Şili
“Demokrasi
x Faşizm” denilen anlamsız karşıtlığın gerçekte bir karşılığı olmadığını
ispatlayan en önemli örnek, muhtemelen Şili örneğidir. Şili örneği,
proletaryanın üç kez yüzleştiği yenilgiyi içeren süreçte diktatörlüğün nasıl
muzaffer olduğunu ortaya koyuyor.
Avrupa’da
yaşanan olaylarla aynı dönemde, Otuzların Şili Halk Cephesi, düşmanını “oligarşi”
olarak belirlemişti. En muhafazakâr güçlerin bastırılması olarak sunulan,
yasama organının oligarşik kontrolüne karşı mücadele, reformları, yani
endüstriyel gelişimi teşvik edebilecek, güçlendirilmiş devlet gücüne sahip,
daha merkezi bir başkanlık sistemine doğru evrimi kolaylaştırdı. Esas olarak
1936’dan 1940’a kadar faaliyet yürüten Halk Cephesi, kentli orta sınıfların
(burjuvazi ve beyaz yakalı işçilerin) öne çıktığı, işçi mücadelelerinin
yaşandığı konjonktürün ürünüydü. İşçi sınıfını bu süreçte, devletin zulmüyle
ezilecek olan sosyalist işçi federasyonu, Amerika’daki Dünya Sanayi İşçileri
Sendikası’ndan etkilenmiş olan, toplamda 200.000 sendikalı işçi içerisinde
ancak yirmi ila otuzun örgütleme imkânı bulan anarko-sendikalist Genel İşçi
Konfederasyonu (CGT), özellikle de Komünist Parti’nin etkisi altındaki
federasyon örgütledi. Beyaz yakalı işçi sendikaları, işçi sınıfı militanlığının
iki kalesi olan nitrat (daha sonra bakır) ve kömür endüstrileri hariç, yirmili
yıllarda sanayi işçilerininki kadar şiddetli grevler yürüttüler.
Sosyalist-Stalinist-Radikal
koalisyonu, tarım reformunda ısrar etmesine rağmen, bunu oligarşiye dayatmayı
başaramadı. Koalisyon, doğal kaynakların (öncelikle nitratın) yabancılar
tarafından sömürülmesinden kaynaklanan serveti geri kazanmak için fazla bir şey
yapmadı. Şili’deki endüstriyel üretim, bu süreçte daha önce hiç tanık olmadığı
bir sıçrama gerçekleştirdi. ABD’deki Yeni Düzen’in inşa ettiği türden kurumlar
aracılığıyla devlet, yatırımların büyük bir bölümünü güvence altına aldı, ağır
sanayi ve enerjiye odaklanan bir devlet kapitalizmi tesis etti. Endüstriyel
üretim, bu dönemde yıllık %10 oranında arttı; bu dönemden 1960’a kadar yıllık
%4; altmışlı yıllarda yıllık %1 ila %2 arttı.
Sosyalist
ve Stalinist işçi federasyonları 1936’nın sonunda yeniden birleşti, bu birleşme
CGT’yi daha da zayıflattı; Halk Cephesi, gerçekten yıkıcı olan her şeyi ortadan
kaldırdı. Bir koalisyon olarak bu rejim, Sosyalist Parti’nin çekildiği 1940
yılına kadar sürdü. Ancak rejim, Radikaller ve Komünist Parti’nin yanı sıra
faşist Falanj’ın (Şili Hristiyan Demokrasisi’nin sağcı atası ve Hristiyan
Demokrat lider Eduardo Frei’in kök aldığı partinin[9]) kesintili desteğiyle
1947’ye kadar varlığını sürdürebildi. Komünist Parti rejimi, Radikaller
tarafından yasaklanacağı 1947 yılına dek destekledi.
Solcuların
her zaman söylediği gibi, Halk Cepheleri de işçi sınıfı mücadelesinin bir
ürünüdür; ancak bu mücadele, kapitalizmin çerçevesi içinde işler, sermayeyi
modernleşmeye zorlar. 1970’ten sonra Halkın Birliği (Unidad Popular),
işçileri entegre ederken Hristiyan Demokrat Parti’nin (PDC) altmışlı yıllarda
korumanın yolunu bir türlü bulamadığı Şili ulusal sermayesini yeniden
canlandırmayı kendine hedef olarak koydu.
Sonunda
Şili proletaryası, üç kez yenilgiye uğradı. İlk yenilgi, proletaryanın ekonomik
mücadelelerini terk edip sol güçlerin bayrağı altında toplanması, “işçi”
örgütleri destekliyor diye yeni devleti kabullenmesi ile ilgiliydi. Allende,
1971’de kendisine yöneltilen soruya şu şekilde cevap veriyordu:
“ - Proletarya
diktatörlüğünden kaçınmanın mümkün olduğunu düşünüyor musunuz?’
- Öyle düşünüyorum: Bu
amaç doğrultusunda çalışıyoruz.”[10]
İkinci
yenilgi, darbeden sonra sol basının “silahlı direniş”e dair söylediklerinin
aksine, ordunun baskısı altında ezilen proleterlerin Allende hükümeti
tarafından maddi ve ideolojik olarak silahsızlandırılmasıyla ilgiliydi. Allende
hükümeti, işçileri defalarca silahlarını teslim etmeye zorlamıştı. İçişleri bakanlığının
başına bir generali getiren hükümet, esasında askeri hükümete geçiş sürecini
bizzat kendisi başlatmıştı.
Neticede
devlet demokrasi ve diktatörlük için var değildir. Devlet, diktatöryel ya da
demokrat, esasen devletin kendisi için vardır. Dolayısıyla, fıtratı uyarınca
totalitarizmden uzak durması imkânsız olan devletin kanatları altına sığınan
proleterler, sağdan gelecek bir darbe karşısında kendilerini daha baştan felç
edecek ilişkilere mahkûm etmişlerdi. Halkın Birliği ve Hristiyan Demokrat Parti
arasında imza edilmiş olan o önemli mutabakatın söylediği de bundan başka bir
şey değildi:
“Polisin ve silahlı
kuvvetlerin demokratik düzenimizi güvence altına almaya devam etmesini
istiyoruz. Bu, ordu ve polisin örgütlü ve hiyerarşik yapısına saygı duyulmasını
gerekli kılmaktadır.”
Şili
proletaryasının yüzleştiği en onur kırıcı yenilgi, üçüncü yenilgiydi. Bu
noktada beynelmilel aşırı sola hak ettiği madalyayı vermek gerekir. Kapitalist
devleti daha da ileriye götürmek için ona destek sunan sol ve aşırı sol,
sonrasında kâhinlik pozu kesti: “Sizi uyardık: Devlet, sermayenin baskıcı
gücüdür” dedi. Altı ay önce orduya radikal unsurların girmesini veya
devrimcilerin tüm siyasi ve toplumsal hayata sızmasını isteyenler, şimdi
ordunun “burjuvazinin ordusu” olarak kaldığını ve bunu hep bildiklerini söylediler.
Kaçınılmaz
başarısızlıklarını önce haklı çıkarmaya çalışarak, darbenin yarattığı duyguyu
ve şoku, Şili gibi bir yerde proleterlerin bu olaylardan ders çıkarma teşebbüslerine
mani olmak için kullandılar. Halkın Birliği’nin ne yapıp ne yapamayacağını ortaya
koymak yerine, bu solcular, aynı eski siyaseti yeniden canlandırarak, ona solcu
bir renk çaldılar. Allende’nin darbe sırasında elindeki otomatik silahla
çekilmiş fotoğrafı, nihayet faşizme karşı etkili bir şekilde mücadele etmeye
kararlı sol demokrasinin sembolü haline geldi. Oy pusulası tamam, ama yeterli
değildi, silaha da ihtiyaç vardı. Sol, Şili’den bu dersi çıkarttı. Allende’nin
demokrasinin başarısızlığının kafi düzeyde “fiziksel” kanıtı olan ölümünün
mücadele etme iradesinin kanıtı olduğu gerçeğinin üzeri örtüldü.
“İcraata dökülmüş haliyle
bu demokratların çıkarlarının yavan ve kudretsiz olduğu görüldüğünde, aynı
demokratlar, tüm suçu bölünmez tek bütün görülen halkı farklı düşman kamplara
bölen kötü niyetli safsatacıların ya da demokrasinin saf amaçlarının kendisinin
hayrına olduğunu göremeyecek kadar kör ve sersem olan ordunun sırtına
yükleyecektir. [...] Her halükârda demokratlar, mücadeleye girdiğinde ne kadar
masum ise o kadar pirüpak çıkacağı en rezil yenilgiden çıkacaktır.”[11]
Halkın
Birliği’nin niteliğini, (bir gün oy pusulalarına, ertesi gün kurşuna odaklanan)
ünlü stratejisinin muhtevasını sorguladığımızda, faşizmin saldırdığı noktada
komünizmin, kapitalizmin ve devletin niteliğine dair soruşturmanın lüks olduğu
görülecektir. Partinin egemen olduğunu düşündüğü sanayi bölgelerinde yaprak
kımıldamaması da ayrı bir meseledir. Zaten artık mesele, kenetlenmektir. Yaşanan
yenilgi, antifaşistleri zaferden bile daha kesin bir şekilde kenetlemektedir.
Öte
yandan, Portekiz örneğinde görüldüğü üzere, “harekete mani olmamak adına hiçbir
şey yapmamak gerek” bahanesiyle her türden eleştiriden kaçınmak, zorunlu hale
gelmektedir. Nitekim Portekizli Troçkistler, 25 Nisan 1974 sonrası yaptıkları
ilk açıklamalardan birinde, demokrasi oyununu oynamak istemeyen “aşırı
solcuları” kınamayı tercih ettiler.
Neticede
uluslararası aşırı sol, proleterleri komünist perspektiften daha da
uzaklaştırmak için Şili olaylarının çözümlenmesini engelleme çabası konusunda
birleşti. Sol, böylece sermayenin tekrar ihtiyaç duyduğu bir günde Şili
demokrasisinin geri dönüşüne hazırlanıyor.
Portekiz
Yeni
gelişmelere açık olsa da, Portekiz örneği, yalnızca devrimin ne olduğunu
bilmeyenler (ki bunlar en kalabalık kesimi teşkil ediyorlar) için çözümsüz bir
bilmece sunuyor. Samimi ama kafası karışık devrimciler bile, birkaç ay önce
kendilerine çok önemli görünen bir hareketin çöküşü karşısında şaşkınlığa
düşüyorlar. Bu kavrayışsızlık, bir kafa karışıklığına dayanıyor. Portekiz,
proletaryanın neler yapabileceğinin delili, sermayenin bu gerçeği hesaba katarak
hareket edeceğinin ispatı. Proletaryanın eylemi tarihin motoru olmayabilir,
ancak politik ve toplumsal düzlemde herhangi bir modern kapitalist ülkenin
evriminin temel taşını teşkil ediyor. Ancak, tarih sahnesine bu ani çıkış,
otomatik olarak devrimci ilerlemeyi koşullamaz. İkisini teoride bir görmek,
devrimi karşıtıyla karıştırmaktır.
Portekiz
devriminden bahsedenler, devrimi sermayenin yeniden örgütlenmesiyle karıştırıyorlar.
Proletarya, kapitalizmin ekonomik ve politik sınırları içinde kaldığı sürece,
toplumun temeli değişmeden kalmakla kalmaz, elde edilen reformlar (siyasi
özgürlükler ve ekonomik talepler) bile geçici bir varoluşa mahkûm olur. Sermayenin
işçi sınıfına baskı neticesinde verdiği her şey, bu baskı azaldığı anda tamamen
veya kısmen geri alınacaktır: kendisini kapitalizme baskı uygulamakla sınırlayan
her hareket, başarısızlığa mahkûmdur. Proleterler bu şekilde davrandıkları
sürece, kafalarını duvara vuruyorlar demektir.
Portekiz
diktatörlüğü, sömürge sorununu çözmedeki yetersizliğinden de anlaşılacağı gibi,
ulusal bir sermayenin gelişimi için yeterli bir yönetimi biçimi olmaktan zaten çıkmıştı.
Sömürgeci ülkeyi zenginleştirmek şöyle dursun, sömürgeler tersten Portekiz’i
istikrarsızlaştırdı. Neyse ki, “faşizmle” savaşmaya hazır bir ordu vardı elde.
Ülkedeki
değişimi ancak tek örgütlü güç olan ordu başlatabilirdi. Değişimi başarıyla
gerçekleştirmekse bambaşka bir meseleydi. Alışkanlıklarına göre hareket eden, sermayenin
tayin ettiği politik çerçevede kendisine bahşedilmiş rolleri ve iktidar
iddiaları üzerinden körleşen sol ve aşırı sol, ordunun tepeden tırnağa tahrip
edildiği tespitinde bulundu. Daha önce subayları yalnızca “sömürgecilere
çalışan işkenceciler” olarak gören sol, şimdi karşısında bir Halk Ordusu görüyordu.
Sosyolojinin yardımıyla, sosyalizme yöneldiklerini iddia ettikleri komutanların
halka dayanan köklerine ve özlemlerine işaret etti. Geriye, bize sadece “Marksistler
eliyle aydınlatılmak istiyorlar” denilen bu subayların iyi niyetlerini beslemek
kalıyordu. Sosyalist Parti'den en aşırı solculara kadar tüm dünya, kapitalist
devletin ortadan kalkmadığı, ordunun onun vazgeçilmez aracı olduğu ile ilgili o
basit gerçeğin üzerini örtmek için elbirliğiyle hareket etti.
Devlet
aygıtındaki bazı yerler işçi sınıfı militanlarına tahsis edildiği için,
devletin işlevini değiştirdiği söylendi. Kendisini popülist bir dille ifade
ettiği için ordunun işçilerin yanında olduğu düşünülüyordu. Nisbi ifade
özgürlüğü hüküm sürdüğü için, (herkesin bildiği gibi, sosyalizmin temeli olarak
gördüğümüz) “işçi demokrasisi”nin iyice yerleştiğine hükmedildi. Elbette,
devletin eski halini sergilediğine, otoritenin yeniden sağlandığına dair kimi uyarıcı
işaretler alınmasına rağmen sol ve aşırı sol, gene de devlete daha fazla baskı
uygulanması gerektiği sonucuna vardı, ancak bunu “sağ”ın ekmeğine yağ sürme”
korkusuyla, ona saldırmadan yapmak istiyordu. Oysa sol ve aşırı sol, sağın
programını uygulamaktan başka bir şey yapmadı. Bunu yaparken, sağın genellikle
başaramadığı bir şeyi, kitlelerin bütünleşmesini sağladı. Oysa devletin “sol” kaynaklı
etkilere açılması, onun sönüp gitmesi değil, güçlenmesi anlamına geliyordu.
Sol, popüler bir ideolojiyi ve işçilerin coşkusunu Portekiz ulusal
kapitalizminin inşasının hizmetine sundu.
Sol
ve ordu arasındaki ittifak, istikrarsız bir nitelik arz ediyordu. Sol kitlelere
ve orduya istikrar kazandırdı. Artık istikrar, ordunun silahının güvencesi
altındaydı. Portekiz Komünist Partisi (PCP) ve Sosyalist Parti’nin (PS) kitlelerin
dizginlerini dikkatle tutması gerekiyordu. Bunun için söz konusu partilerin, zayıf
bir kapitalizm için tehlike arz eden maddi avantajları kitlelere sunmasına
ihtiyaç vardı. Açığa çıkan her çatışmayı politik düzenlemeler takip etti.
“İşçi”
örgütleri, sermayeye ihtiyaç duyduğu kârı sağlayamayacak, işçilere
hükmedebilecek kapasitedeydi. Dolayısıyla, çelişkiyi çözmek ve disiplini
yeniden tesis etmek gerekiyordu. Sözde devrim, en kararlı olanları tüketmeye,
diğerlerini caydırmaya ve devrimcileri tecrit etmeye, hatta bastırmaya hizmet
etmişti. Ardından devlet, asla ortadan kaybolmadığını ikna edici bir şekilde
göstererek, tüm acımasızlığıyla müdahale etti. Devleti içeriden fethetmeye
çalışanlar, onu ancak kritik bir anda ayakta tutmayı başarmışlardı.
Portekiz’de
devrimci bir hareket mümkün değildir. Böylesi bir hareketin ortaya çıkması, daha
geniş bir bağlamın oluşmasına bağlıdır. Her halükârda devrimci hareket, Nisan
1974’teki kapitalist-demokratik hareketten farklı temellerde varolma imkânı
bulacaktır.
İşçilerin
mücadelesi, reformist hedefler için bile olsa, sermaye için zorluklar yaratır
ve dahası, proletaryanın devrime hazırlanması için gerekli deneyimi teşkil eder.
Mücadele geleceği hazırlar, fakat bu hazırlık, olumlu ya da olumsuz
sonuçlanabilir. Neticede hiçbir şey otomatik ve kendiliğinden işlemez.
Mücadelenin hazırlayacağı gelecek, komünist hareketi kolayca boğabilir de
güçlendirebilir de. Bu koşullarda, işçi eylemlerinin “özerkliği” konusunda
ısrarcı olmak yetmez. Özerklik, bir azınlığın hazırladığı “plan”dan daha devrimci
bir ilke değildir. “Devrim, diktatörlükten daha çok demokraside ısrarcıdır”
denilemez.
Proleterler,
mücadelenin dizginlerini ancak belirli önlemler almak suretiyle
kavrayabilirler. Kendilerini reformist eylemle sınırladıkları takdirde,
mücadele er ya da geç onların kontrolünden çıkacak, kendisine sendika veya “taban
komitesi” diyebilecek sendikal tipte uzmanlaşmış bir organ tarafından ele
geçirilecektir. Özerklik, kendi başına devrimci bir erdem değildir.
Her
türden örgütlenme biçimi, yaratıldığı amacın içeriğine tabidir. Vurgu,
işçilerin öz-faaliyetine değil, yalnızca gerçekleştirilmesiyle işçi sınıfı
eyleminin geleneksel parti ve sendikaların liderliği altına girmekten
kaçınmasını sağlayan komünist perspektife yapılmalıdır. Belirleyici ölçüt,
eylemin muhtevasıdır: devrim, yalnızca “çoğunluğun” ne istediğine bağlı
değildir. İşçilerin özerkliğine öncelik vermek, çıkmaza yol açar.
İşçicilik,
bazen sağlıklı bir tepki olabilir, ancak kendi başına bir amaç haline
geldiğinde, kaçınılmaz olarak felâketle neticelenir. İşçicilik, devrimin
belirleyici görevlerini göz ardı etme eğilimindedir. İşçi “demokrasisi” adına,
proleterleri üretim sorunlarıyla birlikte kapitalist işletmeye hapseder
(devrimi, işletmenin yıkımı olarak tahayyül etmez). Ayrıca işçicilik, devlet
sorununun idrak edilmesini güçleştirir. En iyi ihtimalle, “devrimci
sendikalizmi” yeniden icat eder.
İspanya:
Savaş mı, Devrim mi?
Demokrasi,
her yerde diktatörlük karşısında diz çöküyordu. Daha doğrusu, diktatörlük, her
yerde kucaklanan bir yönetim biçimiydi. Peki ya İspanya’da durum neydi?
İspanya,
bu konuda istisna değildi. O, mücadelenin doğasını değiştirmeden demokrasi ve
faşizm arasındaki silahlı çatışmanın en uç örneğini temsil ediyordu: Demokrasi
ve faşizm, her zaman karşıt olan iki kapitalist gelişme biçimi, kapitalist
devletin iki siyasi biçimi, bir ülkede yasal ve olağan kapitalist devletin
meşruiyeti konusunda kavga eden iki devletçi sistemdir. Dahası, çatışma,
yalnızca işçilerin faşizme karşı saf tutması nedeniyle şiddetlenmişti.
İspanya’daki
savaşın karmaşıklığı bu ikili boyuttan kaynaklanıyordu; proletarya ve sermaye
arasında cereyan eden bir iç savaş, proleterlerin her iki kampta da rakip
kapitalist devlet yapılarını desteklediği kapitalist savaşa evriliyordu.
“İsyancılara”
kendilerini hazırlamaları için her türlü kolaylığı sağladıktan sonra cumhuriyet,
proleterler faşist darbeye karşı ayaklanıp darbenin ülkenin yarısında başarıya
ulaşmasına mani olduğu vakit, müzakere yürüttü ve/veya teslim oldu. İspanya
Savaşı, bu kendiliğinden bir patlamadan daha fazlasını ifade eden gerçek
proleter ayaklanması olmadan başlayamazdı. Gelgelelim bu, tek başına tüm
İspanya Savaşı’nı ve sonraki olayları tanımlamak için kafi bir değerlendirme
değildir. Sadece mücadelenin ilk anını, yani fiilen bir proleter ayaklanmasını
tanımlar.
Faşistleri
çok sayıda şehirde yendikten sonra işçiler, iktidarı ele geçirdiler.
Ayaklanmalarının hemen ardından durum bu şekildeydi. Peki bu iktidarla ne
yaptılar? Onu cumhuriyetçi devlete geri mi verdiler, yoksa komünizme doğru daha
da ilerlemek için mi kullandılar? Yasal hükümete, yani mevcut kapitalist devlete
güvendiler. Sonraki tüm eylemleri bu devletin yönetimi altında gerçekleşti. Meselenin
özü buydu.
Sonuç
olarak, Franco’ya karşı yürüttükleri silahlı mücadelelerinde ve bu mücadelenin
yol açtığı sosyo-ekonomik dönüşümlerde, İspanyol proleterlerinin tüm hareketi,
kendisini doğrudan kapitalist devletin çerçevesine yerleştirmişti, bu anlamda,
ancak doğası gereği kapitalist olabilirdi. Toplumsal alanda daha ileri gitme
girişimlerine tanık olundu (ki bu konuya ileride değineceğiz) ancak kapitalist
devlet korunduğu sürece bu girişimler farazi kaldı.
Devletin
yıkılması, komünist devrim için gerekli koşuldur ama yeterli değildir. İspanya’da
gerçek iktidar, örgütler, sendikalar, kolektifler, komiteler vs. değil, devlet
tarafından kullanılıyordu. Bunun kanıtı, güçlü Ulusal İşçi Konfederasyonu’nun (CNT)
Temmuz 1936’dan önce çok zayıf olan İspanya Komünist Partisi’ne (PCE) boyun
eğmek zorunda kalmasıdır. Devletin gerektiğinde gücünü acımasızca kullandığı Mayıs
1937 olayları, bu gerçeğin teyididir. Devlet yıkılmadan devrim olmuş sayılmaz. İspanya’da
yaşanan trajedi, “Marksistlerin” %99’unun unuttuğu bu “bariz” Marksist gerçeğin
ispatıdır.
“Devrimlerin
tuhaflıklarından biri de halkın büyük bir başlangıç yapıp yeni bir çağ açacakmış gibi göründüğü anda, geçmişin yanılsamalarının kendisini yönetmesine
izin vermesi, büyük bir bedel ödeyerek
elde ettiği tüm gücü ve nüfuzu, geçmiş bir dönemin
halk hareketini temsil eden ya da temsil ettiği varsayılan kişilerin
eline teslim etmesidir.” (Marx)[12]
1936’nın
ikinci yarısındaki silahlı işçi birliklerini, sonrasında askeri unsurlara
dönüştürülüp burjuva ordusuna bağlı yapılara dönüştürülmüş olan halleriyle
kıyaslamak mümkün değil. Bu iki evre arasında önemli bir fark vardı, ancak bu
fark, devrimci bir evreyi devrimci olmayan bir evre izlemesi anlamında değildi:
İlk olarak, işçi hareketinin belli bir özerklik, belli bir coşku, hatta Orwell’ın
çok iyi betimlediği, komünist bir tavır sergilediği, devrimci uyanışın
bastırıldığı bir evre söz konusuydu.[13] Sonra, yüzeysel olarak devrimci
görünen ama aslında klasik bir anti-proleter savaş için gerekli koşulları
yaratan bu evre, doğal olarak hazırladığı şeye yol verdi.
Bu
askeri birlikler, başta Zaragoza olmak üzere, diğer şehirlerde faşizme karşı
savaşmak için Barselona’dan yola koyuldular. Devrimi cumhuriyetçi bölgelerin
ötesine yaymaya çalışıyor olsalardı, o cumhuriyetçi bölgeleri önceden veya eş
zamanlı olarak devrimcileştirmek gerekirdi.[14]
Durruti,
devletin yıkılmadığını biliyordu, ancak bu gerçeği görmezden geldi. Başında olduğu,
yüzde yetmişi anarşistlerden oluşan birlikle ilerlerken kolektivizasyonu
savundu. Milisler köylülere yardım etti ve onlara devrimci fikirler öğretti.
Ama bir yandan da “Tek bir amacımız var, o da faşistleri yok etmek” diyorlardı.
Bu düzlemde Durruti, meramını gayet güzel dile getiriyordu: “Milislerimiz
burjuvaziyi asla savunmayacak, ama ona saldırmayacak da.” Ölümünden iki hafta
önce (21 Kasım 1936’da) Durruti şunu söylüyordu:
“Tek bir düşüncemiz, tek
bir hedefimi var, o da faşizmi yok etmek. [...] Şu anda hiç kimse, ücretleri
artırmak veya çalışma saatlerini azaltmakla ilgilenmiyor. [...] Kendini feda
etmek, gerektiği kadar çalışmak, tek derdimiz. Granit gibi sağlam bir blok oluşturmalıyız.
Sendikaların ve siyasi örgütlerin düşmanın işini sonsuza dek bitirmelerinin
vakti geldi. Cephe gerisinde idari becerilere sahip olmamız gerekiyor. [...] Bu
savaş bittikten sonra, beceriksizliğimizle kendi aramızda yeni bir iç savaş
başlatmayalım. [...] Faşist istibdadın karşısına tek bir güç olarak çıkmalıyız:
Sadece tek bir örgüt, tek bir disiplinli yapı olmalı.”
Mücadele
iradesi, devrimci bir mücadelenin yerini asla tutamaz. Dahası, siyasi şiddet
kapitalist amaçlara kolayca uyarlanabilir (son terör olayı bunun kanıtı). “Silahlı
mücadele”nin cazibesi, darbelerini devletin kendisine değil, yalnızca belirli
bir devlet biçimine indirdiği vakit, proleterler üzerinde hızla olumsuz sonuçlar
doğurmaya başlar.
Farklı
koşullar altında antifaşist kampın askeri evrimi (ayaklanma, ardından milisler,
en sonunda düzenli ordu) Marx’ın anlattığı Napolyon karşıtı gerilla savaşını
hatırlatmaktadır:
“Gerilla savaşının üç
dönemini İspanya’nın siyasi tarihiyle karşılaştırdığımızda, hükümetin
karşı-devrimci ruhunun halkın ruhunu dinginleştirme konusunda ne kadar başarılı
olduğu görülür. Tüm nüfusun ayağa kalkmasıyla başlayan partizan savaşını
sonrasında gerilla çeteleri sürdürdü. Bu çeteler, tüm bölgelerde yedek
kuvvetler meydana getirdi. Bu çeteler sonunda ya gönüllü birliklerine ya da belirli
bir mevkiye yerleşmiş alaya evrildi.”[15]
Koşullar
birbiriyle karşılaştırılamaz. 1936’da olduğu gibi 1808’de de askeri evrim
yalnızca askeri sanatla ilgili “teknik” değerlendirmelerle açıklanamaz: siyasi
ve toplumsal güçlerin ilişkisi ve bunların karşı-devrimcilik açısından yol
açtığı değişim de dikkate alınmalıdır. 1936’daki birliklerin düzensiz birlikler
olarak savaşamadıkları görüldü. Bu birlikler, neticede Zaragoza önlerinde durdu.
