25 Ekim 2025

,

Nepal’in GenZ Ayaklanmasının Açmazı


Bu makale, İşçi Enternasyonal Ağı (WIN) tarafından yakın zamanda düzenlenen çevrimiçi toplantıda Nepal’den aktivistler ve diğer katılımcılarla yapılan tartışmalara dayanmaktadır.

* * *

 

8 Eylül’de, STK’lar, sosyal medya fenomenleri ve tanınmış internet kullanıcıları tarafından yapılan eylem çağrılarının ardından, Nepal’in başkenti Katmandu’da kitlesel protestolar patlak verdi. Anlaşılan o ki gösterileri, hükümetin, 2023 tarihli Yüksek Mahkeme talimatına uyarınca, şikâyetlerin ulaşacağı adres için Nepal’e özel bir irtibat noktası belirlemedikleri ve bu düzlemde kendilerini kayıt altına aldırmadıkları gerekçesiyle aldığı, ABD merkezli birkaç sosyal medya platformunun hizmetlerini askıya alma kararı tetikledi.

Nepal hükümetinin, özel işletmelerin ülke genelinde iş kurmaları için artık yerleşik normlar halini alan sürelerin son tarihlerini periyodik olarak uzatması ardından, yerel düzenlemeleri görmezden gelmeye devam eden bu uygulamaların hizmetleri engellenmeye başlandı. Devletin bu bahsedilen adımı, hassas bir noktaya dokundu. Birçokları onu, zaten gizli bir hoşnutsuzlukla dolu bir ülke için bardağı taşıran son damla olarak değerlendirdi.

Kısa süre sonra ortaya konulan tepkilerin, dijital hak ve özgürlüklere yönelik baskı olarak algılanan bir hükümet önleminin boyutlarını aştıkları görüldü. 8 Eylül’de polis müdahalesi sırasında protestocuların ölümünün ardından öfkeli göstericiler, ertesi gün parlamento ve Yüksek Mahkeme de dâhil olmak üzere, ülke genelindeki birçok hükümet binasını yakıp kül etti. Kitlesel vandalizm yaşanırken, birçok politikacının evi, lüks oteller, araba galerileri ve özel ofisler de ateşe verildi.

9 Eylül’de Başbakan K. P. Oli’nin istifasıyla hükümet devrildi ve Nepal Ordusu, siyasi ağırlığa sahip tek güç olarak sahneye çıktı. Bu noktada, yoğun çatışmaların yaşandığı koşullarda “Z Kuşağı” (1997-2012 yılları arasında doğanlar), hızla şiddete mesafe koydu. İstenmeyen unsurların içeri girdiğini ve hareketin yönünü değiştirdiğini iddia ettiler. Anarşi olarak yansıtılmaya başlanan şeyden kendilerini ayırmak için aceleci bir hamleyle bazı “Z Kuşağı” aktivistleri, rejim değişikliğini gerçekleştirmeye dair hiçbir niyetleri olmadığını ilan ettiler. Eşzamanlı olarak, 10 Eylül’de ABD’ye ait bir oyun uygulaması olan Discord’da yapılan gayrı resmi bir anketle bir sonraki başbakanı seçmek için bir girişimde bulunuldu. Eski Yüksek Mahkeme Baş Yargıcı Suşila Karki, “Z Kuşağı”nın popüler tercihi olarak öne çıktı.

11 Eylül’de Genelkurmay Başkanı, hükümet karşıtı protestolar sırasında öne çıkan kişileri davet etti. Bu noktada, “Z Kuşağı” içerisinde çatlaklar ve çatışmalar açığa çıkmaya başladı. Müzakerelere davet edilenler arasında Hami Nepal gibi batıdan fonlanan STK’lar ve sosyal medyada yoğun bir şekilde yer alan kimi başka benzeri gruplar bulunuyordu. İşin tuhaf yanı şu ki, Hami Nepal'in yüzü, eski bir DJ olan, OMG isimli gece kulübünün sahibi Sudan Gurung, “Z Kuşağı” olarak nitelendirilemeyecek kadar yaşlıydı.

Tartışmalı geçen müzakere süreci ve lobicilik faaliyetleri, hoşnutsuzluğa yol açtı. Kendilerini dışlanmış hisseden kimi isimler, çıkar gruplarının hareketi rayından çıkardığını ve geçici hükümetin “Z Kuşağı” liderlerine danışmadığını iddia etmeye başladılar. Geçici Başbakan Karki ve kabinesinin, Eylül ayındaki protestolarla ilgili soruşturmalara onay vermesi, Maitighar’da (Katmandu) daha fazla protesto yapılmasına izin verilmemesi gibi müteakip adımlarla birlikte, kendilerini “Z Kuşağı” lideri olarak ilan eden kimi isimler hareketten koptular.

“Z Kuşağı”nın Kimliği ve Çıkarı: Bir Ayaklanmanın Anatomisi

Kitlelerin 8 Eylül’deki polis cinayetlerine tepki olarak yaptıkları şiddet eylemleri, rejimin çöküşünü hızlandırdı. Ancak bugün artık Eylül ayaklanması konusunda kanıksanan hikâyede, hareketin şiddete yönelmesinin sadece bir tahrik ve art niyet üzerinden izah edildiğini görmek gerekiyor. Artık bu momenti kimse sahiplenmek istemiyor.

Birçok kişi, bebeğin yıkandığı banyo suyuyla birlikte bebeği de çöpe atıyor: bu anlamda genel değerlendirmelerde, protestocuların amorf kitlesinin sesi işitilmiyor. 8 Eylül’de güvenlik görevlileriyle yaşanan ve giderek tırmanan çatışmalarda elit okul ve kolejlerden gelen gençler geri çekilirken, yoksul “Z Kuşağı”nın sesine kimse kulak vermiyor.

Bu alt sınıfa mensup “Z Kuşağı”, zenginliğe ve kayırmacılığa dair simgelerin yanında iktidara ve imtiyazlara savaş açtı. Sokak denilen cenk meydanına bu yüzden indi. Nepal’in alt sınıfı sokaklara dökülürken, dehşete kapılmış olan elit “Z Kuşağı”, oturma odalarının rahatlığında sosyal medyalarında sahte isimlerle açtıkları sohbet odalarına saklandı.

Nepal’de son dönemde yükselen dip dalgayı oluşturan kimlikler, eylemler, programlar ve gündemlerle ilgili bir değerlendirmede bulunabilmek için, Eylül ayındaki ayaklanmanın anatomisine daha yakından bakmak, ayrıca genelde “Z Kuşağı” torbası içine atılan farklı yaş gruplarını eleştirel bir incelemeye tabi tutmak gerekiyor.

Ayaklanma sırasında özel olarak belirli kamu kurumları hedef alındı. Belirli bir kuşağa mensup siyasetçilere saldırıldı. Bu da ayaklanmada gerici güçlerin rol oynadığına dair bazı değerlendirmelerin yapılmasına neden oldu. Bu tür görüşlerin tümüyle temelsiz olmadığını söylemek gerekiyor.

Çok partili sistem ve monarşi sonrası federal demokrasi döneminde siyasetçiler, halkın öfkesinin orantısız yükünü çekerken, Nepal’de kral baştayken kullanılan pançayat sisteminde (1960-1990) görevde olan siyasetçiler ve başbakanlar, bu saldırıdan kurtuldu. Dahası, hapisteki bir monarşist siyasetçi, ayaklanma sırasında büyük kalabalıkların hapishanelere saldırması sonucu, hapisten kaçmayı başardı. Bu türden gelişmelerin altında, öfkeli “Z Kuşağı”nın yarattığı dalgaya binip, geçmişte halk mücadeleleriyle inşa edilmiş olan federal demokrasi yapısını yıkmak umuduyla hareket eden monarşistlerin, anti-federalistlerin ve Hindu üstünlükçülerinin imzası olduğu net bir biçimde görülüyor. Monarşinin 2008’deki çöküşünden bu yana yaygınlaşan siyasi istikrarsızlığın, monarşi yanlılarına yeniden toparlanmaları ve monarşiye dönüş için hak iddia etmeleri için bolca fırsat sağlaması göz önüne alındığında, bu bahsini ettiğimiz ihtimalin güçlü olduğunu söyleyebiliriz.

Monarşi yanlısı mitingler 2025’in başlarında gündeme geldi; bunlardan biri de, dört aydan biraz daha uzun bir süre önce Mayıs ayında gerçekleşen Katmandu’daki büyük mitingdi. Dolayısıyla, Eylül ayaklanması sırasındaki hedeflerin çoğunun, monarşiye meydan okuyan kurum ve kişilerden oluşması tesadüf değil.

Ancak gene de “şiddet eylemlerinin tümünün arkasında iktidara aç monarşistlerin ve anti-federalistlerin entrikaları vardır” denilemez. Protestocular arasında, Katmandu’ya komşu bölgelerden gelen çok sayıda öfkeli emekçi kitlenin de bulunduğu görülüyor. Bunların büyük kısmı, çok düşük ücret alan, gayrı resmi işlerde köle gibi çalışan, şehre yeni göç etmiş gençler. Şehirlerdeki bu alt sınıfın önemli bir kısmı, istikrarlı bir gelir akışının garanti olmadığı çok sayıda geçici işe ve geçici işe yöneldi; bu da sürekli dış göçü ve sürekli daha iyi iş arayışını körükledi. Özellikle, Nepal kentlerindeki emekçi kitleleri, düşük ücretli ev işlerinde (dokuma, örgü, nakış), temizlik işlerinde, seyyar satıcılıkta, otellerde temizlik ve yemek pişirme işlerinde vb. güvencesiz bir şekilde çalışan kesimler oluşturuyor. Birçoğunun eline yakın dönemde, iş ve eğlence amacıyla bir cep telefonu geçti. Vlog ve video çekimleri, boş zamanlarının büyük bir bölümünü kaplamış durumda, Instagram paylaşımları, aşırı gerçek gösteri dünyasındaki durumlarına ve imajlarına dair daha güçlü bir algıyı aşıladı. Ancak bu durum, İngilizce bilen, toplumun gündemine daha fazla hâkim olan kentli orta sınıflar için pek geçerli değil.

“Z Kuşağı”, dijital âlemle ilişki konusunda ciddi farklılıklarla ve derin bir uçurumla tanımlı. Bu, ilgili kuşağın içerisindeki sınıfsal konumların farklılığını ortaya koyuyor. Dolayısıyla, ülkenin orta sınıfları ile geçimlik köylüler ve topraksız işçilerden oluşan emekçi kitleler arasındaki farkı tespit etmek zor değil.

Son on yılda internet bağlantısı nüfusun yarısından fazlasını kapsayacak şekilde, hızla genişledi, ancak bu durum, dijital teknoloji ve bilgi birikimine, oyun uygulamalarına ve sosyal medya platformlarına eşit erişimi güvence altına almadı. Büyük çoğunluk, ülkenin kentli elitlerinin gösterişli tüketimine, kendine has yaşam tarzlarına damga vuran şık akıllı telefonlara, çok sayıda indirilmiş uygulamaya ve kolayca şarj edilebilir veri paketlerine sahip değil. Birçok Nepalli için sosyal medya erişiminin ulaştığı en uç nokta, WhatsApp ve Facebook.

Nepal’in kent merkezli orta sınıfları, çok çeşitli sosyal medya platformları, şık elektronik cihazlar, pahalı arabalar, çok sayıda e-cüzdan, gelişen kafe kültürü ve Katmandu, Lalitpur, Pohara gibi şehirlerdeki gece hayatı gibi tüketimlerine yansıyan çok daha yüksek satın alma güçleriyle karakterize edilir.

Şehirlerin değişen manzarası, orta sınıf gençliğinin değişen yaşam tarzlarını da desteklemektedir. Günümüzde büyük şehirlerde, modernize edilmiş ofis ortamları sunan kafeler, damakları dünya mutfağından lezzetlerle buluşturan lüks restoranlar, büyük showroom’lar, devasa mağazalar, çok sayıda lüks butik ve beş yıldızlı otellerle dolu olduğunu görmek alışılmadık bir durum değildir. Dahası, turist sayısındaki artış yanında yüksek gelir getiren, ranta dayalı ekonomi, mülk edinme imkânına sahip bir grup orta sınıfa fayda sağlamıştır. Orta sınıf söz konusu olduğunda, uluslararası kuruluşların ve STK’ların Nepal halkına dolar cinsinden ödeme yaparak kiraları ve kentsel yaşamın diğer maliyetlerini artırması, artık kanıksanmış bir durum.

Değişen yaşam standartları, yurtdışındaki Nepal vatandaşlarından gelen istikrarlı para transferleriyle de bağlantılıdır. Ülke içindeki çok sınırlı iş fırsatları, hanelerin dörtte üçünden fazlasının para transferlerine bağımlı hale gelmesine neden olmuştur. Birçok durumda, bu yurt içi para transferleri, tüm haneler için refah ve daha yüksek satın alma gücü getirmiştir. Para transferlerinin önemi, ülkenin gayri safi yurtiçi hâsılasına (GSYİH) yansımıştır. 2023 itibarıyla ülkeye yapılan para transferinin toplam tutarı 11 milyar doları bulmuş, bu anlamda yurtdışından gelen para transferlerinin GSYİH içerisindeki payı %26,6’ya ulaşmıştır. Bu para transferlerinin bir kısmı, daha iyi ücretli, beyaz yakalı işlerde çalışan Nepallileri içerse de, aslan payı, köylerden düşük ücretli mavi yakalı işlerde çalışmak üzere, yurtdışına taşınan çok sayıda gençten gelen para transferlerinden oluşmaktadır.

Genel olarak yurtdışındaki Nepallilerden gelen para transferlerinin artmasıyla birlikte, ülke, orta sınıflarda sayısal bir büyümeye tanık oldu. Nepal, hem belirgin bir alt orta sınıfa hem de ekonomik olarak daha istikrarlı bir üst orta sınıfa sahip. Bununla birlikte, para transferi, göründüğü kadar parlak bir hikâye değil. Öncelikle, alt orta sınıf, genellikle kendisini Nepal’in emekçi yoksulları arasına geri itebilecek ekonomik yıkımdan bir kaza, bir hastalık veya tıbbi komplikasyon kadar uzakta. Ayrıca, iş için göç eden Nepalli gençlerin büyük bir kısmının yolsuzluk uygulamalarına yakıt sağladığı ve memleketlerindeki ailelerini geçindirmek için yurtdışında sömürü oranı epey yüksek işlerde çalıştıkları da herkesin bildiği bir sır.

Daha da önemlisi, “sonradan görmelik” yanında sosyal medyaya düzenli olarak maruz kalma, lüks yaşam tarzlarına ve son teknolojinin sunduğu imkânlara erişim özlemlerini körükledi. Ancak Nepal gençliği, küreselleşmiş dünyanın diğer bölgelerindeki dünyayı dolaşan akranlarına kıyasla keskin bir yoksunluk hissinden kaçamıyor. Sürekli çevrimiçi olan Nepal gençliği, çevrimdışı dünyalarıyla çelişen zıt gerçeklerle tekrar tekrar karşı karşıya kalıyor; bu gerçeklik, yerine getirilmemiş ilerleme, büyüme ve refah vaatleriyle gölgeleniyor. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, bürokratların ve politikacıların yolsuzluklarının periyodik olarak ifşa edilmesi, gençler arasında artan bir huzursuzluğu besledi. Demek ki, Nepal’de iktidarı deviren protestolar, farklı kesimler ve sınıflarda görülen somut hoşnutsuzlukların bir karışımının bir neticesi.

Covid-19 pandemisinin ardından ciddi bir durgunlukla karşı karşıya kalan bir ülke için saatli bomba, kelimenin tam anlamıyla, tıkır tıkır işliyor. Mevcut ekonomik durgunluk, düşük tarımsal ve endüstriyel üretim, azalan döviz rezervleri, yüksek enflasyon ve gençler için iş fırsatlarının eksikliği, bu sürece damgasını vuruyor. Gençler, bunun sonucunda çoğunlukla komşu ülkelerdeki düşük ücretli çalışan yoksulların saflarına katılmak üzere, büyük sayılarda yurtdışına göç ediyor. Genel işsizlik, 2022-2023’te %12,6 iken, yirmi dört yaşın altındakiler arasında bu oran, şaşırtıcı bir şekilde %22,7’ye çıktı. Ekonomik zorluklar, 2023 protestoları gibi, durgunluktan ağır etkilenen tefeci mağdurları, çiftçiler ve okul öğretmenlerinin sokak gösterilerini dönem dönem körükledi.

Ülkenin durgunluktan “kurtulması”, daha önceki çarpık ekonomik kalkınma nedeniyle karmaşık bir hal aldı. Oysa tuhaf olan şu ki Nepal, önemli stratejik kaynaklara sahip; bunlar arasında muazzam hidroelektrik potansiyeli, geniş ormanlar, biyolojik çeşitlilik ve hatta önemli ama gelişmemiş mineral yatakları bulunmaktadır. Ayrıca, ülke, nispeten yakın ilişkilere sahip olduğu Hindistan ve Çin arasında önemli bir jeostratejik konumda bulunuyor. Örneğin Hindistan, Nepal ile açık bir sınır paylaşıyor. Ancak bu avantajlara rağmen, Nepal ekonomisi, büyük ölçüde geleneksel tarım biçimlerine, göçmen işçi dövizlerine, ayrıca dönemsel yükselişlere ve krizlere tabi olan bir turizm sektörüne bağımlı olmaya devam etmektedir.

Son yıllarda Dünya Bankası tarafından alt-orta gelirli bir ekonomi olarak gösterilen Nepal, içeride belirgin bir gelir eşitsizliğiyle maluldür; bu, monarşi sonrası rejimlere yönelik hayal kırıklığını aktif olarak körükleyen, rahatsız edici bir gerçekliktir. 1995-1996 ve 2022-2023 yılları arasında en yoksul yüzde 20’nin kişi başına düşen geliri 2.020 rupiden 61.335 rupiye yükselirken, aynı dönemde en zengin yüzde 20'nin geliri 19.325 rupiden 259.867 rupiye yükseldi. Dahası, ekonomik sıkıntı eşitsiz bir şekilde dağıldı. Bununla birlikte, ekonomik sorunlar farklı etkileri tetiklese de, bir yandan da kitlesel hoşnutsuzluğun farklı biçimleri için gerekli yolu açtı. “Z Kuşağı”nın başlattığı gösteriler ve eylemler, halkın gelişmeye ve hesap verebilirliğe dair özlemlerini gündeme getirmeleri sebebiyle hızla dikkat çektiler. Mevcut siyasal sistem, emekçi kitlelerin yaygın sömürüsünü ve orta sınıflarda giderek derinleşen yabancılaşmayı hızlandırdığı için başlıca hedef haline geldi.

Ketlenmiş Devrim: Parlamenter Demokrasinin Çıkmazı

Mevcut bağlamda, “yeni Nepal” için gerekli yapının kurulacağına dair iddiaların pek güven vermediğini söylemek gerekiyor. Öncelikle bugün atılan adımların yeni olmadıkları görülmeli. Yepyeni bir Nepal inşa etme çabalarının başlangıcı, daha uzun ve daha önemli bir tarihe sahip. 2008’de resmen yürürlükten kaldırılana dek monarşi ülkede 240 yıl hüküm sürmüştü. Hayatta kalan son Hindu krallığıydı. Var olduğu sürece monarşi, Brahma rahiplerinin inşa ettiği Hindu geleneklerine sıkı sıkıya bağlıydı ve bunları aktif olarak yayıyordu. Nepal’da halk, kutsal bir statüye sahip olduğunu iddia eden kralların ortaklığında ve gözetiminde sömürülüyor, zulme uğruyordu.

Yirminci yüzyılın başlarında, Şah hanedanlığı dönemindeki baskıcı monarşi yönetimi dönem dönem sorgulamalara maruz kaldı. Örneğin 1990’da, “Jana Andolan” olarak bilinen ve haftalarca süren, tüm ülkeyi kuşatan protestoların ardından, dönemin Kralı Birendra, halkın demokrasi taleplerine boyun eğmek zorunda kalmıştı. Nepal Kongresi ve çeşitli “sol” partilerin önderlik ettiği hareket, çok partili parlamenter sisteme sahip anayasal monarşi dönemini başlattı. Bu sistem, sarayın on yıllardır iktidarı elinde tutmasına imkân tanıyan eski partisiz Pançayat sisteminin yerini aldı.

Bundan sonra işler yolunda gitmedi. Demokrasi için mücadele eden siyasi partiler arasındaki birliğin, kısa sürede patlak veren sert kavgalar sebebiyle kırılgan olduğu görüldü, bu da istikrarsız koalisyon hükümetlerine ve sık sık yaşanan liderlik değişikliklerine yol açtı. Skandallar ve idari yetersizlikler, kitleleri hayal kırıklığına sürükledi.

Doksanların ortalarından 2006’ya kadar uzanan dönemde Nepal’de, bilhassa kırsal alanlarda, monarşi karşıtı, toplum ile ekonomide radikal bir dönüşüm talep eden, uzlaşmaz ve dirençli bir mücadele açığa çıktı. 2004 yılına gelindiğinde, Himalaya’daki krallığın birkaç şehri haricinde, Maoistlerin önderliğindeki devrimci güçler, Nepal’in büyük kısmını kontrol altına aldılar. Bu güçler, köylerde, yaygın kast baskısı ve cinsiyet ayrımcılığıyla mücadele kampanyalarına öncülük eden, halk hükümetine ve halk mahkemelerine dayanan, paralel bir yönetim kurdular. Bu halk savaşı sürecinde, büyük toprak sahiplerinin toprakları da çeşitli yerlerde ele geçirilerek yoksul köylüler ve topraksızlar arasında yeniden dağıtıldı.

Bununla birlikte, söz konusu on yıl kendi açmazını yarattı. Bir yandan, büyük bir ordu tarafından desteklenen monarşi, seçilmiş parlamentoyu küçümsemeye devam etti. Diğer yandan, Maoistler, hükümete karşı güçlü bir gerilla savaşı yürüttüler, kırsalda paralel bir idari yapı kurdular ve köylü tabanlarını düzen yanlısı kent merkezlerini kuşatacak şekilde genişlettiler. Yedi büyük parlamento partisini içeren Yedi Parti İttifakı’nın kurulmasının ardından, hükümet ve Maoistler arasındaki mücadele sürdü, hem ittifak hem de Maoistler, sırasıyla monarşiyi iktidarın devri konusunda müzakerelerle ilgili sıkıştırmaya çalıştılar. Yoğunlaşan iç savaşa tepki olarak, dönemin kralı Gyanendra, krizden politikacıları sorumlu tuttu ve Nisan 2006’da iktidarı ele geçirmek için seçilmiş parlamentoyu feshetti. “Jana Andolan II” olarak adlandırılan kitlesel protestolar, kralı geri çekilmeye zorladı.

Uzun soluklu bir halk savaşını sürdürmenin zorluklarını dile getiren ve Halk Kurtuluş Ordusu’nun sadık ordu teşkilatı tarafından korunan monarşiye karşı cepheden bir saldırıda ne kadar başarılı olacağından şüphe duyan Nepal Komünist Partisi (Maoist Merkez) / NKP liderliğindeki Maoistler, sonunda müzakere masasına çekildi. Karar, on yıl süren savaş sırasında bildirilen çok sayıda ölümün ve kaybın ardından alındı. NKP, 21 Kasım 2006’da hükümetle Kapsamlı Barış Anlaşması’nı imzaladı. Monarşinin kaderi ve Nepal’in geleceği konusunda karar verecek bir Kurucu Meclis kurulması yönündeki kritik taleple ilgili varılan uzlaşının ardından NKP, iç savaşı durdurmayı kabul etti. Buna karşılık, Maoistlerin disiplinli kadro tabanı olan Halk Kurtuluş Ordusu, rehabilite edilip Nepal Ordusu’yla bütünleştirilmesini esas alan bir anlayış üzerinden silahlarını teslim ederek BM tarafından izlenen kamplara yerleşti. Bu arada Maoist liderler, ana akım siyasete katılarak, Nepal kırsalında paralel yönetim amaçlı kurdukları ağları dağıttılar. Geçici bir anayasa, kralı yetkilerinin çoğundan mahrum bıraktı ve Nepal’in laik bir devlet olduğunu duyurdu.

İki yıl sonra, Nisan 2008’de yapılan Kurucu Meclis seçimleri, Maoistlerin Meclis’te çoğunluk olmalarını sağladı. 28 Mayıs’ta meclis, monarşinin kaldırılması ve kralın mülklerinin millileştirilmesi yönünde karar aldı. Nepal’in federal demokratik bir cumhuriyet olduğu duyuruldu. Ancak, Kurucu Meclis’teki diğer siyasi partiler, kendi yerleşik kitle tabanlarını ve belirli çıkar gruplarını temsil ettiklerinden, uzun süreli bir çıkmaz ortaya çıktı; bu da Maoist Halk Kurtuluş Ordusu’nun Nepal Ordusu içerisinde özümsenmesine mani oldu.

Gerçekte, devrimci mücadelenin iki temel başarısı olan halk ordusu ve paralel yönetim (devrimci bir özyönetim organı) bu süreçte epey yıprandı. Sonraki yıllarda, Maoistlerin kırsal kesimdeki destek tabanı küçüldü; kadro tabanı da, Halk Kurtuluş Ordusu’nun özümsenmesi ile ilgili olarak yürütülen uzun müzakere süreci ve Nepal için vaat edilen özgürleştirici Anayasa’nın oluşturulamaması sebebiyle, giderek hayal kırıklığına uğradı. Görev süresi iki yıl uzatılmasına rağmen, Kurucu Meclis, dört yıl sonra bile yeni cumhuriyet için bir anayasa hazırlayamadı. Yeni Kurucu Meclis seçimlerinde ikinci sıraya gerileyen Maoistler küçüldüler. Çeşitli seçim ittifaklarının aracılık ettiği ve sonraki birkaç yıl içinde hızla çöktüğü bir pazarlık dönemi yaşandı. Mevcut istikrarsızlık, 17 yıldan biraz daha uzun bir süre içerisinde (Nisan 2008’den Ağustos 2025’e kadar uzanan süreçte) ülkenin 15 başbakan görmüş olması gerçeğinde de karşılık buldu.

Bu yaygın siyasi istikrarsızlık, yalnızca siyasi ayrışmadaki derin ideolojik farklılıklarla iç içe geçmemişti. Bu, devrimci güçlerin burjuva temsili siyaset sistemi içerisinde erimesiyle şekillenen bir trajediydi ki bu konuya ileride tekrar döneceğiz.

Benzer şekilde, Nepal’in siyasi sorunları da Batı emperyalizminin, bölgesel güç bloklarının (özellikle Hindistan) ve Rastriya Svayamsevak Sang (Ulusal Gönüllü Birliği -RSS) tarafından desteklenen Hinducu sağ kanadın sinsi müdahaleleriyle bağlantılıdır.

ABD ve müttefikleri, Nepal gibi önemli bir sol kütleye sahip olan ülkelerde siyasi sonuçları etkilemek için uzun zamandır yumuşak güç kullanıyor. Günümüz bağlamında, bu yumuşak güç, Batılı büyükelçiliklerin ve uluslararası bağışçı kuruluşların Nepal’deki STK’lara aktardıkları parada karşılık buluyor. Bu para, ülkenin kalkınma ve yönetim modelinin kapitalizmi desteklemesi, ülkedeki siyasi ve ekonomik durgunluk koşullarında emperyalizmin rolünün küçümsenmesi için akıtılıyor.

Hindistan da Nepal üzerinde belirgin bir etkiye sahip. Bölgedeki stratejik çıkarlarını korumak için, Hindistan devleti bünyesinde bir biri ardı sıra iş başına gelen hükümetler, diplomatik baskı, abluka vb. yöntemlere başvurarak, Nepal’i Hindistan’ın kendi “nüfuz alanları”ndan biri haline getirmeye çalıştılar. Dahası, Hindistan’da Hindu sağcılar, eski monarşinin garanti altına aldığı Hindu siyasi hâkimiyetini yeniden tesis etme yönünde kurnazca bir girişimde bulunarak, Nepal’de yeni kurulan cumhuriyet için bilinçli olarak siyasi krizleri körüklediler.

RSS’ye göre Nepal, Hindu Raştra (Hindu Ulusu) medeniyet projesinin önemli bir parçasıydı. Buna paralel olarak, dini kurumlar, kültürel ağlar ve siyasi açıdan anlayışlı devlet adamları aracılığıyla RSS, Nepal’de nüfuz kazanmaya çalıştı. Genç Nepalliler arasında yaygın olan mevcut hayal kırıklığı göz önüne alındığında, bu girişimler kendilerini geliştirecek kanallar buldular.

Son zamanlarda Hinducu güçler, Hindistan’ın otoriter, mezhepçi politikaları doğrultusunda Nepal’in bir Hindu devleti olarak yeniden kurulması için daha kolay destek buldular. Genelde bu girişim, monarşiyi “gerçek” Nepal kimliğinin koruyucusu olarak görüyor, gösteriyor. Federal cumhuriyette yaşanan yolsuzlukları ise laiklikteki “etkisizliğin” kanıtı olarak sunuyor.

Yukarıda belirtilen zorluklara rağmen, 2008’den bu yana önemli başarılar elde edildi. Elektrik ve yol gibi altyapı ve hizmetlerdeki eşitsiz gelişmelere rağmen, insanların bu imkânlara erişimi, önceki on yıllara kıyasla istikrarlı bir şekilde arttı. Ülke, 2008’deki yaklaşık %25,4’ü bulan yoksulluk seviyesinden 2024 yılına kadar %4’e ciddi bir düşüşe tanıklık etti. Mutlak yoksulluğu azaltmak amacıyla 2008-2009’dan bu yana yaşlı vatandaşlar, Dalitler, bekâr kadınlar ve engelli bireyler için aylık ödenekler gibi çok sayıda sosyal koruma programı uygulamaya konuldu. Nihayet 2015’te yeni bir anayasa da yürürlüğe girdi. Temel amacı göz önüne alındığında, Anayasa, yakın zamana kadar monarşi tarafından korunan ve desteklenen eski rejime karşı hiç de küçümsenmeyecek bir başarıyı temsil ediyordu.

2015 Anayasası’nın genel çerçevesi, eski Hindu devleti altındaki merkezi otoriter yönetimden, Nepal toplumunun daha fazla demokratikleşmesine kendini adamış laik, federal tarzda bir cumhuriyete geçişi garanti altına aldı. Yedi ayrı idari bölgeden kaynaklanan farklı yerel ihtiyaçları ve zorlukları hesaba katan bir sistemi getirdi. Dahası, 2015 Anayasası, Nepal toplumundaki, çoğu tarihsel olarak dışlanmış ve vatandaşlık, temsil ve katılım konularında kavga vermek zorunda kalmış çok sayıda grubu içeren zorlu müzakereler neticesinde dikkatle yapılandırılmış bir metindi.

Bunların yanı sıra, monarşi sonrası dönemdeki diğer önemli başarıları da göz ardı etmemek gerek. Örneğin, yaygın kast sistemi ve Brahmanların siyasi ve sosyo-kültürel yaşamdaki hâkimiyetiyle karakterize edilen bir ülkede, 2008’deki Kurucu Meclis seçimlerinden bu yana, Dalit bakanların orantılı temsil yoluyla yönetime girmeleri dikkat çekici bir gelişmedir. Buna karşılık, partileri yasaklayıp iktidarı krala bağlayan Pançayat sisteminde (1960-1990), bakanlık görevlerinde yalnızca çok az sayıda Dalit görev almıştı ki bunlar da esas olarak bakan yardımcılığı veya eyalet bakanlığı görevleri üstlenmişti. Çok partili parlamenter sistemin ardından gelen dönemde (1990-2002), atanan 336 kabine bakanından hiçbiri Dalit toplumundan değildi. Tam tersine, monarşi sonrası dönemde Dalitlerin kabine bakanı olarak atandığına şahit olundu. Bununla birlikte, 2012 sonrası kurulan Yerel Yönetimler’de Dalitlerin oranlarında görülen düşüş, sınırlı katılımları konusunda endişelere yol açtı.

Şüphesiz, monarşinin yıkılışı muazzam bir başarıydı. Bu noktada temsili sistem aracılığıyla yeni bir toplumun yaratılabileceği varsayılmıştı. Ülke, temsili demokrasinin hâkim olduğu modelin çerçevesini çizdiği bir anayasa hazırlama sürecine girdi, bu da devrimci ihtimalleri ve sonuçları bir biçimde ketledi. Bir zamanlar devrimci mücadelenin öncüsü olan Maoistler ve diğer sol oluşumlar, temsili sistem tarafından yutuldular. Bunlar, iktidar olmanın ve ayrıcalıklara kavuşmanın döşediği tuzaklara düştüler. Bugün halkın geneli, bu örgütleri yolsuzluk denilen bataklıkta debelenen oportünist yapılar olarak görüyor.

Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Nepal’de halkın çoğunluğunun yoksulluk içinde yaşarken önemli solcu liderlerin gösterişli bir hayat sürmeye başladıkları gerçeği göz önüne alındığında, sol partilerin yüzleştikleri itibar kaybı, beklenen bir gelişmedir. Dahası, Nepal’de sol partilerin taban hareketlerini zayıflattıkları, neoliberal ekonomik politikaların yerleşmesini kolaylaştıran çeşitli hükümet önlemlerini benimsedikleri gerçeği dikkate alındığında, ülkeyi sosyalist manada yeniden yapılandıracaklarına dair iddialarının içi boş ve temelsiz oldukları görülmektedir.

Maya John
14 Ekim 2025
Kaynak

24 Ekim 2025

,

Hegemonya

 

Akıllı bir hükümdar ve becerikli bir komutan
casuslukta görevlendirmek için en zeki adamları seçmelidir.

[Sun Tzu -Savaş Sanatı]

 

Mücadele etmeyenler, mücadele edenlerin emeğiyle açtığı alanda kendini var etmeye çalışırlar. Günümüz dünyasında ideolojik zafer kazanılmadan politik zafer kazanmanın imkânı yoktur.

Daha önce de belirttiğimiz gibi ideoloji, mücadelenin beynidir. İdeolojik mücadelede önce zihinlerde hegemonya inşa edilmezse beyinden darbe alan canlıda görüldüğü gibi vücudun dengesi bozulur. Bu yönüyle ideolojik mücadele, sosyalizm mücadelesinin olmazsa olmazıdır.

İdeolojik mücadele, iç ve dış olmak üzere iki boyutta yürütülür. Dış boyutta düzenin ideolojisi, iç boyutta ideolojik sapma yer alır. Bugün sol, dış boyutla ideolojik mücadeleyi yürütemeyecek durumdadır çünkü çürüme içeride başlamıştır.

Politik kaygı, ideolojik iflası beraberinde getirmiştir. Kimlik politikalarından milliyetçi savruluşa kadar kendini kaptıran sol, cinsiyetçi, muhazakâr, ulusalcı algılanmama kaygısıyla emperyalizmin ideolojik-politik aparatına dönüştü.

Çokluk teorisinin mucidi Negri de Kızıl Tugaylar'ın şeflerindendi ve beş yıla yakın cezaevinde kaldı. Geldiği yer ise küreselci ideolojiydi. Bugün sol, Negri’nin yolunda revan, emperyalizmin ayağı altında turab olmuştur.

İştiraki’ye bu solun bakışı ideolojik iflasın dışavurumudur. Belgesiz hiçbir yazıya ve eleştiriye yer verilmediği hâlde her eleştiride görmemeyi/inkârı seçen sol bastırmayı, bastıramıyorsa mülküne almayı ideolojik mücadele diye kitlelere empoze ediyor. Bizim eleştirilerimize verecekleri yanıtları yok! Bu iddialı bir söylem olmayıp yaşanan sürecin somut özetidir.

İdeolojik mücadeleyi ve düşünceyi "Siz kaç kişisiniz, neredesiniz!" tepkisiyle karşılayıp ideolojik alanla politik alan arasındaki çizgiyi düzlüyor, Hanzala’dan bekledikleri gibi “yüzünüzü dönün” diyorlar. Yüz, görünme, ifşa-teşhir politika yapma ve ideolojik mücadele diye sahneye çıkarılıyor. Tarihin değil, gösterinin sahnesine çıkan, imaj peşindedir. İdeolojik mücadele surete değil, düşünceye ve cesarete bağlıdır. “Eleştirdiğiniz konuda argümanlarınızı kanıtlayan belgeniz var mı?” diye sormak yerine görüntü ve gösteri talep etmek, düzenin ideolojisiyle değerleri tahribata uğratmaktır.

Lenin, ideolojik mücadeleyi sözde solu ve sapma akımları eleştirme üzerine kurmuştu çünkü güçlenmeyen iç kalenin ve zihni bulanmış askerlerin savaşma kararlığı yoktur, sonuç, kaçınılmaz bir yenilgidir. Bugün neden sağ ideolojileri eleştirmediğimizin yanıtı, dost-düşman ayrımını netleştirmekten geçer. Dost eleştirilir, düşmanla savaşılır. Bugün sol, bu ilkeyi tersine çevirmiş durumda: Düşman eleştirilir, dostla savaşılır.

İştiraki’ye yönelik sol operasyonunun yanıtı sadece İştiraki’yi değil, ideolojik mücadelenin ilke ve kapsam alanını bağlar. Bu yönüyle soruna öznel yaklaşım sergilemek, benmerkezciliktir.

19 Mart protestolarında CHP’ye gece bekçiliği ve milisliği Saraçhane’de yapılırken yüzüne Ekrem maskesi takan kişiye flama verdiği için eleştirdiğimiz çevrenin taraftarları tarafından pespaye bir dille saldırıya uğradık. CHP’nin çizdiği alanda Ekrem’in gösterdiği hedefte yürümenin sapma olduğunu, Gürcistan’da halk hareketi aramanın anti-emperyalist odağın yönünü şaşırtmak olduğunu, feodalizmle mücadele yürüttüğünü iddia edenlerin hakaretle karşılık vermesinin sosyalist değerlere aykırı olduğunu dile getirdiğimizde faşistlere uzanmayan dil bize uzandı.

Emperyalizmin halkı sıkıştırdığı makasın iki kolundan biri DY, diğeri TKP’dir. Geriye kalanlar, bu makasın kollarında hizaya dizilenlerdir. Bu gerçekle ideolojik hesaplaşma yaşanmadıkça sömürüyü yıkmanın hiçbir yolu yoktur. İçte güçlü olmayan, dıştakine yenilmeye mahkûmdur.

İçte olduğunu iddia eden EMEP’in önceli HK, 70’li yılların ortasında Denizler asıldıktan sonra 74 Affı’yla salıverilince ideolojik hesaplaşmayı Hüseyin İnan’ın broşürü üzerinden yaptı: İnan’ın tezleri “Troçkist ve maceracı” kabul edildi. Affı çıkaranlara diyet ödeniyordu çünkü döneklerin ortak özelliği, sırtını döndüğü/içinden çıktığı yere vurmaktır, ilk hamle burayadır. Böyle kalmadı, ardından kitaplar ve dergi dosyaları yayınlandı: “Mahir ve küçük burjuva devrimciliği”; “İbrahim ve küçük burjuva devrimciliği.”

TKP revizyonizmi HK’da canlanıyordu, ruhların göçü gerçekleşiyordu. Asıl Troçkist aranıyorsa bugün TKP ve EMEP’tir, her ikisi de salt işçiciliği sosyalizm diye ajite ediyor. Gorbaçov glosnast ve perestroyka açılımlarını yaptığında Sovyetlerin çözülüşüne destek TKP’den geldi, bu sapmayı destekleyen dergi çıkardılar.

Benzer şekilde, partileşmeyi önüne koymayan DY sivil toplumculuğun, toplumsal muhalefetçiliğin ve kendiliğindenciliğin ülkedeki mimarıdır. Bu nedenle makasın iki kolu ideolojik açıdan teşhir edilip tasfiye edilmediği sürece Saraçhane’de CHP milisliği yapanlar, Şişli’de stratejik ittifak forumu gerçekleştirenler eksik olmayacaktır. Onlar eksik olmadıkça da kitlelerin dinamizmi törpülenmekten kurtulmayacaktır.

HK’nin bir kopyası da Çağrı dergisi çevredir, o da İbrahimci olduğunu savunur ama İbrahimlerin mücadelesine “Narodnik” der.

Yazımızdaki iki görselin ortak özelliği var: Mücadele edemediğin bastırılamıyorsa onu mülküne geçirmelisin! Hegemonya mücadelesi ESP ve TKP nezdinde nihayete ermiştir. Bedrettin’in kurduğu Anadolu ortaklığından bihaber, adında “şeyh” geçtiği için onu kendi tabanına tanıtmak istemeyen TKP, özellikle Ekim ayına denk getirip Ortaklaşa diye dergi çıkardı. Aynı tarihte Şişli’de başka reformizmin ortaklık arayışı icra edildi. Sembol ve icra reformizmin ideolojik manipülasyonudur.

İştiraki’yi mülk edinmek Ortaklaşa isminde dergi çıkarmakla mümkün değildir. Eleştiri ve ideolojik mücadele, bu kadar ucuz ve aldatmaya dayalı hamlelerle geçiştirilemez.

Derginin kapağı bile TKP’nin programının anahtar kavramlarıyla kolajlanmış. O partiyi ve başkanını duruşundan dolayı tebrik eden Merdan Yanardağ, Madımak Katliamı’ndan faili meçhullere kadar faili “siyasal İslam” ve “karanlık el” diye tanıtarak hizmet ettiği yeri açıkça göstermektedir, gerçek katili gizlemenin yolu hedef şaşırtmaktır.

TKP, Medusa'nın Salı belgeselini çektirdiği gazeteciye TELE 1’de program yaptırır, ÖDP-Sol Parti, bu kanalda kendini gösterip şeflerini konuşturmak için Merdan Yanardağ’a BirGün’de köşe verir. Aynılar aynı yerde hizalanır, doğanın diyalektiği gereği süreç böyle işler.

Hegemonya mücadelesinin başka bir örneği Okmeydanı’nda yaşandı. İdil’den arındırılmaya çalışılan mahalleye Gençlik Merkezi kurulup gitar atölyeleri verileceği duyuruldu. Kültür bakanlığına bağlı bu merkez, hegemonya mücadelesinin en sembolik örneğidir.

Bugün solun, bastıramadığının/susturamadığının karşısına kopyasını çıkarması, ideolojik dibe vuruşun ve ahlaki yoksunluğun en açık göstergesidir. Ortaklaşılmayacak olanlar, ideolojik alandan tasfiye edilecektir. Tarihin deneyimlerinin bize öğrettiği gibi aynılar aynı yere, ayrılar ayrı yere gidecektir.

Postmodern ve liberal ideolojiyle hesaplaşmayan, emperyalizme açık tavır ve politika geliştirmeyen, emperyalizmin ideolojik aygıtına dönen gökkuşağı bayrağını orak çekicin yanına eklemekten utanç duymayan, Bir oy Natocu Kemal’e bir oy kendi partisine isteyen, “Ya Xızır” diyerek Kılıçdaroğlu’nu, halkın tepesine kılıç olması için Özdağ’ı çare diye sunan sözde sola iştirak etmeyeceğiz. Emperyalizme kalkmayan eli dost diye sıkmak halka ihanettir. İdeolojisinden şüphe edenler, mücadele edenlerin emeğini çalmaya çalışarak var olmaya muhtaçtır.

Sinan Akdeniz
24 Ekim 2025

23 Ekim 2025

,

El Pençe


Yalçın Küçük seksenlerde, 12 Eylül darbesiyle sarsılan “devrimci demokratlar”ı avlamak için uğraştı. Bunun için röportajlar verdi, yazılar yazdı, dergiler çıkarttı. Her fırsatta “bu devrimciler çocuk. Basit bir faturayı yatırırken bile devlet kurumunda olmaktan ürküyorlar, rahatsız oluyorlar. Bizim onları devlete ısındırmamız lazım” diyordu. Tüm teorisi ve pratiği DPT memurluğuna tabiydi. Memur bilinciyle hareket etti. Devletine çalıştı.

Yalçın Küçük, devrimcilere “bu devlet nasıl olsa sizin olacak” yalanını ezberletti. Marx’ın “İşçi sınıfı, hazır bulduğu devlet mekanizmasını ele geçirip onu kendi amaçları doğrultusunda kullanamaz”[1] sözünü unutturdu. Sınıfsız teknoloji tapıncı, işçi sınıfını gömdü. Solu bir yükten kurtardı. Herkes, CHP’ye bağlanmak için muhtelif bahanelere kavuştu. Artık sol, “proletarya” yerine “küçük burjuva” yazmanın, onun için stratejiler geliştirmenin, onun iktidarını meşrulaştırmanın derdinde.

Küçük, belirli isimleri devlete ısındırdı. O devlet, Rusya’nın hamlesi üzerinden bir kanadıyla Avrasyacı oldu. Hemen Küçükçüler, Avrasya Devrimi diye broşür kaleme aldılar. Türkiye’de değil Avrasya’da devrim yapmaya soyunan bu isimler, siyasi kariyerlerini Kadıköy’de esrar içip gece naralar atarak, bir de bu anları utanmadan kayda alarak sonlandırdılar. Küçük, fikren ve cismen değdiği herkesi çürüttü. Apo’yla görüşmesini MİT’e teslim eden bu “Marksist aydın”ın zaten o teması MİT adına yaptığını kimse sorgulamadı.

Küçük’ün diğer versiyonları da “bu sermaye nasıl olsa sizin olacak” yalanına bağlandılar. Sermayeyi, piyasacılığı demokrasi sevdasının arkasına gizlediler. İlk kesim, devletçiliğini cumhuriyet edebiyatına sarıp sarmaladı. Onu sınıf dışı, tarih dışı, yüce bir olgu olarak takdim etti.

Yalçın Küçük gibilerin tedrisatından geçmiş solcular, bugün bir diplomat, teknokrat ve bürokrat gibi düşünüyorlar, yazıyorlar.[2] “Ah ben Mansur’un yerinde olsam” diyorlar. Yalçın Küçük gibi ajanlar eliyle devlete ve sermayeye ısındırıldılar. Bir kesim devleti, bir kısım da sermayeyi sınırsız-sınıfsız bir olgu olarak görüp onun ilerleyişine bağlandı. Bağlananlar, sınırsız ve sınıfsızdı.

Küçükçüler, bugün sürekli “klikler savaşı”ndan söz ediyorlar. İngiltere-ABD ve CHP-MHP-AKP kliklerine dair hikâyeler uyduruyorlar. Kitlelerin iradesinin olmadığı, sınıfın konuşmadığı, proletaryanın ağırlığının hissedilmediği serin sularda yüzüyorlar. Gazeteci kafasıyla, olan biteni basit bir diplomat, teknokrat veya bürokrat olarak analiz ediyorlar. O analizlerde sınıfın emekçisine ve devrimcisine yer yok. İşçi sınıfına ve kavgaya tek bir söz söylenmiyor. Bu gazeteci kafası, bir yerlere işmar ediyor. İş dileniyor. Çanaklarının dolmasını bekliyor.

Küçük burjuva örgütlerinin birbirleri arasındaki teori ve pratik yarışmasında utkuyu kimin elde edeceğinin, kimin kimi üteceğinin bir önemi yok. Aslolan, küçük burjuvanın düşman bildiği halkın, işçinin, o ayaktakımının iradesi ve iktidarıdır.

12 Eylül darbesinin gerçekleştiği gün “örgüt yok, herkes başının çaresine baksın” diyen, halkı yüzüstü bırakan Kurtuluşçular, seksenli yıllarda, utanmadan, “işçi sınıfında demokrasi bilinci yok. Onu eğitmeliyiz” dediler. Bu talep, darbenin talebiydi. Baş rakipleri Dev-Yol geri kalır mı, o da sermayenin yürüyüşü uyarınca ayaktakımını eğitme işini üstlendi. Bekaa vadisinde Ahu Tuğba’yı tartıştı. Esas derdi, Batılı kadınlara benzeyen bir aktrisin geri Türk toplumunu değiştirmesiydi. Ahu Tuğba’nın yerini CHP, madencilik ve inşaat şirketleri, sermayeyle kurulan çıkar ilişkileri aldı. Ruhsuz yollar yüründü. Taban, “aydınlık ve modern bir Türkiye’ye uyanacağız” masalına ikna edildi. Örgütler, halkından tiksinen, nefret eden, ondan kopmak, Batılı olmak isteyen uşakları örgütleyerek ilerlediler. Gerçek dertten ve öfkeden kaçtılar.

Sonra TKP ve Dev-Yol, solu ÖDP’de birleştirdi. ÖDP, özelleştirmelere, savaşa, AB emperyalizmine, sermayenin uluslararasılığına onay verdi. Teslim oldu. Birilerine el pençe divan durdu. Bu sefer devlet, kriz sonrası aşınan ÖDP projesine Kürt iradesini dâhil etti. Düz ovada siyaset emrini veren Mehmet Ağar ve efendileri, bu pratiği de çürüttüler. Ağar, “solun şefleri davaya inanmaz. Tabanı da parayla satın alın” diyendi. Bugün sol, tam da bu düzlemde, devlet huzurunda el pençe durmadan ayakta kalamadığını, kalamayacağını söylemektedir.

Öte yandan, Dem heyetinin meclis resepsiyonunda verdiği poza bakıp yazılar döşenenler de kimlerin huzurunda el pençe divan durduklarının hesabını vermelidirler.

“Siyasi mücadelemizin amacı, devlet iktidarının yıkılması değil, parlamentoda çoğunluk olup devlet iktidarını ele geçirmek ve parlamentoyu devlette yönetici konuma yükseltmektir”[3] diyen Kautsky, sol içerisinde galebe çaldı. Ona yönelik Leninist eleştiri, artık gericidir. Hükmünü yitirmiştir.

Bugün Ekim Devrimi’ni, devrim sonrası şubatçı iradeye ve burjuvaziye bağlı sosyalistlerin soyundan gelenler anmaktadır. Bu, tasfiyeciliktir. Bugün sol örgütler, Ekim Devrimi’ne ve Bolşeviklere savaş açmış sol örgütler gibi hareket etmekte, konuşmaktadır.

Mao’nun “kitlenin içindeki düşman” tespiti de geçersizdir. Teknoloji, Kemalizm, devlet ve demokrasi gibi kitlenin kendisi de sınıfsız-sınırsızdır. Onun içindeki düşman karşısında el pençe divan durulmuştur. Biri iki yapma iradesi, silinmiştir.

TKP başkanı, sermayenin ve devletin Çin’e meylettiği, büyük Çin şirketinin ülkede fabrika açtığı momentte “gerici Maocu devlet”i ziyaret edebilmiştir. Çünkü TKP, Nâzım’ın şiirlerinin bir bankaya satıldığı momentin ürünüdür. Ondaki cumhuriyetçilik, özünde Kürt ve Müslüman düşmanlığıdır. Bu düşmanlık da kitlesel kolektif iradeye karşı gelişen liberalizmle tanımlıdır. Kürt’ün silahından “irite olduğunu” söyleyen Kavala’nın beslediği BirGün ile cumhuriyetçi SoL yan yanadır.

Kürt hareketi ise bu koşullarda reel sosyalizm eleştirisiyle, devlete “Kürdistan’da sınıf mücadelesi verdirmeyeceğim” mesajını iletmektedir. Sosyalist hareketin, “Kürt Marksisti” olduğunu iddia edenlerin zaten böylesi bir niyeti ve iradesi yoktur. Onlar, ancak edebiyat, kültür ve sanat alanına yönelik katkılarla çanaklarını doldurmanın derdindedir.

Kürdistan’a da modernizm ve aydınlanma gerekmektedir. Oradaki avam kitle de Avrupa’nın ve Amerika’nın suyuyla arındırılmalıdır. Bu yöndeki çabalar, solculuk diye yutturulmalıdır.

Sol, işsizliğin derinleştiği momentte, “çalışmak esarettir” demeye mecburdur. Aile değil birey temelli ücret verildiği koşullarda “aileye savaş açmak” zorundadır. Bedenin iğfal ve işgal edildiği momentte lubunizm ideolojisine öncülük eder. Kadınların fuhşa mecbur edildiği iktisadi koşullarda feminizm pompalar. Kapitalizmin yeşile boyandığı düzlemde çevrecilik yapar. Ama bunu inşaat ve madencilikten beslenen şeflerin emriyle icra eder. Sol, teknolojik ilerlemeyle işsizleşen kitlelere teknolojiyi sevdirmekle yükümlüdür.

Sol, aydınlanma ve modernizm bağlamında, devletin ve sermayenin kendisine verdiği rolden memnundur. Bu rol, devrim yapamaz, sosyalizm inşa edemez, kitle içerisinde devrim ve sosyalizmin iradesini görüp örgütleyemez. Böylesi bir iradeden de niyetten de yoksundur. Millete, halka ve sınıfa düşman olan sömürgeciliğe ve emperyalizme iç ajanlar, kâhyalar ve bekçiler yetiştirmekten başka bir işe yarayamaz.

Eren Balkır
14 Ekim 2025

Dipnotlar:
[1] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Yordam, 2016, s. 79.

[2] Eren Balkır, “Bürokrat, Teknokrat, Diplomat”, 19 Şubat 2020, İştiraki.

[3] Aktaran: Tony Phillips, “What Can We Learn From Kautsky Today?”, Temmuz 2020, ISJ.

22 Ekim 2025

Hümanizm Tartışması


Althusser’in 1967 tarihli “Hümanizm Tartışması” başlıklı metni, Althusser’in komünist aydınlar içerisinde süren ana tartışmanın ardından konuyla ilgili geliştirdiği düşüncelerini sunması sebebiyle, önemlidir. Metin, ayrıca konuya müdahale ettiği sürecin ikinci aşamasının başlangıcını ifade eden, 1966 tarihli çalışması, “Felsefi Konjonktür ve Marksist Teorik Araştırma”dan sonra kaleme alınmıştır.

İlk başta Althusser’in teorik antihümanizmi ile ilgili tartışmayı ele alacak olan kitabın giriş bölümü olarak düşünülmüş olan metin, “Marksizm ve Hümanizm” çalışmasının yazıldığı koşulları ve çalışmanın ardından yapılan tartışmaları aktararak başlıyor. Ardından Althusser, kendi konumunu netleştiriyor, bu noktada yeniden, Marx’ın düşüncesinin evriminde ve on dokuzuncu yüzyıl Almanya’sında süren felsefi tartışmanın gelişiminde Feuerbach’ın sahip olduğu önemi anımsatıyor.

Althusser’in teorik antihümanizm siyaseti, Feuerbach’ın oldukça önemli bir dönüm noktası olduğunu söylüyor. Althusser’e göre, Feuerbach’ın felsefi antropolojisi, İnsan, Doğa ve Duyumculuğa (Sinnlichkeit) yönelik atfında amaç, aynı anda hem Kant’ın, Alman idealizminin ve Hegel’in sorduğu önemli sorulara cevap bulmak hem de onları aşmak. Fakat Feuerbach’ın verdiği cevap, temelde iç tutarlılıktan yoksun ve kendisini önceleyen felsefecilerle kıyaslandığında, Feuerbach’da bir geri çekilme söz konusu.

“Feuerbach, büyük İ ile İnsan’ın biricik özgün ve temel kavram olduğunu, Kant’ın Aşkın Özne’sine, Numenal (kendinde olan şey olarak) Öznesine, Empirik Özne ve Düşüncesine, aynı zamanda Hegel’deki İdea’ya denk düştüğünü düşünüyor. Demek ki Feuerbach, klasik Alman felsefesinin sonunu, bu felsefenin sunduğu çözümleri sözel düzeyde toprağa gömerek getiriyor. Bu noktada oradan buradan toplayıp bir araya getirdiği, on sekizinci yüzyıl felsefesine ait, Condillac’tan ödünç alınmış, duyumculuk, emprisizm, Sinnlichkeit anlayışındaki materyalizm; Diderot’dan ilhamla geliştirilmiş sözde biyolojizm, Rousseau’dan alınmış, İnsan ve ‘kalp’i esas alan idealizm gibi birbiriyle çelişen felsefi anlayışlardan istifade ediyor.”[1]

Althusser, teorik hümanizmin Feuerbach’ın felsefesinin dayandığı temel olduğunu, bu anlayışın 1844 Elyazmaları’nda zımnen kullandığını söylüyor.[2] Althusser’e göre Feuerbach, Hegel’le Hegel’in tarihi özneli, özne olan insanı merkeze koyan bir yabancılaşma süreci olarak okuması üzerinden bir araya geliyor. Oysa Althusser, bu görüşün Hegel’in fikriyatına yabancı olduğunu, çünkü Hegel’de antropolojik bir sorunsalın bulunmadığını düşünüyor.[3]

Buna karşılık, Hegel ile Marx’ı bir araya getiren ortak bir bağ var, o da “öznesiz süreç” olarak tarih anlayışı.[4] Althusser, 1967 sonrası tüm müdahalelerinde bu meseleyi öne çıkartıyor. İlgili anlayış, aynı zamanda 1968 tarihli Lenin ve Felsefe kitabının en önemli teorik tezi.

Althusser, Hegel’de süreç dışında bir Özneden söz edilemeyeceğini, Hegelci diyalektiğin teleolojik niteliği için gerekli zemini süreç olgusunun temin ettiğini söylüyor. Ama Feuerbach’ın ilgili diyalektik yabancılaşma sürecinin öznesi olarak İnsan’ı gördüğünü, bu anlamda Hegel’in gerisine düştüğünü iddia ediyor. Buradan da “Foyerbahçı yabancılaşma anlayışı, aslında Hegelci yabancılaşma anlayışının dar ve karikatür bir versiyonudur”[5] diyor.

Buradan Feuerbach, “süreci” içermeyen, görmeyen İnsan Özünün yabancılaşması teorisini üretiyor.[6] Süreç anlayışından mahrum oluşu sebebiyle Feuerbach, yabancılaşma olgusunu “özne = nesne” denklemine indirgiyor. Bu denklikte anlam ve yön yer değiştiriyor.[7] Neticede aynı teori, yabancılaşmayı tarihsel bir süreç değil, “sadece belirli delilleri içeren soyutlama” olarak ele alıyor.[8] Buradan da Feuerbach, İnsan’ın yabancılaşmadan kurtulması meselesini, yabancılaşmadan arınmış yeni bilincin ortaya çıkışı olarak ele alıyor. Tam da bu sebeple Feuerbach, 1848-1849 devrimleri esnasında politik açıdan sessizliğe gömülüyor.

“Böylelikle Teorik Hümanizm pratikte ‘kafasının içinde olanlar’ı ortaya koydu: Teorik hümanizm, Prusya’ya özgü despotizmden ve müesses dinin sahtekârlığından memnun olmayan, ama bir yandan da Devrimin ahlak anlayışlarını silahsız kılmasından korkan küçük burjuvanın ideolojisidir.”[9]

Althusser’e göre bu teorik hümanizm, Marx’ın ilk yazılarının üzerine kurulu olduğu teorik temeldir. Marx’ın derdinin din eleştirisi değil, politika ve devlet eleştirisi olduğunu bilen Althusser,temel teorik sorunsalda herhangi bir değişikliğin yaşanmadığını ısrarla dile getiriyor: “Marx, din ve politika konusunda tek bir teoriyi, Foyerbahçı İnsan ve yabancılaşma teorisini genişletir.”[10]

1844 Elyazmaları’nın yazım sürecinde politik iktisat meselesiyle tanışması, onun teorik sorunsalında herhangi bir değişikliğe yol açmaz. Althusser, yabancılaşmış emek teorisini Feuerbach’ın “İnsan’ın Özü = İnsan’ın Özünün nesneleşmesi olarak ürettiği nesnelerin özü” denkleminin bir türevi olarak ele alır.[11] Ama 1844 Elyazmaları’nda Marx, Hegel’i yeniden Feuerbach’la tanıştırır.[12] Bilhassa “emek” ve “diyalektik” gibi kavramlara vurgu yapan Marx, Feuerbach’ın insan merkezci sorunsalının hâkim olduğu sahayı terk eder.

“Hegel’in tarih ve diyalektik anlayışı yanında emek anlayışı da teorik programa dâhil edilir. Foyerbahçı İnsanın Özü anlayışının onayıyla Hegel, politik iktisatla mucizevi bir şekilde tanışır. Marx, aralarındaki uyumdan övgüyle söz eder. […] Politik iktisadın neyi başardığını soran Marx, tüm ekonomik kategorileri öznel özüne, yani emeğe indirgediğini söyler. Marx’a göre, Hegel Tinbilim’de olağanüstü bir iş yapmış, emeği insanın özü olarak kavramıştır. Özne, İnsan ve Emek bir arada ele alınmış, birbirine denk şeyler olarak görülmüştür. Emek, İnsan’ın özüne ait güçlerin kendi ürettiği ürünlerde nesneleşmesi eyleminden başka bir şey değildir. Tarih, İnsan’ın özüne ait güçlerin ürünlerde emek aracılığıyla dışsallaşmasını sağlayan yabancılaşma sürecidir. Böylelikle Hegel’deki şeyler, hayırlı bir sebep uğruna, Feuerbach’ın dünyasına dâhil edilir: artık geride Feuerbach yoktur.”[13]

Althusser’e göre, birer kavram olarak Yabancılaşma, Özne ve İnsan, Marx’ın kurtulmak istediği, Bachelard’ın ifade ettiği türden, epistemolojik engellerdir. Tam da bu sebeple 1844 Elyazmaları’nda Hegel’in, Feuerbach’ın ve politik iktisadın bir araya gelişi teorik kopuşa yol açacak bir teorik krizle neticelenmiştir.

Althusser’e göre, her şeyi kapsayan insan özü anlayışına yönelik ısrar, toplumsal ilişkilere ve toplumsal yapıya yönelik atıfla çelişir. Althusser, bu atfın yeni sorunsal olduğuna işaret eder. Marx’ın insanın özüne her bireyde doğası gereği mevcut olan bir soyut olmadığına dair tespitini Althusser yeterli görmez, çünkü insanın türü denilen Anlayış, teorik, idealist sonuçların dayandığı temel zemindir.

“İnsanın dünyası, onun özünün nesneleşmiş hali değildir. Bu dünya, kendi içinde birleşmiş ilişkiler türünden kimi gerçekliklerden müteşekkildir. Ancak bu tespitte halen daha Foyerbahçı izler mevcuttur. Çünkü Feuerbach, insanın özünü insanların birliği olarak görür. İnsan türüne vurgu yapan cümlede eksik olan bu birlik tespiti üzerinden Marx, o imkânsız cümleyi dizer. ‘insanın özü’nün amacı (bireyden uzak duran haliyle) toplumun yapısı denilen sorunu Foyerbahçı insan türü anlayışı üzerinden çözmektir. Epistemolojik engeller konusunda gösterebileceğimiz gayet güzel bir örnek olarak bu insan türü anlayışı silinip atılmadıkça kâğıda ancak birbiriyle uyumsuz, çarpık çurpuk cümleler düşülebilir.”[14]

Althusser, Foyerbahçı ve Hegelci konu başlıklarının yan yana getirilmesinin tarihsel pratik anlayışının gündeme getirilmesine sebep olduğunu söyler. Bu anlayış dâhilinde Özne pratiğe dönüştürülmüş, bu öznenin tarihselliği bizatihi özne olarak kabul edilmiş[15], böylelikle Alman İdeolojisi’ndeki öznenin tarihsiliği anlayışı ortaya çıkmıştır.

Althusser, Stirner’in somut bireyle İnsan’ın dini fikri arasında yaptığı ayrımın İnsanın ideolojisi anlayışına darbe indirdiğini, bireysellik teorisinin sorunu, toplum teorisinin sorunu ve ideolojinin teorisinin sorunu gibi bir dizi sorunu ve soruyu gündeme getirdiğini düşünür.[16] Oysa Alman İdeolojisi’nde Feuerbach’ın gündeme getirdiği sorunsalın izlerini bireyler arası ilişkiler olarak üretim ilişkileri anlayışı yanında Marx’ın Hegel’in teleolojiye yönelik vurgusunun eşlik ettiği işbölümü anlayışındaki yabancılaşma teorisinin yankıları içerisinde bulabiliriz. Althusser tam da bu sebeple, Alman İdeolojisi’nde ortaya çıkan yeni kavramların önceki felsefi kategorilerden tam anlamıyla kopulduğunu ortaya koymadığını söyler. “İnsanın salt ideoloji olduğunu söyleyen radikal tarihselci empirisizmden etkilenmiş değişiklikleri yapıp ideolojinin bir hiç olduğunu söylesek bile halen daha Feuerbach’ın felsefi mirası denilen alanın içerisindeyiz.”[17]

Althusser’e göre, Marx’ın fikriyatının geçirdiği evrime esas olarak hümanist atıfları silip[18] toplumsal formasyonlar ile üretim tarzları bilimi olarak tarih bilimine ait sorunsalı gündeme getiren müdahale damgasını vurmaktadır. Bu sebeple, kopuş tekil bir olay değil, “oldukça uzun süren bir süreç”tir.[19]

İnsan anlayışı, insan türü anlayışı, somut birey anlayışı, özne anlayışı, bilinç anlayışı, insanın özü olarak emek anlayışı, yabancılaşma anlayışı, teleoloji olarak diyalektik anlayışı gibi Althusser’in “mevcut toplumsal çözümlerin teorik suretleri”[20] olarak gördüğü, teorik hümanizmin yol açtığı epistemolojik engeller yerine Althusser, gerçek sorunlarla uğraşmayı önerir:

“1. İnsan türünün veya hayvan türlerinin biçimlerinden insan türünün varoluşuna ait biçimleri ayrıştıran özel farklılığın belirlenmesi sorunu;

2. Toplumsal formasyonların yapısı sorunu;

3. Öznesiz süreç olarak tarihin diyalektiği sorunu;

4. Bireyselliğin biçimleri sorunu;

5. İdeolojik olanın niteliği sorunu.”[21]

Althusser, sadece ilk soruyu ele alır ve bu noktada genel manada İnsan Türü anlayışı üzerinden düşünmenin neden ideolojik bir pratik olduğu üzerinde durur. Önce İnsan’ın Doğa karşısında imtiyazlı bir konuma sahip olduğu anlayışında karşımıza çıkan İnsan-Doğa arasında net bir ayrım yapan yaklaşımı reddeder. Sadece insana ait “tarihsel” diyalektiğin mevcut olduğunu söyleyen anlayışın yetersizliğine vurgu yapar.

Althusser’e göre, Hegel’in Doğanın Diyalektiği’nin varolduğuna dair tespiti, esasen onun antropoloji temelli fikre yönelik itirazı üzerine kuruludur. Althusser, ayrıca bize Doğanın Diyalektiği diye bir şeyin varolduğu tezinin, Engels’in Dühring’in insan türünün imtiyazlı bir konuma sahip olduğuna dair dini anlayışını öne çıkartma girişimine karşı yürüttüğü mücadele esnasında gündeme geldiğini anımsatır. Althusser’e göre, Doğanın Diyalektiği anlayışının Engels tarafından yeniden gündeme getirilmesinin bir yandan kimi epistemolojik sonuçlar doğurduğunu, bu anlayışın, öznesiz süreç kategorisiyle yakından bağlantılı olduğunu söyler. Bu anlamda, Althusser’e göre, doğoada diyalektiğin fiiliyatta varolduğu tezi, ucu açık bir soru değil, Tarih bilimiyle ilgili bir tezdir. Bu da bizi “İnsan Palaentolojisinde Yapılan Son Keşifler”[22] olarak adlandırdığı tartışmaya taşır. Althusser’e göre kimi Marksistler, bu keşiflerin Hümanizmin sorunsalını meşrulaştırdığını, Emeğin İnsanın Özüyle denkleştirilebileceğini, İnsan’ın İnsan eliyle yaratıldığını söyleyen anlayışı teyit ettiğini düşünmüşlerdir. Bu noktada görebildiğimiz kadarıyla Althusser, emek anlayışının, Hümanizmin sorunsalının tarih aşırı ontolojik temeli olarak ele alınmasından endişelenmiştir. Tam da bu sebeple Althusser, Marx’ın olgun eserlerinde ve klasik politik iktisatçılara yönelik eleştirilerinde emek kategorisinin “silinip gittiğini, emek süreci, işgücü, somut emek, soyut emek gibi bir dizi bilimsel anlayışın ortaya çıktığını söyler.[23]

Emeği tarih aşırı bir olgu olarak gören anlayışın, “İnsanın Kökeni” anlayışında gördüğümüz türden bir idealizme yol açacağı açıktır. Bu tarihselci-genetikçi Tarih anlayışı, emek yoluyla İnsan olacak maymunsuda İnsan’ı görecektir.[24] Buna karşılık, Marx’ın olgun Tarih anlayışı, kapitalizmin yaratılışını tarihselci bir yerden ele alan bir teori değildir. Bu teoride karşılaşma merkezi öneme sahiptir.

“Yalın bir ifadeyle şu söylenebilir: Kapitalizm, sanki kökeni, ‘özü’, ‘rüşeym hali’ vs. feodal üretim tarzıymış gibi, kökleri bu tarza uzanan bir yaratılış sürecinin sonucu değildir. Kapitalizm, belirli bir dönemde yaşanan karşılaşma dâhilinde teşkil edilmeye açık bir dizi unsurun karşılaşmasını sağlayan karmaşık bir sürecin sonucudur. Evrimci, Hegelci veya genetikçi yanılsamalar ne derse desin, bir üretim tarzı, ‘potansiyel olarak’, ‘rüşeym halinde’, ‘kendi özünde’, ‘yerini alacağı’ üretim tarzını ihtiva etmez.”[25]

Panagiotis Sotiris

[Kaynak: A Philosophy for Communism: A Rethinking Althusser, Brill, 2020, s. 366-372]

Dipnotlar:
[1] Althusser, The Humanist Controversy, Çeviri: G. M. Goshgarian, Londra: Verso 2003, s. 236.

[2] A.g.e.

[3] “Hegel’in düşüncesine antropolojik Tarih anlayışından daha yabancı bir görüş yoktur. Ona göre Tarih, bir yabancılaşma sürecidir ama bu süreçte İnsan sürecin öznesi değildir. Öncelikle Hegelci tarihte önemli olan İnsan değil Ruh’tur. Eğer (‘özne’ anlayışı her halükarda yanlış olsa da) bir şekilde tarihte bir ‘özne’ bulacaksak bu noktada ‘milletler’den, daha doğru bir ifadeyle (hakikate yakınlaşmak adına) Fikrin Ruha dönüştüğü momentlerden bahsetmeliyiz.” (Althusser 2003, s. 238-9).

[4] Althusser 2003, s. 239.

[5] Althusser 2003, s. 241.

[6] Althusser 2003, s. 242.

[7] A.g.e.

[8] Althusser 2003, s. 243.

[9] A.g.e.

[10] Althusser 2003, s. 245.

[11] Althusser 2003, s. 248.

[12] A.g.e.

[13] Althusser 2003, s. 249-50.

[14] Althusser 2003, s. 255.

[15] Althusser 2003, s. 256.

[16] Althusser 2003, s. 258.

[17] Althusser 2003, s. 263.

[18] “Marx’ın bilimsel teorisi, Teorik Hümanizme ait anlayışlardan arınmıştır.” (Althusser 2003, s. 264).

[19] Althusser 2003, s. 269.

[20] Althusser 2003, s. 274.

[21] Althusser 2003, s. 275.

[22] Althusser 2003, s. 284.

[23] Althusser 2003, s. 289.

[24] Althusser 2003, s. 295.

[25] Althusser 2003, s. 296.

21 Ekim 2025

,

Tenasüh Beklentisi ya da Ruh Çağırma Seansı



Sendika.org, Kılavuz, Yolculuk, Komite öncülüğünde 19 Ekim’de Şişli Tiyatrosu’nda “Bağımsız Devrimci Siyasetin Gereklilik ve Olanakları” konulu bir panel-forum düzenlendi. Ülke siyaseti yeniden şekillenirken, sosyalist stratejinin ne ve nasıl olması gerektiği konusunda görüşler sunuldu. Sunucuların açılış konuşmasında belirttiği Sendika.org dosyalarının somut şekilde yüz yüze tartışmaya açılması yönündeki ifadesi önemli. Bu öneme daha sonra değinmek gerekiyor.

Her konuşmacının tek tek ne söylediğini aktarmak yazının özünü dağıtmak olur. Açılış konuşmasında da belirtildiği gibi platform, sadece dört kurumdan oluşmuyor. Sunucu-yöneticilerden Ali Ergin Demirhan, bir konuşmacının enternasyonal birliği düşünmeye dikkat çekmesi üzerine söz alarak, Latin Amerika solunun kıta bazlı enternasyonal kurma toplantısına gittiğini, Marksist literatürden uzak söylemlere şahit olduğunu ve ülkemiz solunu küçümsememek gerektiğini iddia etti.

Öncelikle Latin Amerika solu, tüm yanlışlarına rağmen, anti-emperyalist ve anti-faşist mücadeleye göre hareket etmiş bir geçmişe sahiptir. Kendi özgün koşulları içerisinde düşünüldüğünde FARC’ın çekildiği alanlara emperyalizmin uyuşturucu çeteleri yerleşmiştir. Latin Amerika’nın Bolivarcı sol anlayışı ve stratejisi küçümsenmeyecek derecede önemli değerlere ve deneyimlere sahiptir. Ali Ergin Demirhan’ın son yazılarında belirttiği gibi CHP ile ama CHP'siz taktiği/dinamizmi harekete geçirmede CHP’nin rolünü önemsemesi, ki taktik stratejinin üstüne çıkmıştır, Latin Amerika solunu Demirhan’ın eleştirisinden azade kılar.

Hemen her konuşması, bir bütün olarak soyut kavramlar etrafında strateji arayışına girdi. Beş dakikalık konuşmalarda somut hiçbir plan ortaya konulmadı. Stratejiden anladıkları, bir Halkevci konuşmacının belirttiği gibi, seçim sonucu yönetim el değiştirirken sosyalistlerin konumunun ne olacağıdır.

Basit bir düzen içi denklemde ele alındığında iki partili sistemde yönetim boşluğunu CHP’nin dolduracağı açıktır. Buna razı gelmiyorlarsa parlamentarizme ayak uydurup seçim partisi kurmaları gerekir. Her konuşmacıda ısrarlı bir “sokak” vurgusu vardı. Bu vurgu o kadar şiirsel ve soyuttu ki köylünün mücadelesi ve tüm toplumsal mücadele sokak diye sembolize edildi. Sokaktan anladıkları Saraçhane-Maltepe-Kadıköy-Taksim güzergâhıdır.

Üniversitelerde faşist mücadeleyi püskürttüklerini söyleyenler oldu. Bu, palavradan ibarettir. Faşist çetelerle mücadele etme gücü bu solda yok çünkü bu solda kitle ve kolektif mücadele geri bir anlayış olarak kabul edildiğinden, bireyler toplamı esas alınır.

Politik mahallelerden biri olan Eyüp-Karadolap’ta solun duvar yazılarının arasına “Arap Emrah” yazısı karışıyorsa, sokaklar uyuşturucu çetelerine teslim ediliyorsa, fuhuş kurumsal yapısını aşıp toplumsal virüse dönüşmüşse solun faşistlerle mücadelesinden söz edilemez.

Selim Açan, strateji konusundaki dosyaya yazılar yolladı. İttifaklar aradı. Platforma Alınteri’den temsilci yolladı. Temsilci, konuşmasında uzun zamandır “devrimci odağın” oluşturulması gerektiğini dile getirdiklerini söyledi. Bugün yaşanan boşluğun bu olduğuna dikkat çekti. Bu durumda hiçbir zaman parti olamadıklarını, stratejilerinin olmadığını, Aktan İnce gibi ittifaksız hareket edemediklerini de itiraf etmiş oldu. Bir parti odak olamıyorsa sorunu iç yapısında, stratejisinde ve ideolojisinde aramalıdır. Odak olmak isteyip de kendine “devrimci proletarya” diyen bir yapı, DY’nin şemsiyesi altında sağanaktan kurtulma kolaycılığını seçiyor. Bu, bilinçli bir tercihtir.

DY ekseninde Şişli’de strateji arayışının tarihsel kökenini gözden kaçırmamak gerekiyor. DY, 12 Eylül öncesinde partileşme sürecine girmemiştir, mahkemelerde “dergi çevresi” olduklarını iddia ettiler. Bugün de bu platformu düzenleyenlerin yapı-partiler olmama nedeni dikkat çekicidir. Pankartta imzası bulunan çağrıcılar dergi/yayın çevreleridir.

DY, 12 Eylül'e direnmemiştir. Oğuzhan Müftüoğlu, darbe gerçekleştiğinde ne yapmaları gerektiğini Murat Belge’ye sormuştur. Birikim’de Mahir eleştiriden çok saldırıya uğrarken DY, 1980 öncesinde buna karşılık vermemiştir. Tarihî eşik geldiğinde DY direnmemeyi tercih etti. DY geçmişte neyse bugün de aynıdır. ÖDP kurulduğunda birçok yapıyı Şişli’deki gibi bünyesine katıp çoğunluğun kararının azınlığı bağlamayacağını savundu. Bu anlayıştan partileşme ve devrim çıkmaz.

DY’nin bugün Şişli’de gerçekleştiği dinamizmin tasfiyesi ve reformizmin platforma dökülmesidir. Solda bu ittifak arayışlarının temelinde kendi gücüne güvensizlik, ideolojik zayıflık ve inisiyatif alamamak vardır.

Şu soruyu sormak yerindedir: Elli yıllık geçmişe sahip olduğuyla övünüp tarihin mirasını tüketen sol yapıların elli yıldır bir stratejisi olmaz mı? Yok!

“Ülke sosyalist solunun stratejisi ne olmalı?” sorusu üzerine kurulu, ittifak kurma amaçlı tartışma platformu, temelden bilinçli bir yanlışın çarpık sonucudur. Devrim iddiası olan sosyalist bir partinin-yapının stratejisi, kendi ekonomi-politik tahlillerinin sonucunda ortaya çıkar. Strateji, bu yönüyle fraksiyonel bir özgünlüğe sahiptir. Tartışmaya ve ortak arayışa çağrılan, buna olumlu yönde katılıp “öneri”(!) sunan tüm solun ortak strateji belirleme hedefi varsa zaten şimdiye kadar devrimci hareket olmadıklarını açıkça kanıtlamış oluyorlar.

DY’nin lokomotif olduğu yerden sınıf işbirlikçiliği, sivil toplumculuk ve uzlaşmacılık çıkar. Bu düzlemde değerlendirildiğinde Aydın Çubukçu’nun da neden Birikim’in “Lenin” dosyasına yazı verdiği daha net anlaşılır.Dost-düşman-iç düşman ayrımının netleşmediği ve saflaşmadığı yerde kitlelere ihanet ve güvensizlik boy gösterir.

Diyalektiğe “inanmadığını” söyleyen Murat Belge ile diyalektiği “çöp” kabul eden Celal Şengör bu solun akıl hocalarıdır. Aydın Çubukçu ve Oğuzhan Müftüoğlu’nun partilerinin ideologu Murat Belge, pozitivist-aydınlanmacı şekilde halktan nefret etme teorisyeni Celal Şengör’dür.

Konuşmalara damgasını vuran soyut bir söylem daha var: “Dünya büyük altüst oluşlar yaşıyor, dünya hızlı bir değişim sürecine girdi” vs. Bu, aldatıcı bir küreselleşme söylemidir çünkü konuşmaların neredeyse hiçbirinde emperyalizm ve anti-emperyalizm vurgusu yoktu. Bugün emperyalizmden arındırılmış bir strateji-taktik ve çözümleme yerçekimi kanununa savaş açmakla özdeştir.

Dünya değişmedi. Sömürü, işgal, talan aynı şekilde devam ediyor. Değişen bir şey varsa o da emperyalizmin zihinlerden insan ilişkilerine ve değerlere kadar her güzelliği çürütüp insanı tarih sahnesinde çıkarma operasyonunun sürdüğüdür. Sömürü ve işgalin yoğunluğu artarak devam ediyor, emperyalizm iç olgu olarak her an her durumda kendi çarpıklığını yeniden üretiyor. Bu kavgada-savaşta ideolojisi zayıf olan, düzene teslim oluyor. Bu teslimiyet, ittifak arayışlarını ve dönekliğin teorisini yazmayı elzem hâle getiriyor. Bu çarpıklığın somut göstergelerinden biri de kadın konuşmacı varsa sırasının öne çekileceğinin söylenmesidir.

Özetle, DY’nin ve TKP’nin tertiplediği hiçbir platformdan taktik-strateji ve değişime yönelik somut planların çıkmayacağıdır. Egemen sınıflara bu kadar göstere göstere strateji aradıklarının ilanını yapmak, zaten ideolojik-politik açıdan ölüyü diriltecek keramet aramaktır. Bu platformu gören egemenler ve burjuvazi saldırının yoğunluğunu daha da artıracağının teminatını almış olur. Stratejisinin ve ideolojisinin olmadığını ilan edip ittifak kurarak ortak strateji belirleme peşine düşen bu çevreler, halka değil, ancak sömürüye teminat verir.

Bu platformda vurgulanan “sokak” kavramı da CHP’nin gece bekçiliğini yapma görevinin karşılığıdır. Sokak diyen bu sol, o küçümsedikleri Latin Amerika solunu ezmek için Trump'a teşekkür eden Nobel ödüllü barışseveri yürekten tebrik eden NATO’cu Ekrem’e milis gücü olabilir ancak.

Kürt milliyetçi hareketini Rojava’da emperyalistlerin bayrağı altında bağımsızlık aradığı için eleştiren sol, aynaya bakmalıdır. Hâlen bayrağından orak-çekici çıkarmayan varsa biri Rojava’da Kürt milliyetçi hareketinin, diğeri Saraçhane’de NATO’cu CHP’nin garantörlüğünde o bayrağı dalgalandırmaktan utanmamıştır.

Ali Ergin Demirhan’ın sendika.org’u da platformda strateji arayan sol da Saraçhane’de NATO’cu bir partinin çatısı altında ona milislik yapmıştır. Platformda konuşanlardan biri, Saraçhane’den sonra 1 Mayıs’ta Kadıköy’e gidenlerin kendilerini yalnız bıraktığından yakınıyor. Bu yakınma, reformist aldatmacanın dile gelişidir. Hâlen o CHP’nin nasıl kurtarılacağının stratejisini arayan aynadaki suretleridir.

Bu ittifakın diğer fahri bileşeni ve DY şefinin kurduğu ÖDP-Sol Parti de CHP’yi kurtarmak için “Memleket Buluşmaları” düzenliyor. İlkeli ittifak, eylemde birlik, ajitasyonda farklılık iken DY ittifakçılığının özeti, “Biçimde farklılık, özde birlik”tir.

Sonuç olarak, çözülmeyen her çelişki çürütmeye mahkûmdur ve solun ezici çoğunluğu ideoljik-politik açıdan çürümüştür. Çelişkiyi içte/ideolojide aramak yerine ittifakta arayanların ideolojik taziyesi, Şişli Tiyatrosu’nda gerçekleştirildi. Devrim iddiası olan hiçbir yapı, stratejilerinin ne olacağı tartışmasına girmez, ittifak arayışına meyletmez. Sürecin insanını yaratır, geleneğin zincirine yeni değerler ekler, gücünü ideolojisinden ve halka güvenden alır.

Bugün ideolojik-politik ve eylemsel açıdan savaşılması gereken odak emperyalizmdir. “Holdingci” söylemi emperyalizmden soyutlanmış çarpık kapitalizmi, yukarıdan örülmüş burjuvaziyi, Alman emperyalizmine ait 8 bin, Fransız emperyalizmine ait 450, İngiliz ve Hollanda emperyalizmine ait 3 bin, İtalyan emperyalizmine ait bin beş yüz şirketi, egemenlerin ve emperyalizmin desteğiyle halkın üzerine çöreklenen sermaye düzenini yok saymaktır. Böyle bir sınıfsal analiz, temelden çürüktür.

Burjuva kadını “kız kardeşi” sayan solun emperyalizme ve son Nobel ödüllü barışsevere kızma hakkı yoktur. Ali Ergin Demirhan’ın Latin Amerika solundan haz etmeme nedeni, anti-emperyalist mücadeledir. Müftüoğlu’dan, Çubukçu’dan, Okuyan’dan (perestroyka ve glasnost sürecine dergi çıkarıp destek veren TKP revizyonizmi yaşanmışken) anti-faşist ve anti-emperyalist önder çıkaramayanlar, Şişli Tiyatrosu’nda meddah gösterisi yapmaya mahkûmdur. Bu kadar soyut gevezelik, somut durumun somut çözümlemesini yapıp harekete geçmemek için düzenlenen temsilin tiratlarıdır.

Sömürüyle kuşatılmış yaşam her açıdan somuttur, çözümü de son derece somuttur: İdeolojik netliğe/sağlamlığa uygun politik pratik adımlar, mahallelerden-iş yerlerinden-tarlalardan başlayan birleşik mücadele.

Sinan Akdeniz
21 Ekim 2025