26 Mart 2010

,

Tampon


Küçük Burjuvazi İçi Kimlik Rekabeti

Bir zamanlar Tayyip’in uçağından inmeyen, had bilmezlikle, onu Musa Peygamber’e benzeten[1] danışman Akif Beki, İslam ve sol ilişkisine dair kalem oynatıyorsa[2], ciddî şeyler oluyor demektir.

İran Devrimi, Afganistan İşgali ve Filistin Direnişi gibi bir dizi olayın ardından ideolojik ve politik düzlemde, Ortadoğu’da belli bir güç elde etmeye başlayan İslamî hareketle ilgili kırıntılardan mürekkep bir yığın malumatı paketleyip satan gazeteci Ruşen Çakır İslam ve Sol üzerine konuşuyorsa[3], huylanmak gerek.

Çeşitli ortamlarda Müslüman veya sol kimliğini muhafaza etmek adına ilgili ilişkiye baştan ret cevabı veren yazılarla karşılaşmaksa daha uyarıcı.

Müslüman küçük burjuva, “vazgeçilmezlik” esprisi içinde, ayaklarını bastığı toprağı kaydıran erozyona karşı herkesi uçmaya, yükselmeye, bulut misali hür olmaya davet ediyor. Sol küçük burjuva da ekmek teknesi hâline getirdiği solculuğun değersizleştiğini gördükçe Müslüman küçük burjuva kardeşine ya küfrediyor ya da yüce gönüllülükle, “gel beraber bir berber dükkânı açalım” diyor.

Neticede küçük burjuva, vazgeçilmez olmak için çırpınıyor, bunun için kendisini her âna dayatıyor. Bu dayatma, ânda yapılacak gerçek işleri örtbas ediyor.

AKP’nin Solu

Akif Beki, yazısında, sol ve İslam ilişkisini alaycı bir üslupla değerlendiriyor. “Olmaz” diyor özetle. “Olacaksa da bu AKP’nin solu olsun” önerisinde bulunuyor. Bugün Saadet Partisi içinde ve genel olarak tabanda kaynayan kazana soğuk su döküyor, “bizden sonra tufan” uyarısında bulunuyor. Sizi bu “gomünüstler kapar” diye fısıldıyor kulaklara. Kendisine karşı olduğunu bildiği “radikal İslam”ın panzehri olarak gördüğü bir tür solu, ucundan ecik, kendi cemaatine davet ediyor.

Beki, esasında “şiddete tapınan” Hz. Muhammed’den, Hz. Hamza’dan ve Hz. Ali’den bugüne tüm İslamî eylemi etkisizleştirecek dil ve tarz olarak sol liberalizme kucak açıyor.

Eski Ankara Valisi’nin ağzından anonimleşen, “bu ülkeye komünizm gelecekse, onu da biz getiririz” diyen eski kemalizme ilâve, neo-kemalizm olarak AKP ideolojisi de eski danışmanı ağzından, “bizim solumuzu da biz üretiriz.” diyor. (AKP’nin güncelde solu, bugün, DSİP/TKP ve bilcümle türevleri.)

Vazgeçilmezlik

Vazgeçilmezlik üzerine kurulu irade öyle körleştirici ki kendisini yegâne hakikat, dışındakileri yalan olarak ayırıyor.

İslam ve sol ilişkisi iki kanaldan edinime tabi tutuluyor: bir kanal AKP’yi sol’lamak, diğeri sollamak arzusunda. Her iki kesim de AKP’yi merkeze koymakta, ona öykünmekte, her şeyi ona kilitlemekte ortak. Mazruf unutulup zarfa bolca pul yalanıyor. AKP’yi hükümet yapan, yıldızlaştıran güçlere karşı tek laf eden yok.

AKP’nin bir tür solla yumuşatılması ya da sertleştirilmesi için AKP’nin sol’lanması, yani bir sola sahip olması gerekiyor. Bunu bir taraf, ülke egemenlerinin batı, diğeri doğu ile ilgili çıkarları ve hesapları için istiyor. Batıcılar hukukî; doğucular ahlâkî tarafa abanıyorlar.

Sollamak isteyenler ise bindikleri arabadan önlerindeki AKP modeli cipi geçmek istiyorlar, ama öte yandan da karşıdan ve arkadan gelen araçlara dikkat etmek zorunda kalıyorlar. Ama bu meşgale ve hızın gölgesinde baldırıçıplak, yalınayak insanların ağaçlardan ve kaldırım taşlarından bir farkı kalmıyor. AKP’yi sollamak veya sol’lamak, tam da burjuva siyasetine kul olmayı anlatıyor. Onun hükümet oluşuna dönük modernist ve/veya liberal itirazlar yükseltmekle yetiniliyor.

Esnaf Zihniyeti ve İslamî Sol

AKP, ideolojik ve politik düzlemde, nesnel olarak, kendi tamponunu örgütlüyor. Sola bakıp “o savunduğun değerlerin aslı bizde” diyen esnaf zihniyetli Müslüman, farkında olarak ya da olmayarak, AKP iktidarına eklemleniyor. Kavramları altı ve içi boş bir biçimde edinmek, o kavramları koşullayan mücadeleleri silme iradesini anlatıyor.

“Sol İslam” ve “İslamî Sol” adı altında geliştirilen kurgular, liberal ve modernist türevleriyle, önü sonu, sömürülenlerin-mazlumların tarihsel-toplumsal mücadele kanallarını tıkamak için teşkil ediliyorlar. İslam’a vururken sosyalizme vuruluyor ve toplamda kitleler, sığ bir liberalizme teslim alınmaya çalışılıyorlar.

Bin yıl önce Türkmen kavimler Arap İslam’ına; doksan yıl önce Türkiye, emperyalistlerin ortak niyeti ile Sovyetler’e karşı bir tampon görevi görmesi için devreye sokuluyordu. Bugünse sola meyyal kimi Müslüman yapılanmalar, bir yanıyla böylesi bir işlev görüyorlar. AKP’nin sosyo-ekonomik ve sosyo-politik şiddetine karşı gelişme ihtimali olan şiddetin yoğunluğunun düşürülmesi gerekiyor.

İslamî sol, AKP ile zedelenen kitlesel ilişkilerin tamiri için gerekli. İslamî sol, bir kısmıyla Müslüman küçük burjuvaların sola kayacağını öngördüğü kitlelerin bu seyrinin önünü alma teşebbüsü.

Sol İlahiyattaki Sinsilik

Müslümanlara bakan solcular ise aynı şekilde, “bize tabi olun ama önce eldeki Kur’an’ı, akıl ve yürekteki Allah’ı terk eyleyin” diyorlar. Birikim dergisinin “Sol İlahiyat” tartışmaları, özellikle İngiltere’deki sol çevrelerin kimi müdahaleleri, buna denk düşüyor. Kimse, Müslüman’ı Müslüman olarak örgütlemeye cesaret edemiyor.

Çünkü Müslüman’ı Müslüman olarak örgütlemek ona örgütlenmeyi de gerektiriyor. Müslüman’ı aslî düşmanından koparma teşebbüsü olarak onu solculaştırmak, mazlumların kavgasını Müslüman âlemin içine yaymanın önünü alıyor. Müslüman’ı bir kimliğe kapatıp bir hazne içinde boğuyor. Kimlik siyaseti olarak liberal sol, bütünsel bir kavganın araçlarını tarumar ediyor.

Kemalizm ve Judaizm

AKP, kendi vicdanını örgütleyenlere, Akif Beki eliyle, ölçü ve ölçek tevdi etmeye çalışıyor. AKP, başkaldırmadan fark edilmeyi, beğenilmeyi, istifade edilmeyi arzuluyor. Muhtemel kalkacak başları liberalizmle zehirlenmiş sol aracılığıyla teskin etmek istiyor.

Sol ise kemalizmin tanımladığı cumhuriyetçilik-demokratlık kavgasına insan devşiriyor. Bu noktada illâki İslam’la karşılaşıyor; bir taraf, onun içine ajan olarak girip onu Kemalist kurguya uygun hâle getirmek için çalışıyor, diğer tarafsa, İslam’ın devlet ve burjuvazi karşıtı tüm imkânlarından korkup onu modernizm ve laiklik adına, onu politika dışına atıyor.

Yereldeki hâkim hukuk olarak kemalizmi, dünyadaki hâkim hukuk olarak judaizmi koşullayan güçler ve dinamiklerce örgütlenmiş olan AKP, her iki hukuka yerelde ve dünyada başkaldıracak kitlelere sol gösterip sağ vurmaya niyetleniyor. Devlet İslam’ının muhafazakâr ve sağ yönlerini kendinde harmanlayan bu parti, neoliberal siyaseti gereği, liberalize edilmiş bir sola ihtiyaç duyuyor. Bu da sömürülenlerin-mazlumların “sürpriz” çıkışlarını kontrol altında tutmaya dönük devletlû bir ideolojik hamle olarak biçimleniyor.

İran Şahı

AKP, bugünlerde altmış ve yetmişlerin İran Şahı diktatöryasına fena hâlde benziyor. Şah’ın rol modeli ise Kemal Paşa. İran, kendi mücahidleri ağzından, “İslam'a kim daha yakındır? Amerikan emperyalizmine karşı savaşan Vietnamlılar mı, yoksa Siyonizm ve emperyalizmle işbirliği yapan Şah mı?” diyebiliyor ama Türkiye, hâlâ kudretli olduğuna inandıkları ideolojileri ve hakikatten azade politik kurguları ile AKP ne yapsa hayırhah bir tutum sergileyen cihat kaçkınlarıyla yoluna devam ediyor.

AKP, kemalizmin stepnesi Demokrat Parti geleneği içinden devşirilen kadroları ile harmanlanmış, kendisini Menderes-Özal hattına bağlamış siyasî bir hareket. İran’ın şahı varsa bizim de şahlanan atımız, şahlaşan Tayyip’imiz var!

Bu şaha karşı mücadele ise tek darbede batılı liberal sulara yelken açan mücahidlere değil, devrimcilere muhtaç. Ancak ne yazık ki devletin inşa ettiği dalgakıranların etkisiyle şiddeti çalınmış kitlesel dalgalar, liberal suları daha cazip kılıyorlar. Sol içinde “artık liberal olmak lâzım” diyen öznelere daha fazla tesadüf ediliyor. Kaypakkaya’yı “peygamber” belleyenler dahi bu kervana acul bir eda ile bağlanıyorlar!

Alkolsuz Bira

Ülkenin kuruluşunda Ermenilerin ve Rumların mallarını gasp eden Yahudilerle ortak bir kesim İslam’ı ve millîliği kullanarak muktedir oluyor. Muktedirlik İslam’ın İslam, millînin millî olmamasını gerektiriyor. Bir tür “alkolsüz bira” ya da “kafeinsiz kahve” gibi, yeniden, laboratuvarda din ve millet imal ediliyor.

Bugün ise AKP, ilgili hatta eklenerek, yüz bin Ermeni’yi ülkeden kovmakla tehdit ediyor. Ve gene gasıplar, el koydukları malların aklı ve diliyle konuşuyorlar. Şoförler ise o hız içinde arabanın aklı hâline geldiklerini görmüyorlar. Önlerine çıkan kedinin, taşın ya da insanın arasında bir fark kalmıyor.

Kama

Akif Beki üzerinden verilen ölçü ve ölçek araya kama sokmakla ilgili esasta. Böylesi bir pratiğe toprağımız pek de yabancı değil. Paralel bir örnek Mehepeli Mehmet Gül üzerinden verilebilir. Gül, bir vakit AB ve ABD’nin bölge siyasetlerine karşı bir tepki olarak oluşan millîlik ile sol arasındaki yakınlaşma ihtimali üzerinden, kendinden menkul milliyetçiliğine halel gelecek kaygısı ile Nâzım’ı kurban seçip onun üzerinden bu ilişkiyi kesmeye yeltendi. Kaderin cilvesi, viagra yorgunu bedenini Ukrayna’da teslim etti bu zat. O da Küba ziyaretinde Che beresi geçirdiği kafasından eski ezberleri sıralıyordu: “marksistler tarihe sınıf savaşı, biz milliyetçiler ise milletlerin savaşı üzerinden bakarız.”

Akif Beki de aynı Soğuk Savaş ezberini yineliyor. İslam’a göre, “insanlar, inananlar ve inanmayanlar olarak ayrılır ikiye.” Öyleyse, burjuvazi-proletarya ayrımı ile dünyaya bakan sol ile olmaz bu iş.

Peki, bu tip laflar ne zaman söyleniyor? Millî olanın çözülüp dağıldığı, ayaklar altına alınıp ezildiği, sömürüldüğü dönemeçlerde. İnancın sakızlı muhallebi misali, verilen tariflerle iğdiş edildiği, “Hz. Muhammed’e vahyi uzaylılar mı getirdi yoksa?” (Fatih Altaylı) türünden soruların çocukça (ama hince) sorulduğu, imanın paraya, mala-mülke göre anlamlandırıldığı çöküş durumlarında.

Yani bir eksiklik bilince çıkıyorsa, müdrik olunduğu vakit, o eksikliğin giderilmesi için kimi ihtiyaçların belirlenmesi ve ihtiyaçların giderilmesi açısından zorunlulukların anlaşılması, zorunlu bir süreklilik, istidat gereği, kavgaya girmek mümkün.

Yani bir millet çözülüp dağılıyorsa, millî olan direnişi örgütleme ihtiyacını duyacağı noktada, ona esasta “biz bütünlüklü, kendine kapalı, havada asılı, mükemmel düzeyde oluşmuş bir milletiz, işte aslî mesele, bu millete karşı saldırıları göğüslemek” demek, o millî olanın kavgasını verecek olana “sus otur yerine” demektir. Zira buradaki korku, oluşmakta olan “millet”in birilerinin kafasında önsel olarak oluşmuş bütünlükleri ve o kafaları parçalayacağı ile ilgili.

Kendine Kapalı Özne

Allah, millet ya da sınıf adı altında kendisini kendisine kapatmış bir özne, başkalarına ancak kavgadan kaçışı öğütleyebilir. Eksikliğini görmeyen, o eksikliği gidermek için dövüşmekten imtina eder. Tersten, dövüşmemek için de insan, kendisini kâinata, hakikate, eyleme kapalı bir bütünlüğe indirgeyebilir. Bu anlamda Yunus misali, “bir ben var benden içerü” değil, “bir ben var benden ayrı, benden gayrı” demek icap eder.

Bütünlük kurgusu ile ikna edilen kitlelerde eksik olduklarının önbilinci ve bu önbilinçle kavgaya girme temayülü mevcut. Önemli olan da tepedeki “bütünlük”lü şefler değil, alttaki bu kavga iradesi.

Bu anlamda imanın, dinin çözüldüğü günlerde bir tür yücelikten, üstünlükten, bütünlükten ve arınmışlıktan söz etmek, yalan. “Bir düşüncenin özgünlüğünün yegâne ölçüsü, kendi bütünlüğünü koruması ve kendine has bir yapıyı inşa etmesine bağlı” değil bu yönüyle. Burada “düşünce” kelimesinin yerine cümlenin yazarını [Abdulaziz Tantik], kendinden menkul şahsiyetini ikame etmek pekâlâ mümkün. “Düşünce”, “özgünlük”, “bütünlük” ve “has” kelimelerinden bir cümle kurduran nedir, ona bakmak gerek.

Temellük

Aklı, düşünceyi ve bilgiyi mülk edinmek, bunu kendine kapatmak, “dış” etkileşimlerden, beslenme kanallarından mahrum bırakmak, has ve özgün olmak adına pazara biat etmek, sonuçta kişi isterse kendisini (haşa!) Allah zannetsin, zulme ve sömürüye hizmetle sonuçlanacaktır.

Dinlerarası, milletlerarası ya da sınıflararası savaş üzerinden yapılan ayrım ve sokulan kamalar, özellikle marksist hareket açısından önemli kimi toplumsal-tarihsel gerçekleri de gizliyor. Kendine ve kendinde Müslüman, milliyetçi ya da sosyalist bir şahıs, kendi aklını ve bedenini bir kama gibi örgütlüyor. Her şeyi ayırıyor, bunu, ayrımların sadece kendisinde kalktığı yalanını satmak için yapıyor.

Söylenenler söylen(e)meyenleri gizliyor bir yönüyle. Misal, marksist hareketin dünyanın çeşitli bölgelerinde dinî, millî ve sınıfî kimi hareketleri ortak devrimci bir kavşakta buluşturduğu, kendisini buradan tarif edebildiği gerçeği halı altına süpürülüyor. Marksistlerin kaba anlamda işçici olmayan, yani tarihe özel bir durumda veya dönemde salt “sınıflar savaşı” anlayışı üzerinden bakmayan bir yönü olduğu görülmüyor, gösterilmek istenmiyor. Proletaryayı beklenen mesih/mehdi olarak görmeyen, zaafları ve eksiklikleri ile onu kendi somut gerçek bağlamına oturtan marksist mücadeleye bu anlamda küfrediliyor.

Küçük Burjuvaların Pazar Kavgası

Olan biten, esasen vazgeçilmez olduğunu her daim kendisine ve başkalarına kanıtlamakla yükümlü küçük burjuvaların siyaset ve ideoloji alanındaki pazar kavgasından ibaret. Dinlerarası, milletlerarası ya da sınıflararası savaştan dem vuranlar, gerçekte hüküm süren savaştan kaçan ve kaçıp saklandıkları yerin sürekli reklâmını yapan küçük burjuva özneler.

Sömürü ve zulüm, sol-sağ ayrımı dışındadır. Solun ya da sağın aynasına yansıyan zulüm ve sömürü, kısmî ve eksiktir. Lunaparklardaki aynalar gibidir. Cüce ya da dev gösteren iki ayna arasında tercih yapmak, politika yapmak değildir. Mesele, aynaları kırmak, sömürü ve zulmün sebepleri ile mücadele edebilmektir.

Sol/Sağ Ayrımı

Sol/sağ ayrımı, sömürü ve zulmün yumuşak/sert, gizli/açık, sürekli/aralıklı olarak uygulanacağına ilişkin bir üslup tartışmasıdır. Üsluba takılıp kalanlar, oradan konum almaya çalışanlar, ilgili hâkim nizamın yedek ya da aslî oyuncularıdırlar.

Sol ve sağ, Fransız Devrimi sonrası oluşan mecliste kralın konumuna göre oluşan kompozisyonu anlatır. Solculuk ve sağcılık, ister istemez bir kralı önvarsayar. Bu anlamda bir solcu ya da sağcı, ya kafası kopan eski kralın yerine oturmak istiyordur ya da yeni dönemin krallarına hizmet ediyordur.

Köprüdekiler isminde bir film çekilmiş. Filmin genç kadın yönetmeni, Boğaz köprüsünü rahatça geçememekten yakındığı günlerde, direksiyonu başında sıkıntıdan boğulurken, kafasını sağa sola çevirip köprüde çalışanları fark etmiş. Anladığı şu olmuş: “insanlar belli bir aidiyet içine girince şiddete yöneliyorlar.”

Dert şu: şiddetsiz bir dünya için insanları bireyleştirelim, bu amaçla onları aidiyetlerden kurtaralım. Bu, genel nizamla ilgili bir niyeti örtbas ediyor: her sineğin yağını çıkartıp satalım, ama önce tüm insanları sinekleştirelim.

Bebek Maması

Kapitalizm, insanı ta bebeklikten itibaren kuvöze sokuyor, mikroplarla bağışıklık sisteminin gelişimine mani oluyor, ama öte yandan da bağışıklık sistemini geliştirici bebek maması üretiyor. Kapitalizm, önce organik gıdanın zararlarından bahsediyor, laboratuvarda üretilmiş ürünlerin tüketilmesini savunuyor, sonra da organik ürünleri, tutturduğuna, millete satıyor.

Aidiyet, din, millet ve sınıf bağlamında gelişebiliyor. Bu nizama karşı din, millet ya da sınıf bağlamında karşı çıkışın, üstelik belli bir şiddetle gerçekleşeceği kesin. Öyleyse liberallerin amacı, bir taşla iki kuş vurmak: hem pazarın salahiyeti hem de iktisadî-politik gidişatın bekası için bu liberal savaşın gerekli olduğu açık.

Liberal çevrelere eleştiri yöneltip kendi muhafazakâr dünyalarına kapananların görmedikleri ise şu: muhafazakâr ve çeşitli türev ideolojilere mensup kişiler/çevreler, döne dolaşa bu pazar kavgasına girerek, liberallerin birey üzerinden yaptıklarını cemaat, millet veya sınıf üzerinden yapıyorlar. Cemaat, millet veya sınıf, bireyin farklı bir tecessüsü olarak biçimleniyor. Gerçekliğinden kopuyor. Bu üç kelime ardında asıl konuşan, birey denilen put.

Denge Siyaseti

Vazgeçilmezlik, denge siyaseti ile eşgüdümlü. Denge, eşitlikle etimolojik düzlemde akraba. Eşitlik ise düzlemek zorunda. Bu düzleme işlemi, kafanın yüceliği ya da bedenin yüceliği için yapılıyor. Yani her şey düz ve eşitse bu, bir şeyin üstte, yüksekte durması için yapılıyor. Bu yüksekte duracak şeyi, “Allah, millet ya da sınıf” ismi arkasına saklamak, o şekilde sunmak mümkün.

Zenginle yoksul arasındaki denge siyaseti, devletle demokrasi arasındaki denge siyaseti vs. Tüm denge merkezli teori ve pratik, küçük burjuvazinin kendisini işaretliyor. Zira denge, ancak onun aklî ya da bedenî mevcudiyeti ile tanımlı. Küçük burjuva, dengeci olmak zorunda.

Son yıllarını ekolojiye adamış, Popper ve Soros’tan mülhem, kâinatın tüm titreşimlerine “açık bir radyo” yayıncılığı yapan Ömer Madra, her konuşmasına insan ile kâinat arasında belli bir dengenin mevcut olduğundan dem vuruyor misal. İnsanlara da titreşim niyetine, dünya pazarına ilişkin ninniler dinletiyor.

Her şeyi düzlemek, “işin başını ve sonunu ben tayin ederim” diyen küçük burjuvanın dünyasına ait bir istek. Her şeyi Gordion düğümü gibi düğümlendiğine ikna edip, onu kesecek kılıcın kendinde olduğu yalanını pazarlamak, bu isteği koşulluyor.

Duvar

Yahudi tarihçi Walter Laqueur, Communism and Nationalism in the Middle East [“Ortadoğu’da Komünizm ve Milliyetçilik”] isimli, 1956 tarihli çalışmasında, Sovyetler’e ve komünizme karşı bir duvar örülecekse, bunun İslam değil, “bireysel hürriyete dayalı liberal perspektif” olması gerektiğini söylüyor ve o günlerden uyarıyor: bu hâliyle İslam bir duvar olarak örülecek olursa, gelecekte başa belâ olur.[4]

Laqueur isimli bu CIA ajanının kehaneti bir bakıma tuttu. Sovyetler’in ve komünizmin devlet ideolojisi olarak ilham verdiği İslamî politika, bugün farklı bir seyir içinde. Militanlar, ümmetin dinî devletine bağlı birer nefer olarak doğunun her köşesinde çarpışıyorlar.

Günümüzde millî devlet denilen birimlerin bütünleşmesini öngören formülün geçersizleşmesi karşısında birey-müminlerin kendinde tecelli etmiş bütünlüklü imanı, demokrasi halesi içinde biraraya geliyor. Neo-liberalizm siyaseti uyarınca sol liberalize olurken, İslamî ideoloji ve politika da solun önünü kesme gayreti ile kendi devletlû geçmişinden kurtuluyor. Şehitleri, militanları ve askerî çıkışları yerden yere vuran bir tür siyaset, hüküm sürmeye başlıyor. Tüm dünyanın oruç tutması, namaz kılıp hacca gitmesi arzulanırken, İslâm’ın, Kur’an’ın ve Hadis’in özde söyledikleri unutuluyor. Hülasa, ülke ve dünya hâkimiyeti için halkın, kapitalizmin gücüne “eyvallah” çekmesi isteniyor.

İslamî politikanın Sovyetler kadar ABD’den de feyz alan bir yanı var. Bugün ikinci "feyz", AKP’de somutlanıyor. Mesele, ilkinden dem vurmak ya da o feyzi almış olanları tozlu raflardan indirmek değil. Mesele, Soğuk Savaş’ın kalıntıları üzerinde mülk hesabı ve kavgası vermek hiç değil.

Bugün sömürü ve zulme karşı, bunları ismen ansın anmasın, bilsin bilmesin, aklî ve pratik faaliyeti ile mücadele veren kitlelerin yeniden kurduğu “İslâm”ın, mazlum halk kitlelerinin bayrağını tutmak gerekiyor.

AKP, kendiliğinden ya da bilinçli olarak bir tampon oluşturuyorsa, bu tamponun parçalanması, sömürü ve zulmün tüm görünümlerine karşı verilen tepkilere açık bir Ebu Zer isyanı ile mümkün. Bu isyan, mülke ve paraya tapanların iktidarını toza dumana katacaktır.

Eren Balkır
26 Mart 2010

Dipnotlar
[1] Akif Beki, “Harfler Erdoğan’ı Anlatıyor”, 13 Ocak 2003, Radikal.

[2] Akif Beki, Allah ile Halk Arasında”, 14 Mart 2010, Radikal.

[3] Ruşen Çakır, “Birikim’den Eski Bir Tartışmaya Yeni Soluklar”, 12 Mart 2010, Vatan.

[4] Walter Laqueur, Communism and Nationalism in the Middle East, Frederick A. Praeger, 1956, s. 5.

0 Yorum: