06 Mart 2025

, , ,

Mezhepçilik Ulusal Kurtuluşun Düşmanıdır II


Yanlış hatırlamıyorsam, yaklaşık on yıl önce medyada, akademide ve başka alanlarda Suriye’yle ilgili propagandanın yoğun bir biçimde, belki de bugünkü hâlinden daha beter bir içerikle yürütüldüğü günlerde oturup seninle Suriye’ye dair sohbetler ediyor, yazılar yazıyorduk. Sen, emperyalizmin dilinin gözdağı verme ve zorbalama gibi taktiklerle kullanıldığı kötü niyetli eleştirilerle ve fikre değil de şahsa yönelen saldırılarla yüzleştiğimde beni cesaretlendirmiş, bana destek sunmuştun.

O dönem de dediğim gibi, o günlerde en berbat tavrı sergileyen de, en rezil dili kullanan da en korkunç analizleri yapanlar da solcular oldular. Robin Yasin Kassab ve Gilbert Achcar bu solcular arasında yer alıyor. Bugün bu kişilere hâlen daha kürsü veriliyor olması (burada EMEP’liler de kastediliyor -çn), dillerine doladıkları yalanların hâlen daha yaygın bir biçimde kabul görüyor olması beni deli ediyor. Son on yıl içerisinde yayılan yalan yanlış bilgilere dönük baktığında, bu tür isimlerin yaydıkları en tehlikeli yalanlar içerisinde hangileri üzerinde durursun?

Hakikati gizleyenler, çok tehlikeli iddialar ortaya attılar. Hepsi de tarihte kayıtlı. Bu isimler, gerçekliğe saldırarak, kafa karışıklığını beslediler. Bu noktada, ABD ve İsrail’in Şam’daki Suriye hükümetine saldırmak gibi bir derdinin olmadığını söylediler. Bazen bu yorumcular, ilk başta ABD’nin Körfez ülkelerinin muhalif milislere teslim edeceği silahları sınırlandırmak veya bu sevkiyata mani olmak gibi bir rol üstlendiğini iddia ettiler. Esad’ın ve Suriye Arap Cumhuriyeti’nin mirasını sorgulayanlar, ABD, İsrail, Türkiye, Ürdün ve Körfez Ülkeleri’nin Suriye’de yapıp ettiklerini hiç tartışmadılar. En korkunç yalanları dile dökmekten çekinmediler. Teorik düzeyde bile herhangi bir açıklama yapma gereği duyulmadı. Bize o günlerde ABD ve İsrail’in Esad’a destek sundukları, çünkü Golan cephesindeki istikrarı değerli gördükleri söyleniyordu.

Suriye, Hizbullah’a ve Filistinli direniş örgütlerine sunulan destekte önemli bir role sahipti. İkinci İntifada’nın da 2006 Temmuzu’ndaki savaşta da onun payı vardı. Bu sürecin sonunda İsrail, “istikrar”a kavuşmadı. Çünkü “istikrar”, ABD’nin her dönem değer verdiği bir şey değildir. Irak, Libya ve Yemen’e açılan savaş, onun istikrar talep ettiği iddialarını çürütür. O, sadece kendisi için istikrar ister, şartlar kendi lehine değilse, bir ülkeyi önce istikrarsızlaştırır sonra da kalkınma yolundan uzaklaştırır. Ali Kadri’nin gayet ikna edici makalesinde dile getirdiği biçimiyle, kalkınma yolundan uzaklaştırma girişimleri, ABD sermayesini besleyen temel birikim biçimi hâline gelmektedir.

Samir Amin’in teorisi, bağımlı kalkınmanın yol açtığı birikim sürecini ele alır. Burada üçüncü dünya emekçilerinin birinci dünyadaki tüketim pazarları için lüks mamuller üretmesi, bu süreçte ölümüne çalışmaları üzerinde durulur. Ali Kadri ise merkez ve çevre arasındaki ilişkinin dünya düzleminde artık üretimi biçimini aldığını, nüfustan arındırma savaşlarının bu sürecin ürünü olduğunu söyler.

Modern polis devletlerinin üçüncü dünyada sendikaları ezemediği, dolayısıyla emeğin maliyetlerini aşağı çekemediği koşullarda savaş, emperyalizmin emeği hem maddi hem de ideolojik düzlemde yönsüz kılma, dağıtma ve yok etme aracı hâline gelmiştir. Bir emekçinin sürekli mülteci kılındığı, hatta öldürüldüğü koşullarda onun sömürüye karşı örgütlenmesi imkânsızdır.

ABD ve İsrail’in Suriye’deki niyetleriyle ilgili yalan beyanlarda bulunanlar, savaşın ilk aşamalarında olan biteni gizleme yoluna gittiler. ABD, Suriye’yi açıktan işgal ettiği süreç ilerledikçe bu iddialar da geri çekildi. Sonra en nihayetinde ABD’nin Suriye özel temsilciliğini yapan, bir ara Türkiye elçiliği görevinde bulunan James Jeffrey, işgalin amacının direniş ekseniyle Suriye liderlerinin bağını kopartmak ve Suriye’deki petrol rezervlerini ele geçirmek olduğunu itiraf etti.

Yasin Kassab ve Achcar gibiler, sonrasında kafa karışıklığını beslemeyi sürdürdüler. Zira ortada derin siyaset konusunda çalışma yürüten antiemperyalist araştırmacı kıtlığı vardı. 2010’lar, nesiller arasındaki kopukluğa şahit oldu. Genç eylemciler ve örgütçüler, ABD’nin seksenlerde Orta Amerika’da yürüttüğü örtülü savaşların sunduğu derslerden de o savaşlara dair deneyimlerden de yoksunlardı.

Filistinlilerin “teraküm” dediği birikim meselesi, derslerin gelecek için biriktirilmesini ifade eden önemli bir kavram. Bu birikim de nesiller arası sürekliliğe ihtiyaç duyuyor.

Eldeki empirik verilere dayanan bilgiler bulanık olmadığı vakit, Suriye’yi tartışanlar, çok farklı bir yöne bakabiliyorlar. Örgütçüler böylelikle farklı eylemler gerçekleştiriyor, farklı ihtiyaçları görüyorlar.

Suriye savaşına karşı çıkanlar, “aptalların antiemperyalizmi”ne bağlı oldukları için alaya alınıyorlar. Bu insanlar, Suriye halkının özne ve fail olma ihtimalini değerli görmemekle suçlanıyorlar. Oysa başkaları, o ihtimali değersiz görüp inkâr ediyorlar. Batılı antiemperyalistler değil, CIA’in silahları o halka değer vermiyor.

ABD’nin ve Siyonistlerin Suriye’deki eylemlerini de niyetlerini de özetleyen cümle şu: bu güçlerin tek derdi yatırımlar, silah akışı ve personelin konuşlandırılması. Bu değerlendirme özne ve faile kim değer veriyor sorusuna net bir cevap sunmamızı sağlıyor.

Bu noktada William Van Wagenan’ın 2011’de savaşın ilk aşamalarını ele alan çalışmasını herkes okumalı. Kitap, Çınar Kerestesi Operasyonu dâhilinde ortaya konulan lojistik çalışmalarına dair delilleri sunuyor. Bu makaleler, 2015’te Jacobin dergisinde çıkan, ülkede ta Suriye Arap Cumhuriyeti kurulduğu günden beri toprak sahiplerinin ve tüccarlarının beslediği öfkenin harekete geçirdiği mezhepçi-tekfirci hareketlerin tarihine dair detayları sunan “Suriye Savaşı” başlıklı makalemle birlikte okunduğunda, küresel paralı asker ağlarının para silah ve talimat veren istihbarat kuruluşlarının himayesi altında hareket eden mezhepçi örgütlerle bağlantılı olduğu görülür. Burada failliğe zemin hazırlayan hareketler veya duygulardan değil, karşı-devrimci örgütlerden ve onların örgütlenme sürecinden bahsediliyor. Hakikati açık ve dürüst bir yaklaşımla aktarmak istiyorsanız, gerici veya emperyalist failliği antiemperyalistlere kaba insanlar veya duygusuz kişiler diyerek aklamamalısınız.

Araştırmam dâhilinde doğru olmadığını gördüğüm çok sayıda iddia mevcut. Bunlarla ilgili itirazlarımı aktardım. Bunlardan biri şu: “Suriye’de diktatörlük 1958, 1963 veya 1966’dan beri var”. Oysa sosyalizm öncesi Suriye de diğer ülkeler gibi toprak ağalarının köylüler, erkeklerin kadınlar üzerinde inşa ettiği diktatörlük biçimlerine tabi. Asillerin iktidarda olduğu dönemi yücelten veya liberal Nahda’yı öven kesimler, sömürü biçimlerine hiç değinmiyorlar.

Tabii bu demek değil ki Arap sosyalizmi, sınıfsal yabancılaşmanın, ihmallerin ve zulmün köklerini tüm Suriye’den söküp attı. Aslında bu kökler taşraya kadar uzandı. Suriye Baas Partisi’nin kitle tabanını oluşturan köylülerin hayatı doksanlardan sonra harap oldu.

Bugün dalgalandırılan, sosyalizm öncesi Suriye bayrağı, esasında Alevilerin yoksulluğun çilesini çektiği döneme ait. Bugün devleti ele geçiren intikamcı Sünni mezhepçiliğin iddialarının hiçbir temeli yok.

Mart 2023’te yaptırımları ve baskıcı ekonomik tedbirler ele alan Uluslararası Halk Kürsüsü’nde ikimiz de konuşmacıydık. Kanaatimce bu yaptırımlar meselesi ve onların ABD eliyle düşman ülkeler içeriden çökertmek için nasıl kullanıldıkları, yanlış idrak edilen bir mesele. Yaptırımlar, emperyalist savaşın pek üzerinde durulmayan bir yönü aslında. Suriye’deki insanlarla temas halinde olan ve Suriye halkıyla yakından ilgilenen insanlar olarak bizler, kurgu itibarıyla Suriye’ye dayatılan yaptırımların halkı yoksullaştırdığını, savaş sonrasında toparlanma sürecinin işletilmesini imkânsız kıldığını biliyorduk. Ama sanki biz de bu yaptırımların yıllar içerisinde yol açtığı tahribatın kapsamını yeterince değerlendiremedik. Sence yaptırımlar, mevcut bağlam dâhilinde nasıl bir rol oynadı?

Bu noktada “Düşmanınızı tanıyın” ilkesine işaret eden Gassan Kenefani’nin yolundan ilerlemeliyiz. Bu da bizim emperyalizmin kullandığı kaynakları, çevirdiği entrikaları ve geliştirdiği stratejileri ciddiyetle ele almamızı gerekli kılıyor.

Yenilgici yaklaşımın tehlikesi, emperyalizmi her şeye kadir, her şeye hâkim bir güç olarak görmesinde. Oysa böyle değil. Ama aynı şekilde, emperyalizmin yenilgisini kaçınılmaz sonuç olarak görmek de tehlikeli. Daha ölçülü ve aklı başında değerlendirmelere ihtiyacımız var. Bu tür değerlendirmeler ışığında Suriye hükümetinin yıkılışını ABD’nin yürüttüğü melez savaş ve yaptırımların bir sonucu olarak görebiliriz.

Küresel güneyin halkları, ancak bu soğukkanlı değerlendirmeler temelinde Suriye’de yaşananlardan gerekli dersleri çıkartır, kendi egemenliklerini korumak için verdikleri mücadelede Suriye Arap Cumhuriyeti’nin yanlışlarından ve kusurlarından kaçınma imkânı bulur.

Bu tür bir değerlendirmeyi yaparken, emperyalizmin vahşiliğine işaret etmekle yetinilemez. Hedef ülkenin kimi zayıf yönleri vardı ki emperyalist güçler bu yönlerden istifade edebilmişler. Bu açıdan bizim ülke içinde başvurulan kalkınma modeline de bakmamız gerekir.

Örneğin ABD ve gerici Arap devletleri Suriye’ye karşı yürüttükleri örtülü savaşı Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ne karşı yürütebilirler miydi? Görebildiğim kadarıyla Kore, 2011’e uzanan süreçte Suriye’nin emperyalizme verdiği öncelikten daha fazla öncelik veriyor. Aradaki farklara bakmamız gerekiyor.

ABD istihbaratı, Suriye’deki toplumsal kalkınmada açığa çıkmış olan zayıf yönleri yakından incelemiş. 1991’de Sovyetler’in dağılışıyla birlikte Suriye önemli bir ticaret ortağını yitirmiş. SSCB’nin küçük devletlere ayrışmasıyla birlikte Rusya yardımları kesmiş, sanayi bölgelerini kapatmış, böylelikle Suriye temel girdilerden mahrum kalmış. Bu da ülkenin ABD ve Körfez’e ait finans kapitale erişme önerisine daha fazla destek sunulmasını sağlamış. Yeni yatırımlarla birlikte “yeni bir burjuvazi” doğmuş. Rami Mahluf, bu burjuvazinin önemli simgelerinden biri.

Peki bir burjuvazi ne yapar? Haberleşme, inşaat, petrol ve bankacılık gibi sahalarda oluşturulan yeni projelerden pay ister. Yabancı şirketlerle ve devlet arasında arabuluculuk yapar. Rant peşinde koşan bu aracı sınıf, kârlarını sınır ötesi bankacılık hesaplarına aktarır. Serveti büyüdükçe ulusal savunmadan çok kendi çevresine ait birikimi koruyacak gizli bir polis teşkilâtını oluşturup besler. Kara para ile devletin bankasına baskı uygulayan sınıf, taşraya kooperatifler üzerinden aktarılan payı küçültür. Tarım işçileri, bunun üzerine yeni büyüyen şehirlere akın ederler. Emeklerini satacak yeni proleterler olarak üretim sürecine dâhil olurlar veya işsizler ordusuna katılırlar. Şehirler büyür. Buna temiz içme sularını çalan Siyonizmin girişimleri eşlik eder. Böylelikle, Suriye’deki en kıymetli tarım arazilerinin durumu giderek kötüleşir. Baas, ideolojik nüfuzunu öncelikle bu bölgelerde yitirir. Suudi Arabistan ve Mısır tarafından inşa edilmiş mezhepçi-tekfirci propaganda ağları ülkeye sızmaya başlar.

Seksenlere ait raporlarında ABD istihbaratı, daha Sovyetler dağılmazdan önce Suriye’nin giderek azalan ABD doları rezervine bağımlı hale geldiğini söylüyor. Bilindiği üzere dünya ticaretinde kullanılan rezerv para birimi olarak ABD doları, ülkelerin küresel pazarlara girmesini sağlıyor.

Süreç içerisinde Suriye, bu dolar birikimini artırmak için petrol rezervlerine bağımlı olduğunu gördü. İşte ABD askerleri, bugün gidip bu petrol sahalarını işgal etti, savaşın ardından yürürlüğe konulacak her türden yeniden inşa projesi için gerekli kazanç kapısını böylelikle kapattı. Bu bağlamda uygulanan yaptırımlar ekonomiyi her yönden kuşattı, ülkeye yoğun bir baskı uyguladı. Bu baskı, Suriye burjuvazisini ve halk sınıflarını farklı şekillerde etkiledi. Suriye, 1979’dan beri terörizme destek sunan devlet olduğu iddiasıyla ve Filistinli fedailere eğitim görecekleri alanlar tahsis ettiği gerekçesiyle yaptırımlara zaten maruz kalıyordu. Fakat yaptırımlar, 2004, 2011’de ve 2020’de daha da ağırlaştı. En ağırı da Sezar Yaptırımlar Kanunu idi.

Şimdi de burjuvazinin başına gelenleri ele alalım. ABD hazinesi, Avrupa’daki bankalara Mahluf’la iş yapmamalarını emretti. Bu dönemde Suriye hazinesindeki birikim azalmıştı. Bunun üzerine, kendi sınıfsal varlığını muhafaza etmek adına Esad ailesi, elde kalan para kaynaklarına yöneldi. Rami Mahluf’a ağır vergiler getirdi. 2020’de Sezar Kanunu’nun yürürlüğe girdiği günlerde Suriye devleti Mahluf’un varlıklarına el koydu. Esma Esad, Mahluf’un şirketlerinin başına geçti. Telefon şirketi Syriatel ve savaşta öldürülen devlet destekçilerinin ailelerine yardım için kurulan yardım derneği de ona bağlandı. Bu gelişme, devlete destek sunanların moralini epey bozdu. Bu insanlar, Mahluf’un yolsuzluklarının ardında Esad ailesi olduğunu düşünüyorlardı.

Aralık ayından beri yaşananları şu şekilde özetlemek mümkün: yaptırımlar yoğunlaştıkça iktidar çevresi devleti, emperyalizm de iktidar çevresini tüketti. Bugün emperyalizm, devlete, ülkeye ve halka ait tüm varlıkları tüketiyor, tüm savaş ganimetlerini topluyor.

Suriye’nin müttefikleri olarak Rusya ve İran, bu süreçte kapsamlı bir askeri destek sundu ama ülkenin yeniden inşası için gerekli yatırımları gerçekleştiremedi. Esad, Direniş Ekseni’yle bağlarını tümüyle kopartmak istemedi, çünkü bu eksen, başka ittifakların sunmadığı askeri desteği sunuyordu. Bu sebeple Esad, yatırımlar için gidip BAE’nin kapısını çaldı, muhtemelen Direniş Ekseni’nden tümüyle kopmayı gerekli kılmayan yatırım şartlarının kendisine sunulacağını, böylelikle kendisine bir yardım eli uzanacağını umdu. Ensarullah’la kapıların kapatılmasına neden olan bu anlaşma, Eksen dâhilinde güvensizliğe yol açtı. Neticede Esad, uluslararası planda yalnızlaştı.

İlk başta emperyalizmin Suriye devletine yaptığı yatırımlar üzerinden doğmuş olan ve kalkınmanın zaruri olduğuna çeşitli sebeplere bağlı olarak ikna olan bu “milli burjuvazi”, içteki eşitsizlikleri derinleştirdi, böylelikle tüm ülkenin emperyalizme karşı gerçekleştirdiği savunma hattının zayıflamasına neden oldu.

Bu noktada aklıma köyleri terk etmenin tehlikesi konusunda Kim Il Sung’un yaptığı uyarıları içeren “Ülkemizde Sosyalist Kır Meselesine Dair Tezler” isimli çalışması geliyor. Kim Il Sung o metinde kentle kır arasındaki çelişkinin asgari düzeyde tutulması gerektiğini, tarım işçilerinin sosyalist projeye iştiraklerinin daim kılınmasının ve partinin taşrada yoğun bir ideolojik çalışma yürütmesinin şart olduğunu söylüyor.

Ülkeye uygulanan yaptırımlar olumsuz sonuçlara yol açtı elbette. Gıda, barınma ve ısınma imkânlarına erişimden yoksan kalan çoğunluk, burjuva sınıfıyla aynı durumda değildi. Sezar Yaptırımları Kanunu, “Sivil Koruma Kanunu” adı altında yürürlüğe kondu. Ama öncelikle kanun, enerji sektörünü ve sivil halkın kullandığı temel sektörleri hedef aldı. Görebildiğim kadarıyla İngilizcede bu yaptırımların sıradan Suriyeliler üzerindeki etkilerini konu alan hiçbir metin kaleme alınmadı. Tek istisna, Monthly Review dergisinde 2020’de çıkan Chris Ray imzalı rapor. Ray, birinci elden tanıkların gözlemlerine ve onlarla yapılan söyleşilere dayanan çalışmasında, bu yaptırımların insanların evleri ısıtmak için kullanılacak yakıta, savaşın harap ettiği evlerini ve çatılarını tamir etmek için kullanılacak inşaat malzemelerine erişmelerine mani olduğunu söylüyor.

Avrupa’dan diyaliz makineleri getiremeyen Suriye’de sağlık sektörü çökmenin eşiğine geldi. Devletin teşvik sunduğu ilaçlar dağıtılamadı. Hükümetin pirinç, yakıt ve ekmek konusunda destek sunmaya devam ettiği koşullarda kamu bütçesi iyice küçüldü. Suriye parası bu süreçte pul oldu. Tüm halk, 2007’de kuşatma altındaki Gazze halkı gibi kuşatıldı. Suriye’deki çöküş, bu yaptırım politikasını inşa etmiş olan ve bugün büyük bir başarı elde ettiğini düşünen güçlerin bu politikayı başka yerlerde uygulamaları konusunda yüreklendirecektir.

