Sahra
Wagenknecht’in Liberal Sola Karşı isimli kitabı, hiç kuşku yok ki son
yıllarda yayımlanan, başta Batı Avrupa olmak üzere, “gelişmiş” denilen kapitalist
toplumlara yönelik en önemli eleştirilerden biridir. Orijinal adı Die
Selbstgerechten [“Kibirli”] olan kitabın Almanya’da uzun süredir satış
listelerinin zirvesinde yer alması, asla tesadüf değil.
Metin,
aslında çok basit bir dille kaleme alınmış. Ele alınan konular, karmaşık olsa
bile, geniş bir kitle tarafından idrak edilebilecek şekilde aktarılmış. Kitabın
asıl ilgilendiği husussa egemen solun eleştirisi. Kitapta gelişmiş kapitalist
toplumların, solun ideolojisinin ve her şeyden önce son otuz-kırk yılın
kapitalist modernleşmesinden kaynaklanan değişimlerden türeyen toplumsal
sınıfların ana bileşiminin bir analizi aktarılıyor.
Bununla
birlikte, söz konusu kitap, esas olarak yazarının sıradan bir aydın olması
sebebiyle değil, onun Almanya’da tanınmış bir politikacı olması ve son
zamanlarda inşa ettiği siyasi gücüyle olumlu sonuçlar elde etmesi üzerinden
ilgiyi hak ediyor. BSW (Bündnis Sahra Wagenknecht – Vernunft und
Gerechtigkeit, Sahra Wagenknecht İttifakı – Akıl ve Adalet), Die Linke
partisinden ayrılan bir örgüt. 26 Eylül 2023 tarihinde dernek, 8 Ocak 2024
tarihinde ise parti olarak kuruldu. Sadece altı ay gibi kısa bir süre içerisinde
BSW, beklenmedik bir şekilde, gurur verici sonuçlar elde edebilecek bir parti
olduğunu ispatladı. Haziran 2024’teki Avrupa seçimlerinde oyların %6,2’sini
alarak beşinci parti olurken, Die Linke’nin oy oranı %2,7’ye geriledi.
BSW’nin
kaleleri, ülkenin en yoksul bölgesi olan ve Avrupa seçimlerinde %13,8 ile
üçüncü parti olduğu eski Doğu Almanya’da bulunuyor. Eski Doğu Almanya’da elde
edilen olumlu sonuç, Eylül ayında Thüringen’de (%15,8) ve Saksonya’da (%11,8)
yapılan bölgesel seçimlerde tekrarlandı, böylelikle BSW, üçüncü siyasi güç hâline
geldiğini dosta düşmana göstermiş oldu.
İtalyan
radikal solunun elde ettiğinden çok farklı olan bu sonuçlar, BSW’nin bu
sonuçları elde etmesine imkân sağlayan yaklaşım ve program, herkesin merakını
celbediyor. Elbette şu, tartışılmayacak bir gerçeklik: İtalya Almanya değil, ayrıca
iki ülke arasında önemli farklılıklar mevcut. Ama bu yazı boyunca göreceğimiz
gibi, iki ülke arasında kimi dikkate değer benzerlikler de var, bu anlamda, Wagenknecht’in
yazdıkları ilgiyi hak ediyor.
Yazar,
aşırı sağcı AfD’nin, oyların %15,3’ünü alarak iktidardaki sol partileri,
özellikle de SPD’nin sosyal demokratlarını (%13,9) ve Yeşiller’i (%11,9) geride
bırakarak ikinci parti olduğu son Avrupa seçimlerinde elde ettiği başarıya
değinerek başlıyor. Ona göre, AfD’nin bazılarının kınadığı gibi bir “neo-Nazi
partisi” mi yoksa “sadece aşırı sağcı bir parti” mi olduğu tartışmasının bir
anlamı yok. Partinin elde ettiği başarı, esasen Almanya’da devam eden siyasi
depremin endişe verici ve önemli bir sonucu.
Medyadaki
birçok gözlemci ve yorumcu, AfD’nin seçim sonuçlarını seçmenlerin sağa
kaymasına bağlarken, Wagenknecht, bu yaklaşımla çelişen bir açıklama yapıyor: “Sağın
yükselişinin zeminini ekonomi, politika ve kültür düzleminde bizzat sol
hazırladı.”
Modaya
Uygun Sol
Bu,
solun son yıllarda genetik bir dönüşüm geçirmesi nedeniyle gerçekleşti. Bir
zamanlar solun ana niteliği, alt sınıflara yönelik savunusuydu. Bugün
Wagenknecht, solu, “Lifestyle-Linke” ifadesiyle tanımlıyor. “Yaşam tarzı
solu” anlamına gelen bu ifade, modaya uygun solu tanımlamak için kullanılıyor,
zira bugün artık solun eyleminin merkezinde, sosyal ve politik-ekonomik
sorunlar değil, yaşam tarzı, tüketim alışkanlıkları ve davranışlarla ilgili
ahlaki yargılar duruyor. Adil bir topluma giden yol, artık toplumsal
mücadelelerden değil, her şeyden önce simgelerden ve dilden geçiyor, örneğin
eril olandan kaçınmak, bu noktada eril-dişil ayrımını silmek adına, kelimelerin
çoğul hâllerinde yıldız işareti kullanmak gibi yöntemlere başvuruyor.
1990
ve 2020 yılları arası dönemde sanayi işçileri ve sıradan memurlar, artık
sosyo-ekonomik düzeyde kendilerini savunmadıklarını, kültürel düzlemde
kendilerini temsil etmediklerini düşündükleri geleneksel sol partilere oy
vermeyi bıraktılar. Bugün sola oy verenler, daha çok büyük şehirlerde yaşayan,
iyi bir kültüre ve daha iyi maaşlara sahip insanlar.
Ellili
ve yetmişli yıllar arası dönemde, topluluk yönelimi, dayanışma ve karşılıklı
sorumluluğa dayanan işçi örgütlenmesi, alt sınıfların ekonomik durumunu
kademeli olarak iyileştirmeyi mümkün kıldı. Durum, doksanlı yıllardaki ivme ile
birlikte 1975’ten daha da kötüye gitmeye başladı ve bu da endüstriyel toplumdan
üçüncül topluma geçişe yol açtı. Bu geçişte üç ana faktör rol oynadı:
otomasyon, dış kaynak kullanımı ve hepsinden önemlisi, birçok endüstriyel
üretimin yurtdışına taşınmasına yol açan küreselleşme.
Küreselleşmenin
sorumluluğu, sermaye kontrollerinden vazgeçen siyasete aitti. Küreselleşme, en çok
da işçi sınıfına zarar verdi. Buna karşılık, üst sınıfların servetinin muazzam
bir şekilde büyümesine sebep oldu.
Üniversite
Mezunu Yeni Orta Sınıf ve İdeolojileri
Bu
noktada Wagenknecht, analizinin sosyolojik açıdan en ilginç yönlerinden birini
ifade eden özgün bir kavram ortaya atıyor: Üniversite mezunu yeni orta sınıfın doğuşu.
Aslında,
küreselleşme ve hizmet toplumu; yatırım bankacılığı, dijital hizmetler,
pazarlama, reklâmcılık, danışmanlık ve hukuk alanlarında çalışan üniversite mezunları
için yeni yüksek ücretli meslekler de üretti. Bu yeni orta sınıf, hem küçük
burjuvaziden hem de işçi sınıfından yalnızca eğitim, iş profili ve ikamet yeri
açısından değil, aynı zamanda özel bir ahlaki kimlik taşıyan ürünlerin satın
alınmasına dayanan tutum, değerler ve yaşam tarzı açısından da farklıdır. Bu
yeni sınıfın iş dünyasının taşıdığı ana duygu, özgürlük, bağsızlık ve dünya
vatandaşlığı fikri, yani kozmopolitizm gibi bir mayaya sahiptir.
Bununla
birlikte, mezun olan herkes, bu yeni orta sınıfın bir parçası değildir, çünkü
klasik orta sınıfla birlikte küreselleşmenin kazananları arasında kesinlikle
sayılamayacak yeni bir alt mezun sınıfı da vardır. Yeni orta sınıf mezunlar,
eğitim ayrıcalığının geri dönüşünün ürünüdür. Aslında, en iyi ücretli işler, olağan
halk eğitimi kursu ile elde edilebilecek becerilerle elde edilemez, ancak en
iyi okullara devam etmeye, yurtdışında tekrarlanan dil eğitimi gezilerine ve
önemli şirketlerde ücretsiz staj dönemlerine izin veren aile kaynaklı yüklü
miktarları bulan mali desteklere sahip olmak germektedir. Bu açıdan, yeni orta
sınıf mezunlar, daha dezavantajlı konumlarda olanların girmesinin imkânsız
olduğu, insanların görüşleri üzerinde etkisi olan, medya ve siyasette kilit
pozisyonları işgal eden özel bir ortamı ifade etmektedirler.
Bu
yeni sınıfın ideolojisi, neoliberalizmden türeyen, onun değerleri ve
duygularıyla bağlantılı olan sol liberalizmdir. Solcu liberalizm, hâkim dil hâline
geldi. 68 kuşağıyla özdeşleşen bu düşüncenin temsilcilerinin devreye
girmesiyle, SPD’nin sosyal demokrasisi, işçi sınıfından koptu ve kendisini bir
kamu yönetimi, öğretmen ve sosyal hizmet uzmanları partisine dönüştürdü. Tüm
Avrupa ülkelerindeki sol partiler, özellikle Yeşiller, mezunların kentsel
çevresinin partileri hâline geldiler.
Solcu
liberalizm, eşitsizliğin kutsallaştırılmasını amaçlayan, dikkatini daha küçük
ve daha abartılı azınlıklara çeviren kimlik politikaları üzerine kuruludur.
Altı oyulan şey, bireyler arasındaki farklılaşmanın yerini alan ve kota
politikalarına dönüşen geleneksel sol eşitlik değeridir. Kimlik politikaları,
dikkati mülkiyet ilişkilerinden ve sosyal yapılardan etnik köken, ten rengi ve
cinsel yönelim gibi bireysel özelliklere yönlendirir.
Dünyanın
en büyük finans şirketlerinden biri olan Blackstone bile, yönetim kurulunun en
az üçte birinin artık beyaz, heteroseksüel erkekler tarafından temsil
edilmemesini sağlamak istediğini söyleyerek bir kota politikası benimsedi. Oysa
kotalar ve çeşitlilik, en yoksul ve en dezavantajlı kesimin mevcut durumlarında
bir nebze değişikliğe yol açmıyor. Kimlik politikaları, esasen, küreselleşmenin
sebep olduğu toplumsal değişimler neticesinde her şeyini kaybedecek olanlarda
dayanışmaya ve öfkeye en çok ihtiyaç duyulduğu, yüksek gelirli özel bireylerin
ayrımcılığa uğrayan kurbanlar rolü kestiği koşullarda ayrışmalara neden oluyor.
Kimlik
politikaları, göçmenler bağlamında da felâketlere yol açtı. Sol liberaller,
göçmenlerin entegrasyonuna yardım etmek yerine, önceliği çoğunluktan ve diğer
etnik gruplardan farklı bir grubun kimliğini pekiştirmek olan İslami aşırılık
yanlıları gibi örgütleri finanse etti. Çokkültürlülük, gerçekte, dayanışma ve
sosyal adaletin en önemli ön koşulu olan bütünleşmenin başarısızlığı ve
topluluğa aidiyet duygusunun yok edilmesinden gayrı bir anlama sahip değil.
Sol
liberalizmin ideolojisi, bir ülkedeki aidiyet ve topluluk duygusunu sağcı ve
gerici bir şey olarak görüyor. Buna ek olarak, sol liberalizm, korunması
gereken başka bir azınlık daha ortaya koyuyor: yoksullar ve marjinalleştirilmiş
kesimler. Bu şekilde, refah devletinin yoksullara yönelik insani yardım lehine
iptal edilmesi söz konusudur ki bu, orta ve alt-orta sınıflar için pek yararlı
olmayacak bir gelişmedir.
Sol
liberalizmin önemli bir özelliği de, ulusal sınırların ötesine geçen, küresel
veya en azından Avrupa vatandaşlığı (kozmopolitizm) iddiasının eşlik ettiği
açık topluma onay vermesidir. “Dünyaya açık ol!” sloganı ve kozmopolit duruş,
son yıllardaki liberal dönüşümlerin ve halkın sadece işlerinden değil, aynı
zamanda sosyal güvencelerinden de mahrum bırakıldığı sürecin sorumluluğunu üstlenmeye
yönelik isteksizliğin bir gerekçesinden ibarettir.
Gerçekte
açık toplum, bir yandan belirli bir devlete ait olmayanlar için sınırların
geçirgenliğine yol açarken, diğer yandan, üstesinden gelinmesi giderek zorlaşan
toplumsal sınıflar arasında duvarlar örer. Kadınların o çok alkışlanan
özgürleşme süreci bile aslında üst ya da üst orta sınıfa mensup üniversite
mezunu kadının özgürleşmesine denk düşer.
Solcu
neoliberalizm, her şeyden önce zenginler için yararlı olan bir politikaya
katkıda bulunur, orta sınıfı politik-kültürel bir bakış açısıyla bölmeyi
başarır ve gelecek için farklı bir proje arayan siyasi çoğunlukların doğuşunu
önler.
Göçmenlik
Göç,
tüm Avrupa ülkelerinde aşırı sağ tarafından tahrik edilen, hassas bir sorundur.
Bu, özellikle, Suriye’deki savaşın patlak vermesinden sonra önemli sayıda
göçmene kucak açan ve bu sorun sayesinde AfD’nin büyüdüğünü gören Almanya için
geçerlidir.
BSW,
bu konuda sol liberallerinkinden farklı bir pozisyon aldı ve bu da ona ırkçılık
suçlaması yöneltilmesine neden oldu. Bu açıdan, Wagenknecht’in gerçek konumunun
ne olduğunu görmek gerekiyor.
Öncelikle
sol liberalizm, göçmenlerin kabulü fikrinin başkalarına yardım etme ve
dayanışma da dâhil olmak üzere, en temel ahlaki emirlere aykırı olduğunu
düşünür ve bu fikre destek sunar. Wagenknecht ise zengin ülkelerin, uzmanların
eğitimi için tonla para harcayan, ama bu insanların kendi toplumlarına katkıda
bulunmasına mani olan yoksul ülkelerden nitelikli işçi çektiği, bu anlamda, yalın
ve aleni bir sömürgecilik pratiğine imza attığı düşüncesindedir. Örneğin,
doktor ve hemşire sıkıntısı, Bulgaristan ve Romanya’daki birçok hastanenin
kapanmasına yol açmış, bunun etkisi Kovid salgını sırasında bilfiil hissedilmiştir.
Ayrıca, Uluslararası Para Fonu’nun tespitine göre, 1995 ve 2012 yılları
arasında göç olmasaydı, Doğu Avrupa ülkeleri %7 daha fazla büyüme kaydedecekti.
Ekonomik
nedenlerle göçenlerle savaş nedeniyle topraklarını terk etmek zorunda kalan,
komşu ülkelere ve yoksul ülkelere giden mülteciler arasında da bir ayrım
yapılmalıdır. Avrupa, 60 milyon mülteciyi kabul edemez, ancak bu insanlarla
ilgilenen derneklere kaynak sağlayabilir. Bunun yerine, Wagenknecht, Avrupa
fonlarının kıt olduğuna ve birçok Avrupa ülkesinin göçmenlerin entegrasyonu
için yapılan harcamaları gelişmekte olan ülkelere yapılan yardımlardan
kestiğine dikkat çekiyor.
Göçten
yararlanan girişimciler, iki şeyle ilgileniyor: ucuz bir işgücüne sahip olmak
ve çalışanlar arasında ayrışmaları tetiklemek. Bu nedenle, sol, geçmişte göçün
azaltılması için savaştı. Bu, Weimar Cumhuriyeti sırasında ve 1973’te Sosyal
Demokrat Şansölye Willy Brandt’ın yurtdışından işçi almayı bıraktığı zaman yaşandı.
Wagenknecht’in belirttiği gibi, bugünkü SPD, muhtemelen o dönemki SPD’yi AfD’ye
yakın bir parti olarak tanımlardı.
Bugün
solcu liberal dilin yaygınlığı, sendikaların artık göçmen emeğinin istihdamını
sorunsallaştırmaya cesaret edemediği anlamına geliyor: göç ve ücretlerdeki
düşüş arasındaki bağlantıdan bahsetmek bile küfür olarak görülüyor. Yine de,
Schröder hükümetinin işgücü piyasası reformlarına ek olarak, Almanya’da birçok
sektörde ücretlerde kaydedilen %20’lik düşüş, yüksek göç oranına bağlanabilir.
