05 Mayıs 2010

, ,

Engels’in Marx’ın Mezarı Başında Yaptığı Konuşma


Engels’in Marx’ın Mezarı Başında Yaptığı Konuşma

 

[17 Mart 1883 günü Highgate Mezarlığı’nda Engels tarafından İngilizce yapılan konuşma. Almanca olarak, 22 Mart 1883 tarihli Social-Demokrat’ın 13. sayısında yayımlandı.]

* * *

14 Mart günü, öğleden sonra üçe çeyrek kala, yaşayan düşünürlerin en büyüğü düşünmeyi bıraktı. Onu henüz iki dakika yalnız bırakmıştık ki geri döndüğümüzde, koltuğunda, huzur içinde uykuya ama bu sefer sonsuza dek dalmış olarak bulduk.

Hem Avrupa ve Amerika’daki militan proletarya, hem de tarih bilimi, bu insanın vefatı ile muazzam bir kayıp yaşadı. Sözkonusu kudretli ruhun terk-i dünya edişi ile oluşan boşluk, kendisini herkese kısa sürede hissettirecektir.

Tam da Darwin’in organik doğanın gelişme yasasını bulması gibi Marx da insanî tarihin gelişme yasasını buldu. Yani o, bugüne dek aşırı büyümüş ideoloji tarafından kavranmış bulunan, siyaset, bilim, sanat, din vb. gibi başlıklarda uğraş vermezden önce insanlığın evvela yemesi, içmesi, barınması ve giyinmesi gerektiğini, bu sebeple, belli bir insan topluluğunca ya da belli bir dönem süresince yapılan acil maddî araçların üretiminin ve bu üretimin sonucu olarak ulaşılan ekonomik kalkınma derecesinin üzerinde devlet kurumlarının, hukuk anlayışlarının, sanatın, hatta dinle ilgili fikirlerin yükseldiği temeli, ilgili insanların evrimleştikleri alanı teşkil ettiğini, dolayısıyla, bugüne dek yapılanın aksine, tersten, bunların ilgili dizge dâhilinde izah edilmeleri gerektiğini söyleyen o basit gerçeği ortaya çıkardı.

Ancak hepsi bu kadar da değil. Marx, ayrıca günümüz kapitalist üretim tarzına ve bu üretim tarzının yaratmış bulunduğu burjuva toplumuna hükmeden özel hareket yasasını da keşfetti. Artı-değerin keşfi, hem burjuva iktisatçıların hem de sosyalist eleştirmenlerin karanlıkta el yordamıyla yaptıkları incelemelerle çözmeye çalıştıkları meseleye beklenmedik bir biçimde ışık tuttu.

Bir insan ömrü için bu iki keşif de kâfiydi aslında. Kendisine bir tane de olsa böylesi bir keşifte bulunmak nasip olana ne mutlu! Ama Marx, araştırmada bulunduğu her alanda, (ki bu alanların sayısı çoktu ve teki bile yüzeysel değildi.) hatta matematik alanında bile, özgün keşiflerde bulundu.

Bilim insanı olmak böyle bir şeydi. Gelgelelim, onun pratiğinde esası teşkil eden bilim değildi. Marx için bilim, tarihsel gerçeklikteki bir dinamik, devrimci bir güçtü. Pratik uygulaması önceden düşünülmesi bile imkânsız olan teorik bilimdeki bir keşifle karşılaştığı vakit büyük bir sevinç duysa da o, asıl sevinci, keşfin sanayide ve genelde tarihsel gelişmede yaşanan ani devrimci değişimlere sebebiyet verdiği noktada duyardı. Misal, Marx, elektrik alanındaki, özellikle yakın zamanda Marcel Deprez tarafından yapılan çalışmaları, çok büyük bir dikkatle takip ediyordu.

Çünkü Marx, her şeyden önce, bir devrimciydi. Hayatının hakikî görevi, şu veya bu şekilde kapitalist toplum ile onun vücuda getirdiği devlet kurumlarını çökertmek, kendi konumunun ve ihtiyaçlarının bilincine, kurtuluşuna dair koşulların bilincine onu vakıf kılan ilk kişi olarak modern proletaryanın kurtuluşuna katkı sunmaktı. Mücadele, onun bir parçasıydı. Çok az insanın aşık atabileceği ölçüde bir tutku, azim ve başarı ile mücadele etti o. 1842’de ilkin Rheinische Zeitung’da, 1844’te Paris’te çıkan Worwärts’da, 1847'de Brüksel’de yayınlanan Deutsche-Brüsseler-Zeitung’da, 1848-1849’da Neue Rheinische Zeitung’da, 1852’den 1861’e değin New York Tribune’de çalıştı, tüm bunlara ek olarak, sürüyle militan bildiriye imza attı, Paris, Brüksel ve Londra’daki örgütlerde faaliyet yürüttü ve her şeyin üzerinde duran, eğer başka hiçbir şey yapmasaydı bile, kurucusunun gurur duyabileceği bir başarı örneği olarak, Beynelmilel Emekçiler Derneği’nin teşkil edilmesine katkı sundu.

Tüm bunların sonucu olarak Marx, döneminin en çok nefret edilen ve iftiraya maruz kalan insanı idi. Mutlakıyetçi ya da cumhuriyetçi, tüm hükümetler, onu ülkelerinden kovdular. Muhafazakâr ya da aşırı demokrat tüm burjuvalar, ona iftira atma hususunda birbirleriyle yarıştılar. O ise tüm bu saldırıları, örümcek ağını silip atarmışçasına, savuşturdu, kimi zaman görmezden geldi, kimi zamansa, o da kendisini mecbur hissettiği, çok gerekli hâllerde, bu saldırılara cevap verdi. Sonrasında ise Marx, Sibirya madenlerinden Kaliforniya'ya, Avrupa ve Amerika’nın her yanına dağılmış, tüm dünyanın milyonlarca devrimci militanı tarafından yüceltilmiş, sevilmiş ve aklanmış olarak öldü. Bugün ben üzerine basa basa söylüyorum ki onun çok sayıda muhalifi olmasına karşın, pek şahsî hasmı yoktu.

İsmi ve dolayısıyla eseri varlığını çağlar boyunca muhafaza edecektir!

Friedrich Engels
17 Mart 1883
Kaynak

02 Nisan 2010

, ,

Şeyh İmam’ın Mirası

Politik Arap Müziğinin Kurucusu

Büyük Mısırlı şarkıcı ve bestekâr Şeyh İmam, uzun bir hastalık sürecinin ardından, 78 yaşında, 6 Haziran 1995 tarihinde vefat etti. Son günleri çok zor geçti. Yalnız yaşayan Şeyh İmam’ın ziyaretine, o da nadiren, kimi komşuları ve dostları geliyordu sadece. Çocukluğundan beri âmâ olan İmam, görme kudretine sahip olan birçok insana göre daha iyi görüyor, kimseden inayet beklemiyordu. O, çöküş dönemlerine kafa tutmuş ve daha iyi bir gelecek için arzulu olan binlerce işçi ve aydını harekete geçiren politik Arap müziğinin en önemli unsuru idi.

Şeyh İmam, 3 Haziran 1918’de fakir bir aileye doğar. Evleri Ebu el-Numrus köyündedir. İltihaplanan gözlerini beş aylıkken yitirir. Beş yaşında iken Kuttab’a (Kâtipler) katılır ve burada tüm akranlarını başarısı ile geride bırakır. On iki yaşında Kur’an’ı hatmeder ve ardından dönemin otoritelerinden Seyyid Guri’den Tecvid (harflerin mahreç ve sıfatlarına uymak suretiyle, Kur'an-ı Kerim'i hatasız okumayı öğreten ilim –çn) dersleri almak için Kahire’ye gider.

1945’te Şeyh İmam, büyük Mısırlı müzisyen Şeyh Derviş Hariri ile tanışır ve ondan müziğin temelleri ile Muvaşahaat (Terza Rimas) dersleri alır. Kur’an eğitimi yanında hobi olarak müzikle uğraşır. Bu dönemde dinlemek, kimi zamanda şarkı söylemek amacıyla Sufi toplantılarına iştirak eder. Bu temas onun uda âşık olması ile sonuçlanır. Bu üç yıllık dönem boyunca Şeyh İmam düğünlerde ve doğum günlerinde çalar. 

Zamanla hayatında önemli değişimler yaşanır. Geleneksel kıyafetlerini çıkartıp fes takar. Yaşanan değişim kıyafetle sınırlı değildir, müzik tarzında kimi değişimler gözlemlenir. Muhammed Osman, Abduh Hamuli ve efsane isim Seyyid Derviş’ten şarkılar söyler. Sonrasında dinî meselelerle ilgili radyo yayını yapan ünlü isim Abid Sami Bayumi’nin liderliğindeki dinî müzikle iştigal eden bir gruba katılır.

Sıradan insanlara yönelik ilgisinin izleri Kahire yakınlarındaki Gurya’daki Havş Kadem’e dek sürülebilir. Genç bir insan olarak Şeyh İmam, otuz yıl arkadaşlık edeceği sanatçı Şeyh Zekeriya Ahmed’le tanışır. Ayrıca o ud dersleri verdiği kendisi de âmâ olan Seyyid Mikavi ile de dosttur.

Şarkı sözü yazma teşebbüsleri pek de başarılı değildir. 1962’de şair Ahmed Fuad Necim ile tanışması ile şarkılarının içeriği değişir. İkili zamanla ayrılmaz bir bütün olurlar. Şeyh İmam ve Ahmed Fuad zor koşullara rağmen sabırlı ve yoğun çalışmaların ardından fukaranın ve emekçilerin çıkarlarını müdafaa eden politik şarkılar üretmeye başlarlar. Kendi tabirleri ile öncü “adalet marşları” bestelerler. 1967 Savaşı ve Arapların mağlubiyeti ikiliyi daha da yakınlaştırır, artık sadece şarkılarıyla toplumsal ve politik olaylara tepki vermekle yetinmeyip çeşitli eylemlere katılmaktadırlar. Bir gözlemcinin de yazdığı üzere, “şarkıları 67 mağlubiyeti ve sonrasında ülke üzerine çöken karanlığın içindeki bir umut ışığı gibidir.” Misr Ya Bahya (“Güzel Mısır”), Şayid Kusursak (“Kendi Saraylarınızı İnşa Edin”), Ghifara (“Che Guevara”), Fellahin (“Köylüler”) ve Murü’l Kelâm (“Sert Konuşma”) gibi devrimci şarkıların grevler, oturma eylemleri ve gösterilerde işçilerin ve öğrencilerin dillerinden düşmemesinin nedeni budur. Şeyh İmam’ın 1972 öğrenci isyanı sürecinde bestelediği Raciyu’l Talmiza (“Öğrenciler Geri Döndü”) isimli şarkısı herkesin hatırındadır.

İkilinin aktivizmi onları 1968’de hapse götürür, burada üç yıl mahpus kalırlar. 72-79 arasında bir dizi hapishaneyle tanışırlar. 1981’de Enver Sedat’ın suikastla öldürülmesi sonrası Şeyh İmam gözaltına alınır. Sebebi, olay sonrası oturduğu kasabada gençlere elli kutu bira dağıtmış olmasıdır. 1984’te Mısır hükümeti hürriyeti üzerindeki tahditleri artırır ve yurtdışına çıkışına yasak getirilir.

Bazı raporlara göre ikili hapisteyken Şeyh İmam, Necim’in yanına gidip, ondan şarkı sözleri almakta, çabucak ezberlemekte ve hücresine gidip onu bestelemektedir.

Uzun soluklu dostlukları seksenlerin ortasında biter. 1993’te ikili arasındaki ilişki kesin olarak sona erer. Bunun nedeni, Necim’in Mısır’da yayımlanan Rose’l Yusif dergisinde yer bulan hatıratında Şeyh İmam’a saldırmış olmasıdır.

Sanatsal ve kültürel mirası hakkında Lübnanlı eleştirmen ve şair Paul Shaoul şu değerlendirmeyi yapar:

“Şeyh İmam’ın kimi zaman hakaretin sınırlarında gezinen eleştirel kudreti ve sert alaycılığı ne statükonun ne de teslimiyetin bir parçası ne de halkın bilincini uyuşturup onun dikkatini dağıtarak onu teslimiyete ve depresyona sürükleyen bir araçtır. Aksine onun müziği, baskı ve hileye dayalı politikalarını izah eden bir mantık kullanarak hükümetlerle yüzleşebilen bir güçtür.”

Şeyh İmam’ın müziği, şarkılarını onların köklerini saldıkları coğrafî mekânın uzaklarında gezindiren bir bütünlüğe sahiptir. Onun müziği, Mısır’ın meseleleri ve çelişkileri dışında kimi konulara da işaret eder. Şarkıları, Filistin meselesi gibi Arap olan ve olmayan kimi sembollere de başvurur.

Şeyh İmam, halka çok şey vermiş ama albüm kayıtları tüm Arap dünyasında on binlerce satmış olmasına karşın çok az şey kazanmıştır. Kendi dostları bile onun hak ettiği takdiri vermemişlerdir. Bir Lübnanlı yazarın yorumuna göre, “parmaklıklar ardında, yapayalnız ya da son günlerinde yatağa bağımlı yaşayan Şeyh İmam için ölüm hayata nazaran daha merhametlidir belki de. Ancak Şeyh İmam’ın müziği yaşamaya devam edecek, daha parlak ve daha vaatkâr bir üslupla çalınmayı sürdürecek, onun müziği ile sanatı en iyi bu şekilde anılmış olacaktır.”

Cedid Yazarları

Filistin İçin Şarkı

Hedef seçmişken Siyonizm seni
Sana gelmek istiyorum
Ey Filistin!

Avuçlarımda ateş
Seninle birlikte dövüşeceğim.

Kafasına vurduk kafasına yılanın,
Yırttık tüm yasalarını sultanların
Ey Filistin!

Ayrılık çok uzun sürdü.
Yeter artık, geliyorum sana.

Saçıldık dünyaya,
Her yerde mülteciler,
Kurbanlar,
Toprağa hasret köylüler.

Hedefimiz devrim,
İlk adımımız zafer
Ey Filistin!

Devrim mutlak,
Elindeki silâhlarla
Başlayacak yeni hayat.

Yol ne kadar uzun olursa olsun
Büyüt adımlarını
Size yardım edecek olan da budur
Ey Filistin!

Kehanetimiz hayırlı, bilin.
Zafer yaklaşıyor.

Binlerce baskına rağmen
Sönmedi mum.

Yenilgi şaşkına çevirdi
Size düşman Amerika’yı.

Söz: Ahmed Fuad Necim
Müzik: Şeyh İmam
1969

Guevara Öldü

Guevara öldü
Radyonun verdiği son haber
Kiliselerde, camilerde
Kaportacılarda, sokaklarda
Meyhanelerde ve kahvelerde çınladı
Guevara öldü.

Dilden dile yayıldı haber
Özgürlük savaşçısı öldü dediler
Kayıplarına ağladı yüzler
O kahraman ki ormanda elinde silâhıyla öldü
Sessiz ölümü kavgasına süs oldu.
Kimseye yaltaklanmadı, kimseye alkış tutmadı
kendisini reklâm etmedi

Ne düşünüyorsunuz ey yücedekiler
Ey muhterem kişiler
yiyeceğin giyeceğin içinde boğulmuşsunuz
Eviniz sıcak, sobanız yanıyor
Şık, parıltılı ve fiyakalısınız
Ahir zamanın özgürlük savaşçılarının canı ise
Çok hafif.

Guevara öldü
Tek bir ses bile çıkartmadan
Kendini reklâm etmeden.

Vah ki yoldaşlarına veda edemeden verdi canını
Feryadı kayboldu figanını duyan olmadı
Belki acıyla haykırmıştır
Mavzerin mermisi karnını deldiğinde
Belki gülmüş, gülümsemiş belki ürpermiş,
İç çekmiştir belki son nefesinde
Veda etmiştir açlar nesline, davanın neferlerine
Belki de dava için mücadele edenlere irade bahşetmiştir

Akla çokça görüntü gelebilir
Yüz milyonlarcası muhtemel
Lakin şurası kesin ki
Guevara bir yiğit gibi öldü.

Emekçiler, mahrumlar
Ve esirler
İki bacak bir baş kaybettiler
Hepsi o kadar.

Bomba yoksa kurşun yoksa
Size kurtuluş yok
Bu mesut çağımızın mantığı bu
Afrikalılar ve Amerikalılar
Düzen demirle ve ateşle kuracak.
Adaletse dilsiz ya da korkak.

Guevara haykırıyor
Ey köleler
Hangi millete mensup olursanız olun
Nerede bulunursanız bulunun
Başka seçenek yok
O seçeneğin yerini alacak başka bir şey yok:
Ya kurtuluş ordusunu kuracaksınız
Ya da dünyaya veda edeceksiniz

Şiir: Ahmed Necim
Müzik: Şeyh İmam


26 Mart 2010

Tampon


Küçük Burjuvazi İçi Kimlik Rekabeti

Bir zamanlar Tayyip’in uçağından inmeyen, had bilmezlikle, onu Musa Peygamber’e benzeten[1] danışman Akif Beki, İslam ve sol ilişkisine dair kalem oynatıyorsa[2], ciddî şeyler oluyor demektir.

İran Devrimi, Afganistan İşgali ve Filistin Direnişi gibi bir dizi olayın ardından ideolojik ve politik düzlemde, Ortadoğu’da belli bir güç elde etmeye başlayan İslamî hareketle ilgili kırıntılardan mürekkep bir yığın malumatı paketleyip satan gazeteci Ruşen Çakır İslam ve Sol üzerine konuşuyorsa[3], huylanmak gerek.

Çeşitli ortamlarda Müslüman veya sol kimliğini muhafaza etmek adına ilgili ilişkiye baştan ret cevabı veren yazılarla karşılaşmaksa daha uyarıcı.

Müslüman küçük burjuva, “vazgeçilmezlik” esprisi içinde, ayaklarını bastığı toprağı kaydıran erozyona karşı herkesi uçmaya, yükselmeye, bulut misali hür olmaya davet ediyor. Sol küçük burjuva da ekmek teknesi hâline getirdiği solculuğun değersizleştiğini gördükçe Müslüman küçük burjuva kardeşine ya küfrediyor ya da yüce gönüllülükle, “gel beraber bir berber dükkânı açalım” diyor.

Neticede küçük burjuva, vazgeçilmez olmak için çırpınıyor, bunun için kendisini her âna dayatıyor. Bu dayatma, ânda yapılacak gerçek işleri örtbas ediyor.

AKP’nin Solu

Akif Beki, yazısında, sol ve İslam ilişkisini alaycı bir üslupla değerlendiriyor. “Olmaz” diyor özetle. “Olacaksa da bu AKP’nin solu olsun” önerisinde bulunuyor. Bugün Saadet Partisi içinde ve genel olarak tabanda kaynayan kazana soğuk su döküyor, “bizden sonra tufan” uyarısında bulunuyor. Sizi bu “gomünüstler kapar” diye fısıldıyor kulaklara. Kendisine karşı olduğunu bildiği “radikal İslam”ın panzehri olarak gördüğü bir tür solu, ucundan ecik, kendi cemaatine davet ediyor.

Beki, esasında “şiddete tapınan” Hz. Muhammed’den, Hz. Hamza’dan ve Hz. Ali’den bugüne tüm İslamî eylemi etkisizleştirecek dil ve tarz olarak sol liberalizme kucak açıyor.

Eski Ankara Valisi’nin ağzından anonimleşen, “bu ülkeye komünizm gelecekse, onu da biz getiririz” diyen eski kemalizme ilâve, neo-kemalizm olarak AKP ideolojisi de eski danışmanı ağzından, “bizim solumuzu da biz üretiriz.” diyor. (AKP’nin güncelde solu, bugün, DSİP/TKP ve bilcümle türevleri.)

Vazgeçilmezlik

Vazgeçilmezlik üzerine kurulu irade öyle körleştirici ki kendisini yegâne hakikat, dışındakileri yalan olarak ayırıyor.

İslam ve sol ilişkisi iki kanaldan edinime tabi tutuluyor: bir kanal AKP’yi sol’lamak, diğeri sollamak arzusunda. Her iki kesim de AKP’yi merkeze koymakta, ona öykünmekte, her şeyi ona kilitlemekte ortak. Mazruf unutulup zarfa bolca pul yalanıyor. AKP’yi hükümet yapan, yıldızlaştıran güçlere karşı tek laf eden yok.

AKP’nin bir tür solla yumuşatılması ya da sertleştirilmesi için AKP’nin sol’lanması, yani bir sola sahip olması gerekiyor. Bunu bir taraf, ülke egemenlerinin batı, diğeri doğu ile ilgili çıkarları ve hesapları için istiyor. Batıcılar hukukî; doğucular ahlâkî tarafa abanıyorlar.

Sollamak isteyenler ise bindikleri arabadan önlerindeki AKP modeli cipi geçmek istiyorlar, ama öte yandan da karşıdan ve arkadan gelen araçlara dikkat etmek zorunda kalıyorlar. Ama bu meşgale ve hızın gölgesinde baldırıçıplak, yalınayak insanların ağaçlardan ve kaldırım taşlarından bir farkı kalmıyor. AKP’yi sollamak veya sol’lamak, tam da burjuva siyasetine kul olmayı anlatıyor. Onun hükümet oluşuna dönük modernist ve/veya liberal itirazlar yükseltmekle yetiniliyor.

Esnaf Zihniyeti ve İslamî Sol

AKP, ideolojik ve politik düzlemde, nesnel olarak, kendi tamponunu örgütlüyor. Sola bakıp “o savunduğun değerlerin aslı bizde” diyen esnaf zihniyetli Müslüman, farkında olarak ya da olmayarak, AKP iktidarına eklemleniyor. Kavramları altı ve içi boş bir biçimde edinmek, o kavramları koşullayan mücadeleleri silme iradesini anlatıyor.

“Sol İslam” ve “İslamî Sol” adı altında geliştirilen kurgular, liberal ve modernist türevleriyle, önü sonu, sömürülenlerin-mazlumların tarihsel-toplumsal mücadele kanallarını tıkamak için teşkil ediliyorlar. İslam’a vururken sosyalizme vuruluyor ve toplamda kitleler, sığ bir liberalizme teslim alınmaya çalışılıyorlar.

Bin yıl önce Türkmen kavimler Arap İslam’ına; doksan yıl önce Türkiye, emperyalistlerin ortak niyeti ile Sovyetler’e karşı bir tampon görevi görmesi için devreye sokuluyordu. Bugünse sola meyyal kimi Müslüman yapılanmalar, bir yanıyla böylesi bir işlev görüyorlar. AKP’nin sosyo-ekonomik ve sosyo-politik şiddetine karşı gelişme ihtimali olan şiddetin yoğunluğunun düşürülmesi gerekiyor.

İslamî sol, AKP ile zedelenen kitlesel ilişkilerin tamiri için gerekli. İslamî sol, bir kısmıyla Müslüman küçük burjuvaların sola kayacağını öngördüğü kitlelerin bu seyrinin önünü alma teşebbüsü.

Sol İlahiyattaki Sinsilik

Müslümanlara bakan solcular ise aynı şekilde, “bize tabi olun ama önce eldeki Kur’an’ı, akıl ve yürekteki Allah’ı terk eyleyin” diyorlar. Birikim dergisinin “Sol İlahiyat” tartışmaları, özellikle İngiltere’deki sol çevrelerin kimi müdahaleleri, buna denk düşüyor. Kimse, Müslüman’ı Müslüman olarak örgütlemeye cesaret edemiyor.

Çünkü Müslüman’ı Müslüman olarak örgütlemek ona örgütlenmeyi de gerektiriyor. Müslüman’ı aslî düşmanından koparma teşebbüsü olarak onu solculaştırmak, mazlumların kavgasını Müslüman âlemin içine yaymanın önünü alıyor. Müslüman’ı bir kimliğe kapatıp bir hazne içinde boğuyor. Kimlik siyaseti olarak liberal sol, bütünsel bir kavganın araçlarını tarumar ediyor.

Kemalizm ve Judaizm

AKP, kendi vicdanını örgütleyenlere, Akif Beki eliyle, ölçü ve ölçek tevdi etmeye çalışıyor. AKP, başkaldırmadan fark edilmeyi, beğenilmeyi, istifade edilmeyi arzuluyor. Muhtemel kalkacak başları liberalizmle zehirlenmiş sol aracılığıyla teskin etmek istiyor.

Sol ise kemalizmin tanımladığı cumhuriyetçilik-demokratlık kavgasına insan devşiriyor. Bu noktada illâki İslam’la karşılaşıyor; bir taraf, onun içine ajan olarak girip onu Kemalist kurguya uygun hâle getirmek için çalışıyor, diğer tarafsa, İslam’ın devlet ve burjuvazi karşıtı tüm imkânlarından korkup onu modernizm ve laiklik adına, onu politika dışına atıyor.

Yereldeki hâkim hukuk olarak kemalizmi, dünyadaki hâkim hukuk olarak judaizmi koşullayan güçler ve dinamiklerce örgütlenmiş olan AKP, her iki hukuka yerelde ve dünyada başkaldıracak kitlelere sol gösterip sağ vurmaya niyetleniyor. Devlet İslam’ının muhafazakâr ve sağ yönlerini kendinde harmanlayan bu parti, neoliberal siyaseti gereği, liberalize edilmiş bir sola ihtiyaç duyuyor. Bu da sömürülenlerin-mazlumların “sürpriz” çıkışlarını kontrol altında tutmaya dönük devletlû bir ideolojik hamle olarak biçimleniyor.

İran Şahı

AKP, bugünlerde altmış ve yetmişlerin İran Şahı diktatöryasına fena hâlde benziyor. Şah’ın rol modeli ise Kemal Paşa. İran, kendi mücahidleri ağzından, “İslam'a kim daha yakındır? Amerikan emperyalizmine karşı savaşan Vietnamlılar mı, yoksa Siyonizm ve emperyalizmle işbirliği yapan Şah mı?” diyebiliyor ama Türkiye, hâlâ kudretli olduğuna inandıkları ideolojileri ve hakikatten azade politik kurguları ile AKP ne yapsa hayırhah bir tutum sergileyen cihat kaçkınlarıyla yoluna devam ediyor.

AKP, kemalizmin stepnesi Demokrat Parti geleneği içinden devşirilen kadroları ile harmanlanmış, kendisini Menderes-Özal hattına bağlamış siyasî bir hareket. İran’ın şahı varsa bizim de şahlanan atımız, şahlaşan Tayyip’imiz var!

Bu şaha karşı mücadele ise tek darbede batılı liberal sulara yelken açan mücahidlere değil, devrimcilere muhtaç. Ancak ne yazık ki devletin inşa ettiği dalgakıranların etkisiyle şiddeti çalınmış kitlesel dalgalar, liberal suları daha cazip kılıyorlar. Sol içinde “artık liberal olmak lâzım” diyen öznelere daha fazla tesadüf ediliyor. Kaypakkaya’yı “peygamber” belleyenler dahi bu kervana acul bir eda ile bağlanıyorlar!

Alkolsuz Bira

Ülkenin kuruluşunda Ermenilerin ve Rumların mallarını gasp eden Yahudilerle ortak bir kesim İslam’ı ve millîliği kullanarak muktedir oluyor. Muktedirlik İslam’ın İslam, millînin millî olmamasını gerektiriyor. Bir tür “alkolsüz bira” ya da “kafeinsiz kahve” gibi, yeniden, laboratuvarda din ve millet imal ediliyor.

Bugün ise AKP, ilgili hatta eklenerek, yüz bin Ermeni’yi ülkeden kovmakla tehdit ediyor. Ve gene gasıplar, el koydukları malların aklı ve diliyle konuşuyorlar. Şoförler ise o hız içinde arabanın aklı hâline geldiklerini görmüyorlar. Önlerine çıkan kedinin, taşın ya da insanın arasında bir fark kalmıyor.

Kama

Akif Beki üzerinden verilen ölçü ve ölçek araya kama sokmakla ilgili esasta. Böylesi bir pratiğe toprağımız pek de yabancı değil. Paralel bir örnek Mehepeli Mehmet Gül üzerinden verilebilir. Gül, bir vakit AB ve ABD’nin bölge siyasetlerine karşı bir tepki olarak oluşan millîlik ile sol arasındaki yakınlaşma ihtimali üzerinden, kendinden menkul milliyetçiliğine halel gelecek kaygısı ile Nâzım’ı kurban seçip onun üzerinden bu ilişkiyi kesmeye yeltendi. Kaderin cilvesi, viagra yorgunu bedenini Ukrayna’da teslim etti bu zat. O da Küba ziyaretinde Che beresi geçirdiği kafasından eski ezberleri sıralıyordu: “marksistler tarihe sınıf savaşı, biz milliyetçiler ise milletlerin savaşı üzerinden bakarız.”

Akif Beki de aynı Soğuk Savaş ezberini yineliyor. İslam’a göre, “insanlar, inananlar ve inanmayanlar olarak ayrılır ikiye.” Öyleyse, burjuvazi-proletarya ayrımı ile dünyaya bakan sol ile olmaz bu iş.

Peki, bu tip laflar ne zaman söyleniyor? Millî olanın çözülüp dağıldığı, ayaklar altına alınıp ezildiği, sömürüldüğü dönemeçlerde. İnancın sakızlı muhallebi misali, verilen tariflerle iğdiş edildiği, “Hz. Muhammed’e vahyi uzaylılar mı getirdi yoksa?” (Fatih Altaylı) türünden soruların çocukça (ama hince) sorulduğu, imanın paraya, mala-mülke göre anlamlandırıldığı çöküş durumlarında.

Yani bir eksiklik bilince çıkıyorsa, müdrik olunduğu vakit, o eksikliğin giderilmesi için kimi ihtiyaçların belirlenmesi ve ihtiyaçların giderilmesi açısından zorunlulukların anlaşılması, zorunlu bir süreklilik, istidat gereği, kavgaya girmek mümkün.

Yani bir millet çözülüp dağılıyorsa, millî olan direnişi örgütleme ihtiyacını duyacağı noktada, ona esasta “biz bütünlüklü, kendine kapalı, havada asılı, mükemmel düzeyde oluşmuş bir milletiz, işte aslî mesele, bu millete karşı saldırıları göğüslemek” demek, o millî olanın kavgasını verecek olana “sus otur yerine” demektir. Zira buradaki korku, oluşmakta olan “millet”in birilerinin kafasında önsel olarak oluşmuş bütünlükleri ve o kafaları parçalayacağı ile ilgili.

Kendine Kapalı Özne

Allah, millet ya da sınıf adı altında kendisini kendisine kapatmış bir özne, başkalarına ancak kavgadan kaçışı öğütleyebilir. Eksikliğini görmeyen, o eksikliği gidermek için dövüşmekten imtina eder. Tersten, dövüşmemek için de insan, kendisini kâinata, hakikate, eyleme kapalı bir bütünlüğe indirgeyebilir. Bu anlamda Yunus misali, “bir ben var benden içerü” değil, “bir ben var benden ayrı, benden gayrı” demek icap eder.

Bütünlük kurgusu ile ikna edilen kitlelerde eksik olduklarının önbilinci ve bu önbilinçle kavgaya girme temayülü mevcut. Önemli olan da tepedeki “bütünlük”lü şefler değil, alttaki bu kavga iradesi.

Bu anlamda imanın, dinin çözüldüğü günlerde bir tür yücelikten, üstünlükten, bütünlükten ve arınmışlıktan söz etmek, yalan. “Bir düşüncenin özgünlüğünün yegâne ölçüsü, kendi bütünlüğünü koruması ve kendine has bir yapıyı inşa etmesine bağlı” değil bu yönüyle. Burada “düşünce” kelimesinin yerine cümlenin yazarını [Abdulaziz Tantik], kendinden menkul şahsiyetini ikame etmek pekâlâ mümkün. “Düşünce”, “özgünlük”, “bütünlük” ve “has” kelimelerinden bir cümle kurduran nedir, ona bakmak gerek.

Temellük

Aklı, düşünceyi ve bilgiyi mülk edinmek, bunu kendine kapatmak, “dış” etkileşimlerden, beslenme kanallarından mahrum bırakmak, has ve özgün olmak adına pazara biat etmek, sonuçta kişi isterse kendisini (haşa!) Allah zannetsin, zulme ve sömürüye hizmetle sonuçlanacaktır.

Dinlerarası, milletlerarası ya da sınıflararası savaş üzerinden yapılan ayrım ve sokulan kamalar, özellikle marksist hareket açısından önemli kimi toplumsal-tarihsel gerçekleri de gizliyor. Kendine ve kendinde Müslüman, milliyetçi ya da sosyalist bir şahıs, kendi aklını ve bedenini bir kama gibi örgütlüyor. Her şeyi ayırıyor, bunu, ayrımların sadece kendisinde kalktığı yalanını satmak için yapıyor.

Söylenenler söylen(e)meyenleri gizliyor bir yönüyle. Misal, marksist hareketin dünyanın çeşitli bölgelerinde dinî, millî ve sınıfî kimi hareketleri ortak devrimci bir kavşakta buluşturduğu, kendisini buradan tarif edebildiği gerçeği halı altına süpürülüyor. Marksistlerin kaba anlamda işçici olmayan, yani tarihe özel bir durumda veya dönemde salt “sınıflar savaşı” anlayışı üzerinden bakmayan bir yönü olduğu görülmüyor, gösterilmek istenmiyor. Proletaryayı beklenen mesih/mehdi olarak görmeyen, zaafları ve eksiklikleri ile onu kendi somut gerçek bağlamına oturtan marksist mücadeleye bu anlamda küfrediliyor.

Küçük Burjuvaların Pazar Kavgası

Olan biten, esasen vazgeçilmez olduğunu her daim kendisine ve başkalarına kanıtlamakla yükümlü küçük burjuvaların siyaset ve ideoloji alanındaki pazar kavgasından ibaret. Dinlerarası, milletlerarası ya da sınıflararası savaştan dem vuranlar, gerçekte hüküm süren savaştan kaçan ve kaçıp saklandıkları yerin sürekli reklâmını yapan küçük burjuva özneler.

Sömürü ve zulüm, sol-sağ ayrımı dışındadır. Solun ya da sağın aynasına yansıyan zulüm ve sömürü, kısmî ve eksiktir. Lunaparklardaki aynalar gibidir. Cüce ya da dev gösteren iki ayna arasında tercih yapmak, politika yapmak değildir. Mesele, aynaları kırmak, sömürü ve zulmün sebepleri ile mücadele edebilmektir.

Sol/Sağ Ayrımı

Sol/sağ ayrımı, sömürü ve zulmün yumuşak/sert, gizli/açık, sürekli/aralıklı olarak uygulanacağına ilişkin bir üslup tartışmasıdır. Üsluba takılıp kalanlar, oradan konum almaya çalışanlar, ilgili hâkim nizamın yedek ya da aslî oyuncularıdırlar.

Sol ve sağ, Fransız Devrimi sonrası oluşan mecliste kralın konumuna göre oluşan kompozisyonu anlatır. Solculuk ve sağcılık, ister istemez bir kralı önvarsayar. Bu anlamda bir solcu ya da sağcı, ya kafası kopan eski kralın yerine oturmak istiyordur ya da yeni dönemin krallarına hizmet ediyordur.

Köprüdekiler isminde bir film çekilmiş. Filmin genç kadın yönetmeni, Boğaz köprüsünü rahatça geçememekten yakındığı günlerde, direksiyonu başında sıkıntıdan boğulurken, kafasını sağa sola çevirip köprüde çalışanları fark etmiş. Anladığı şu olmuş: “insanlar belli bir aidiyet içine girince şiddete yöneliyorlar.”

Dert şu: şiddetsiz bir dünya için insanları bireyleştirelim, bu amaçla onları aidiyetlerden kurtaralım. Bu, genel nizamla ilgili bir niyeti örtbas ediyor: her sineğin yağını çıkartıp satalım, ama önce tüm insanları sinekleştirelim.

Bebek Maması

Kapitalizm, insanı ta bebeklikten itibaren kuvöze sokuyor, mikroplarla bağışıklık sisteminin gelişimine mani oluyor, ama öte yandan da bağışıklık sistemini geliştirici bebek maması üretiyor. Kapitalizm, önce organik gıdanın zararlarından bahsediyor, laboratuvarda üretilmiş ürünlerin tüketilmesini savunuyor, sonra da organik ürünleri, tutturduğuna, millete satıyor.

Aidiyet, din, millet ve sınıf bağlamında gelişebiliyor. Bu nizama karşı din, millet ya da sınıf bağlamında karşı çıkışın, üstelik belli bir şiddetle gerçekleşeceği kesin. Öyleyse liberallerin amacı, bir taşla iki kuş vurmak: hem pazarın salahiyeti hem de iktisadî-politik gidişatın bekası için bu liberal savaşın gerekli olduğu açık.

Liberal çevrelere eleştiri yöneltip kendi muhafazakâr dünyalarına kapananların görmedikleri ise şu: muhafazakâr ve çeşitli türev ideolojilere mensup kişiler/çevreler, döne dolaşa bu pazar kavgasına girerek, liberallerin birey üzerinden yaptıklarını cemaat, millet veya sınıf üzerinden yapıyorlar. Cemaat, millet veya sınıf, bireyin farklı bir tecessüsü olarak biçimleniyor. Gerçekliğinden kopuyor. Bu üç kelime ardında asıl konuşan, birey denilen put.

Denge Siyaseti

Vazgeçilmezlik, denge siyaseti ile eşgüdümlü. Denge, eşitlikle etimolojik düzlemde akraba. Eşitlik ise düzlemek zorunda. Bu düzleme işlemi, kafanın yüceliği ya da bedenin yüceliği için yapılıyor. Yani her şey düz ve eşitse bu, bir şeyin üstte, yüksekte durması için yapılıyor. Bu yüksekte duracak şeyi, “Allah, millet ya da sınıf” ismi arkasına saklamak, o şekilde sunmak mümkün.

Zenginle yoksul arasındaki denge siyaseti, devletle demokrasi arasındaki denge siyaseti vs. Tüm denge merkezli teori ve pratik, küçük burjuvazinin kendisini işaretliyor. Zira denge, ancak onun aklî ya da bedenî mevcudiyeti ile tanımlı. Küçük burjuva, dengeci olmak zorunda.

Son yıllarını ekolojiye adamış, Popper ve Soros’tan mülhem, kâinatın tüm titreşimlerine “açık bir radyo” yayıncılığı yapan Ömer Madra, her konuşmasına insan ile kâinat arasında belli bir dengenin mevcut olduğundan dem vuruyor misal. İnsanlara da titreşim niyetine, dünya pazarına ilişkin ninniler dinletiyor.

Her şeyi düzlemek, “işin başını ve sonunu ben tayin ederim” diyen küçük burjuvanın dünyasına ait bir istek. Her şeyi Gordion düğümü gibi düğümlendiğine ikna edip, onu kesecek kılıcın kendinde olduğu yalanını pazarlamak, bu isteği koşulluyor.

Duvar

Yahudi tarihçi Walter Laqueur, Communism and Nationalism in the Middle East [“Ortadoğu’da Komünizm ve Milliyetçilik”] isimli, 1956 tarihli çalışmasında, Sovyetler’e ve komünizme karşı bir duvar örülecekse, bunun İslam değil, “bireysel hürriyete dayalı liberal perspektif” olması gerektiğini söylüyor ve o günlerden uyarıyor: bu hâliyle İslam bir duvar olarak örülecek olursa, gelecekte başa belâ olur.[4]

Laqueur isimli bu CIA ajanının kehaneti bir bakıma tuttu. Sovyetler’in ve komünizmin devlet ideolojisi olarak ilham verdiği İslamî politika, bugün farklı bir seyir içinde. Militanlar, ümmetin dinî devletine bağlı birer nefer olarak doğunun her köşesinde çarpışıyorlar.

Günümüzde millî devlet denilen birimlerin bütünleşmesini öngören formülün geçersizleşmesi karşısında birey-müminlerin kendinde tecelli etmiş bütünlüklü imanı, demokrasi halesi içinde biraraya geliyor. Neo-liberalizm siyaseti uyarınca sol liberalize olurken, İslamî ideoloji ve politika da solun önünü kesme gayreti ile kendi devletlû geçmişinden kurtuluyor. Şehitleri, militanları ve askerî çıkışları yerden yere vuran bir tür siyaset, hüküm sürmeye başlıyor. Tüm dünyanın oruç tutması, namaz kılıp hacca gitmesi arzulanırken, İslâm’ın, Kur’an’ın ve Hadis’in özde söyledikleri unutuluyor. Hülasa, ülke ve dünya hâkimiyeti için halkın, kapitalizmin gücüne “eyvallah” çekmesi isteniyor.

İslamî politikanın Sovyetler kadar ABD’den de feyz alan bir yanı var. Bugün ikinci "feyz", AKP’de somutlanıyor. Mesele, ilkinden dem vurmak ya da o feyzi almış olanları tozlu raflardan indirmek değil. Mesele, Soğuk Savaş’ın kalıntıları üzerinde mülk hesabı ve kavgası vermek hiç değil.

Bugün sömürü ve zulme karşı, bunları ismen ansın anmasın, bilsin bilmesin, aklî ve pratik faaliyeti ile mücadele veren kitlelerin yeniden kurduğu “İslâm”ın, mazlum halk kitlelerinin bayrağını tutmak gerekiyor.

AKP, kendiliğinden ya da bilinçli olarak bir tampon oluşturuyorsa, bu tamponun parçalanması, sömürü ve zulmün tüm görünümlerine karşı verilen tepkilere açık bir Ebu Zer isyanı ile mümkün. Bu isyan, mülke ve paraya tapanların iktidarını toza dumana katacaktır.

Eren Balkır
26 Mart 2010

Dipnotlar
[1] Akif Beki, “Harfler Erdoğan’ı Anlatıyor”, 13 Ocak 2003, Radikal.

[2] Akif Beki, Allah ile Halk Arasında”, 14 Mart 2010, Radikal.

[3] Ruşen Çakır, “Birikim’den Eski Bir Tartışmaya Yeni Soluklar”, 12 Mart 2010, Vatan.

[4] Walter Laqueur, Communism and Nationalism in the Middle East, Frederick A. Praeger, 1956, s. 5.

20 Mart 2010

Hangi Saftasınız?


Hangi Saftasınız?

Haydi gelin tüm iyi işçiler
Güzel haberler vereyim sizlere
Anlatayım şu yaşlı sendikanın

Nasıl varolduğunu.

Hangi saftasınız çocuklar?
Hangi safta?

Babam madenciydi
Yatıyor şimdi güneşte ve gökte
Sizinle olacak dost işçiler
Savaşı biz kazanana dek.

Hangi saftasınız çocuklar?
Hangi safta?

Derler ki Harlan Kasabası’nda
Herkesin safı belliymiş
Ya sendikacıymışsın ya da
J. H. Claire için çalışan bir haydut.

Hangi saftasınız çocuklar?
Hangi safta?

Ah işçiler nasıl dayanıyorsunuz
Tüm bunlara,
Söyleyin nasıl?
Aşağılık bir grev kırıcısı mı olacaksınız
Yoksa bir insan mı?

Hangi saftasınız çocuklar?
Hangi safta?

Grev kırıcılığı yapmayın.
O lanet patronlar için
Kulak asmayın onların yalanlarına.

Fukaranın şansı yok
Örgütlenmekten başka.

Hangi saftasınız çocuklar?
Hangi safta?

Söz: Florence Reece
Yorum: Pete Seeger


[“Which Side Are You On?” isimli şiir, Florence Reece tarafından 1931’de kaleme alınmıştır. Reece, Kentucky, Harlan Kasabası'ndaki Birleşik Maden İşçileri’nde görevli bir sendika örgütçüsünün eşidir. 1931’de bölgedeki madenciler, maden sahipleri ile şiddetli bir mücadele içine girerler. Mücadelenin sürdüğü günlerde patronlar, Reece ailesine gözdağı vermek için adamlarını devreye sokarlar. Bu haydutlar, gizlice eve girip evi altüst ederler. Sam Reece, saldırının önceden farkına varıp kurtulur, ancak Florence ve çocukları evden çıkamazlar. Adamlar gittikten sonra, saldırının da etkisi ile Florence, mutfaktaki takvim yaprağına şarkının sözlerini yazar. Şarkının ezgisi bir Hristiyan ilahisinden alınmadır.]

17 Mart 2010

İslamî Sosyalizme Ne Oldu?

Geleneksel İslâm uleması her fırsatta sosyalistlerin “ateist” olduklarını söyleyip durdular. Öte yandan, ilerici Müslümanlarsa ısrarla İslam öğretilerinin eşitlik ve zenginliğin yeniden dağıtımı ilkelerine uyum gösterdiği üzerinde durdular.

Sözkonusu Müslüman aydınlar kendilerine “İslamî Sosyalistler” dediler.

Batının kapitalist demokrasileri ile ittifak kurmaya itiraz eden, öte yandan da kendi toplumlarındaki muhafazakâr yapı sebebiyle Sovyet komünizmini açıktan destekleme konusunda ihtiyatlı davranan İslamî sosyalistler, “üçüncü bir yol” açmak için gayret ettiler.

Bu üçüncü yol, laik kapitalizmin “bencil olmayan” üslubuyla iç içe geçmiş bir tür “manevî sosyalizm biçimi”ydi.

İslamî sosyalist hareketlerin en önemli biçimi, Arap sosyalizmiydi. Suriye’de geliştirilen Arap sosyalizmi, geleneksel Arap milliyetçiliği ile sosyalizmi buluşturdu.

En güçlü politik ifadesi Baasçı Sosyalist Parti idi.

Arap sosyalistlerinin inancına göre, Arap dünyasındaki sömürgeciliğin sosyal ve ekonomik mirasından kurtulmak için yegâne yol, sosyalist mülkiyet ve kalkınma sistemiydi. Ellili yılları takiben Baasçı Parti, Suriye ve Irak’ta iktidara geldi, bunları kendi Arap sosyalizmi versiyonunu icat eden Abdünnâsır’ın Mısır’ı izledi.

Arap sosyalizminin diğer müdafileri arasında Libyalı Albay Kaddafi, Filistin Kurtuluş Örgütü ve Fransızlara karşı bağımsızlık mücadelesi verip zafere ulaşmış olan Millî Kurtuluş Cephesi bulunuyordu.

1967 savaşında Mısır ve Suriye’nin İsrail’e yenilmesi ile Arap sosyalizminin etkisi kırıldı.

Arap sosyalistlerinin muhalif olduğu diğer bir çevre de (El-Kaide liderlerinden Eymen Zevahiri’nin bir zamanlar üyesi bulunduğu) Müslüman Kardeşler’di.

Arap sosyalizminden ilham alan Zülfikar Ali Butto da Pakistan Halk Partisi aracılığıyla ülkesini 1967’de İslamî sosyalizmle tanıştırdı.

PHP, kendi sosyalizmini İslam’ın sosyalist ülkülerine dayanan bir ideoloji olarak takdim ediyordu.

PHP’nin İslamî sosyalizmine muhalif Cemaat-i İslamî liderliğindeki sağcı partiler ise “Nizam-i Mustafa” şiarını öne çıkarıyorlardı. Bu şiar ve “felsefe” 1977’de Butto rejimini deviren General Ziya-ül Hak tarafından da benimsendi.

Ayrıca “İslamî Marksizm” olarak da anılan başka bir İslamî sosyalizm biçimi daha mevcuttu.

İranlı Halkın Mücahitleri ve (1978-1992 arası dönemde Afganistan’ı yöneten) Halkın Demokratik Partisi gibi şehir gerillası örgütleri ile Ali Şeriati gibi etkin âlimler daima İslamî Marksistler olarak anıldılar.

İslamî Marksizmin kökleri, Muhammed Musaddık’ın ilerici Millî Cephe’si boyunca İran’da sosyalist hareketin yükselişinde aranabilir.

Musaddık, 1953’te şah yanlısı askerî bir darbe ile devrildi. Darbenin arkasında Musaddık’ın Britanya ve ABD’ye ait petrol şirketlerini millîleştirmesine tahammül edemeyen batılı istihbaratlar vardı.

Musaddık’a destek olan Marksistler Şah karşıtı olmasına rağmen, Musaddık’a yeterince yardımcı olmaması sebebiyle din adamları çevresini suçladılar.

Din adamlarının halesine kapılan birçok genç Müslüman, radikal Marksistlerle birleşip 1968’de Halkın Mücahitleri örgütünü kurdu.

“Müslüman Mücahitler Örgütü” olduğunu söyleyen grup, Marksizm üzerine çalışma yapıp onun eşitlik, eşitlikçilik ve proleter devrimci eylem vaaz ettiklerini düşündükleri İslam’a yakın olduğu sonucuna ulaştılar.

Zamanla örgüt, İran’da Şah karşıtı hareketin öncü gücü hâline geldi.

Örgüt, ayrıca Humeyni liderliğindeki din adamları çevresi ile birlikte çalışmış, eski bir Musaddık taraftarı Dr. Ali Şeriati ile el ele verdi. Şeriati de Marksizmi İslamî sembolizm aracılığıyla yorumlayan bir isimdi.

Tarihçilerin genel kanaatine göre, 1979 İran devriminin temelini atanlar Halkın Mücahitleri ve Şeriati idi; ancak devrimin yakınlaşması ile din adamları çevresi Mücahitlere saldırmaya ve onların “kuzu postu giymiş kurtlar” olduklarını iddia etmeye başladı.

İslamî Marksizm, devrim süresince ülkede zirvesine ulaştı ancak devrim sonrası yüzlerce Mücahidin idam edilmesi ile düşüşe geçti.

Soğuk Savaş sonrası dönem birçok İslamî sosyalist gücün kırılmasına tanık oldu.

Ancak tuhaf olan şu ki birçok eski İslamî sosyalist, günümüzdeki İslamî radikalizmin fiiliyatta İslamî sosyalizmin bir sonucu olduğunu iddia etmektedirler.

Onlar göre ilerici Müslüman eylemcilerin İslam ile sosyalizmi kaynaştırmak suretiyle bir üçüncü yol açma gayretleri böylesi bir momentin ürünüdür. Zira üçüncü bir yol olmaktan ziyade İslâmî sosyalizm, muhafazakâr İslâm toplumlarındaki laik bireyler için savunma pozisyonundaki bir tür ideoloji olarak iş görür. O aynı zamanda ortodoks/kitabî İslâmcılara İslâmî delillerini ispatlama zeminini de vermiştir.

Ancak İslâmî sosyalistler, radikal İslâmcılarla kapitalizme karşı ittifak kurdukları noktada “ihanet”e uğramışlar, önemli bir bölümü Soğuk Savaş süresince batı ve Suudî Arabistan tarafından finanse edilen İslâmcı müttefikleri tarafından ezilmişlerdir.

Ayrıca İslâmî sosyalistlerin bulamaç iktisadî siyasetleri sanayi burjuvazisinin gelişimini şaşkına çevirmiş, bu da İslâmî milliyetçiliğin lideri olarak İslâmcıları gören gerici sınıfları güçlendirmiştir.

Dahası İslâmî sosyalistlerin ortodoks İslâmcıları ve din adamlarını kazanma çabası din adamlarının ve İslâmcıların büyük ölçüde mülk sahibi sınıflara bağlı olmalarından ötürü boşa düşmüştür.

Ayrıca bu çaba, din adamlarının alkol, örtünme, sinema ve müzik gibi konularda takıntılı olmaları sebebiyle kültürel düzeyde de başarısız olmuştur.

İslâmî sosyalizmin diğer bir çabası da Kur’an’daki ilerici fikirlere dönük okuma yapmaktır, ancak bu eğilim de onlara göre kutsal metinleri feodalizmi, ortodoksiyi ve kadınlara yönelik zulmü meşrulaştırmak için bozan İslâmcılarca gasp edilmiştir.

Maalesef kitleler seksenlerin ortalarından itibaren ölüme yazan İslâmî sosyalizmin ilerici İslâm yorumlarından ziyade gerici din adamlarının etkisi altındadır artık.

Nedim Faruk Paraça
3 Mayıs 2009
Kaynak