında Ravalpindi Komplo Vakası olarak bilinen başarısız darbe teşebbüsünün ardından yeraltına çekildi. Birçok lideri hapse atıldı ve yeraltında faaliyetlerine devam etti. Parti Doğu Pakistan Avami Birliği’ni destekledi ve hem General Eyüp Han hem de Z. A. Butto’nun gazabına uğradı. Belucistan’daki başarısız silâhlı ayaklanmayı destekledi. Militan sendikacılığı destekledi ve çoğunlukla Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin direktiflerini körü körüne takip etti.

Sonraki hükümetlerin baskı ve zulmüne karşın parti sık bir biçimde örülmüş, hücrelere bölünmüş bir yeraltı grubu ile ayakta kalmayı bildi. Her bir hücre beş ilâ on beş kişiden oluşuyordu. Bir üst hücreyle sadece bir kişinin teması vardı. Geri kalanlar kendi hücre üyelerinin isimlerini ve faaliyetlerini biliyorlardı. Bu sayede parti örgütünü gizli tutmayı başardı. Üyeleri alınıp işkenceden geçirilmesine rağmen çözülmedi. Bu örgütlenme yönteminin sonrasında sağcı dinî militan gruplarca benimsenmesi gerçekten tuhaf.

Ağustos 1988’de General Ziya-ül Hak üst düzey generallerle, Pakistan’daki ABD büyükelçisi ve ABD’nin Pakistan’daki askerî yardım misyonu başkanı ile birlikte bulunduğu uçağın Bahavalpur’da düşmesi sonucu öldürüldü. İki yıl sonra Boris Yeltsin Gorbaçev’i devirdi ve Rusya’nın fiilî kontrolü altındaki topraklarda egemenliğini ilân etti, böylelikle SSCB’nin çözülme süreci başlamış oldu.

Bu iki olay PKP’yi şaşkına çevirdi. Uzun yıllar sonra parti içerisinde önemli ideolojik farklılıklar başgösterdi. Parti liderleri gerçek manada iyi niyetli olmasına karşın ideolojiyi genç kadrolara aktaramamışlardı. Gençlerse yeraltında faal bir düşünce kuruluşu ve bir baskı grubu olmak yerine açık siyaset içerisinde fikirlerini yarıştırma konusunda sabırsızlanıyorlardı.

Gençler tartışmayı tetiklemeyi bildiler ve açık bir dil tutturdular. Karşılarında da General Ziya gibi berbat bir düşman duruyordu. Sonra yüzlerini büyük ağabeye, Sovyetler Birliği’ne çevirdiler ama orada da karşılarına yozlaşmanın ve hayal kırıklığının o derin çukuru çıktı.

Kızıl devrim düşüyle yaşadığımız seksenlerin ortasında bu kaygılar da bir yandan varlığını sürdürüyordu. Genç eylemciler olarak bizler liderlerimizin kavranması mümkün olmayan her şey konusunda hata yapabileceklerini düşünüyorduk. O dönemde evimizi partinin birçok üyesi, hatta merkez komiteden isimler ziyaret ediyordu. İzin verdikleri takdirde yanlarına oturuyor, merakla gece yarılarına dek süren tartışmaları dinliyordum.

Bir gün babam üst kademeden bir yoldaşla, Ekber Sahab ile bizi tanıştırdığında ve bir süre bizimle kalacağını söylediğinde kendimi epey imtiyazlı hissettim. Odamı onunla paylaşacaktım. Eğer bir soran olursa “akrabamız” diyecektik. Tahminimce Ekber Sahab partinin yeraltında faal olan ekibi içerisinde üst kademeden bir isimdi. Birkaç gün sonra yeni oda arkadaşımın partinin efsanevi genel sekreteri, ellilerden beri yeraltında olan yoldaş İmam Ali Naziş olduğunu öğrendiğimde yaşadığım kıvancı anlatamam!

Yoldaş İmam Ali Naziş güzel, yaşlı bir adamdı. Sürekli hastaydı. Kaçak yaşadığı o zor hayatı onu bu hâle getirmişti. Tanıdığım en ümit dolu, en iyimser ve en “canlı” insanlardan biriydi. Tüm hayatını davaya feda etmişti, fikirlerine olan imanı dışında dünyada hiçbir şeyi yoktu. Şairdi, yüreğiyle devrimciydi, mütevazıydı. Naziş Emruvi müstear ismiyle şiirler yazan yoldaş birkaç ay bizimle kaldı. Bu zeki ve direngen ihtiyar o parlak gözleri, genç ruhu, (geceleri beni ayağa diken) bitmek bilmez öksürüğüyle ailemizden bile yakın biri oldu. Pakistan sol hareketinin en büyük trajedilerinden biri İmam Ali Naziş’in olağanüstü hayatının kitaba dökülmemiş olması ve bugün güçbelâ hatırlanması.

General Ziya’nın ölümünden sonra yapılan 1988 seçimlerinde parti gizlendiği yerden çıkmaya, hatta Tarpakar’da bir koltuk için aday çıkartmaya karar verdi. Bu aday yoldaş Cem Saki’den başkası değildi. Saki birkaç yıl hapis yattıktan sonra dışarı çıkmıştı. Demokratik Öğrenciler Federasyonu’nun Karaçili üyeleri olarak bizler de seçim kampanyasına katıldık. Ama Cema Saki Tarpakar’daki feodal rakibi Erbab Rahim karşısında hiçbir şans bulamadı.

Yoldaş Cem Saki.

Bu dönem boyunca PKP içerisindeki ideolojik farklılıklar belirginleşti. Bir süre parti çoğunluk-azınlık diye ikiye bölündü. Esasında partinin değil ama merkez komitenin çoğunluğunu teşkil eden Çoğunluk baskı grubu olarak hareket etmek isteyen eski isimlerden bir ekip kurdu. Bunlar SBKP içerisinde Yeltsin ile birlikte başlayan değişimlere şüpheyle yaklaşıyorlardı. Azınlık grubu ise genç kadroları temsil ediyordu. Gençler eski sosyalist eylemcilik tarzından ziyade sosyal demokrasiye ve hâkim siyasî yönelime geçmek derdindeydiler.

Sonuçta parti değişen politik senaryoya birleşik bir ideolojik cevap üretemedi ve nihayetinde Benazir Butto’nun başında bulunduğu yeni demokratik Pakistan’da hiçbir hükmü bulunmayan bir dizi küçük partiye bölündü. Binlerce inanmış üyesi fırtınaya kapılmış yapraklar gibi etrafa saçıldı. Bazıları STK’lara girdi, bazıları gazeteci veya öğretmen oldu, birçoğu hayal kırıklığı ve girdikleri bunalım ile bireysel kazanç ve kâr dünyasına adım attı. Ama bugün bile bazen bir araya geldiklerinde başlarını sallayarak veya gözlerinde çakan o ışıkla bir zamanlar tüm zorluklara karşı dövüşmüş oldukları ve devrimin rüyasını görme cüretini gösterdikleri o günleri bir sır gibi birbirleriyle paylaşıyorlar.

Arieb Azhar
26 Eylül 2013
Kaynak

,

Noel Baba’ya Mektup


Gazze’den hiç çıkmadım, burayı terk etme imkânım hiç olmadı. Olsaydı da burada kalırdım. Ama şunu söylemek lazım: Biz Gazzelilerin tercihte bulunma imkânımız hiç olmadı. Ben buraya aitim ve burası benim için en mükemmel yer.