Yukarıda
Durruti’nin bahsettiği (“ne pahasına olursa olsun birlik şart” diyen) uzlaşmacı
tavır sadece, önce cumhuriyetçi devlete (proletarya karşısında), sonra Franco’ya
(cumhuriyetçi devlet karşısında) zafer kazandırabilirdi.
İspanya’da
bir devrimin başladığı açıktı, ancak proleterler, mevcut devlete güvendikleri
anda başarısızlığa uğradılar. Niyetlerinin ne olduğu pek önemli değildi.
Devletin önderliğinde Franco’ya karşı mücadele etmeye hazır olan proleterlerin
büyük çoğunluğu, her şeye rağmen gerçek iktidara tutunmayı tercih etmiş,
devleti yalnızca bir çıkar uğruna desteklemiş olsalar da, belirleyici olan
niyetleri değil, eylemleriydi.
Darbeyi
püskürtmek için örgütlendikten ve kendilerine özerk bir askeri yapının
(milisler) temellerini attıktan sonra işçiler, yasal devletin otoritesini kabul
eden (çoğunlukla açıktan karşı-devrimci olan) bir “işçi örgütleri"
koalisyonunun yönetimi altına girmeyi kabul ettiler. Proleterlerin en azından
bir kısmının, resmi devlete yalnızca iktidarın görüntüsünü bırakarak gerçek
iktidarı (kısa bir süre için de olsa fiilen ele geçirmişlerdi) ellerinde tutmayı
umdukları kesin. Bu, gerçekten de ağır bir bedel ödedikleri bir hataydı.
Önceki
analizi eleştiren bazı isimler, İspanya Savaşı’na dair açıklamalarımıza katılsa
da durumun belirli kapıları “açık” bıraktığını, başka yönde gelişebileceğini
söylüyorlar. Bu nedenle, İspanyol proleterlerinin özerk hareketini (en azından
Mayıs 1937’ye kadar), bu hareket gerçek duruma oldukça yetersiz biçimler vermiş
olsa bile, desteklemek gerektiğini iddia ediyorlar. Bir hareket gelişiyordu ve
olgunlaşmasına tabii ki katkıda bulunmak gerekiyordu.
Proletaryanın
özerk hareketi, herhangi bir radikal eğilimi bastırmakta gecikmeyen devlet
yapısınca özümsendikçe hızla yok olur. Bu durum, 1937’nin ortalarında herkes
tarafından anlaşılmıştı. “Barselona’nın kanlı günleri”, Temmuz 1936’nın
sonundan beri var olan gerçeğin maskesini düşürmekten başka bir işe yaramadı:
fiili iktidar, işçilerin elinden kapitalist devlete geçti. Faşizmi burjuva
diktatörlüğüne indirgeyenlere, cumhuriyetçi hükümetin işçilere karşı “faşist
yöntemler” kullandığını söylemek gerekiyor. Elbette kurban sayısı Franco’nun zulmüne
kıyasla çok daha azdı, ancak bu durum, iki baskının, demokratik ve faşist
baskıların farklı işlevleriyle bağlantılıydı. Temel bir işbölümü söz konusuydu:
Cumhuriyetçi hükümetin hedef kitlesi çok daha küçüktü (bu kitle, Marksist Birlikçi
İşçi Partisi (POUM)) gibi CNT’nin solunda yer alan kontrol edilemeyen unsurları
içeriyordu).
Ekim
1917 ve Temmuz 1936
Bir
devrimin bir günde gelişmediği apaçık ortada. Her zaman karmaşık ve çok biçimli
bir hareket söz konusu. Asıl sorun, devrimci hareketin giderek daha net bir
şekilde eylem ortaya koyma ve geri dönülmez bir şekilde ilerleme becerisidir.
Rusya ve İspanya arasında, çoğu zaman kötü yapılan karşılaştırma bunu açıkça
göstermektedir.
Şubat
ve Ekim 1917 arasında sovyetler, devlete paralel bir güç meydana getirdiler.
Uzun bir süre yasal devleti destekleyen bu yapılar, hiçbir şekilde devrimci bir
tavır sergilemediler. Hatta sovyetlerin karşı-devrimci olduğu bile
söylenebilir. Ancak bu, onların kendi yürüdükleri yolda hiç değişmedikleri
anlamına gelmez; aslında salt Bolşeviklerce temsil edilmeyen ama Bolşeviklerin
önemli bir ağırlığa sahip olduğu devrimci akım sovyetler bünyesinde uzlaşmacılarla
uzun ve çetin bir mücadele yürüttü. Sovyetler ancak bu mücadelenin sonunda devlete
karşı bir tavır alabildi.[16]
Bir
komünistin Şubat 1917’de “Bu sovyetler devrimci bir şekilde hareket etmiyor,
onları kınayacağım ve onlarla savaşacağım” demesi saçma olurdu. Çünkü o
zamanlar sovyetler istikrarlı bir yapı değildi. Sovyetlerin canına aylarca can
katan çatışma, bir fikir mücadelesi değil, gerçek çıkarların çatışmasının bir
yansımasıydı.
“Devrimi harekete
geçirecek olan, çıkarlar olacaktır, ilkeler değil. Aslında ilkeler, tam da
çıkarların, sadece çıkarların ürünüdür; yani devrim, yalnızca siyasi değil,
aynı zamanda toplumsal bir nitelik de arz edecektir.” (Marx)[17]
Rus
işçileri ve köylüleri, hükümetin onaylamadığı barış, toprak ve demokratik
reformlar talep ediyorlardı. Bu karşıtlık, hükümeti kitlelerden ayıran ve
çatışmaya yol açan düşmanlığı izah ediyor. Dahası, daha önceki sınıf
mücadeleleri, ne istediğini az çok bilen (bkz. Şubat’tan sonra Bolşevik
liderliğinin kararsızlıkları) ve bu amaçlar doğrultusunda örgütlenen, hükümete
karşı kullanmak üzere halkın taleplerini benimseyen devrimci bir azınlığın
oluşmasına yol açmıştı. Nisan 1917’de Lenin şunu söylüyordu:
“Hiç şüphe yok ki insanların
iç savaşın gerekli olduğu gerçeğini idrak etmesinden evvel iç savaştan
bahsetmek, Blankizm bataklığına saplanmaktır. [...] Artık silahlar ve tüfekler
kapitalistlerin değil, askerlerin elinde; kapitalistler artık istediklerini
zorla değil, aldatmacayla elde ediyorlar ve şimdi şiddetten bahsetmek anlamsız.
[...] Şimdilik bu ‘iç savaş’ sloganını geri çekiyoruz, ama sadece şimdilik.”[18]
Sovyetlerde
çoğunluk Eylül ayı içerisinde el değiştirir değiştirmez Lenin, iktidarın silahla
ele geçirilmesi çağrısında bulundu.
İspanya’da
ise böyle bir şey yaşanmadı. Sıklığına ve şiddetine rağmen, Birinci Dünya
Savaşı’ndan sonra yaşanan bir dizi çatışma, proleterleri bir sınıf olarak
birleştirmeye hizmet etmedi. Reformist hareketin baskısı nedeniyle şiddetli
mücadeleyle sınırlı kalan proleterler, aralıksız savaştılar, ancak darbelerini
düşmana karşı yoğunlaştırmayı başaramadılar. Bu anlamda, İspanya’da devrimci
bir “parti” yoktu. Bunun sebebi, devrimci bir azınlığın kendisini örgütlemeyi
başaramaması değildi: bu, soruna tersten bakmak olurdu. Aksine, mücadeleler, ne
kadar şiddetli olursa olsun, proletarya ile sermaye arasında net bir sınıfsal
karşıtlıkla neticelenmediği için parti yoktu.
Bir
“parti”den bahsetmek, ancak onu komünist hareketin örgütü olarak anlarsak bir
anlam ifade eder. Ancak bu hareket her zaman çok zayıf, (coğrafi olarak değil,
darbelerini dağıtma derecesi açısından) çok dağınıktı, düşmanın kalbine hiç
vurmadı. Radikal militanların baskısına rağmen, tüm sendikal örgütlerin mahkûm
olduğu gibi, özünde reformist bir örgüt olan CNT’nin vesayetinden kurtulamadı.
Hâsılı, bu hareket, komünist bir tarzda örgütlenmedi, çünkü komünist bir
şekilde hareket etmiyordu.
İspanya
örneği, İspanya’da sınıf mücadelesinin yoğunluğunun, otomatik olarak komünist
eylemi, dolayısıyla, devrimci partiyi eylemi sürdürmeye teşvik etmediğinin
delilidir. İspanyol proleterleri, hayatlarını feda etmekten asla çekinmediler
(bazen hiçbir amaç gütmeden), ancak onları sermayeye (devlete, ticari ekonomik
sisteme) karşı bir saldırıdan ayıran engeli asla aşamadılar. Silahlandılar,
kendiliğinden inisiyatifler aldılar (1936’dan önce liberter komünler,
sonrasında kolektifleştirmeler), ancak daha ileri gitmediler. Çok kısa bir
sürede milisler, dizginlerini Milis Merkez Komitesi’ne teslim ettiler. Bu komiteyi
de İspanya’da ilgili dönemde ortaya çıkmış hiçbir yapıyı da Rusya’daki
sovyetlerle kıyaslayamayız.
“Milis
Merkez Komitesi’nin muğlak konumu”, aynı zamanda “Katalan hükümetinin önemli
bir uzantısı” ve “çeşitli antifaşist askeri örgütleri içeren bir tür
koordinasyon komitesi” olması, (kapitalist) devlet iktidarı için dövüşen örgütlere
karşı savunmasız olması nedeniyle devlete entegre olması ile ilgiliydi.[19]
Rusya’da
ise, örgütlü ve devrimci perspektifi formüle edebilen radikal bir azınlık ile sovyetlerdeki
çoğunluk arasında bir mücadele söz konusuydu. İspanya’da radikal unsurlar, neye
inanmış olurlarsa olsunlar, çoğunluğun tutumunu benimsediler: Durruti, Franco’ya
karşı mücadele etmek için harekete geçti, ama devlete dokunmadı. Radikaller devlete
karşı çıktıklarında, kendilerine “ihanet eden” (CNT ve POUM türünden) “işçi”
örgütlerini yok etmeye çalışmadılar. “İspanya’nın Ekim’inin” olmamasının asli
sebebi, İspanya’da proleterler ile devlet arasında gerçek bir çıkar çatışmasının
yaşanmamasıydı.
"Nesnel
olarak” proletarya ve sermaye birbirine karşıdır, ancak bu karşıtlık, ilkeler
düzeyinde mevcuttur ve bu durum gerçeklikle örtüşmemektedir. Etkili toplumsal
hareketinde İspanyol proletaryası, bir blok olarak sermayeye ve devlete karşı
çıkma zorunluluğuyla yüzleşmedi. İspanya’da işçileri devlete saldırmaya
zorlayabilecek, kesinlikle gerekli görülen barış, toprak gibi yakıcı, acilen
karşılanması gereken talepler gündemde değildi. Bu uzlaşmaz çelişkilerle
tanımlı olmayan durum, bir “parti”nin yokluğuyla bağlantılıydı; bu yokluk,
olaylara ağır bir yük bindirerek, uzlaşmazlığın daha sonra olgunlaşıp
patlamasını engelliyordu. Şubat ve Ekim ayları arasında Rusya’daki
istikrarsızlıkla karşılaştırıldığında, İspanya, Ağustos 1936’nın başından
itibaren normalleşme yolunda ilerleyen bir süreçle tanımlıydı. Rus devletinin
ordusu Şubat 1917’den sonra dağılırken, İspanyol devletinin ordusu, Temmuz 1936’dan
sonra, yeni ve “halkçı” bir biçimde de olsa, yeniden toparlandı.
Paris
Komünü
Dikkatle
yapılması gereken bu türden kıyaslamalar, bizi bir ara Marx’ın da benimsediği,
kanıksanmış Marksist görüşü eleştirmek zorunda bırakmaktadır. Paris Komünü’nden
sonra Marx, şu meşhur dersi çıkarmıştı: “İşçi sınıfı, hazır devlet
mekanizmasını öylece ele geçirip kendi amaçları doğrultusunda kullanamaz.”[20]
Ancak Marx, 18 Mart 1871’de başlayan ayaklanma hareketi ile 26 Mart’ta “Komün”ün
seçilmesiyle sonuçlanan daha sonraki dönüşümü arasındaki ayrımı net bir şekilde
ortaya koyamamıştı. “Paris Komünü” formülü, her ikisini de içerir ve evrimi
gizler. Başlangıçtaki hareket, karışıklığına rağmen kesinlikle devrimciydi ve imparatorluğun
toplumsal mücadelelerini genişletti. Ancak bu hareket, daha sonra kendisine
siyasi bir yapı ve kapitalist bir toplumsal içerik kazandırmaya istekliydi.
Aslında seçilen Komün, burjuva demokrasisinin yalnızca dış biçimlerini
değiştirdi. Bürokrasi ve daimi ordu, kapitalist devletin karakteristik
özellikleri haline gelmiş olsalar da, gene de özünü teşkil etmiyorlardı. Marx’ın
tespiti şu yöndeydi:
“Komün, burjuva
devrimlerinin sloganı olan ucuz yönetimi gerçeğe dönüştürdü ve harcamaların en
büyük iki kaynağını, yani sürekli orduyu ve devlet bürokrasisini ortadan
kaldırdı.”[21]
Bilindiği
gibi, seçimle tayin edilmiş olan Komün, büyük ölçüde burjuva cumhuriyetçilerin
egemenliğindeydi. Temkinli hareket eden örgütleri zayıf, nüfusları az olan, eskiden
beri kendilerini cumhuriyetçi basın yoluyla ifade etmek zorunda kalan
komünistler, seçimle tayin edilmiş Komün’ün hayatında önemli bir ağırlığa sahip
değillerdi. Komün programı, belirleyici bir ölçüt olarak esasen Üçüncü
Cumhuriyet’in programının habercisiydi.
Burjuvazi
makyavelist davranmamış olsa bile, Paris’in Versay’a karşı savaşı (çok kötü
icra edilmiş ve tesadüfi olmayan bir şekilde) devrimci içeriğin tükenmesine ve
ilk hareketin salt askeri faaliyete yönlendirilmesine katkıda bulundu.
Marx’ın
Komün’ün yönetim biçimini, fiilen yaptıklarından ziyade, her şeyden önce
işleyiş biçimiyle tanımlaması ilginçtir. Gerçekten de Komün, “Fransız
toplumunun tüm sağlıklı unsurlarının gerçek temsiliydi, dolayısıyla gerçek
ulusal hükümetti”, ancak neticede kapitalist bir hükümetti, kesinlikle bir “işçi
hükümeti” değildi.[22]
Marx
kamuoyu nezdinde, Birinci Enternasyonal bünyesinde Komün’ü sahiplenirken özel
sohbetlerinde onu açıktan eleştiriyordu.[23] Ama burada bu çelişkili konumu ele
almayacağız.
Her
halükârda, devrimci hareketi bastırma mekanizması 1936’dakine benziyordu. 1871’de
olduğu gibi, İspanya Cumhuriyeti, İspanyol ve yabancı radikal unsurları (doğal
olarak faşizmi yok etmeye en yatkın olanları) ciddi bir mücadele vermeden,
elindeki tüm kaynakları kullanmadan, birer “mayın eşeği” olarak kullandı. 1871’de
olduğu gibi bu devlet gücü sınıfsal analize tabi tutulmadığında, tüm gerçekler birer
“hata” hatta “ihanet”miş gibi görünür. Ama dayandıkları mantık ele alınmaz.
Meksika
Başka
benzer bir örneğe de bakılabilir. Meksika burjuva devrimi sırasında örgütlü
işçi sınıfının büyük bir kısmı, burjuvaziyi ileri taşımak ve sermaye içinde
ücretli işçiler olarak kendi çıkarlarını güvence altına almak için bir süre
demokratik ve ilerici devletle ilişki kurmuştu. 1915-1916 yıllarındaki “kızıl
taburlar”, o dönemde Carranza’nın başında olduğu devletle sendika hareketi
arasındaki askeri ittifakı temsil ediyordu. 1912’de kurulan Casa del Obrero
Mundial [“Dünya İşçileri Evi”], “mesleki sendika örgütlenmesini askıya
almaya” ve cumhuriyetçi devletle birlikte “burjuvazi ve onun yakın müttefikleri
olan askerler ve din adamlarına” karşı mücadele etmeye karar verdi. İşçi
hareketinin bir kesimi, Dünya İşçileri Evi’ne (COM) ve müttefiki devlete şiddetle
karşı çıktı. COM, “ordunun desteğiyle anayasal bölgelerdeki her türden işçiyi
sendikalaştırmaya çalıştı.” Kızıl taburlar, kapitalist devleti kontrol etmeyi
hedefleyen diğer siyasi güçlere (“gericiler”e), bunun yanında, isyancı
köylülere ve radikal işçilere karşı aynı anda mücadele yürüttü.[24]
Bu
taburların matbaacılar, demiryolu işçileri türünden işkoluna ve mesleğe göre
örgütlenmiş olması, ilginç bir durum. İspanya Savaşı’nda bazı milisler de
meslek adlarını taşıyorlardı. Benzer şekilde, 1832’deki Lyon ayaklanmasında
tekstil işçileri, emek sahasındaki cari hiyerarşiye göre gruplara ayrılmış, işçiler,
ustabaşlarının komuta ettiği atölye gruplarında bir araya gelmişlerdi. Bu
şekilde, ücretliler, mevcut emek sistemini sermayenin “tecavüzlerine” (Marx)
karşı savunmak için ücretliler olarak silaha sarıldılar.
Devlete
karşı gerçekleştirilen 1832 isyanı, örgütlü işçilerin devleti desteklediği
Meksika ve İspanya örneklerinden farklı. Ancak asıl mesele, işçi sınıfı
mücadelesinin emeğin örgütlenmesi temelinde sürdüğünü idrak etmekte.
Devletle
bütünleşsin ya da bütünleşmesin, böylesi bir mücadele, ya devlet tarafından
yutulur ya da onun altında ezilir. Bu anlamda, başarısızlığa mahkûmdur.
Komünist hareket, ancak proleterler ücretli emek düzenine silahla saldırdığı
ilkel ayaklanma tarzının ötesine geçtikleri vakit zafere ulaşabilir. İşçiler,
silahlı mücadeleye ancak ücretli emekçi olarak kendilerini yok ettikleri
takdirde önderlik edebilirler.
Emperyalist
Savaş
Devrim
yapabilmek için en azından toplumun köklerine, devlete ve ekonomik örgütlenmeye
karşı bir saldırının başlaması gerekir. Rusya’da Şubat 1917’de böylesi bir
saldırı başlamıştı. Mücadele sonrasında hızla gelişti.
Proleterlerin
devlete boyun eğdikleri İspanya’da ise böyle bir başlangıçtan söz edilemez.
Başından beri yaptıkları her şey (Franco’ya karşı askeri mücadele, toplumsal
dönüşümler) sermayenin himayesinde yürütüldü. Bunun en iyi kanıtı, solcu
anti-faşistlerin açıklayamadığı faaliyetlerin hızla gelişmesidir. Askeri
mücadele hızla, aşırı sol tarafından verimlilik gerekçesiyle kabul edilen (ve
neredeyse her zaman etkisiz oldukları kanıtlanan) devletçi burjuva yöntemlerine
yöneldi.
Demokratik
devlet, faşizme karşı silahlı mücadele yürütemeyeceği gibi, faşizmin barışçıl
yollarla iktidara gelmesini de engelleyemez. Burjuva cumhuriyetçi bir devletin,
düşmanı demoralize etmek için gereken toplumsal mücadele yöntemlerini
kullanmayı reddetmesi ve bunun yerine, bu tür bir mücadele için daha iyi
donatılmış ve eğitilmiş modern bir ordu karşısında hiçbir şansı olmayan
geleneksel bir cephe savaşına razı olması, son derece normaldir.
Toplumsallaştırma
ve kolektifleştirme çabalarına gelince, bunlar da komünizmin itici gücünden
yoksundu; özellikle de devletin yıkılmaması, onları toplumun tamamı düzeyinde
ticaret karşıtı bir ekonomi örgütlemekten alıkoyuyor, bu girişimleri ortak
eylemden yoksun, izole yapılara dönüştürüyordu. Devlet, kısa sürede otoritesini
yeniden tesis etti. Sonuç olarak, Ağustos 1936’dan sonra İspanya’da ne bir
devrim oldu ne de devrimin yola koyulduğuna şahit olundu. Aksine, devrime doğru
ilerleyen hareket, giderek daha fazla engelle karşılaştı, yenilenmesine dönük
adımlar giderek daha da imkânsızlaştı.
Mayıs
1937’de proleterlerin, silahlı ayaklanma yoluyla devlete (bu sefer demokratik
devlete) karşı tekrar bir araya gelmeleri, ancak mücadeleyi devletle bağlarını
koparacak noktaya kadar uzatmayı başaramamaları dikkat çekici bir gelişmedir.
1936’da yasal devlete boyun eğen proleterler, Mayıs 1937’de bu devletin
temellerini sarsmayı başardılar, ancak silahlarını bırakmaları için onları
teşvik eden “temsilci” örgütlerin karşısında boyun eğdiler. Proleterler,
devlete karşı çıktılar, ancak onu yıkmadılar. POUM ve CNT’nin ılımlılık
tavsiyelerini kabul ettiler. “Durruti’nin Dostları” isimli radikal örgüt bile
bu karşı-devrimci örgütlerin yıkılması çağrısında bulunmadı.
İspanya’da
savaştan bahsedebiliriz, ancak devrimden değil. Bu savaş İspanya’da,
proletaryayı devletle bütünleştirirken, ulusal sermayeyi en verimli şekilde geliştirecek,
meşru bir devletin inşası konusunda önemli bir işlev gördü. Bu açıdan
bakıldığında, iki karşıt ordunun sosyolojik bileşimine dair analizler, tıpkı
bir partinin “proleter” karakterini üyeleri arasındaki işçi oranına göre ölçen
analizler gibi, bize hiçbir şey söylemezler. Bu tür olgulardan tabii ki
bahsedilebilir ama bunlar, anlamaya çalıştığımız, parti denilen meselenin
toplumsal işleviyle kıyaslandığında, talidirler.
Kapitalizmi
destekleyen, işçi sınıfından üyelere sahip bir parti, karşı-devrimcidir. Çok
sayıda işçiyi bünyesinde barındıran ancak kapitalist hedefler için savaşan
İspanyol cumhuriyetçi ordusu, Franco’nun ordusundan daha devrimci değildi.
Söz
konusu çatışmaya uygulanan “emperyalist savaş” formülü, emperyalizmi salt
ekonomik egemenlik mücadelesiyle ilişkilendirenleri şoke edecektir. Ancak
1914-1918’den günümüze emperyalist savaşların temel amacı, sermayenin hem
ekonomik hem de sosyal çelişkilerini çözmek ve kitlelerin komünist harekete yönelme
potansiyelini ortadan kaldırmaktır.
İspanya’da
savaşın doğrudan pazarlar için mücadeleyle ilgili olmaması pek de önemli
değildir. Savaş, hem faşist hem de demokratik ülkelerdeki tüm dünya
proleterlerini, faşizm-antifaşizm karşıtlığı etrafında kutuplaştırmaya hizmet
etti. 1939-1945 arası dönemin Kutsal İttifak’ının zemini bu koşullarda hazırlandı.
Ancak ekonomik ve stratejik güdüler de eksik değildi. Henüz tam olarak
tanımlanmamış olan karşıt kampların kendilerine müttefikler edinmeleri veya kendilerine
cömert yardımlar sunacak tarafsız bir kesim oluşturmaları, ayrıca ittifakların
sağlamlığını sınamaları gerekiyordu. Ayrıca İspanya’nın İkinci Dünya Savaşı’na
katılmaması da oldukça olağan bir gelişmeydi. İspanya’nın buna ihtiyacı yoktu,
çünkü kendi toplumsal sorununu kendi savaşında proleterlerin demokrasi ve faşizm
yoluyla ezilmesiyle çözmüştü; ekonomik sorunu ise, toplumsal bir patlamayı
önlemek için üretim güçlerinin gelişimini sınırlamaya devam eden muhafazakâr
kapitalist güçlerin zaferiyle çözüme kavuşturdu. Ancak gene de, ideolojisi
hilafına, bu anti-kapitalist, “feodal” faşizm, altmışlı yıllarda, kendi
iradesine rağmen, İspanyol ekonomisini geliştirmeye başladı.
Gilles Dauvé
1979
Kaynak
Dipnotlar:
[9] Rejime aşırı sağdan sola herkesin destek vermiş olmasında şaşılacak bir yan
yok. Latin Amerika’daki komünist partiler, İkinci Dünya Savaşı süresince
Müttefiklere destek sunan, ulusal kapitalizmi geliştiren veya işçilere tavizler
veren diktatörlük rejimlerine ya da askeri rejimlere arka çıkmışlardır. Bkz.:
Victor Alba, Politics & the Labor Movement in Latin America,
Stanford (1968). Bolivya gibi örneklerde Maoistler ve Troçkistler sıklıkla aynı
tavrı sergilemişlerdir.
[10]
Le Monde, 7-8 Şubat 1971.
[11]
Marx, The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte, International, New
York (1972), s. 54.
[12]
Marx & Engels, Collected Works, Cilt. 13, Lawrence & Wishart,
Londra (1980), s. 340.
[13]
George Orwell, Homage to Catalonia, Londra (1938).
[14]
Abel Paz, Durruti: The People Armed, Black Rose Books, Montreal (1976).
[15]
Marx & Engels, Collected Works, Cilt. 13, Londra (1980), s. 422.
[16]
Oskar Anweiler, The Soviets: The Russian Workers, Peasants, and Soldiers
Councils 1905-1921, New York (1974).
[17]
Marx & Engels, Ecrits militaires, L’Herne (1970), s. 143.
[18]
V. I. Lenin, Collected Works, Cilt. 24, Moskova (1964), s. 236.
[19]
C. Semprun-Maura, Revolution et contre-revolution en Catalogne, Mame
(1974), s, 53-60.
[20]
Marx & Engels, Writings on the Paris Commune, Monthly Review, New
York (1971), s. 70.
[21]
A.g.e., s. 75-76.
[22]
A.g.e., s. 80.
[23]
Yayına Hz.: Saul K. Padover, The Letters of Karl Marx, Prentice-Hall
(1979), s. 333-335.
[24] A. Nunes, Les revolutions du Mexique, Flammarion (1975), s. 101-2.