Göçmenlerin girişi, daha az varlıklı yerli nüfusun yaşadığı yerlerde kiraların
artmasına da neden oluyor.
Wagenknecht,
yoksul ülkelerin kalkınmasını gerçekten teşvik etmek isteyenlerin, Batı’nın
müdahaleci savaşlarına ve iç savaşlara destek vermelerine son vermeleri,
örneğin yoksul ülkelerden gerçekleşen beyin göçünü önleyerek, farklı bir
ticaret politikası uygulamaya koymaları gerektiği sonucuna varıyor.
Gerçekten
de Sağcı Bir Çağda mı Yaşıyoruz?
Almanya’da
ve Avrupa’nın geri kalanında sağcı partilerin yükselişinin nedenleri nelerdir?
Bazılarına
göre sağa oy verenler, liberal topluma karşı olan nüfusun beşte birini temsil
ediyor. Ancak bu, daha önce sağcı partiler varken, seçmenlerin neden şimdi AfD’ye
kitlesel olarak oy verdiğini açıklamıyor. Gerçek şu ki seçmenler, belirli bir
kanaate bağlı olarak değil, protesto için oy veriyorlar. Toplumun son yıllarda
siyasetten dezavantajlı duruma düşen kesimi, çıkarlarını görmezden gelen ve
onların sosyal pratiklerini ve yaşam tarzı anlayışlarını küçümseyen, gerici ve
taşralı olarak tanımlanan politikacılara oy vermeyi bıraktı. Sağcı seçmenler,
işsizliğin yüksek, altyapının zayıf ve göçün yüksek olduğu kırsal kesimde ve
küçük sanayi merkezlerinde yaşarken, şehirlerde sosyal sıkıntıların yoğun
olduğu bölgelerde yaşıyorlar. Bu kesimler, önce çekimserlik kovuğuna sığındılar,
ardından da sağa oy vererek, hayal kırıklıklarını ve öfkelerini açığa vurdular.
Modaya
uygun solun neden bu seçmenlere ulaşamadığını anlattık, peki ama sağ, neden
başarılı oldu?
İlk
neden, Avrupalıların büyük bir kısmının kıtada çok fazla göçmen olduğuna
inandığı koşullarda, tüm sağcıların programının merkezine göç eleştirisini
yerleştirmeleridir. Bazı toplumsal kesimlerin kontrolsüz göçe karşı
düşmanlığının arkasında elbette kültürel nedenler var, ancak burada her şeyden
önce somut bir soruna işaret ediliyor: iş rekabeti, barınma ve sosyal yardımlar.
Wagenknecht,
bu sorunları inkâr etmenin ve göç tartışmasını bir ahlaki tutum sorunu olarak
yorumlamanın, modaya uygun sola oy vermeyi imkânsız hale getirdiğini savunuyor.
Üstelik, eğer sadece sağ, göçle ilgili sorunları dikkate alır, sol da “öfkeli”
yoksulları ahlaki olarak eleştirirse, tartışmanın gidişatı ve tonu, göçmenleri
sadece kötü niyetli davetsiz misafirler olarak tasvir edecek olan sağ
tarafından belirlenecektir.
Sağın
başarısının bir başka nedeni de, neoliberalizme, refah devletinin
parçalanmasına ve küreselleşmeye en büyük bağlılığı gösteren sol liberalizme yönelik
muhalefetidir. Bu nedenle sağ, dezavantajlı kişilere sadece kültürel düzeyde
değil, aynı zamanda maddi çıkar düzeyinde de seslenir. Örneğin Trump,
küreselleşme yoluyla işlerin azalmasını konuşmalarının merkezine koydu,
ithalata tarifeler uyguladı, bu anlamda, destekçilerinin çoğunun takdir ettiği
önlemlere başvurdu.
Bu
noktada 2015’teki zaferinden sonra Polonya tarihinin en görkemli sosyal
programını formüle eden, sosyal ödenek olarak büyük bir meblağ veren ve böylece
yoksulluğu %40 oranında azaltan aşırı sağcı parti de örnek verilebilir. Parti,
sendikaların talep ettiğinin üzerinde asgari ücret getirdi, erkekler ve
kadınlar için emeklilik yaşını düşürdü, sosyal demokrat ve ilerici partilerden
bekleyeceğimiz bir politikanın ifadesi olan başka önlemlere başvurdu.
Sadece
Polonya sağı için geçerli bir durum değil bu. Fransa’da Marine Le Pen’in Ulusal
Birlik Partisi de sosyal harcamaların kısılması, varlık vergisinin yeniden
getirilmesi, devlet yatırımlarının ve sosyal yardımların artırılması çağrısında
bulunuyor. Hollanda’da Özgürlük Partisi (PVV), işten çıkarmaya karşı
korumaların gevşetilmesine, emeklilik yaşının yükseltilmesine ve asgari ücretin
düşürülmesine karşı mücadele ediyor.
Son
olarak, Macaristan’da Orban’ın o çokça kötülenen Macar Yurttaş Birliği (Fidesz)
isimli partisi, ekonomik liberalizmin ve Macar ekonomisinin yabancı
yatırımcılar tarafından kontrol edilmesine dönük pratiklerin karşısına devlet
egemenliği ve devlet müdahaleciliği fikrini çıkarttı. Fidesz’in stratejik
enerji şirketlerinin yeniden ulusallaştırılması, çokuluslu şirketler ve mali
işlemler için özel vergiler getirilmesi gibi aldığı önlemlerin tümü,
Wagenknecht’in de belirttiği gibi, solcu olarak adlandırmakta tereddüt
etmeyeceğimiz önlemler.
Son
olarak, sağın başarısının üçüncü bir nedeni daha var: Avrupa Birliği’nin ve
Brüksel’de oturan bürokratların eleştirilmesi.
AB’deki
tüm sağcı partilerin programlarının merkezinde, ulusal egemenliğin savunulması
ve halkın güvenmediği Brüksel’deki komisyon üyeleri tarafından yürütülen
yetkilerin merkezileştirilmesine karşı muhalefet duruyor.
Misal,
Avrupa Komisyonu, Avrupa ülkelerinden altmış üç kez sağlık hizmetlerini
kesmelerini ve hastanelerin özelleştirilmesini hızlandırmalarını, elli kez
ücret artışını frenlemek için önlemler almalarını ve otuz sekiz kez işten
çıkarmaları kolaylaştırmak için önlemler almalarını istedi. Avrupa Adalet
Divanı, büyük çokuluslu şirketlerin lehine karar veriyor ve işçilerin ve orta
sınıfın koşullarını kötüleştiriyor.
Wagenknecht,
defalarca “egemenlikçi” ve dolayısıyla “sağcı” olmakla suçlandı. Gerçekte, onun
egemenliği milliyetçilik değil, karar verme gücünü demokratik olarak, yani
ulusal düzeyde karar vermenin en mümkün olduğu yere yerleştirme talebidir.
Bunun sonucu, AB’nin egemen demokrasiler konfederasyonu olarak yeniden
yapılandırılması olacaktır. Bu şekilde, tek tek ülkelerde yalnızca ilgili
ulusal parlamentolar tarafından kararlaştırılan şeyler geçerli hâle gelecektir.
Halkın
Avrupa yanlısı yaklaşıma yönelik reddiyesini sağ, hemen benimseyip seçimlerde
istismar ederken, sol liberaller, AB’yi eleştiren herkesi “Avrupa karşıtı” ve “milliyetçi”
olarak damgalıyor, bu da onları yoksul sınıflardan giderek daha fazla
uzaklaştırıyor.
Sağın
yozlaşmış seçkinlere karşı halkın savunucuları olarak sunulması, sağın değişmez
bir unsurudur. Bu değerlendirmede belirli bir haklılık payı mevcuttur. Zira Batı
demokrasileri bugün işlememektedir. Kudretli lobiler, siyaset üzerinde sıradan
vatandaşlardan çok daha fazla etkiye sahiptir. Dolayısıyla, sol liberallerin,
tüm demokratların “demokrasinin sağcı düşmanları” karşısında birleşmesi
gerektiğine dair nutukları, liberal solun politikalarından zarar görmüş olan
halk kesimlerinin kulaklarında ikiyüzlü ve gerçekle çelişen bir tür gevezelik
olarak çınlıyor. Oysa esasında aşırı sağ partiler, tam da müesses nizam ve
diğer tüm partiler tarafından nefret ediliyor oldukları için güçleniyorlar.
Yine
de vatandaşların çoğunluğu, solcu liberallerin fikirlerini reddetmelerine
rağmen, sosyo-ekonomik açıdan solcu. Örneğin, Der Spiegel’in bir
anketine katılanların %73’ü yüksek gelirliler için vergilerin artırılması ve
düşük gelirliler için azaltılması gerektiğine inanıyor, %60’ı servet vergisi
getirilmesi çağrısında bulunuyor. Bu nedenle, sağın çağının başladığından söz
edemeyiz.
Çoğunluk
sağcı değil, ancak sosyo-ekonomik açıdan inkâr edilemez bir şekilde solcu olan
bu çoğunluğa hitap etmekte başarısız olan solcu liberallere güvenmiyor, onların
kendisini hayal kırıklığına uğrattığını düşünüyor. Liberal olmayan tutumların
bu insanları sağa oy vermeye yönlendirebileceği fikri de temelsiz: Almanya’da
vatandaşların %95’i, eşcinselleri koruyan bir yasanın doğru olduğuna
inanmaktadır.
Nüfusun
büyük çoğunluğu gericilerden ve ırkçılardan oluşmuyor, ancak kamuoyunun
dikkatinin odağında, her daim ve sadece azınlıkların ve bazen de küçük
azınlıkların yaşam projelerinin durmasından rahatsız. Çoğunluk milliyetçi bile
değil, ancak ulus devletin refah devletinin hayatta kalmasını garanti
edebileceğini düşünüyor.
Sağın
çağının başladığı iddiası, sağcı olmayı, onu geleneksel olarak karakterize eden
özellikler temelinde değil, sol liberal ideolojinin reddi temelinde ölçtüğü,
böylece nüfusun geniş kesimleri tarafından paylaşılan konumları sağcı olarak
damgaladığı için devasa bir aldatmacadan ibarettir. Sol liberallerin sağa karşı
kültürel savaşı bu fikri destekliyor. Üsluplar ne kadar saldırgan olursa ve ne
kadar keskin pozisyonlar sağcı olarak tanımlanırsa, muhatabına etik düzeyde
hakaret etmeyen veya onu küçümsemeyenlere o kadar fazla sempati duyulacaktır.
Özellikle
iki konu bumerang etkisi yarattı: göç politikası ve iklim değişikliği.
Göç
söz konusu olduğunda, pek çok kişi, çok büyük göç akışlarının sonuçlarını kendi
derilerinde tecrübe etmiştir. İklim değişikliği konusunda, Gelecek için
Cumalar hareketi ve sol liberaller, iklim tartışmasını bir yaşam tarzı
tartışmasına dönüştürdüler. Karbon vergisi önerisini her şeyin merkezine
koydular. Sonuç olarak, Alman hükümetinin iklim paketi, dizel, elektrik ve
benzin fiyatlarındaki artışla birlikte alt orta sınıfı ve yoksulları orantısız
bir şekilde etkiledi. Aynı önlemlerin “sarı yelekliler” protestosunun fitilini
ateşlediği Fransa’da da benzer gelişmeler yaşandı.
Yarın
korkusu, nüfusun geniş kesimleri arasında yayılıyor. Sol liberaller,
sosyo-ekonomik açıdan solcu olan çoğunluğu bölen ve diploması olanlarla
olmayanlar arasında düşmanlık duvarları ören kültürel savaşlarıyla bu korkunun
yayılmasına katkıda bulunuyorlar. Burada amaç, anti-liberal çoğunlukların
siyasi çoğunluğa dönüşmesini önlemek.
Sağın
çağı başlamış değil. Toplumun sağa sürüklendiğinden de söz edilemez. Ortada
sadece sol liberallerin davranışlarına bağlı olarak güç ve nüfuz kazanan kimi sağcı
partiler var.
Wagenknecht,
kitabının ilk bölümünü şu sözlerle bitiriyor:
“Ancak sol, yalnızca
giderek artan sayıda daha az varlıklı üniversite mezunlarını değil, aynı
zamanda işçilerin, hizmet sektörü çalışanlarının ve geleneksel orta sınıfın
toplumsal çıkarlarını ve değerlerini de ele alan inandırıcı ve ilerici bir dil,
ikna edici bir program sunana kadar, bu kesimlerden giderek daha fazla seçmen,
siyasi yelpazenin karşı tarafına sığınacak. Bu durumda, bu seçmenlerin bir
kısmı, o sığınılan yerdeki kişiler gibi konuşmaya ve düşünmeye başlayacak.”[14]
Sonuç
İtalya,
Fransa ve diğer Avrupa ülkeleri, Sahra Wagenknecht’in Almanya’yla ilgili
aktardığı özelliklere sahiptir. Avrupa genelinde sol, refah devletinin ortadan
kaldırılması, güvencesizlik, dış kaynak kullanımı ve hepsinden önemlisi,
ücretleri büyük ölçüde azaltan küreselleşme ile sonuçlanan toplumsal
değişimleri destekleyen ana siyasi güç olması sebebiyle seçimler düzleminde
epey zayıfladı. Sonuç olarak, soldaki pek çok kişi de dâhil olmak üzere
seçmenler, İtalya’da 2022’deki son genel seçimlerde 2018’e kıyasla dokuz puan
daha fazla paya sahip olarak %36’lık orana ulaşan çekimserler kovuğuna ya da
aşırı sağ kovuğuna sığındı.
Sahra
Wagenknecht’e göre aşırı sağ partiler, üyeler olmasa da seçmenler için yeni
işçi partileri hâline geldiler. Wagenknecht’in sözlerini, Draghi hükümetini
desteklemeyen tek parti olarak seçmenlerin önemli bir bölümünün
memnuniyetsizliğinden ve öfkesinden yararlanabilen İtalya’nın Kardeşleri isimli
partinin tutum ve politikaları doğruluyor. Demokrat Parti, Avrupa’daki diğer
sosyal demokrat partiler gibi, yıllardır, Wagenknecht'in kitabında kınanan sol
liberalizmi temsil ediyordu. Beş Yıldız Hareketi, bir süredir seçmenlerin
memnuniyetsizliğine ve öfkesine bir cevap sunuyordu. Bununla birlikte,
tanımlanmış bir programın ve yeterli siyasi personelin olmaması, hepsinden
önemlisi, Hareket’in Draghi hükümetine katılımı, Hareket’in güvenilirliğini
sarstı ve bu güvensizlik, ancak Schlein’ın Demokrat Parti’si ile kucaklaşma ve
Demokrat Parti’nin egemen olduğu, Prodi’nin geçmişindeki talihsiz seçimleri
tekrarlayacak bir merkez solun yeniden inşası ile daha da azaltılabilecek bir
şeydi. Ne de olsa, Schlein ve Meloni, savaştan başlayarak birçok konuda
birbirlerinden çok uzak değillerdi. Her ikisi de NATO ile mükemmel bir uyum
içinde ve Ukrayna’ya destek vermenin yanı sıra silah gönderme fikrinden yana.
Her
ne kadar yeni kentli mezunlar sınıfı, İtalya’da muhtemelen Almanya’dakinden
daha az yaygın olsa da, Demokrat Parti’den Yeşiller’e kadar İtalyan solunun toplumsal
ve politik tabanını teşkil etmeye devam ediyor. Aynı şekilde, sol liberalizm,
Schlein’in partiye dayattığı makyaja rağmen, Demokrat Parti’de baskın ideoloji olma
vasfını hâlen daha koruyor.
Bu
bahsini ettiğimiz nedenlere bağlı olarak, Wagenknecht’in kitabı, kökenleri
açısından tümüyle tersyüz edilmiş olan sol kategorisinin radikal bir üslupla
yeniden tanımlanması gerektiği, kafa karışıklığının hüküm sürdüğü bir aşamada sola
yön verilmesi noktasında faydalı olabilecek bir araçtır.
Domenico Moro
31 Aralık 2024
Kaynak
Dipnot:
[1]
Sahra Wagenknecht, Contro la sinistra liberale, Fazi editore, Roma 2022,
s. 263.