Bizim de saygı duyduğumuz ve sevdiğimiz kimi insanlar bile Suriye’deki çöküşün önemini ve yol açacağı etkiyi göremiyorlar. Suriye’de yeni kurulan düzen, Filistinli örgütlerin eğitim kamplarını kapattı. İsrail’in Suriye toprağını işgal girişimlerine tepki koymadı. “Serbest piyasa” reformlarını ilân etti. Suriyeli komünistlerin, sosyalistlerin ve Arap milliyetçisi partilerin oluşturduğu Ulusal İlerleme Cephesi’ni dağıttı. Tam da bu bağlamda, insanların Suriye Arap Cumhuriyeti’nin sona erişinin etkilerini önemsiz görmelerini, bu etkilerin Suriye’nin egemenliği ve bölgedeki kurtuluş hareketi açısından yol açacağı sonuçları gereğince değerlendirememelerini nasıl değerlendiriyorsun?

Suriye, Direniş Ekseni’ne sunduğu destek basit bir söylemsel destek değildi. Köprü işlevi gören ülke bugün önemsiz görülemez. Dünya emperyalizminin hüküm sürdüğü koşullarda malların nakledilmesi için böylesi bir kanal açmak, epey bir zamana ve mücadeleye ihtiyaç duyar.

İdeolojik planda Suriye, laik solcularla Müslüman direniş hareketleri arasındaki köprü olarak iş gördü. Ülke, İran İslam Cumhuriyeti’ni Filistinli direniş örgütlerine bağladı. Suriye, bu örgütlere eğitim verdi. Bugün Suriyeli bilim insanlarını hedef alan suikastların asıl sebebi, devletin kendi araştırmacılarını Siyonizm karşıtlığı temelinde görevlendirmiş olması.

Suriye, İsrail’le onlarca yıldır savaştaydı. İsrail’e göre bu ülke, yok edilmesi gereken bir uzman havuzu meydana getirmişti. Bu suikastları ister Siyonistler gerçekleştiriyor olsun isterse tekfirciler, bir önemi yok. Önemli olan, bu suikastların Suriye’nin emperyalizm eliyle kalkınma yolundan kopartma girişimlerinin parçası olması.

“Kurtarılmış Suriye”de mezhepçi katliamlar gerçekleştiriliyor. Mezhepçilik, milletin önemli bir kısmının becerilerini ve yeteneklerini doğası gereği dışladığı için ulusal kurtuluşun düşmanıdır. Tam da bu sebeple HTŞ’nin tüm ülkeyi bir mücadele yürütmeden yönetebilmesi mümkün değil. Yeni direniş biçimleri oluşmaya başladı bile. İç savaş, Suriye’yi Siyonizme ve emperyalizme karşı itirazı besleyecek kaynakların aktarılması ve güçlendirilmesi imkânına sahip bölgesel bir aktör haline getirecektir.

Ama bugün görülüyor gericiliğin zaferi, eldeki kaynakların Siyonizmle ve emperyalizmle uzlaşma kanalına yönlenmesine neden oluyor. Suriye halkı, Siyonist teşekkülün topraklarını işgal etmesine karşı çıkacak, sınırlarındaki tehdide karşı koyacaktır. Ama bunun için Suriye halkının söz konusu fikirleri ve duyguları gerçeğe dökmek için örgüte ve egemenliğe ihtiyacı var. Suriye’nin geleceği, Irak, Lübnan, Ürdün ve Filistin’de sürecin ne yönde seyredeceğini tayin edecek. Suriye için mücadele, bölge, oradan da tüm dünya için mücadeledir.

Olan biteni kusursuzca aktardın, Patrick. Bize vakit ayırdığın için, ayrıca bu üzerine düşünülmüş, bilgilendirici cevapların için çok teşekkür ederiz.

Kaynak

0 Yorum: