Yanlış
hatırlamıyorsam, yaklaşık on yıl önce medyada, akademide ve başka alanlarda
Suriye’yle ilgili propagandanın yoğun bir biçimde, belki de bugünkü hâlinden
daha beter bir içerikle yürütüldüğü günlerde oturup seninle Suriye’ye dair
sohbetler ediyor, yazılar yazıyorduk. Sen, emperyalizmin dilinin gözdağı verme
ve zorbalama gibi taktiklerle kullanıldığı kötü niyetli eleştirilerle ve fikre
değil de şahsa yönelen saldırılarla yüzleştiğimde beni cesaretlendirmiş, bana
destek sunmuştun.
O
dönem de dediğim gibi, o günlerde en berbat tavrı sergileyen de, en rezil dili
kullanan da en korkunç analizleri yapanlar da solcular oldular. Robin Yasin
Kassab ve Gilbert Achcar bu solcular arasında yer alıyor. Bugün bu kişilere
hâlen daha kürsü veriliyor olması (burada EMEP’liler de kastediliyor -çn),
dillerine doladıkları yalanların hâlen daha yaygın bir biçimde kabul görüyor
olması beni deli ediyor. Son on yıl içerisinde yayılan yalan yanlış bilgilere
dönük baktığında, bu tür isimlerin yaydıkları en tehlikeli yalanlar içerisinde
hangileri üzerinde durursun?
Hakikati
gizleyenler, çok tehlikeli iddialar ortaya attılar. Hepsi de tarihte kayıtlı.
Bu isimler, gerçekliğe saldırarak, kafa karışıklığını beslediler. Bu noktada,
ABD ve İsrail’in Şam’daki Suriye hükümetine saldırmak gibi bir derdinin
olmadığını söylediler. Bazen bu yorumcular, ilk başta ABD’nin Körfez
ülkelerinin muhalif milislere teslim edeceği silahları sınırlandırmak veya bu
sevkiyata mani olmak gibi bir rol üstlendiğini iddia ettiler. Esad’ın ve Suriye
Arap Cumhuriyeti’nin mirasını sorgulayanlar, ABD, İsrail, Türkiye, Ürdün ve
Körfez Ülkeleri’nin Suriye’de yapıp ettiklerini hiç tartışmadılar. En korkunç
yalanları dile dökmekten çekinmediler. Teorik düzeyde bile herhangi bir
açıklama yapma gereği duyulmadı. Bize o günlerde ABD ve İsrail’in Esad’a destek
sundukları, çünkü Golan cephesindeki istikrarı değerli gördükleri söyleniyordu.
Suriye,
Hizbullah’a ve Filistinli direniş örgütlerine sunulan destekte önemli bir role
sahipti. İkinci İntifada’nın da 2006 Temmuzu’ndaki savaşta da onun payı vardı.
Bu sürecin sonunda İsrail, “istikrar”a kavuşmadı. Çünkü “istikrar”, ABD’nin her
dönem değer verdiği bir şey değildir. Irak, Libya ve Yemen’e açılan savaş, onun
istikrar talep ettiği iddialarını çürütür. O, sadece kendisi için istikrar
ister, şartlar kendi lehine değilse, bir ülkeyi önce istikrarsızlaştırır sonra
da kalkınma yolundan uzaklaştırır. Ali Kadri’nin gayet ikna edici makalesinde
dile getirdiği biçimiyle, kalkınma yolundan uzaklaştırma girişimleri, ABD
sermayesini besleyen temel birikim biçimi hâline gelmektedir.
Samir
Amin’in teorisi, bağımlı kalkınmanın yol açtığı birikim sürecini ele alır.
Burada üçüncü dünya emekçilerinin birinci dünyadaki tüketim pazarları için lüks
mamuller üretmesi, bu süreçte ölümüne çalışmaları üzerinde durulur. Ali Kadri
ise merkez ve çevre arasındaki ilişkinin dünya düzleminde artık üretimi
biçimini aldığını, nüfustan arındırma savaşlarının bu sürecin ürünü olduğunu
söyler.
Modern
polis devletlerinin üçüncü dünyada sendikaları ezemediği, dolayısıyla emeğin
maliyetlerini aşağı çekemediği koşullarda savaş, emperyalizmin emeği hem maddi
hem de ideolojik düzlemde yönsüz kılma, dağıtma ve yok etme aracı hâline
gelmiştir. Bir emekçinin sürekli mülteci kılındığı, hatta öldürüldüğü
koşullarda onun sömürüye karşı örgütlenmesi imkânsızdır.
ABD
ve İsrail’in Suriye’deki niyetleriyle ilgili yalan beyanlarda bulunanlar,
savaşın ilk aşamalarında olan biteni gizleme yoluna gittiler. ABD, Suriye’yi
açıktan işgal ettiği süreç ilerledikçe bu iddialar da geri çekildi. Sonra en
nihayetinde ABD’nin Suriye özel temsilciliğini yapan, bir ara Türkiye elçiliği
görevinde bulunan James Jeffrey, işgalin amacının direniş ekseniyle Suriye
liderlerinin bağını kopartmak ve Suriye’deki petrol rezervlerini ele geçirmek
olduğunu itiraf etti.
Yasin
Kassab ve Achcar gibiler, sonrasında kafa karışıklığını beslemeyi sürdürdüler.
Zira ortada derin siyaset konusunda çalışma yürüten antiemperyalist araştırmacı
kıtlığı vardı. 2010’lar, nesiller arasındaki kopukluğa şahit oldu. Genç
eylemciler ve örgütçüler, ABD’nin seksenlerde Orta Amerika’da yürüttüğü örtülü
savaşların sunduğu derslerden de o savaşlara dair deneyimlerden de yoksunlardı.
Filistinlilerin
“teraküm” dediği birikim meselesi, derslerin gelecek için
biriktirilmesini ifade eden önemli bir kavram. Bu birikim de nesiller arası
sürekliliğe ihtiyaç duyuyor.
Eldeki
empirik verilere dayanan bilgiler bulanık olmadığı vakit, Suriye’yi tartışanlar,
çok farklı bir yöne bakabiliyorlar. Örgütçüler böylelikle farklı eylemler
gerçekleştiriyor, farklı ihtiyaçları görüyorlar.
Suriye
savaşına karşı çıkanlar, “aptalların antiemperyalizmi”ne bağlı oldukları için
alaya alınıyorlar. Bu insanlar, Suriye halkının özne ve fail olma ihtimalini
değerli görmemekle suçlanıyorlar. Oysa başkaları, o ihtimali değersiz görüp
inkâr ediyorlar. Batılı antiemperyalistler değil, CIA’in silahları o halka
değer vermiyor.
ABD’nin
ve Siyonistlerin Suriye’deki eylemlerini de niyetlerini de özetleyen cümle şu:
bu güçlerin tek derdi yatırımlar, silah akışı ve personelin konuşlandırılması.
Bu değerlendirme özne ve faile kim değer veriyor sorusuna net bir cevap
sunmamızı sağlıyor.
Bu
noktada William Van Wagenan’ın 2011’de savaşın ilk aşamalarını ele alan
çalışmasını herkes okumalı. Kitap, Çınar Kerestesi Operasyonu dâhilinde ortaya
konulan lojistik çalışmalarına dair delilleri sunuyor. Bu makaleler, 2015’te Jacobin
dergisinde çıkan, ülkede ta Suriye Arap Cumhuriyeti kurulduğu günden beri
toprak sahiplerinin ve tüccarlarının beslediği öfkenin harekete geçirdiği
mezhepçi-tekfirci hareketlerin tarihine dair detayları sunan “Suriye Savaşı”
başlıklı makalemle birlikte okunduğunda, küresel paralı asker ağlarının para
silah ve talimat veren istihbarat kuruluşlarının himayesi altında hareket eden
mezhepçi örgütlerle bağlantılı olduğu görülür. Burada failliğe zemin hazırlayan
hareketler veya duygulardan değil, karşı-devrimci örgütlerden ve onların
örgütlenme sürecinden bahsediliyor. Hakikati açık ve dürüst bir yaklaşımla
aktarmak istiyorsanız, gerici veya emperyalist failliği antiemperyalistlere
kaba insanlar veya duygusuz kişiler diyerek aklamamalısınız.
Araştırmam
dâhilinde doğru olmadığını gördüğüm çok sayıda iddia mevcut. Bunlarla ilgili
itirazlarımı aktardım. Bunlardan biri şu: “Suriye’de diktatörlük 1958, 1963
veya 1966’dan beri var”. Oysa sosyalizm öncesi Suriye de diğer ülkeler gibi
toprak ağalarının köylüler, erkeklerin kadınlar üzerinde inşa ettiği
diktatörlük biçimlerine tabi. Asillerin iktidarda olduğu dönemi yücelten veya
liberal Nahda’yı öven kesimler, sömürü biçimlerine hiç değinmiyorlar.
Tabii
bu demek değil ki Arap sosyalizmi, sınıfsal yabancılaşmanın, ihmallerin ve
zulmün köklerini tüm Suriye’den söküp attı. Aslında bu kökler taşraya kadar
uzandı. Suriye Baas Partisi’nin kitle tabanını oluşturan köylülerin hayatı
doksanlardan sonra harap oldu.
Bugün
dalgalandırılan, sosyalizm öncesi Suriye bayrağı, esasında Alevilerin
yoksulluğun çilesini çektiği döneme ait. Bugün devleti ele geçiren intikamcı
Sünni mezhepçiliğin iddialarının hiçbir temeli yok.
Mart
2023’te yaptırımları ve baskıcı ekonomik tedbirler ele alan Uluslararası Halk
Kürsüsü’nde ikimiz de konuşmacıydık. Kanaatimce bu yaptırımlar meselesi ve
onların ABD eliyle düşman ülkeler içeriden çökertmek için nasıl kullanıldıkları,
yanlış idrak edilen bir mesele. Yaptırımlar, emperyalist savaşın pek üzerinde
durulmayan bir yönü aslında. Suriye’deki insanlarla temas halinde olan ve
Suriye halkıyla yakından ilgilenen insanlar olarak bizler, kurgu itibarıyla Suriye’ye
dayatılan yaptırımların halkı yoksullaştırdığını, savaş sonrasında toparlanma
sürecinin işletilmesini imkânsız kıldığını biliyorduk. Ama sanki biz de bu
yaptırımların yıllar içerisinde yol açtığı tahribatın kapsamını yeterince
değerlendiremedik. Sence yaptırımlar, mevcut bağlam dâhilinde nasıl bir rol
oynadı?
Bu
noktada “Düşmanınızı tanıyın” ilkesine işaret eden Gassan Kenefani’nin yolundan
ilerlemeliyiz. Bu da bizim emperyalizmin kullandığı kaynakları, çevirdiği
entrikaları ve geliştirdiği stratejileri ciddiyetle ele almamızı gerekli
kılıyor.
Yenilgici
yaklaşımın tehlikesi, emperyalizmi her şeye kadir, her şeye hâkim bir güç
olarak görmesinde. Oysa böyle değil. Ama aynı şekilde, emperyalizmin
yenilgisini kaçınılmaz sonuç olarak görmek de tehlikeli. Daha ölçülü ve aklı
başında değerlendirmelere ihtiyacımız var. Bu tür değerlendirmeler ışığında Suriye
hükümetinin yıkılışını ABD’nin yürüttüğü melez savaş ve yaptırımların bir
sonucu olarak görebiliriz.
Küresel
güneyin halkları, ancak bu soğukkanlı değerlendirmeler temelinde Suriye’de
yaşananlardan gerekli dersleri çıkartır, kendi egemenliklerini korumak için
verdikleri mücadelede Suriye Arap Cumhuriyeti’nin yanlışlarından ve
kusurlarından kaçınma imkânı bulur.
Bu
tür bir değerlendirmeyi yaparken, emperyalizmin vahşiliğine işaret etmekle
yetinilemez. Hedef ülkenin kimi zayıf yönleri vardı ki emperyalist güçler bu
yönlerden istifade edebilmişler. Bu açıdan bizim ülke içinde başvurulan
kalkınma modeline de bakmamız gerekir.
Örneğin
ABD ve gerici Arap devletleri Suriye’ye karşı yürüttükleri örtülü savaşı Kore Demokratik
Halk Cumhuriyeti’ne karşı yürütebilirler miydi? Görebildiğim kadarıyla Kore,
2011’e uzanan süreçte Suriye’nin emperyalizme verdiği öncelikten daha fazla
öncelik veriyor. Aradaki farklara bakmamız gerekiyor.
ABD
istihbaratı, Suriye’deki toplumsal kalkınmada açığa çıkmış olan zayıf yönleri
yakından incelemiş. 1991’de Sovyetler’in dağılışıyla birlikte Suriye önemli bir
ticaret ortağını yitirmiş. SSCB’nin küçük devletlere ayrışmasıyla birlikte Rusya
yardımları kesmiş, sanayi bölgelerini kapatmış, böylelikle Suriye temel girdilerden
mahrum kalmış. Bu da ülkenin ABD ve Körfez’e ait finans kapitale erişme önerisine
daha fazla destek sunulmasını sağlamış. Yeni yatırımlarla birlikte “yeni bir
burjuvazi” doğmuş. Rami Mahluf, bu burjuvazinin önemli simgelerinden biri.
Peki
bir burjuvazi ne yapar? Haberleşme, inşaat, petrol ve bankacılık gibi sahalarda
oluşturulan yeni projelerden pay ister. Yabancı şirketlerle ve devlet arasında
arabuluculuk yapar. Rant peşinde koşan bu aracı sınıf, kârlarını sınır ötesi
bankacılık hesaplarına aktarır. Serveti büyüdükçe ulusal savunmadan çok kendi
çevresine ait birikimi koruyacak gizli bir polis teşkilâtını oluşturup besler. Kara
para ile devletin bankasına baskı uygulayan sınıf, taşraya kooperatifler
üzerinden aktarılan payı küçültür. Tarım işçileri, bunun üzerine yeni büyüyen
şehirlere akın ederler. Emeklerini satacak yeni proleterler olarak üretim
sürecine dâhil olurlar veya işsizler ordusuna katılırlar. Şehirler büyür. Buna temiz
içme sularını çalan Siyonizmin girişimleri eşlik eder. Böylelikle, Suriye’deki
en kıymetli tarım arazilerinin durumu giderek kötüleşir. Baas, ideolojik nüfuzunu
öncelikle bu bölgelerde yitirir. Suudi Arabistan ve Mısır tarafından inşa
edilmiş mezhepçi-tekfirci propaganda ağları ülkeye sızmaya başlar.
Seksenlere
ait raporlarında ABD istihbaratı, daha Sovyetler dağılmazdan önce Suriye’nin
giderek azalan ABD doları rezervine bağımlı hale geldiğini söylüyor. Bilindiği
üzere dünya ticaretinde kullanılan rezerv para birimi olarak ABD doları,
ülkelerin küresel pazarlara girmesini sağlıyor.
Süreç
içerisinde Suriye, bu dolar birikimini artırmak için petrol rezervlerine
bağımlı olduğunu gördü. İşte ABD askerleri, bugün gidip bu petrol sahalarını
işgal etti, savaşın ardından yürürlüğe konulacak her türden yeniden inşa
projesi için gerekli kazanç kapısını böylelikle kapattı. Bu bağlamda uygulanan
yaptırımlar ekonomiyi her yönden kuşattı, ülkeye yoğun bir baskı uyguladı. Bu baskı,
Suriye burjuvazisini ve halk sınıflarını farklı şekillerde etkiledi. Suriye,
1979’dan beri terörizme destek sunan devlet olduğu iddiasıyla ve Filistinli
fedailere eğitim görecekleri alanlar tahsis ettiği gerekçesiyle yaptırımlara zaten
maruz kalıyordu. Fakat yaptırımlar, 2004, 2011’de ve 2020’de daha da ağırlaştı.
En ağırı da Sezar Yaptırımlar Kanunu idi.
Şimdi
de burjuvazinin başına gelenleri ele alalım. ABD hazinesi, Avrupa’daki
bankalara Mahluf’la iş yapmamalarını emretti. Bu dönemde Suriye hazinesindeki
birikim azalmıştı. Bunun üzerine, kendi sınıfsal varlığını muhafaza etmek adına
Esad ailesi, elde kalan para kaynaklarına yöneldi. Rami Mahluf’a ağır vergiler
getirdi. 2020’de Sezar Kanunu’nun yürürlüğe girdiği günlerde Suriye devleti
Mahluf’un varlıklarına el koydu. Esma Esad, Mahluf’un şirketlerinin başına
geçti. Telefon şirketi Syriatel ve savaşta öldürülen devlet destekçilerinin
ailelerine yardım için kurulan yardım derneği de ona bağlandı. Bu gelişme, devlete
destek sunanların moralini epey bozdu. Bu insanlar, Mahluf’un yolsuzluklarının
ardında Esad ailesi olduğunu düşünüyorlardı.
Aralık
ayından beri yaşananları şu şekilde özetlemek mümkün: yaptırımlar yoğunlaştıkça
iktidar çevresi devleti, emperyalizm de iktidar çevresini tüketti. Bugün emperyalizm,
devlete, ülkeye ve halka ait tüm varlıkları tüketiyor, tüm savaş ganimetlerini
topluyor.
Suriye’nin
müttefikleri olarak Rusya ve İran, bu süreçte kapsamlı bir askeri destek sundu
ama ülkenin yeniden inşası için gerekli yatırımları gerçekleştiremedi. Esad,
Direniş Ekseni’yle bağlarını tümüyle kopartmak istemedi, çünkü bu eksen, başka
ittifakların sunmadığı askeri desteği sunuyordu. Bu sebeple Esad, yatırımlar
için gidip BAE’nin kapısını çaldı, muhtemelen Direniş Ekseni’nden tümüyle
kopmayı gerekli kılmayan yatırım şartlarının kendisine sunulacağını, böylelikle
kendisine bir yardım eli uzanacağını umdu. Ensarullah’la kapıların
kapatılmasına neden olan bu anlaşma, Eksen dâhilinde güvensizliğe yol açtı. Neticede
Esad, uluslararası planda yalnızlaştı.
İlk
başta emperyalizmin Suriye devletine yaptığı yatırımlar üzerinden doğmuş olan ve
kalkınmanın zaruri olduğuna çeşitli sebeplere bağlı olarak ikna olan bu “milli
burjuvazi”, içteki eşitsizlikleri derinleştirdi, böylelikle tüm ülkenin
emperyalizme karşı gerçekleştirdiği savunma hattının zayıflamasına neden oldu.
Bu
noktada aklıma köyleri terk etmenin tehlikesi konusunda Kim Il Sung’un yaptığı
uyarıları içeren “Ülkemizde Sosyalist Kır Meselesine Dair Tezler” isimli
çalışması geliyor. Kim Il Sung o metinde kentle kır arasındaki çelişkinin
asgari düzeyde tutulması gerektiğini, tarım işçilerinin sosyalist projeye
iştiraklerinin daim kılınmasının ve partinin taşrada yoğun bir ideolojik
çalışma yürütmesinin şart olduğunu söylüyor.
Ülkeye
uygulanan yaptırımlar olumsuz sonuçlara yol açtı elbette. Gıda, barınma ve
ısınma imkânlarına erişimden yoksan kalan çoğunluk, burjuva sınıfıyla aynı
durumda değildi. Sezar Yaptırımları Kanunu, “Sivil Koruma Kanunu” adı altında
yürürlüğe kondu. Ama öncelikle kanun, enerji sektörünü ve sivil halkın kullandığı
temel sektörleri hedef aldı. Görebildiğim kadarıyla İngilizcede bu
yaptırımların sıradan Suriyeliler üzerindeki etkilerini konu alan hiçbir metin
kaleme alınmadı. Tek istisna, Monthly Review dergisinde 2020’de çıkan
Chris Ray imzalı rapor. Ray, birinci elden tanıkların gözlemlerine ve onlarla
yapılan söyleşilere dayanan çalışmasında, bu yaptırımların insanların evleri ısıtmak
için kullanılacak yakıta, savaşın harap ettiği evlerini ve çatılarını tamir etmek
için kullanılacak inşaat malzemelerine erişmelerine mani olduğunu söylüyor.
Avrupa’dan
diyaliz makineleri getiremeyen Suriye’de sağlık sektörü çökmenin eşiğine geldi.
Devletin teşvik sunduğu ilaçlar dağıtılamadı. Hükümetin pirinç, yakıt ve ekmek
konusunda destek sunmaya devam ettiği koşullarda kamu bütçesi iyice küçüldü.
Suriye parası bu süreçte pul oldu. Tüm halk, 2007’de kuşatma altındaki Gazze
halkı gibi kuşatıldı. Suriye’deki çöküş, bu yaptırım politikasını inşa etmiş
olan ve bugün büyük bir başarı elde ettiğini düşünen güçlerin bu politikayı
başka yerlerde uygulamaları konusunda yüreklendirecektir.
Bizim
de saygı duyduğumuz ve sevdiğimiz kimi insanlar bile Suriye’deki çöküşün
önemini ve yol açacağı etkiyi göremiyorlar. Suriye’de yeni kurulan düzen,
Filistinli örgütlerin eğitim kamplarını kapattı. İsrail’in Suriye toprağını işgal
girişimlerine tepki koymadı. “Serbest piyasa” reformlarını ilân etti. Suriyeli
komünistlerin, sosyalistlerin ve Arap milliyetçisi partilerin oluşturduğu Ulusal
İlerleme Cephesi’ni dağıttı. Tam da bu bağlamda, insanların Suriye Arap
Cumhuriyeti’nin sona erişinin etkilerini önemsiz görmelerini, bu etkilerin
Suriye’nin egemenliği ve bölgedeki kurtuluş hareketi açısından yol açacağı
sonuçları gereğince değerlendirememelerini nasıl değerlendiriyorsun?
Suriye,
Direniş Ekseni’ne sunduğu destek basit bir söylemsel destek değildi. Köprü işlevi
gören ülke bugün önemsiz görülemez. Dünya emperyalizminin hüküm sürdüğü
koşullarda malların nakledilmesi için böylesi bir kanal açmak, epey bir zamana
ve mücadeleye ihtiyaç duyar.
İdeolojik
planda Suriye, laik solcularla Müslüman direniş hareketleri arasındaki köprü
olarak iş gördü. Ülke, İran İslam Cumhuriyeti’ni Filistinli direniş örgütlerine
bağladı. Suriye, bu örgütlere eğitim verdi. Bugün Suriyeli bilim insanlarını
hedef alan suikastların asıl sebebi, devletin kendi araştırmacılarını Siyonizm
karşıtlığı temelinde görevlendirmiş olması.
Suriye,
İsrail’le onlarca yıldır savaştaydı. İsrail’e göre bu ülke, yok edilmesi
gereken bir uzman havuzu meydana getirmişti. Bu suikastları ister Siyonistler
gerçekleştiriyor olsun isterse tekfirciler, bir önemi yok. Önemli olan, bu
suikastların Suriye’nin emperyalizm eliyle kalkınma yolundan kopartma girişimlerinin
parçası olması.
“Kurtarılmış
Suriye”de mezhepçi katliamlar gerçekleştiriliyor. Mezhepçilik, milletin önemli
bir kısmının becerilerini ve yeteneklerini doğası gereği dışladığı için ulusal
kurtuluşun düşmanıdır. Tam da bu sebeple HTŞ’nin tüm ülkeyi bir mücadele
yürütmeden yönetebilmesi mümkün değil. Yeni direniş biçimleri oluşmaya başladı
bile. İç savaş, Suriye’yi Siyonizme ve emperyalizme karşı itirazı besleyecek
kaynakların aktarılması ve güçlendirilmesi imkânına sahip bölgesel bir aktör
haline getirecektir.
Ama
bugün görülüyor gericiliğin zaferi, eldeki kaynakların Siyonizmle ve emperyalizmle
uzlaşma kanalına yönlenmesine neden oluyor. Suriye halkı, Siyonist teşekkülün
topraklarını işgal etmesine karşı çıkacak, sınırlarındaki tehdide karşı koyacaktır.
Ama bunun için Suriye halkının söz konusu fikirleri ve duyguları gerçeğe dökmek
için örgüte ve egemenliğe ihtiyacı var. Suriye’nin geleceği, Irak, Lübnan,
Ürdün ve Filistin’de sürecin ne yönde seyredeceğini tayin edecek. Suriye için mücadele,
bölge, oradan da tüm dünya için mücadeledir.
Olan
biteni kusursuzca aktardın, Patrick. Bize vakit ayırdığın için, ayrıca bu
üzerine düşünülmüş, bilgilendirici cevapların için çok teşekkür ederiz.
0 Yorum:
Yorum Gönder