Tercih yapma şansımız hiç olmadı, çünkü biz Filistinliyiz ve özgür değiliz. Hiç suç işlememiş olmana rağmen tüm ömrünü hapishanede geçirmek çok zor. Kanunlar bile “Filistinlisin, o hâlde ömür boyu hapiste yatman lazım” diyor. Dünyada bundan daha beter bir ayrımcılık var mı, merak ediyorum.

İnternetteki 11 saniyelik görüntülerden dünyayı öğrenme imkânı buldum, kâfi değil tabii. Başörtümü havalandıran meltemi hissediyorum, yağmurun ve kahvenin kokusunu alıyorum, yaşlı bir adamın köpeğiyle yürüyüşünün, sana gülümsemesinin, ona gülümsemeyle karşılık vermenin hissine aşinayım.

Tecrübe edinmek, macera yaşamak, sevgisini göstermek için veya görev icabı Gazze’ye gelen yabancılardan dışarıdaki dünyayı dinliyorum. Sosyal medyadaki arkadaşlarım hikâyeler anlatıyorlar, birçoğuyla hiç tanışmadım bile.

İnsanlar ABD’ye, İngiltere’ye, Fransa’ya veya Hindistan’a gidiyorlar. Hatta başka Araplar bile serbestçe dolaşıyorlar ama benim bir yere gitmem imkânsız, çünkü ben Filistinliyim, kim olduğumun bir önemi yok, teröriste denk bir kişiyim.

Birçoğunuz gibi ben de normal bir insanım. Kitap okuyorum, müzik dinliyorum, Beyoncé’nin dansını beğeniyorum, eski sevgilisinden şikâyet edip duran Rihanna’nın hikâyelerini takip ediyorum. Amerikan sitkomu Fresh Prince of Bel Air’i izleyerek büyüdüm mesela. Çocukluğum ve gençlik yıllarım sizinki gibi. Ama hayatım sizinkinden farklı.

Ben Gazze’de çalışan Filistinli bir gazeteciyim. Hiçbir politik örgüte veya askerî harekete girmedim. Aslında hepsini de eleştiriyorum. Silâhların, insansız hava araçlarının, jetlerin sesinden nefret ediyorum. Ama her daim onların sesini duyuyorum.

2014 savaşı esnasında en küçük kardeşimden telefon geldi. Benden 30 dakikalık mesafede, sokaklarda tek başınaydı. Her yanına bombalar düşüyordu ve ben hiçbir şey yapamamıştım. O akşam dostlarım kardeşim için hayatlarını riske attılar.

Ayrılmamaya, birbirimizi korumaya çalışıyoruz. Üç savaşa, iki intifadaya, Fetih-Hamas arasında yaşanan iç savaşa tanıklık ettim. Doğduğumdan beri Gazze işgal altında. Hayatımı özetleyen kelime, çatışma. Birçok akranım bana “kazazede” diyor.

Her an bir savaş başlayabilir. Ne zaman ve neden başlayacağını bilmiyorum. Gidecek bir yerimiz de yok. 2014’te olduğu gibi gene insanlar yataklarında, banyolarında, okullarda, sokaklarda ve tarlalarında, hatta camilerde ölecekler. Sahilde oynayan çocuklar öldürülecek. Sence İsrail’in şu katliam makinesi hiç bana acır mı?

Bu Noel’de neyin hayalini kurdum, biliyor musun? Özgür olmanın, sokaklarda dans etmenin, bulutların üzerinde yürümenin. Ama hayallerimin hiçbirisi beni Gazze’nin dışına çıkartmadı.

Kabul etmeliyim, Gazze’de doğdum diye suçlu olan benim, iyi ama Noel Baba ben seni hep sevdim, hâlâ seviyorum. Çocukken bana hiç hediye getirmedin, artık yetişkin bir kadınım, bana adaleti hediye etsen ne olur?

Müşire Cemal
Gazze
1 Ocak 2016
Kaynak

,

İslam’ın İçine Doğduğu Stratejik Ortam

Büyük davaların başarılarını veya hatalarını çoğunlukla şans ve zamanlama belirler. Bu, Muhammed ve yeni İslam dini için de geçerlidir. Her ikisinin elde ettiği ilk başarı ve hayatta kalışı, Mekke ve Medine’nin ötesinde ve tümüyle Muhammed’in kontrolü dışında oluşan bir dizi lehte stratejik koşula bağlıdır. Muhammed (MS 570-632), Arabistan içindeki ve dışındaki politik ve toplumsal koşulların İslam’ın dinî ve askerî başarısını kolay kılan bir dinamiği ürettiği dönemde yaşamıştır. Bu başarının söz konusu koşulların mevcut olmadığı bir ortamda mümkün olup olamayacağını tartışmak anlamsızdır. Önemli olan, Muhammed’in hayatının ortaya koyduğu sonuca etki eden Arabistan’daki stratejik ortamda işleyen koşulları ve bu koşulların İslam’ın tesis edilmesi ile Muhammed’in elde ettiği askerî başarıya nasıl katkı sunduğunu anlamaktır.

Kimi vakit bu koşulların Arabistan çöllerinin dayattığı tecritten ve Mekke ile Medine gibi yerlerin uzak oluşundan müteşekkil olduğu söylenir. Ancak bu tarz değerlendirmeler, sadece coğrafî manada doğrudurlar. Daha geniş bir toplumsal ve politik bağlam dâhilinde Muhammed’in yaşadığı dönem süresince Arabistan, kendisine sınırı bulunan büyük Bizans ve Pers imparatorluklarını etkileyen jeopolitik ve stratejik güçlerden tecrit edilmiş bir yer değildir. Muhammed’in doğduğu günlerde Arabistan, Bizans ve Pers siyasetinden güçlü bir biçimde etkilenen ve bu iki siyaset arasında sıkışıp kalmış bir yerdir. Arabistanlı tüccar sınıfı, her iki imparatorlukla sık sık temas kurmakta, kendi ekonomik çıkarları uyarınca büyük güçlerin elindeki şehirleri ve mahkemeleri ziyaret etmektedir. Mekke’den çıkıp Şam’a ya da Akabe Körfezi’ndeki Ayla’ya, sonrasında Gazze ve Mısır’a giden veya kuzeydoğu yönünde ilerleyerek, çölü geçip Irak’taki Hira’ya ve Pers Körfezi boyunca uzanan şehirlere giden kervanlar, Mekkeli tüccarların Bizanslı ve Persli devlet yetkilileriyle doğrudan temas kurmalarını sağlamaktadırlar. Yılda en az iki kez büyük kervanlarını imparatorluk pazarlarına gönderen Mekke, görece daha küçük kervanlarını daha sık kullanmaktadır. Muhammed döneminde, dinî ve politik fikirlerin oluşumunda imparatorluğun etkileri, Arabistan’daki ticaret kentlerinde açık biçimde gözlemlenmektedir. O’nun bu etkilerin kendisinin de bir dönem ait olduğu tüccar sınıfının diğer üyelerinden daha az bilincinde olduğunu iddia etmek için herhangi bir sebep yoktur. Üstelik, hem Bizans hem de Pers imparatorluklarında mevcut olan muhtelif Hristiyan tarikatları Arabistan’ın bir yerinde yeni bir peygamberin çıkmak üzere olduğu fikrini ortaya atmaktadırlar. O gün yerelde mevcut olan Arap dini, büyük ölçüde putperestlikten müteşekkildir. Muhammed’in doğumundan en az bir yüz yıl boyunca Kutsal Kâbe’de tapılan putlardan birisi olan Hubal, Mekkeli tüccarlarca satın alınıp o puta tapılan Nebatiye’den dönen bir Arap kervanı ile şehre getirilmiştir.[1]

Arap tüccar sınıfı, emperyalist güçlerin Arabistan’la ilgili çıkarlarının ve faaliyetlerinin bilincindedir. Güvenlik ve ekonomi ile ilgili endişeler emperyalist güçleri bu bölgede çıkarları peşinde hareket etmeye itmiştir. Arabistan’a sınırı bulunan her iki imparatorluğa ait çiftlikler ve köyler, hızla saldırıp çöle geri çekilen bedevi kabile üyelerince uzun süredir yağmalanmaktadırlar. Pers ve Bizans askerlerinin bu insanları takip etmeleri gayet güçtür. Bu çöl yağmacılarına karşı sınırlarında devriye atmaları ve bu sınırları korumaları için güvenilir Arap müttefikler bulunması gerektiğinden, Persliler ve Bizanslılar, kabile siyasetine dâhil olmak zorunda kalmışlardır. İki imparatorluğun arzuları, esasen sınır güvenliğinin ötesine geçmektedir. Persya, bazı Arap kabilelerini hak taleplerinde bulunmaları konusunda sıklıkla cesaretlendirmektedir. Burada amaç, zengin baharat ticaretindeki nüfuzu artırmaktır. Persliler, esas olarak Yemen’e odaklanırlar. Burada kendisine dost bir rejim tesis etmek için mevcut karışıklığı desteklerler. Bizanslılar, buna Etiyopya’yı (Abisinya) stratejik bir platform olarak kullanarak cevap verirler. Pers nüfuzunu kırmak için buradan Arabistan içlerine ordular gönderilir.

Bizans’ın desteğini alan Abisinya ordusu, Arabistan’ı işgal eder ve 570’te, Muhammed’in doğduğu yılda, Mekke’ye saldırır. Bu olay, Arap hafızasına “Fil Yılı” olarak kaydedilir. Mekke’de hiç kimse daha önce fil görmemiştir. Orduya kimse direnemez, kaçınılmaz olarak mağlubiyet yaşanır. Sonrasında yaşananlarsa belirsizdir. Arap metinlerine göre, büyük bir kuş sürüsü gelir, göğü karartır, yukarı bakan askerlerin yüzlerine taşlar atar. Bu çakıl taşları öyle büyük bir şiddetle düşer ki askerlerin yüzlerinde yaralar açılır. Ordu çekilir, Mekke kurtulur.[2] Mucizeye değil gerçeğe baktığımızda, muhtemelen askerler çiçek hastalığına yakalanmışlardır.

Arabistan’daki ve diğer yerlerdeki büyük güç politikası oyununda yer alan merkezî oyuncular, yedinci yüzyılın başında Bizans ve Perslilerdir. Beş yüz yılı aşkın bir süredir bu iki güçlü devlet, güvenlik sorunlarına yol açan ortak bir sınırı paylaşmaktadır. Bir taraf güçlendiğinde diğeri bunu bir tehdit olarak görmektedir. Biri zayıfladığında diğeri bunu yok etme imkânı olarak değerlendirmektedir. İki imparatorluğun bu denli birbirine yakın olması, kesintisiz süren politik, ticarî ve askerî bir husumete yol açmaktadır. Bu da büyük savaşlara ve silâhlı çatışmalara sebep olmaktadır. Beş yüz yılı aşkın süren husumete ve savaşa karşın iki büyük güç arasındaki sınır, uzun süre değişmeden kalmıştır. İki taraf da onca çabaya rağmen kısa süreli taktik avantajlar dışında herhangi bir şey kazanamamıştır.

Batı’da Roma İmparatorluğu’nun barbar istilaları sonucu yaşadığı çöküş, imparatorluğun İtalya, Galya, Britanya, İspanya ve doğu Avrupa’nın önemli bir kısmının kontrolünü kaybetmesine yol açar. Hükümetin merkezi Konstantinopol’a kayar. Batı imparatorluğunun yıkıcı darbesine karşın Roma bu şehide 1453’e kadar yaşamayı bilir.[3] Muhammed’in doğduğu dönemde Doğu Roma İmparatorluğu hâlâ büyük bir güçtür. Yunanistan’ı, Anadolu’yu, Suriye’yi ve Mısır’ı içine almaktadır. Kuzey Afrika sahili de onun elindedir. Bu eyaletler, doğu Akdeniz boyunca savunmaya dair bir rol oynarlar. Bölge, tümüyle Bizans donanmasının kontrolündedir. Güneyde ise Arabistan çölü uzanmaktadır. Yüzlerce yıldır baskınlara maruz kalan güney sınırı, stratejik bir tehditten çok genel bir sıkıntıyı teşkil etmektedir. Bizans’ın güvenliğini en fazla tehdit edense doğudaki Persya tehdididir.

Batı Romalılar, Konstantinopol’daki imparatorların elli yıldan fazla bir şeyler yapmasına, Roma’nın kaybedilen eyaletlerde yeniden kontrolü ele geçirmesine mani olurlar. İmparator Justinian (MS 527–565) Roma politikasını değiştirip batı topraklarına askerî harekât başlatır. Başında büyük saha komutanı Belisarius’un bulunduğu Doğu Roma ordusu, İtalya’nın bir kısmını ve Kuzey Afrika’yı kontrol altına alır. Pers-Roma arasındaki sınırda askerî güç dengesini yeniden tesis etmekse en zor olanıdır. İnsan gücü ve iç imkânlar hep Persliler lehinedir. Batıya saldırı düzenleyen Justinian, Pers sınırındaki insan gücünü ve kaynaklarını çekmek zorunda kalır. Bu da sınırı Pers saldırılarına açık hâle getirir. Dolayısıyla sınırda bir dizi çatışma yaşanır. Her daim stratejik açıdan realist bir isim olan Justinian, Pers işgali tehlikesini görür. Müzakere ve taviz yoluyla tehlikeyi savuşturmak için hamle yapar. İşgal tehdidini kaldırmak için Perslilerle barış müzakeresi yürütür. Anlaşmayı her iki taraf geçici kabul etmektedir. Romalılar, bazı köyleri ve toprakları karşı tarafa teslim ederler ve Perslileri köşeye sıkıştırmak için para ödemeyi vaat ederler. Bunun karşılığında Pers orduları çekilirler.

Pers İmparatorluğu, muazzam bir büyüklüğe sahiptir. Afganistan’daki Ceyhun Irmağı’ndan Kürdistan bölgesine kadar uzanmaktadır. Başında Sasani hanedanlığının bulunduğu devletin başkenti Dicle’nin doğu yakasında, Bağdat’ın güneyindeki Tizfun’dur. Bizans’ın Perslerle imzaladığı barış anlaşması, Justinian’in 565’te ölmesine dek sürer. İmparatorluk, o günden sonra kriz dönemine girer. Güçsüz bir dizi yönetici başa geçer. Sonuçta 602’de yaşanan askerî isyan karışıklığı ve zayıflığı daha da artırır. Pers İmparatoru II. Hüsrev’in gözü zengin Roma şehirlerindedir. Aynı yıl imparator, Roma topraklarına saldırır. 613’te Pers orduları Şam’ı alır, bir yıl sonra da Kudüs düşer. Hristiyanlığın en önemli kutsal emanetlerinden olan Hakiki Haç, Nesturi Hristiyan olan Perslilerce çıkartılır. 616’da Pers orduları Mısır’ı işgal eder, sonra sıra Anadolu’ya gelir. Bizans İmparatorluğu çöküş ve işgalin eşiğindedir. Askerî yenilgileri terse çevirme becerisinden artık yoksundur.

Bu ciddileşen ortamda Roma ordusu, doğuda başkentteki yozlaşmış yöneticilere karşı isyan eder. İsyanın amacı, Roma’yı selamete kavuşturmaktır. İsyanın liderlerinden olan Heraclius (MS 575–641) Bizans imparatoru Phocas’ı devirir ve 610’da iktidarı alır. O dönemde doğu eyaletlerinin tamamı Perslilerin elindedir. Heraclius, işgal altındaki toprakları yeniden ele geçirmek ve Pers ordularını yok etmek için hamle yapar. Issus (İskenderun -622), Kızılırmak Nehri (Halys -623), Seyhan Nehri (Sarus -625) ve Ninova’daki (627) dört büyük savaşta Heraclius, Pers ordularını yener ve Persya’yı istila edip yıkıma tabi tutar.[4] 628’de Hüsrev öldürülür ve Pers İmparatorluğu anarşi ile hanedan kavgasına sürüklenir. Hüsrev’in halefi II. Kavaz, Romalılarla barış yapar. Savaş yirmi altı yıl sürmüş ve her iki devleti de bitap bırakmıştır. Anlaşma sonrası sınırlar, savaştan önceki sınırlarla temelde aynı kalmıştır.

Muhammed’in isyanı, tam da bu iki büyük gücün yorulduğu döneme denk düşer. Bu tesadüf önemlidir, zira iki imparatorluk da komşu Arabistan’daki olayları etkileme becerisinden yoksundur. İki güç de yüzlerce yıldır Arabistan’da kendi çıkarlarının peşinden koşmuştur. Kimi zaman Arap kabilelerinden oluşan rakip koalisyonlar yoluyla bu iki imparatorluk kimi müdahaleler gerçekleştirmiştir. Bazen de doğrudan işgal yoluna gidilmiştir. Muhammed’in isyan bayrağını çektiği dönemde tüm bu çabaların artık hiçbir hükmü kalmamıştır. Büyük güçlerin ve vekillerinin olayları etkileme becerisi, önemli oranda azalmış durumdadır. Artık Muhammed’in isyanının karşısında duracak hiç kimse, hiçbir güç yoktur.

Büyük güçlerle vekilleri arasındaki bağların kökeni, dinî yakınlıktır. Bu, bilhassa heretik Hristiyan tarikatlara yönelik zulmün çarpıcı sonuçlara yol açtığı, devletin resmî dininin Ortodoksluk olduğu Bizans gerçekliğinde böyledir. Persliler, Bizans imparatorları sapkınlık olarak ilân ettikten sonra Nesturi Hristiyanlığını benimserler. Zulme uğrayan Nesturiler Persya’ya alınırlar. Suriyeliler, Filistinliler ve Mısırlılar Bizans yöneticilerinin heretik-sapkınlık olarak gördüğü Monofizit Hristiyanlığına mensupturlar. Tüm bu tarikatlar, imparatorlukların hırslarıyla şu veya bu şekilde bağlantılıdırlar. Hristiyanlık, Arabistan içerisinde sınırlıdır. Kabileler, çoğunlukla müttefik oldukları imparatorlukların inancını benimsemektedirler. Muhammed döneminde emperyal güçlerin zayıflığı, onların Arap müttefikleriyle kurdukları bağları kopartmıştır. Kabileler, geleneksel putlarına geri dönerler ve dinî nüfuz zayıflar. İmparatorluk desteğinden mahrum olan Hristiyan tarikatlar ve Arabistan’daki müttefikler, Muhammed’in dinî hareketini bastırılması gereken bir başka tehlikeli tehdit olarak görürler. Muhammed’in yeni inancı, Arabistan’ın hiçbir yerinde örgütlü dinî muhalefete tanık olmaz. Muhammed, İslam’ı her iki imparatorluğun sınırlarında kurmaya çalışınca, papaz sınıfından ve müttefiklerinden sert bir muhalefetle karşılaşır. Yeni din bastırılma, Muhammed’in hapse atılması veya öldürülmesi gibi bir tehditle yüzleşir.

Bedevi baskınlarından mevcut sınırları koruma noktasında Arap müttefikler, büyük güçlerin stratejisi dâhilinde önemli birer unsurdurlar. Her iki imparatorluk, Arap kabilelerle imparatorluk sınırlarını korumak amacıyla güçlü koalisyonlar kurmuştur. Bu kabilelerin şeflerine armağanlar, resmî unvanlar verilir. Burada amaç, şeflerin bağlılığını artırmaktır. Şefler de himaye sayesinde kabile üyelerinin sadakat göstermesini güvence altına alırlar. Emperyal güçler, Muhammed’i Hristiyanlığa yönelik bir tehdit olarak görüp ona karşı çıkarlar. Bu aşamada kabileleri de kullanırlar. Arap müttefiklerin birçoğu Hristiyan olmuştur. Bunlar, Muhammed’in hareketini ezmek için kullanılır. İslam, sapkınlık zemininde değerlendirilir. Bu değerlendirme, nispeten belirli bir kolaylıkla icra edilir.

Arap Beni Gassân ailesi ya da Gassânîler, Romalılara Suriye’nin ve Ürdün’ün güney sınırını bedevilerden koruma hizmeti vermektedirler. Bu kabile, Monofizittir. Sınır muhafızları olarak verdikleri hizmete muhtaç olan, Ortodoks mezhebine mensup yöneticiler, kabilenin bu yönünü görmezden gelirler. Doğuda ise Persliler, Arabistan ile aralarındaki sınırı korumak için Arap müttefiklerini parayla tutmaktadırlar. Nesturi Hristiyan Lahmî kabileleri Perslilerin müttefikidirler. Bu kabile koalisyonları, bağlı oldukları ülkelere sadık kaldıkça çöldeki hudutlar Arap yağmacılara karşı nispeten daha güvenli kalmaktadır. Bu kabileler, aynı zamanda çölden gerçekleştirilmesi muhtemel her türden büyük ölçekli işgal girişimine karşı öncelikli stratejik savunma hattı olarak iş görmektedir. Bu işgal amaçlı saldırılar, Muhammed’in vefatından kısa bir süre sonra İslam ordularınca başarıyla gerçekleştirilmiştir. İmparatorlukların Arap kabilelerle gerçekleştirdikleri bu ittifaklar, Muhammed’in doğumundan yaklaşık yüz yıl öncesinden beri sınır savunmasının başarılı bir zemini olarak katkı sunmuştur.

Sebepleri pek bilinmemekle birlikte, her iki büyük güç de aynı stratejik hatayı yapar. Bu hata, çöldeki hâkimiyeti aynı istilacı gücün saldırısına açık hâle getirir. 581 yılında Gassânîlerin şefi Monofizit, yani heretik olması sebebiyle tutuklanıp hapse atılır. Bunun üzerine Gassânîler isyan ederler. Artık yağmacı güç onlardır. 605’te Pers imparatoru, Lahmîlerin şefiyle kavga eder ve şefe verilen parayı, imtiyazları ve konumu yürürlükten kaldırır. Lahmîler isyan ederler ve Pers-Arabistan sınırı boyunca tüm köyleri yağmalarlar. Bu sağgörüsüz eylemlerin sonucunda her iki imparatorluğun sınırları askerî güçlerden mahrum kalır ve Arapların saldırılarına açık hâle gelir.

Gelgelelim imparatorluklar, söz konusu stratejik tehlikeyi ilk anda fark edemezler. Muhammed’in başkaldırısı yeni uç vermiştir, İslam ise henüz başlangıç aşamasındadır. Büyük güçlere saldırabilecek bir Arap ordusuna da henüz rastlanmamaktadır. Öngörülebilir gelecekte sınır güvenliği meselesi, bir süre ara sıra gerçekleşen, küçük ölçekli bedevi akınları şeklinde varlığını muhafaza etmektedir. Ancak 632’de Muhammed vefat ettiğinde stratejik durum önemli ölçüde değişir. O’nun miras bıraktığı en önemli hususlardan biri, sadece yağma ve talan gibi kaynaklardan istifade edebilen, dinî coşku ile motive olan büyük, eğitimli ve yetkin liderlere sahip askerî güçtür. Ayrıca yeni din, Arapların birbirlerine saldırmalarına yasak getirmiştir. İslam orduları, Arabistan sınırlarının ötesine geçmeye, yeni İslam inancını Doğu ve Batı’ya taşımaya hazır bir konumdadır. Sonuç alınamayan onlarca savaşla geçen yıllar üzerinden artık yorulmuş ve iflas etmiş olan Persliler ve Bizanslılar, kendilerini birden Arabistan’dan gelen muazzam bir askerî tehditle baş başa bulurlar.

Muhammed’in hayatının ve peygamberliğinin arka planını teşkil eden, başarı ihtimallerini artıran işte bu stratejik, dinî ve toplumsal durumdur. Bizans ve Pers imparatorluklarındaki Hristiyan tektanrıcılığı, daha Muhammed doğmazdan çok önce Arabistan’a nüfuz etmiştir. Tek Tanrı fikri, hatta yeni bir peygamberin geleceği öngörüsü, Muhammed’in isyan ettiği dönemde yaygın bir biçimde kabul görmektedir. Bizanslıların, onlardan daha az olmak üzere, Perslilerin heretik tarikatlara bazen de kendi Arap müttefiklerine yönelik uyguladıkları dinî zulüm, bu iki imparatorluğun yeni İslam inancına karşı bir güç çıkartmasını imkânsızlaştırır, böylelikle Muhammed isyana başlarken eli rahatlar ve yeni dini dış müdahale olmaksızın teşkil eder. Aynı dönemde bir de Arap tüccarlarla imparatorluk pazarları arasında ticarî temaslar söz konusudur. Bu temaslar sayesinde imparatorlukların muazzam servetlerine ilişkin hikâyeler her yana yayılır. Böylelikle köyler ve şehirler, uygun zamanda yağmanın hedefi hâline gelirler. İslam inancı, Araplara karşı yağma girişimlerini yasaklar. Birleşen Arap orduları yüzlerini Bizans ve Pers imparatorluklarına çevirir. Artık buralar, savaş alanları ve ganimet kaynaklarıdır.

İslam orduları, 633-634 kışında sınırdaki Bizans şehirlerine saldırırlar. Üç koldan ilerleyen ordu, Medine’den yola çıkar. Filistin ve Suriye’yi işgal eder. Baskınlar ve saldırılar aracılığıyla sınırdaki küçük Bizans garnizonlarını ele geçirir. Diğer yandan başka bir Arap ordusu Şam’a saldırır. Bizans’a ait bir yardımcı kuvvet şehre gelir ama geri çekilmeye zorlanır. Tüm Filistin, Arap akınları karşısında artık savunmasızdır. Bir yıl sonra Şam düşer. Doğu’ya, Irak’a doğru ilerleyen Lahmî kabileleri Fırat Nehri’ni geçer ve önemli bir ticaret kasabası olan Hira’yı ele geçirir. 26 Ağustos 636’da Suriye’deki son Bizans gücü Yermük Nehri kıyılarında mağlup edilir. Toros Dağları’na dek tüm Suriye Arapların eline geçer. Bugünkü Tel Aviv ve Hayfa arasında yer alan Kesariya ile Kudüs teslim olur. 640’ta Arap orduları Mısır’a saldırır ve Bizans’ı gene mağlup eder. Eylül 642’de Mısır’ın işgali tamamlanır. 646’da Bizans idaresinin Mezopotamya’daki son kalıntıları temizlenir. Böylelikle antik döneme ait Akdeniz dünyasının birliği sonsuza dek bozulur.

Arapların doğuda elde ettikleri bir dizi zafer sayesinde Pers Sasani İmparatorluğu yıkılır. 634’te Perslilere saldırılır. Üç yıl içerisinde Arap orduları Irak sınırına kadar ilerlerler. Persliler ise Irak kapısını açık bırakarak Zağros Dağları’nın öte yakasına çekilirler. Bir yıl sonra, Şubat 637’de büyük bir Pers ordusu Kadisiye’deki Hira kasabasının güneyinde mağlup edilir. Birkaç ay içerisinde imparatorluk başkenti Ctesiphon [Medain] dâhil tüm Irak düşer. Aynı yıl Nihavend’de bir Pers ordusu mağlup edilir. 642 yılında bir başka Arap ordusu Dicle Nehri’ni geçer. Sekiz yıl içerisinde tüm Persya Arap idaresine girer. Arap orduları, Ceyhun Nehri’ni geçerek doğuya ilerler ve nihayetinde Hindistan’a ulaşır. Batıda ise Mısır kenti İskenderiye Arapların elindeki ana donanma üssü hâline gelir. İslam’ın nüfuzu buradan Akdeniz’e yayılır. 661’de Emevî Devleti’nin kurulmasıyla Araplar tekrar batıya saldırıya geçerler. Tunus’u ve Fas sahilini işgal ederler. Yedinci yüzyılın sonunda Arap orduları İspanya’ya geçerler. Kırk yıl içerisinde küçük bir kabile koalisyonunun bileşeninden muazzam bir imparatorluğun efendileri hâline gelirler.

Arabistan’da mevcut olan geleneksel putperestlik, eski dini İslam’ın meydan okumasına karşı koruyabilecek bir din adamı sınıfı ve devlet kurumları üretmemiştir. İmparatorluk döneminde heretik Hristiyan tarikatlarının çoğunlukla katliamla sonuçlanan dinî kurumsal direnişlerine tanık olunduğu koşullarda İslam, Arabistan’da önemli bir başarı elde eder. Dinî tarikatların Arabistan dışında nüfuz elde edememeleri ve Muhammed’e karşı çıkamamaları, sonrasında İslam’ın başarılı olmasını kolaylaştırır. Bu başarıya başka koşullar da katkı sunar. Medine’deki toplumsal huzursuzluk, Muhammed’in oraya hicret etmesi ve bu şehirde etkili bir isim hâline gelmesi için gerekli fırsatı sunar. Kentte insanlar aralıksız süren savaşlardan bıkmış durumdadırlar ve bu savaşların devam etmesinden korkmaktadırlar. Tam da böylesi koşullarda, kabilevî yükümlülüklere ve korumaya dayalı sistemin çözüldüğü gerçeklikte Muhammed, yeni bir cemaatin, bir ümmetin gerekli olduğunu vaaz eder. Tüccar kesimi içerisindeki ekonomik rekabet ve biriken zenginlik toplumsal statünün ve yükümlülüklerin geleneksel temellerini aşındırmaktadır. Muhammed’in ilk müritlerinin önemli bir kısmının yeni oluşan koşulların mülksüzleştirdiği veya zulmettiği insanlar olması tesadüf değildir.

Muhammed’in başkaldırdığı dönemde Arabistan’ı biçimlendiren güçlere yönelik olarak burada yapılan vurgu, o başarının kaçınılmaz bir biçimde gerçekleştiği veya Muhammed’in bu başarıya ulaşmasının olağan olduğu şeklinde yorumlanmamalıdır. Buradaki analizde dile getirilen hiçbir şey, O’nun söz konusu güçleri tanıyıp onları kendi avantajına olacak şekilde kullanma konusunda gösterdiği dehaya asla gölge düşürmemelidir. Bu başarılı devrimci, son olarak şu hususta övülmelidir: O, tarih denilen dalganın yükselişini görmüş, ona binip davasını muzaffer kılmıştır. Muhammed, “kazara” peygamber olmamıştır. O, içinde mücadele ettiği ve her seferinde kendi lehine istifade ettiği fiilî ortamın niteliğini kavrayan parlak bir zekâya sahip, devrimci bir savaşçıdır.

Richard A. Gabriel

[Kaynak: Muhammad: Islam’s First Great General, C&C, 2007, s.11-22.]

Dipnotlar:
1. Hoyland, Arabia and the Arabs, s. 142. Bu çalışmada putun kökeninin Nebatiye olduğu söyleniyor. Ayrıca İbn-i Hişam’ın puta ilişkin tarifi ile Kâbe’de başvurulan ritüellerle ilgili olarak bkz.: Hitti, History of the Arabs, s. 100. Bu çalışmada ise putun Ürdün’deki Muablılar olduğu söyleniyor. İddialar arasında ihtilaf bulunuyor. Geleneğe göre ise Muhammed döneminde Kâbe’de binden fazla put bulunuyor.

2. Glubb, Life and Times, s. 50.

3. 1453’te Konstantinopol’un askerî manada yaşadığı çöküşün tarihi için bkz.: Gabriel, “Byzantines and Ottomans,” Empires at War, cilt. 3.

4. Heraclius’un hayatı ve savaşlarına dair kısa bir değerlendirme için bkz.: Dupuy ve Dupuy, Encyclopedia of Military History, s. 329.

, ,

Erdoğan, Selman ve Petrol Savaşı


Ortadoğu’da yeni bir petrol savaşının içine girmek üzereyiz. Bu sefer savaş muhtemelen nükleer silâhların kullanıldığı bir boyuta ulaşacak. Petrolün kontrolü için verilen savaşların tarihi yüzyılı aşıyor. Birinci Dünya Savaşı’nda petrol sahasının açığa çıkmasından beri devam ediyor. Ancak petrolün kontrolüyle ilgili bu savaş dünya siyasetini değiştirecek ölçüye ve yıkıcılığa ulaşacakmış gibi görünüyor. Suudi savaşı 1916’da Osmanlı’nın çöküşünü hazırlayan İngiliz-Fransız Sykes-Pickot anlaşmasının çizdiği ulusal sınırların yeniden çizilmesiyle ilgili. Bu yeni savaş Irak ve Suriye’deki petrol sahaları ve boru hattı güzergâhlarına dair. Amaç bölgeyi Suudilerin kontrolüne vermek. Bu suça Erdoğan Türkiye’si ve Katar da iştirak ediyor. Maalesef tüm savaşlarda olduğu gibi bu savaşın da bir kazananı olmayacak.

Irak ve Suriyeliler gibi AB de kazanamayacak. Türkiye ve Suriye’deki Kürdler de. Erdoğan’ın “sultanlığı” birçok insanın hayatına ve barışa mal olacak şekilde imha edilecek. Kral Selman’ın feodalizm öncesi döneme has krallığı dünya güç oyunları içerisinde nüfuz sahibi olacak. Bunlar öncelikle NATO’nun kendileri için dikkatle hazırladıkları ölümcül tuzağa düşecekler.

Önce bu yeni savaşı hazırlayan unsurlara ve kilit oyunculara yakından bakmak gerek. Bu savaş muhtemelen 2016 Yaz’ına dek bitmeyecek.

Dört Boyutlu Satranç Tahtası

Aldatma ve ihanetle yüklü bu lağım çukurundaki kilit oyuncular dört gruba ayrılıyor. Her birinin kendi hedefi var.

İlk grupta aşırı muhafazakâr Vehhabi Sünni Suud Kralı Selman ve 31 yaşındaki oğlu, savunma bakanı Prens Selman, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın savaşa hazır hâle gelmiş olan Türk rejimi, MİT başkanı Hakan Fidan, Fidan’ın MİT’i eliyle eğitilip desteklenen, Katar ve Suudi parasıyla beslenen, Vehhabi Suudilerin gizli uzantısından başka bir şey olmayan IŞİD bulunuyor. Bunlara bir de merkezi Riyad’da olan, 34 ülkenin Suudilerle birlikte kurduğu “Teröre Karşı İslam Koalisyonu” eklendi.

İkinci grup Esad’ın meşru hükümeti, Suriye Ordusu ve ona sadık diğer Suriyeli güçlerden, Şii İran’dan, IŞİD’in kuşattığı, yüzde altmışı Şii olan Irak’tan oluşuyor. 30 Eylül’den beri Putin Esad’ın askerî açıdan desteklenmesine dönük cüretkâr bir saldırı başlatarak süpriz bir faktör hâlinde sürece dâhil oldu. İkinci grup ayrıca çeşitli düzeylerde Esad ile müttefik olan Hizbullah’ı ve diğer rejim karşıtı terör gruplarını içeriyor. Rusya’nın dâhliyle birlikte Şam’ın kaderi önemli oranda değişti.

İsrail ise ellerini ovuşturarak Suriye’de kendi ajandasına göre hareket ediyor. Kısa süre önce Netanyahu Suudi lider Selman Türk lider Erdoğan ile stratejik ittifaklar kurdu. Bir de buna işgal altındaki, Suriye’ye ait Golan Tepeleri’nde bulduğu “büyük” petrol rezervlerini eklemek gerek. Keşfeden şirketse New Jersey petrol şirketi Genie Energy. Yönetim kurulunda Dick Cheney, Jacob Lord Rothschild ve eski CIA başkanı James Woolsey bulunuyor.

Dördüncü grup sinsi ve aldatıcı bir rol oynuyor. Başında Washington var ve Suriye’de Fransız, İngiliz ve Alman askerlerini kullanıyor. Washington Suriye ve Irak’ta yıkıcı bir yenilgi için aptal Suudileri ve onların Türk ve diğer Vehhabi müttefiklerini tuzağa düşürmeye hazırlanıyor. Yapılanları “terörizme karşı zafer” ve “Suriye halkının zaferi” olarak ilân edeceklerine şüphe yok.

Tüm bunları bir şişenin içine koyun, çalkalayın, işte size 1945’ten beri elde edilebilecek en tehlikeli dünya savaşı kokteyli.

Suudilerin Aldatıcı “Anti-terör” Koalisyonu

15 Aralık’ta Suudi Arabistan Savunma Bakanı Muhammed bin Selman “İslam Anti-terör Koalisyonu”nun kurulduğunu duyurdu. Koalisyonun merkezi Riyad’da bulunacak. Selman kafasında hangi “teröristler”in bulunduğunu somutlamayı reddederek, koalisyonun Irak, Suriye, Mısır, Libya ve Afganistan’daki teröristlerin “peşine düşeceğini” söyledi.

34 ülkeyi içeren koalisyon listesinde Suudilerin yanısıra Ürdün, BAE, Pakistan, Bahreyn, Bangladeş, Türkiye, Çad, Togo, Tunus, Cibuti, Senegal, Sudan, Sierra Leone, Gabon, Somali, Gine, Filistin Ulusal Yönetimi, Komor Adaları, Fildişi Sahili, Kuveyt, Lübnan, Mısır, Libya, Maldivler, Fas, Moritanya, Nijer, Nijerya ve Yemen bulunuyor. Aralarında Endonezya’nın da bulunduğu on İslam ülkesi de desteklerini açıkladı.

Prens Selman bu devletlerin İslam ümmetinin çıkarlarına tehdit teşkil eden “terörizme karşı” halkların özsavunma hakkı temelinde hareket edeceğini söyledi. “İslam ümmeti” terimi yerine IŞİD koymak mümkün.

Bu Sünni ittifakının Irak, İran ve Esad’ın Suriye’si gibi Şii devletleri içermemesi şaşırtıcı değil.

Koalisyonun ismi de dikkate değer. Rusya’nın Suriye’deki tavrından epey farklı bir yaklaşıma sahip olan koalisyonun başı Suudiler IŞİD’i terörist görmüyor. Örgütün içerisinde çok sayıda Suudi mevcut ve Suudi ile Katar parasıyla ayakta duruyor. Zira Suudilere göre “kâfir” Esad’ı destekleyen herkes “terörist”.

Yeni Sykes-Picot mu?

Yeni koalisyonun kilit oyuncuları Erdoğan ve Prens Selman. Bunlar 1916’da parçalanan Osmanlı Ortadoğu’sunun haritasını yeniden çizmeyi planlıyorlar. Amaçları güya “saygı gören” bir dünya gücü olmak. İkisi de para ve iktidar motivasyonuyla hareket ediyor ve samimi bir dinî inançla zerre ilişkiye sahip değil.

Suudi Sünniliği feodalizm öncesine ait bir tür bedevî ideolojisi. Tıpkı IŞİD’inki gibi. Halk önünde kafa veya kol kesme, kadınlara deveden daha az değer verilen bir köle muamelesi yapma gibi kimi yaklaşımları savunuyor. Irkçı bir ideolojiyle tüm tarihsel anıtları yok ediyorlar. IŞİD 3.300 yıllık Asuri kenti Nemrud’u bu ideolojiye uygun olarak yıkıyor.

IŞİD’i yok etmek Suudilerin işine gelmiyor. Şimdilik Suriye çölünde petrolün bulunmadığı bir yerde sınırlamak isteniyor. Sonrasında kullanılmış mendil gibi fırlatılıp atılacak. Suudi planı aynı zamanda IŞİD’i etnik temizlik için kullanmayı öngörüyor. Bu plan muhtemel doğal gaz hattı geçiş güzergâhlarında ve petrol zengini sahalarda uygulanıyor. Hat Katar’dan Türkiye’ye uzanacakmış gibi görünüyor. Doğal gazın hedefi ise Avrupa Birliği.

Erdoğan'ın ve Suudilerin Savaşının Amacı

Erdoğan’ın ordusu, bilhassa MİT’i, Suudi-Türk-Katar koalisyonunda kilit rol oynuyor. Burada amaç Esad rejimini yok etmek, aynı zamanda Musul ile Kerkük arasındaki petrol sahalarını kontrol altına almak.

18 Ekim 2015’te Anadolu Ajansı’na konuşan Hakan Fidan, IŞİD’e verilen desteği açıkça ifade ediyor: “İslam Emirliği [siz IŞİD anlayın –we] bir gerçeklik, bizim iyi örgütlenmiş, halk desteğine sahip böylesi bir yapıyı ortadan kaldırmamızın imkânsız olduğunu kabul etmemiz gerek. Bu nedenle Batı’daki meslektaşlarımdan İslamî politik akımlarla ilgili kanaatlerini değiştirmelerini, alaycı yaklaşımlarını bir kenara koymalarını ve Putin’in İslamcı Suriyeli devrimcileri ezme planına mani olmalarını istiyorum.” Başka bir ifadeyle Türkiye ve Suudiler için IŞİD, Nusret Cephesi vs. terörist bir örgüt değil, “kâfir” Esad rejimine ve onun Rus müttefikine karşı savaşan “İslamcı Suriyeli devrimciler”. Hakan Fidan’ın Kasım ayında Suriye hava sahasında Rus SU-24 uçağının yasadışı bir biçimde düşürülmesi olayındaki payı da ileride yaşanacakların bir göstergesi.

Çalınan Irak ve Suriye petrolünün yasadışı yollardan satışına karışan tek isim Bilal Erdoğan değil. SU-24 uçağının düşürülmesi sonrası Türkiye Enerji Bakanı Berat Albayrak ve pilotu öldüren Bozkurtlar da bu sürecin içerisinde.

Türk ordusunun Musul’a Barzani ile ilişkili savaşçıların eğitilmesi için girişi Türkiye’nin “Cihad” ve “Allah” adına Suriye ve Irak’ın petrol sahalarının fethedilmesine dair Suudi planının bir koçbaşı olduğunun göstergesi.

18 Aralık’ta Türkiye Katar’da askerî üs kuracağını açıkladı. Katar ise IŞİD’in ve Nusret Cephesi’nin finansörü. Türkiye Doha elçisinin ifadesine göre üste 3.000 Türk askeri olacak. Bunlar kara birliklerini, hava kuvvetlerini ve donanma personelini, ayrıca eğitmenleri ve özel kuvvetleri içerecek. Üssün amacı bölgedeki “ortak düşmanlar”a karşı koymak. “Türkiye ve Katar bölgedeki gelişmelere dair ortak sorunlarla ve diğer ülkelerin belirsiz kimi politikaları ile yüzleşiyor. [...] Biz ortak düşmanlara karşı koyuyoruz.” Bu “ortak düşmanlar”dan biri 2009’da Rusya’dan gaz almaması karşılığında gaz boru hattı önerisine karşı çıkan Esad olabilir mi? Bu düşmanlardan biri İran Körfezi’nde Katar gazının bir uzantısı olan devasa Kuzey Pars sahasına sahip İran mı?

Bu koalisyona katılan Pakistanlı savaşçılar ve eğitimi düşük Arap orduları tali düzeydeler.

ABD’nin BM’deki Aldatıcı Barış Teklifi

Bu noktada Washington eli kulağında olan Suudi-Türk petrol savaşı ve Suriye ile Irak’ta yaşanacak bozgun için gerekli ortamı hazırlamak içi hileli bir manevra yaptı. Bu noktada Uluslararası Suriye Destek Grubu’ndan istifade etti. Grubun üyeleri Arap Birliği, Çin, Mısır, AB, Fransa, Almanya, İran, Irak, İtalya, Ürdün, Lübnan, Umman, Katar, Rusya, Suudi Arabistan, Türkiye, BAE, Birleşik Krallık, Birleşmiş Milletler ve ABD. Dışişleri Bakanı John Kerry sahada Suriye savaşının önümüzdeki altı ay içerisinde bitmesiyle tamama erecek pozitif bir nihai süreç olarak görülen, Rusya ve Çin’in güvenlik konseyine sunduğu anlaşmaya dair güvence sundu.

18 Aralık’ta New York’ta toplanan, Rusya ve Çin’in de katıldığı BM Güvenlik Konseyi oybirliği ile 2254 sayılı kararı kabul etti: “Suriye’de Barış Süreci için Yol Haritasının Onaylanması, Müzakereler için Programın Belirlenmesi”. Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı bu kararı şeytanî bir metin. Ocak 2016’da ateşkesin başlatılmasını öngörüyor. Bu ateşkese Suudilerin ve Türkiye’nin destek verdiği IŞİD ve Nusret Cephesi dâhil değil. Aynı zamanda politik geçiş sürecinin derhal başlamasından bahsediyor. Bu süreç ABD, Almanya, Fransa, İngiltere kadar Suriye, İran ve Rusya’nın da itiraz ettiği bir öneri.

ABD, Fransa ve İngiltere bu kararı Esad’ın gitmesinin zorunlu olduğu tespitine dayanak oluşturacak şekilde tevil ediyor. John Kerry belge ile ilgili olarak “Esad ülkeyi birleştirmek için gerekli beceriden ve itibardan yoksun” diyor. Bu noktada Kerry’nin sözlerini Fransız Dışişleri Bakanı Laurent Fabius da tekrarlıyor. O da oylamada “Esaf’ın gitmesini de içeren kimi tedbirlerin alınması gerektiğini” söylüyor. İngiliz Dışişleri Bakanı Philip Hammond ise Esad’ın Suriye Savaşı’nda 250.000 kişinin ölümünden sorumlu olduğuna dair Batı’da sıkça dillendirilen yalana başvuruyor ve yeni kabul edilen “politik geçiş süreci”nin “Esad’ın gitmesi”ni de içermesi gerektiğini söylüyor.

Lavrov ise söz konusu oturumda “BM sürecinin Suriye hükümeti ile muhalefet arasında karşılıklı, kabul edilebilir bir anlaşmaya ulaşılmasını sağlaması gerektiği” üzerinde duruyor. Esad’ın gitmesi gerektiğinden çok Suriye’deki taraflar arasında iktidarın paylaşılmasından bahsediyor ve Suudilerin desteklediği “muhalefet”in iktidarı almasına karşı çıkıyor.

Gerçek şu ki kabul edilen BM ateşkesi ve politik geçiş süreci Rusya’yı, Esad’ı, Hizbullah’ı ve İran’ı durduracak, öte yandan da Suudi-Türk-Katar’a bağlı Nusret Cephesi, IŞİD ve diğer gruplar Suriye ve sonrasında da Kuzey Irak’taki petrol sahalarını rahatça ele geçirecekmiş gibi görünüyor.

Kurulan tuzağa Rusya, İran ve Esad’ın yapabileceği bir şey yok. Savaşı çıkartanların bu ajandalarını terk edip gerçek bir barışı tercih etmeleri daha iyi olmaz mı? Ne yazık ki dünya barışı ve özgürlük için hiçbir şey iyi gitmiyor. Mevcut durum herkesin herkese yalan söylüyor olmasının bir sonucu.

William Engdahl
22 Aralık 2015
Kaynak

,

Suudi Koalisyonu


Suudi öncülüğünde kurulacağı duyurulan “anti-terör” koalisyonu büyük bir şüpheyle karşılandı. Bu, sadece Suudilerin samimiyetine dair şüphelerle alakalı değil. “Koalisyon”un savaşacağı iddia edilen teröristlerin önemli bir kısmı zaten bizzat Suudilerin icadı.

CNN’in yayınladığı makalede şöylesi bir iddia yer alıyor:

“İslamî aşırıcılığa ‘hastalık’ diyen Suudi Arabistan, terörizmle mücadele etmek için 34 Müslüman ülkeden oluşan bir koalisyonun kurulduğunu duyurdu.

Suudi Prens Vekili ve Savunma Bakanı Muhammed bin Selman’ın ifadesiyle bu duyuru, ‘bu hastalığa karşı mücadele konusunda hassas olan İslam dünyasının sürece dâhil olma talebinin üzerine gerçekleştirildi.’[…]”

Yeni koalisyonun kara kuvvetlerini içerip içermediği sorusuna Suudilerin üst düzey diplomatı Paris’te “her şey masada” diyor.

Gerçekte ise onlarca yıldır Suudiler Batı parasının, silâhının, desteğinin, direktiflerinin aktığı aslî kanal. Tüm bu faaliyetler Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Batı-Suudiler ortaklığının jeopolitik hırslarına hizmet ediyor.

Batı’nın geleneksel güçlerindeki güçsüzlükle gezegen üzerinde kudret tesis etme becerisi arasında belirli bir ilişki söz konusu. Bu gerçek bölgeye giren, gelenek dışı terörist güçlerin yükselişiyle bağlantılı.

Batı IŞİD konusunda cahilmiş gibi davranıyor, gelişmelere şaşırıyor, örgütü izah edemiyor. Rusya’nın müdahalesinden sonra IŞİD’in varlığı riske giriyor.

IŞİD’in yükselişi Batı ve bölgedeki ortaklarının önceden planladığı bir sürecin ürünü. 2012 tarihli İstihbarat Teşkilâtı raporu da bunu kabul ediyor:

“Eğer durum açmaza girerse Doğu Suriye’de (Haseke ve Deyrizor) kendisini bu şekilde deklare etmiş olsun ya da olmasın, Selefi beyliği kurulması ihtimali söz konusu. Suriye rejimini tecrit etmeyi amaçlayan, muhalefete destek veren güçlerin istediği de tam olarak bu. Söz konusu talep, Şii yayılmasının (Irak ve İran) stratejik derinliği ile alakalı.”

Bu “destek veren güçler”e açıklık getirmek gerek. Bunlar rapora göre “Selefi bir beylik” kurma peşinde:

“Batı, Körfez ülkeleri ve Türkiye muhalefeti; Rusya, Çin ve İran ise rejimi destekliyor.”

Raporda şu da söyleniyor: Suudilerin “koalisyon”u çözümün değil, tüm terörizmin kaynağıdır. Genişletilmiş Ortadoğu’da militan aşırıcılık denilen pis suyu arıtmak için bir koalisyon hâlihazırda mevcut zaten: Rusya, Çin, İran ve elbette Suriye.

Ardında Süregiden Terörizmin Saklandığı Perde

Suudilerin devreye soktuğu anlatının bir parçası olan koalisyon küresel terörizmin aslî kaynağı. Buna ek olarak Suudiler sınırları dışında askerî operasyonlar düzenliyorlar. Suudi güçleri komşu Yemen’de savaşıyor. Libya’dan Suriye’ye dek uzanan bölgede Körfez ülkeleri ve Suudilere ait askerler gizli veya yarı-gizli olarak faaliyet yürütüyor.

Terörizmle mücadele için bir koalisyon kurmak Suudilerin ağzına bir sakız daha veriyor. Böylece bölgeye yerleştirdikleri terörist vekil güçlerin desteklenmesinde doğrudan rol oynadıkları gerçeğini gizleme imkânı buluyorlar. IŞİD’le savaşmayan ama onu Suriye’ye müdahale için bir bahane olarak kullanan ABD gibi Suudi Arabistan da benzer bir imkân için herkesin destek vereceği bir hikâye uyduruyor.

Terörizmin dünya genelinde mağlup edilmesiyle ilgilenenler sorunun çözümünden dışlanıyorlar ve ilk planda bu terörizmin yaratılmasından sorumlu tutuluyorlar. Suudilerin koalisyon kurduklarına dair duyuruları şüpheyle karşılanıyor, hatta bir dizi sebepten ötürü alaya alınıyor. Ayrıca böylesi bir mücadeleyle ilgili olanların bölgeyi söz konusu pis sudan arıtma konusunda samimi bir istek ve irade ortaya koymaları gerekiyor.

ABD Savunma İstihbarat Teşkilâtı’nın raporu sayesinde mücadeleye öncülük eden ülkelerin listesini de edinme imkânı buluyoruz.

Tony Cartalucci
30 Aralık 2015
Kaynak