05 Ekim 2025

Solun Orta Sınıf Sorunu II



Sacayağının İlk Ayağı: Akademi

Çoğunlukla seçkin dört yıllık üniversite mezunlarından oluşan bir örgüt olan DSA’in tabanını, Amerikan toplumundaki temel amacı sınıfsal tabakalaşmayı liyakate dönüştürmek ve egemen sınıf egemenliğini meşrulaştırmak olan kurumlar şekillendirmiştir. Ancak, bunun esas olarak, sınıf analizini ders salonlarının küçük bir kısmı hariç hepsinden dışlayan, tümüyle post-Marksist bir müfredatla başarıldığını varsaymak hatalıdır. Aksine, geleceğin DSA solcularının kimliğinin şekillenmesinde önemli olan, kabul süreci, akran ağı, iş arama ve kampüslerdeki aktivist deneyimi gibi sınıf haricindeki akademik yaşamın sabit özellikleridir.

Markalaşmış üniversitelere kabul edilmek istiyorsanız, temelde bir kimliği anlatmayı öğrenmiş olmalısınız. Burada dile dökeceğiniz kimlik, kabul bürosu çalışanlarının duymak istediği türde bir kimlik olmalıdır. Böylelikle, ABD’deki elitlerin kendilerine dair çizdikleri, birden fazla etnisiteyi kucakladıklarına dair imaj, bir şekilde öğrenciye yansıtılabilmelidir. Blake Smith’in de dediği gibi:

“Eğitim, yüzünü duyarcı kimlik siyasetine çeviriyor. Bu, yeni bir şey değil. Yeni olan, üniversite yönetimlerinin ve öğretim üyelerinin öğrencilerin benlik algısını etkilemek yerine, yeni ideal kişiliğin savunması gereken değerleri empoze etmeleridir. Bugün ideal olan, başkalarının aslında acımasız bir rakip olduğunu unutturacak kadar çekici ve cana yakın biri olmak değil, imtiyaz üzerine kurulu sistemden yararlandığı gerçeğini, başkalarının unutmasını sağlayacak ölçüde herhangi bir tür sosyal adaletsizliği aşmış olduğunu, ikna edici bir dille anlatabilmektir. [vurgu bana ait].”[7]

Çoğunlukla özel mahallelerde ve kent merkezlerinde yaşayan, birden fazla etnisiteyi içeren orta sınıfın, kabul sınavlarından sıyrılıp geçmeye çalıştığı bu süreçte, ilgili sınıfın mensupları, hem başarı şanslarını artırmak hem de bu tırmanışın acımasızlığını sosyal adaletçi dille gizlemek için, kendi kimliklerinin altını çizen unsurları silah olarak kullanmayı öğreniyorlar. Bu alışkanlıkları, büyük ölçüde değişmeden DSA liderliğine de taşıyorlar.

Ağ kurma ve iş arama süreci, öğrencilere profesyonel seviyeye yükselmeye çalışırken bir başka yıkıcı kuralı daha öğretir: meslektaşlarınız hakkında asla toplum içinde kötü bir şey söylemeyin. Bir gün önemli bir iş bağlantısı için onlara bağımlı olacaksınız, bu yüzden bir takım oyuncusu olun. Bu basit bir nezaket kuralı gibi görünse de, çoğu zaman ilkeler konusunda yaşanan ama aslında bastırılmış kişisel rekabetlerden ibaret olan anlaşmazlıkların yaşandığı sol örgütlerdeki demokratik tartışmalar için korkunç sonuçlar doğurur.

Kampüs aktivizmi denilen deneyim, öğrencilerin düzenli değişimiyle şekillenir. Deneyim kıttır ve bu nedenle aktivist grubun liderleri, kişisel dostluklarına dayanarak halef seçebilir veya kişisel düşmanlıklarına dayanarak, onları reddedebilirler. Kampüslerdeki aktivist örgütleri, öğrenci protestolarının yönetimini profesyonelleştirmişlerdir. Bu örgütler, kurumun işleyişine yönelik herhangi bir tehdidi sınırlayan sembolik tavizlerin yanı sıra huzursuzluk için bir emniyet valfi sağlayan kampüs yöneticileri tarafından oluşturulurlar. İsyan, üniversite deneyimi için ödenmesi gereken bir bedeldir.

Ayrıcalıklıların kimlikleri üzerinden gördükleri baskıları bir ritüel dâhilinde anlatıp durmaları, yoldaşlık kisvesi altında klikleşme, el sıkışma ve memnuniyetsizliğin güvenli kanallara yönlendirilmesi, bütün olarak sol siyasette yaygınlaşmış meselelerdir. Çünkü bu davranışları üniversitede öğrenen aynı kişiler, artık ABD solundaki katılımcıların büyük çoğunluğunu oluşturmaktadır. Bu gerçeklik, DSA’in “çarpık sınıf yapısının, kampüs aktivizminin patolojisini ve işlevsizliğini yeniden üreten, aşılmaz bir orta sınıf alt kültürüne dönüştüğüne” dair tespitimizin temel sebebidir.

Son olarak şu söylenmeli: birçok radikalin akademik kariyer alanına çekilmesi, solun kendi önceliklerine dair anlayışını olumsuz yönde etkilemiştir. Akademisyenler, geleneksel bilgi birikimini altüst eden yeni fikirler üretmeye ve birbirlerini gölgede bırakmaya teşvik ediliyorlar. Bu yenilik arayışı, işyeri örgütlenmesinin temel ilkelere dayalı, koalisyon odaklı ve açıkçası çoğu zaman sıkıcı çalışma biçimiyle çelişiyor. Bu “sorunları yalnızca fikirler alanında çözme girişiminin” karakteristik bir örneği, Bascuñán’ın ırk ve sınıf yaklaşımıdır.

Bascuñán, ırk ve sınıfı incelerken, “sınıf” kavramının tamamen soyut bir şekilde anlaşılmasının, grup farklılaşması veya işçiler arasındaki rekabet gibi karmaşık ampirik gerçeklikleri açıklayamayacağını savunuyor. Ancak bizim için tartışmanın konusu bu değil; daha ziyade, bu özelliklerin günümüze nasıl devam ettiği, hangi tarihsel değişimlere uğradığı ve nasıl ele alınabileceği sorusu. Bascuñán buna, üstesinden geldiğini iddia ettiği türden tarih dışı soyutlamalarla dolu, basmakalıp liberal kesişimselci söylemle cevap veriyor.

Bascuñán’ın ırkçılık anlayışı, Yeni Düzen ve Jim Crow gibi çeşitli tarihsel dönemlerden yararlanarak, günümüz eşitsizliklerinin tarihsel koşullarını yaratan ırksal politikalara vurgu yapıyor. Bugünü açıklamak için tarihe işaret eden yazarın yaptığı açıklama, cevaplardan çok daha fazla soruyu doğurmaktadır: “Okullar da ayrılmış durumda, kamu eğitimini yerel emlak vergileriyle finanse eden bir ülkede, ırksallaştırılmış sınıf çizgileri boyunca farklı yaşam sonuçlarının yeniden üretimi, açıkça ırkçı yasalara ihtiyaç duyulmadan ortaya çıkar.” Eğer Bascuñán’ın buradaki amacı, yalnızca ırksal eşitsizliklerin hâlâ var olduğunu belirtmekse, o zaman analizi boş olduğu kadar tartışma götürmez bir iddiayı temel almaktadır: ırksal eşitsizlikler gerçektir, ancak analiz etmeye çalıştığı şeyin nedeni değil, sonucudur. Eğer açık, kurumsal olarak onaylanmış ırkçılığa ırksal eşitsizlikleri devam ettirmek için ihtiyaç duyulmuyorsa, o zaman bu ırkçılık neden vardır?

Bascuñán, Reagan’ın “sosyal yardım alanının efendileri” ve “polislik kültürü” ile ilgili demagojisine dair örneklere değiniyor. Oysa bunlar, yirmi birinci yüzyılda ırksal eşitsizliklerin neden devam ettiği konusunda ikna edici bir açıklama sunmuyorlar. İkna edici değiller, çünkü yazar, esasen bu örneklere değinirken lafı dolandırıyor.

Bascuñán, ırkçılığın günümüzde “gerçek bir maddi güç” olarak sürekliliğini göstermeye çalışırken, belirli bireylerin benimsediği günümüzdeki ırkçı tutumlar ile sendikalarda ırk ayrımcılığı veya Jim Crow ayrımcılığı gibi ırksallaştırılmış toplumsal uygulamalar arasındaki ayrımı bulanıklaştırıyor. Irkçı tutumlar, ırksallaştırılmış toplumsal uygulamaları meşrulaştırmak için açıkça gerekli olsa da ve daha genel olarak ırksal eşitsizlikleri meşrulaştırmaya hizmet edebilseler de, ikincisinin devam eden ekonomik varlığını açıklayamazlar. Bu nedenle, “şovenizm” gibi muğlak yapılara karşı mücadele etmek, maddi bir değişim getiremez, çünkü “şovenizm”, maddi bir kategori değildir.

Buscuñán’ın kendisi de “işçilerin (beyazların üstünlükçü kültürü gibi) soyut bir toplumsal ilişkiye karşı mücadele etmediğini”, medeni haklar, ayrımcılık karşıtı yasalar, eşit barınma ve istihdam ve bütünleşik okullaşma gibi belirli maddi hedefler için mücadele ettiklerini belirtiyor.

Bascuñán, kendisindeki ve DSA’deki “ırkçılık karşıtlığı”nın programatik veya politika temelli değil, kültürel olduğu gerçeğini örtbas etmek için bu tür maddi hedeflere işaret ediyor. Kişisel tutum veya inançlardan bağımsız olarak, sermaye birikiminin teşviklerinin nasıl eşitsiz toplumsal sonuçlar ürettiğini anlamak yerine, “ezilmenin kişilerarası yönünü” ve “Soldaki şovenist tutumları” vurguluyor. Liberal ırkçılık karşıtlığını sözde reddetmesine rağmen, Bascuñán, ırksal eşitsizliklerin kültür tarafından düzeltilmesi gereken muğlak bir “ırkçılık” tarafından sürdürüldüğü inancını paylaşıyor.

Bascuñán, kültür politikalarını çağdaş siyasal ekonomiyle uzlaştıramıyor. Bu nedenle o, aslında kendisinin de eleştirdiği “kapitalizmden ayrı, kendi özerk mantıklarına sahip tarih ötesi güçler”le ilgili anlayışa yol açan bir “zulüm ve baskı” anlayışı geliştiriyor. Bu durumda, “tikel ve genel” ile ilgili lafları anlamını yitiriyor. Çünkü sınıf mücadelesi kavramını, kapitalist üretimle bir ilişkisi bulunmayan, “belirli baskı biçimlerine karşı gelişen tüm mücadelelerin” basit bir toplamına indirgiyor. Yakın zamanda başka bir yerde belirttiğimiz gibi, böyle bir analiz, “gelişmiş kapitalist toplumlarda yaygın olan, bireysel haklar ideolojisini esas alan sıradan ve dürüst liberalizmden” gayrısına ihtiyaç duymaz.

Bascuñán, DSA’in günlük siyasi çalışmaları için somut bir rehberlik sunamaz. “Irkçılık karşıtlığı”, programatik olmaktan ziyade kültürel olduğu için, bizim “sınıf indirgemeci” politikamız ile kendi “kesişimselci sosyalist” politikası arasında pratik bir ayrım yapmayı başaramamaktadır. Hem polis reformu hem de Herkes İçin Sağlık Hizmeti, tüm işçilere yardımcı olacak önerilerken, aynı zamanda azınlıklara fayda sağlayacak genel politikalardır. Birini “ırkçılık karşıtlığı” olarak niteleyip diğerini nitelemeyen, gerçek ayrımı görmüyor, salt sözdeki farklılığa odaklanıyordur.

Son tahlilde, Bascuñán’ın “kesişimselci sosyalizmi”nin ya pratikte bizim “sınıf indirgemeciliğimiz”le aynı şeyi ifade ettiğini ya da halkın enerjisini, karşıt sınıf çıkarları tarafından güvenli bir şekilde etkisizleştirilip özümsenebileceği baskın liberal ırk ilişkileri çerçevesine geri yönlendirmeye hizmet ettiğini görüyoruz.

Sacayağının İkinci Ayağı: Medya

Yakın dönemde açığa çıkan Bernie Sanders dalgasının bileşeni olan solcular, eski solculardan daha kapsamlı bir sol medyaya sahipler. Ellerinde artık çok sayıda radikal podcast ve dergi var. Bunlar, doksanların ve iki binlerin o karanlık günlerinde gördüğümüz yayınlardan çok daha radikal ve herkesçe ulaşılabilecek pratikler. Fakat bu medya, içerik itibarıyla solcu olsa da biçimde halen daha kapitalist. Abonelerin desteğine muhtaç olan yayın organları, istikrarlı bir izleyici kitlesi oluşturmak zorunda.

Dahası, sol medyanın yükselişi, birçok ana akım liberal yayın kuruluşunun duyarcılaşmasıyla aynı zamana denk geldi ve bu durum, sol medyada da karşılık buldu. Bu eğilim, Teen Vogue, Vox web sitesi ağı gibi kuruluşların, milenyum kuşağının üniversite sosyoloji seminerlerinin etkisinde olan içeriklere yönelik talebini fark etmesiyle 2013-2014’te ivme kazanmaya başladı. Söz konusu kitle için bu, yalnızca tipik üniversite nostaljisinin değil, aynı zamanda 2008 krizinin ardından üniversite eğitimine yaptıkları yatırımın, kendilerine vaat edilen finansal ve sosyal açıdan ödüllendirici kariyerleri üretememiş olmasından kaynaklanan derin bir şikâyetin neticesiydi. Duyarcı medyanın ilk dalgası, “belki de üniversite eğitiminiz sizi finansal olarak rahat ettirmedi, ama sizi daha iyi bir insan yaptı, çünkü bu politik ve sosyal açıdan hassas içeriği okuyabiliyorsunuz” diyerek, bu haklı şikâyet duygusuna hitap etti (ve onu yeniden yönlendirdi).

Trump’ın beklenmedik zaferi ve ardından gelen genel liberal çılgınlığın ardından, New York Times, Washington Post, NPR gibi ana akım liberal yayın kuruluşları da aynı yolu izledi. Bu kitlelerin, Jacobin veya gelişmekte olan podcast evreni gibi sosyalist medya kuruluşlarıyla örtüşmesi göz önüne alındığında, sol medya kuruluşları, kendilerini, liberal kuruluşların yaptığı gibi, ahlaki olarak yatırım yaptıkları öz imajlarını yüceltmedikleri takdirde, geçmiş tvitleri ortaya çıkarıp iptal etmeye istekli bir kitleye bağımlı buldular. Sol medya figürleri, örneğin siyasi muhalifler tarafından 2020 Bernie Sanders kampanyasına yöneltilen asılsız ırkçılık ve cinsiyetçilik suçlamaları gibi hassas konuları eleştirel bir şekilde ele almaları gerektiğinde, ne kadar eleştiriye katlanmaya hazır olduklarını hesaplamak zorunda kaldılar.

Elizabeth Warren’ın Sanders’a yönelik saldırılarının hedefine ulaşmasına imkân sağlayan, Warren liberalizmi ile Sanders sosyalizmi arasında bir çizgide duran kitleye mali açıdan bağımlı olan sol medyaydı. Sanders’ın yenilgisinin ardından sol medya daha da kötüleşti. Artık önemli bir siyasi projeye bağlı olmayan sol medya, sol ilkeler üzerine dolaylı tartışmalarla aklanmış olsa da, salt ticari bir girişime dönüştü.

Sol medyanın kritik bir kusuru da ortak değerler ve kimlik etrafında şekillenen “topluluklar” anlayışını normalleştirmesidir. Öncelikle, ABD’deki sol söylemin büyük bir bölümünün dayandığı internet medyası, özünde kapitalist bir girişim. Dolayısıyla, bu tür “toplulukların ortak çıkarları ve kimlikleri” niş medya pazarlarına zaten önceden paketlenmiş olarak gelir. Bu toplulukların kimliksel göstergeleri, baskıcı bir toplumsal ana akımdan gizlenen, eğitimli ve uyumlu iç grubu, sıradan dış gruptan ayıran kültürel referanslardan daha az yıkıcı göstergelerdir. Bu iç grup markalaşması, sol kimlikli web sitelerine ve podcast’lere daha fazla insan çekmekle kalmaz, aynı zamanda sol kimlikli medya figürlerini, kimin gerçek kesişimselci sosyalizmi temsil edip etmediğinin temel yargıçları olarak konumlandırır; bu da onların öngörülebilir kişisel çıkarlarıyla umutsuzca çatışan bir rol üstlenmelerine neden olur.

Sol medyanın kimlikçi bir referans çerçevesine bağlı oluşu, sosyalist siyaset için ölümcül bir sonuca yol açıyor: Sol medya, kendilerini hem sol hem de azınlık sesleri olarak konumlandıran Alexandria Ocasio-Cortez gibi politikacıların sicilini ve eylemlerini ciddi ve kapsamlı bir şekilde eleştiremiyor. Müesses nizama bağlı Demokrat Partilileri eleştirenleri ırkçılıkla suçluyor.

Sol medya, son dönemde kimlik karalamalarına suç ortaklığı yapıyor. Bu suç ortaklığı, esasen, ana akım Demokratların “kim olursa olsun maviye oy verin” şantajının kırmızı boyalı bir versiyonuna dönüşme tehlikesi taşıyor. Bu şantajda siyasi figürler, kötü sicillerini gizlemek ve sonuç alamamalarına rağmen tutsak, ahlaki açıdan yatırım yapmış bir kitleyi kendilerine oy vermeye zorlamak için itaatkâr medyaya güveniyor.

Daha genel olarak, tabandaki DSA üyelerinin siyaseti anlamaları ve solcu olarak kendilerini anlamaları için sol medyaya bağımlı olmaları, temel çatışmaları görünmez kılıyor veya çıkarlarını çarpıtıyor. Örneğin, Bernie kampanyasında neyin yanlış gittiğine dair değerlendirmeye halen daha rastlanamıyor. Çünkü solcu birçok yazar ve podcast yayıncısı, sorumluluklarını dürüstçe değerlendirirlerse bağlantılarını sonlandırmak zorunda kalacak. Bu durum, aslında ticari olan rekabetin taraflarına gereğinden fazla önem atfedilmesine neden oluyor. Kitleyi konsolide etme girişimleri, siyaset kisvesine büründürülüyor.

ABD’deki sol medyaya özgü temel düzeydeki çıkar çatışması ve sahtekârlık, tabandaki sosyalistleri, solun karşı karşıya olduğu temel sorunlar konusunda sürekli kafa karışıklığı içerisinde tutuyor, sol örgütlerin etkinliğini baltalıyor ve niş medya pazarının dilimlenmesi üzerinden egemen sınıfın böl-yönet stratejilerine hizmet ediyor.

Biz, sol medyanın, egemen sınıfın böl-yönet stratejisine, somut olmayan idealist bir boşlukta yardım ve yataklık ettiğini iddia etmiyoruz. Bu, sol medya figürlerinin satılmış kişiler olmasıyla ilgili bir mesele değil. Aksine, sol medyada yeniden üretilen belirli kimlik temsili modelinin kendisi, sınıf siyasetini bastırmayı doğrudan mali çıkarı olarak gören bir dizi güçlü kurum tarafından destekleniyor. Bu baskılar ve iyi eğitimli bir izleyici kitlesinin histerik eleştirilerinin baskısı altında, sol medya, katılımcılarının en iyi (veya en kötü) niyetlerine rağmen, egemen sınıfın böl-yönet stratejisini yeniden üretmekten kendini alamıyor.

Sacayağının Üçüncü Ayağı: Liberal STK’lar

Bascuñán’ın sahici olanla olmayanı karşı karşıya getiren analizi, hem Nixon’dan Reagan’a uzanan kültürel gericilik döneminin hem de Jim Crow yasaları üzerinden işletilen ayrımcılık siyasetinin hukuki ve somut zemine kavuştuğu rejimin yaşadığı yenilginin ardından, ABD’de verilen insan hakları mücadelesini müteakip oluşan Siyah Güç dönemini referans alıyor. Ama bu analiz, bir yandan da bu Siyah Güç hareketinin öne çıktığı dönemde Demokrat Parti’ye yakın siyahi profesyonel sınıfın mülk edinildiği ve saflara katıldığı gerçeğini göz ardı ediyor. Reed, bu gerçeği şu şekilde tarif ediyor:

“Bu anlamda, Siyah Güç’ün milliyetçi yorumu, hem yeterince öz-bilinçli olmaması hem de kültürün eserlerini ve kendine özgü özelliklerini bütünlüğüyle karıştırıp onları tarih dışı bir özgünlük teorisine dönüştürmesi bakımından naifti. Bunun iki sonucu oldu. İlk olarak, somut tarihsel bağlamından soyutlanan siyah kültürü, dinamizmini yitirdi ve meta biçimini aldı (örneğin, kırmızı, siyah ve yeşil bayraklar, daşiki denilen Afrika kıyafetleri, kabarık Afro saç tarzı, Siyahilerin çektikleri çileyi anlatan “siyahistismar” filmleri, kötü şiir koleksiyonları vb.). İkinci olarak, kültürü bir çatışma alanı olarak tanımlamak suretiyle, görünürde siyasallaştırırken, siyah milliyetçiliği aslında hareketi depolitize etti, böylece somut milliyetçi çerçeve güncelle, ancak basitleştirilmiş bir birlik siyaseti aracılığıyla ilişki kurabildi. Dolayısıyla, siyasi programlar üzerindeki hegemonyasını siyah toplumundaki en iyi örgütlenmiş unsura, yani idari elite devretti.”[8]

Bu “idari elit”in yükselişi ve Siyah Güç dönemindeki profesyonel ırki temsil politikaları, ABD solunda, sınıf sömürüsüne karşı sosyalist mücadelede gerekli eşit bir ortak olarak örtük biçimde genele teşmil edilmiş, tarih dışı bir “zulm”e işaret eden, artık çok daha yaygın bir eğilimin ideolojik referans noktası olmakla kalmıyor. O dönemin kentsel refah yönetimi kurumları, aynı zamanda ilerici kâr amacı gütmeyen kuruluşların ve diğer STK’ların modern ekosisteminin de tarihsel prototipidir. Bu ekosistem, siyahların meselelerinin kapladığı alanın çok ötesine yayılmış, toplumun birçok farklı kesimindeki radikal hoşnutsuzluğu, yapısal olarak kapitalist elite karşı sorumlu kanallara yönlendiren bir tür “simüle edilmiş sivil toplum” haline gelmiştir.

Kamu yönetimi ile sermaye arasında yer alan bu geniş sözde “üçüncü sektörün” tarihi ve siyaseti, yakın zamanda yayınlanan bir Catalyst makalesinde kapsamlı bir şekilde ele alındı.[9]

Bu makalede Fong ve Naschek, STK politikalarının üç özelliğini şöyle tanımlıyor:

1. STK politikaları teknokrattır ve aleni politik çatışmaların bastırılmasına, böylelikle, toplumsal sorunların yetkili profesyoneller tarafından yönetilmesini sağlamaya odaklanırlar.

2. Bu politikalar hizmet odaklıdır ve siyasi olarak parçalanmış seçmen gruplarına sunulan hizmetlerin verimliliğini ve kalitesini artırmaya odaklanırlar; bu grupların siyasi gücünü inşa etmeye çalışmazlar.

3. Bunlar topluluk odaklıdır, çünkü “topluluk” kavramının belirsizliği, hem toplumsal reformların kapsamını sınırlar hem de profesyonelleşmiş topluluk temsilcilerinden oluşan bir liderlik sınıfının yetiştirilmesine imkân tanır.

İlk madde, DSA’in büyük kent merkezlerinde neden önemli kararları kapalı kapılar ardında aldığını, bu kararların neden üyelere onaylatılmak üzere takdim edildiğini, örgütün şubelerinin mesleki açıdan utanç verici kabul edilen açık çatışmalardan kaçınıldığı bir makine gibi nasıl yönetildiğini açıklamaya yardımcı oluyor. Üçüncü madde de önemli, çünkü kimlik siyasetinin nasıl anlaşılacağına dair somut ve maddi bir çerçeve sunuyor.

İlerici görülen STK’ların bilindik taktikleri, önceden belirlenmiş üyeleri güden profesyonel politik görevlileri esas alır. Bazen bu üyeler, eposta listelerinden seçilir. Üyeler, katıldıkları toplantılarda önceden belirlenmiş planlara dair görüşlerini aktarırlar. Başarılı bir toplantı, tüm anlaşmazlıkların yönetildiği bir toplantıdır. Bu siyasi görevliler, büyük metropol bölgelerinde yaygın olduğu gibi, DSA liderliğine katıldıkları ölçüde, bu profesyonel alışkanlıklarını da beraberinde getirirler ve çatışmayı bastırarak, tabandaki üyelerin siyasi gelişimini etkili bir şekilde engellerler.

STK’cı âlemde dile getirilen “topluluk” kavramı, fazlasıyla değişkendir. Bu sayede STK profesyonelleri ile girişimci siyasetçiler, topluluğun çıkarlarını dile getirme imkânı bulurlar. Üniversitede marjinalliği aşma ile ilgili öğrendikleri hikâyeleri satarlar. Bu süreçte kendilerini dinleyecek özel bir kitle oluştururlar. Kimse, gerçek fiziki topluluklara resmi demokratik yollardan hesap verme gereği duymaz. Topluluğun temsilcileri topluluklarını, sahip oldukları biyografiler, itina ile oluşturulmuş medya imajları ve akademik-mesleki kimlik bilgileri aracılığıyla temsil ederler.

Bu profesyonellerin içinde yaşadıkları STK ekosisteminin temel yapısal özelliği, bu kuruluşların sermayenin yapacağı bağışlara dönük mali bağımlılığıdır. Tarihsel olarak, özel kapitalist vakıflar (özellikle Ford, Kresge, Clinton vb. gibi büyük hibe dağıtımcıları), bu sektörü kendilerine bağımlı hale getirecek şekilde tasarlamışlardır. Dolayısıyla STK’lar, kapitalizme açıktan meydan okumadan, onun içinde kalarak, yalnızca teknokratlarca yönetilen, toplum tarafından onaylanan hizmetler sunabilirler. Mesleki kariyer temelli çıkar ve sektörün mali çıkarı bu noktada iç içe geçer. “Kimlik siyasetini profesyonel-yönetici sınıfın sınıf siyasetine” dönüştüren, tam da bu bileşimdir.

Neoliberal dönemde STK tarzı örgütlenmiş “topluluk örgütleri”, Roosevelt döneminden Carter dönemine kadar uzanan süreçte kurulan NAACP [Ulusal Siyahların Gelişimi Derneği] gibi sivil toplum kuruluşlarının, işçi sendikalarının hatta Elks Derneği gibi yardım kuruluşlarının yerini aldı. Bahsi edilen örgütler, eskiden geniş kitle tabanlarından besleniyor, sermayeye halkın sınırlı ama gerçek taleplerini dayatabiliyordu. Neoliberal dönemde ise bunların yerini profesyonel STK’lar aldı. Bu değişim sayesinde piyasa, kitle demokrasisi karşısında önemli bir zırha kavuştu, ayrıca, hükümetin sosyal yardım hizmetlerini sunma işine son verdiği koşullarda, bu işi üstlenmek suretiyle STK’lar, kitle demokrasisinin devlete zararlı yanlarını törpülediler.

Fong ve Naschek’in de ifade ettiği biçimiyle, DSA, tüm o kitlesel yapısı ve kendi içinde seçim yapıyor olma haliyle hayırlı bir kurum tabii. Bu anlamda DSA, neoliberalizm öncesi dönemin kitleleri esas alan demokratik örgütlerin geleneğini yeniden canlandırdı. Ancak bir yandan da DSA’in büyük kentlerdeki şubeleri, kendilerini kuşatan STK ekosistemi içerisinde, bu alanın basıncı altında yaşamaya çalışıyorlar. Aynı ekosistem, haklı olarak, DSA’i yurttaş katılımı ve topluluk temsiliyeti konusunda önemli bir rakip olarak görüyor. Bu gerçeklik dâhilinde ilerici STK’ların emekçileri, siyasi kadrolar, sendika bürokratları vs. DSA lideri oluyor. Bu da DSA’in sermayeyle mücadele etmesi gereken üçüncü sektör olma vasfını yitirmesine ve belirli odaklara bağımlı hale gelmesine yol açıyor.

Profesyonel topluluk örgütlenmesinin doğduğu yer olan Şikago’da bahsini ettiğimiz sacayağının STK ayağı oldukça sağlamdır. Saul Alinsky’nin kırklarda faal olan Endüstriyel Alanlar Vakfı’nın ilk günlerinden bu yana şehir, kentsel misyon alanında örgütçü olmayı uman aktivistler ve ilahiyat öğrencileri için bir eğitim alanı olarak hizmet vermiştir. Yerel ve küresel soldaki çağdaş örgütlenme kültürünün teknik içeriğinin çoğu (birebir görüşmeler, hedefler, ilişkisel çalışma, derinlemesine dinleme, ajitasyon, lider yetiştirme vb.) köklerini yüzyıl ortasında Şikago’da ortaya çıkan yapılara borçludur.

Şehirde mahalle temelli kâr amacı gütmeyen kuruluşların yoğunluğu, Endüstriyel Alanlar Vakfı’nın etkisinin hâlen daha kalıcı olduğunun kanıtıdır. Ancak, altmışların sonlarına doğru Şikago’daki Alinskici topluluk örgütlenmesi, şehirde faal olan hayırsever vakıfların öncelikleri ve akademisyenlerin araştırma konusunda yoğunlaştıkları ilgi alanlarıyla derinlemesine iç içe geçmiş, bir laboratuvara dönüşen kentte “katılımcı-müdahaleci” olmaya yönelik yeni teşvikler açığa çıkmıştır.

Daley mekanizması yetmişlerin sonunda dağılma noktasına geldiğinde, “makine karşıtı”, “bağımsız”, “reformist” veya “ilerici” kisvesi altında hizalananlar, aynı zamanda STK dünyasında derin çıkarları olanlardı. Barack Obama’nın Şikago’daki ilk yıllarına dair anlatılar, kent üniversiteleri, topluluk örgütleri ve hayırsever vakıflar arasında uzanan birçok rotaya dair canlı bir yol haritasıdır.

Seksenlerin ortalarına gelindiğinde, organik bir sese atıfta bulunurken kasıtlı olarak belirsiz olan “topluluk” ifadesi, daha gerçek ve sınırlı bir tanıma kavuşmuş; yerel vakıflara dayanan, makul derecede istikrarlı bir fon akışına sahip, topluluk temelli kâr amacı gütmeyen kuruluşlar kümesi olarak tanımlanmıştı.

Bugün Woods, Crossroads, Joyce, Wieboldt, Crown ve Field gibi vakıflar, Şikago’da etkili güçler olmayı sürdürüyor, şehrin topluluk temelli sivil toplumunu finanse ediyor ve şehirdeki sol siyasetin kapsamını sınırlandırıyor.

Vakıflar, seksenlerde ve doksanlarda okul reformu meselesinde olduğu gibi ya da 2020’de George Floyd vakası sonrası yaşanan protestoların ardından “Siyahların hayatlarını merkeze almak ve Siyah karşıtlığıyla mücadele etmek” amacıyla 10 milyon dolarlık bir fon oluşturma kampanyasında yaptıkları gibi bir araya geldiklerinde, eğitimcilere, medyaya, STK yöneticilerine bu vakıfların borusunu öttürmekten başka bir seçenek kalmıyor.

DSA içinde faal olan STK’lar, bizim yönelttiğimiz eleştirilere yaygın şekilde maruz kalıyorlar. Gelgelelim, 2016-2020 arası dönemde Bernie Sanders rüzgârının estiği koşullarda sol, tüm o aşırı özgüveniyle, STK liderlerinin sol içerisinde önemli mevkilerde oluşunu, “sosyalist hareketin STK’lara sosyalist hatta ilerlemeleri konusunda baskı uygulama fırsatını sunduğunu” düşündü. Ama Bernie rüzgârının dinmesi sonrası sola ilişkin yapılan her türden dürüst değerlendirme, sürecin tam tersi yönde işlediğini ortaya koydu. “İdeolojik netliğe ve sayısal güce sahip, ilerici müttefiklerin ya yüzeceği ya da boğulma riskiyle karşı karşıya kalacağı bir dalga yaratan kitle örgütlerinden oluşan bir sosyalist hareket” yerine, liberallerin kitle örgütleri aracılığıyla hareket ederek, liberal bir dalgayı peşinden sürükledikleri bir hareketin oluştuğuna tanıklık ettik.

Sonuç: DSA’de Güç Yapısı Gerçekte Ne Durumda, Nasıl Olmalı?

Burada aktardığımız solcu sacayağa dair analizi yapmamızın nedeni, bizim içeride koltuk kapmak istememiz değil. Bilâkis biz analizi, Sınıfın Birliği’ne katılmadan önce Bernie’ye yakın olan, ama sonra DSA’in devrimciymiş gibi çınlayan sosyalist söylemiyle, pratikte aşırı liberal pozu kesen, politik açıdan liberal STK’ların kuyruğuna takılan, seçilen temsilcilerin hesap vermemesini sağlamak adına onlara kol kanat geren yaklaşımı arasındaki çelişkiyi anlamlandırmak isteyen üyelerimizin müşterek çabalarının verdiği ilham ve şevkle yapıyoruz.

Bizim analizimiz, DSA içerisinde güç yapısının nasıl işlediğini ortaya koyma amacını güdüyor. Çünkü biz, işçi sınıfına dayanan sağlıklı ve geniş kitleleri kucaklayan bir sosyalist örgütün inşasının, uğruna çabalamaya değer bir hedef olduğunu düşünüyoruz.

Hâsılı; mevcut haliyle DSA, gücü kitlesel üyelerin eline teslim edemez. Güç, DSA’in (kırılgan olan) resmî iç demokrasisi veya Ulusal Siyasi Komite’deki (NPC) resmi görevli hiyerarşisi aracılığıyla uygulanmaz. DSA’in fiili liderleri, neredeyse sadece New York, Şikago, Los Angeles, Vaşington ve San Fransisko Körfez Bölgesi gibi ana merkezlerde yoğunlaşmış, kariyerist aktivistlerden oluşuyor. Bu isimler, birbiriyle bağlantılı bir toplumsal-mesleki ağ içerisinde hareket ediyorlar. İlgili ağ ise liberal sol sacayağına ait kurumlara bağımlı. Bu liderler, nüfuz, medyada yer alma, bazı durumlarda doğrudan istihdam konusunda ilgili kurumlara çalışmak zorundalar. Araştırmalar konusunda buralardan teşvikler ve yardımlar alıyorlar. Yeni üyeler, bu tür ilişkilere şaşırıyorlar, bu da bir bütün olarak örgütün sosyalist hedeflerine zarar veriyor.

Bu liderlik ağı, iç içe geçseler de bahsini ettiğimiz sacayağına bağlı kurumlardan farklı bir yerde duruyor. Söz konusu liderler, zaten Bernie Sanders’ın 2016 kampanyasının ardından DSA’in içine girdiği büyüme sürecinde ortaya çıktılar. Liderlerin oluşturduğu ağ ile sacayağı arasındaki temel farka, kafa karışıklığına yol açan asli meseleye odaklanmak gerekiyor: Liderlerin oluşturduğu ağ, kariyerist niteliğini gizlemek adına, sosyalist hareketin eskiden beri kullandığı terimlere başvuruyor.

Kendi içinde örgüt liderleri, profesyonellerden oluşan bir ağ kurma çabasını “kadro geliştirme” olarak yaftalıyorlar. profesyonel sınıfın ağın içindeki kişileri asla kötülememe alışkanlığı, “kadro disiplini” veya “yoldaşlık” olarak görülüyor. Ara sıra sıkıntı çıkartan insanların angarya işlere koşturulması “kitle stratejisinin icra edilmesi” olarak sunuluyor. Üniversiteleriyle övünen, kendilerini oradan tanımlayan, orta sınıfa mensup veya mensup olmak isteyen DSA üyelerine yaranma çabası, “çok ırklı işçi sınıfındaki potansiyel müttefiklerden kopmamak” olarak yutturuluyor.

Tüm bunlar, Bernie kampanyalarının ivmesini büyük ölçüde heba eden bir örgütte bir araya geldi. Ülke genelindeki küçük ve orta ölçekli şubelerin kahramanca çabaları kıymetliydi, ama birçok büyük şehirdeki şube çürüdü, STK’ların eline geçti veya her ikisine birden tanıklık etti. Üye sayısındaki artış neredeyse durma noktasına geldi. Örgüt küçüldü. Ayrıca ortada işçi sınıfı içerisinde önemli bir kitle tabanına ulaşıldığına dair bir emare de yok.

DSA siyasetçileri, birkaç istisna dışında, dikkat çekici bir şekilde kontrolden çıkmaya meyilli olduklarını kanıtladılar. Bugün DSA, en az elli kat daha büyük bir örgüt olmasına rağmen, Sosyalist Alternatif’ten Kshama Sawant kadar etkileyici bir başarı öyküsü yazdığını asla iddia edemez.

Bascuñán görmüyor olabilir ama biz, bu durumu sosyalist siyasi proje için ciddi bir sorun olarak görüyoruz. Sol, işçi sınıfını örgütlemek için var. Biz de bu yüzden buradayız. Eğer bunu başarıyla yapamıyorsak ki yapamadığımız gayet açık, neyi yanlış yaptığımızı dikkatle sorgulamalıyız. Tuhaf ve giderek işlevsizleşen bir DSA, işçi sınıfının kurtuluşu davasına pratikte fiilen zarar veriyor. Anlamsız soyutlamalar dile getirmek, ütopik ama ateşli hayallere dair tembellere has ahlak dersler vermek yerine, Bascuñán ve arkadaşlarının mevcut durumu hak ettiği ciddiyetle ele almalarını tercih ederiz.

Sınıfın Birliği
3 Ocak 2022
Kaynak

Dipnot:
[7] Blake Smith, “The Woke Meritocracy”, 5 Nisan 2021, Tablet.

[8] Adolph L. Reed Jr. “Black Particularity Reconsidered”, 1979, Libcom.

[9] Benjamin Y. Fong ve Melissa Naschek, “NGOism: The Politics of the Third Sector”, Bahar 2021, Catalyst.

04 Ekim 2025

, ,

Filistin Trump’ın Aldatıcı Anlaşmasına Teslim Olmayacak


ABD ve İsrail’e bağlı Siyonist-emperyalist güçlerin sundukları, Trump eliyle ilan edilen “Barış Anlaşması” karşısında yetmişlerden bugüne dek mücadele etmiş, Filistin davasına akıllarını ve bedenlerini adamış, Corç Habeş ve Yahya Sinvar gibi birçok vicdanlı insanın sözlerini hatırlamalıyız: Filistin’in kurtuluş mücadelesi, yalnızca Siyonizmin yenilgisini değil, aynı zamanda onu ayakta tutan ABD önderliğindeki emperyalizmin de çöküşünü gerektirir.

Bugün emperyalizmin masaya koyduğu yeni öneriyle ilgili tutumumuzu bir kez daha teyit ediyoruz: Filistin’in tam kurtuluşu olmadan barış olamaz.

Siyonist projenin Filistin’de elindeki araçlarla askeri ve politik zafere ulaşamadığı koşullarda bu projeyi korumaktan gayrı bir hedefi bulunmayan, emperyalizmin merkezindeki liberal demokrasiler, bugün bu “barış” ambalajıyla sundukları yeni sömürgeci dayatmaya dair memnuniyetlerini dile getiriyorlar.

Batı’da, Siyonist projeye destek vermelerine karşın, tavizde bulunmak dışında seçeneği bulunmayan, halk hareketlerinin attıkları çığlıklarda boğulan, kurumsal sömürgeciliğe bağlı temsilcilerin vicdanlarını kurtarma çabaları karşısında bugün medyanın ve siyasetinin odağının Filistin’e doğru kaydığına tanıklık ediyoruz.

Bu hükümetlerden bazıları, hesaplı bir dengeleme pratiğiyle, soykırımın gerçekleştiğini kabul edebilmiş, ancak soykırımcı bir rejimle yüzleşilmesi veya onun ortadan kaldırılması talebini hiçbir şekilde dillendirmemişlerdir. İlgili hükümetler, Siyonist teşekkülle ilişkilerini bozmadan, soykırımla gerekli yüzleşmeyi, bir dizi haksız, gayrimeşru ve hatta yasadışı koşula dayalı iddia edilen bir “Filistin devletinin tanınması” ile ikame etmeye çalışmışlardır.

Trump’ın duyurduğu, aslında soykırımın stratejik ortakları olan ABD ve “İsrail” arasında imza edilen bu yeni “anlaşma” ile Batılı hükümetlerin bu anlaşmayı savunmaları, en nihayetinde, bu hükümetlerin nihayetinde Filistin halkının kurtuluşu için gerekli temelleri destekleme amacı gütmediği, aksine, Arap ülkelerinde Siyonist ve emperyalist projenin sürdürülmesi için gerekli siyasi koşulları oluşturmaya, bu projeye karşı yükselen hareketi yatıştırmayı amaçlayan bir tutum içerisinde oldukları gerçeğini açığa çıkartmıştır.

Şu anda Lübnan ve Suriye’de olduğu gibi, emperyalizm, bölgedeki siyasi projesine karşı tüm direniş kaynaklarını ortadan kaldırmak için Siyonist teşekkülle el ele çalışmaktadır. Bu nedenle, Filistin’in sömürgeleştirilmesi projesini yeniden canlandırma girişimine karşı, en yüksek siyasi ve askeri etik değerlerine sahip, uluslararası hukukun meşruiyetini de arkasına almış, Siyonizm ve emperyalizme karşı mücadelenin ön saflarında yer alan direniş güçlerine tam destek vermeliyiz. Yoldaş Corç İbrahim Abdullah’ın Fransız hapishanelerinden tahliye edildikten sonra söylediği şu sözleri akıldan çıkartmamalıyız: “Son sözü direnenler söyler, ne yapılması gerektiğine onlar karar verir.”

Hiçbir yabancı güç, ültimatomlar ve teslim talepleriyle dayattığı “barış” üzerinden, Filistin halkına kendi kaderini dayatma meşruiyetine sahip değildir. Biz, soykırımcı Siyonist proje tamamen ortadan kaldırılmadıkça, bölgede gerçek barış ve adaletin asla sağlanamayacağını biliyoruz.

Aynı şekilde, (kendisi de “Trump planı” kapsamında aşağılayıcı koşullara maruz bırakılmış olan) Ramallah’taki Filistin Yönetimi’nin kurtuluş için bir alternatif olmadığını, aksine, Filistinlilerin hayatını yöneten, işgalin yükünü hafifleten ve direnişi kontrol altına almaya çalışan, dayatılan ve denetlenen bir yapı olarak işlev gördüğünü tekrar dile getiriyoruz. Küresel kitle hareketimiz, bu saçma komediyi hiçbir şekilde meşrulaştıramaz veya Filistin halkının mücadelesini bastırmak için tasarlanmış kurumların normalleşmesine katkıda bulunamaz.

Bu alabildiğine karmaşık momentte eylemlerimize yön verecek olan şey, sömürgecilik karşıtı ve emperyalizm karşıtı kararlılığımızdır. Bu nedenle, Filistin’in kurtuluşuna bağlılıklarını kanıtlamış vicdanlı insanları, Siyonizm ve emperyalizmin bu yeni manipülasyonuna karşı koymaya çağırıyoruz.

Filistin halkının kurtuluşuna kendini adamış hükümetlere ve halklara, sömürgeciliğin sona ermesi davasına açık ve acil bir destek sunmaları çağrısında bulunuyoruz. Bu destek, liberal taleplerin sınırlarının ötesine geçmeli, işgali sürdüren kurum ve güçler üzerinde gerçek bir baskıya ve her düzeyde direnişe yönelik güçlü bir desteğe dönüşmelidir.

Filistin’deki enternasyonalist dayanışma, bugün direniş güçlerinin meşruiyetinin desteklenmesi ve tanınması, tüm Filistinli tutsakların serbest bırakılması, nehirden denize kadar Filistin’in tümüyle özgürleştirilmesi ve mülteci kamplarında, sürgünde ve diasporada yaşayan Filistinlilerin tam geri dönüş hakkının uygulamaya dökülmesi ile ilgili taleplerde dile bulmaktadır.

Filistin’in kurtuluşundan çok Avrupa vicdanına hizmet eden boş jestlere veya içi boş açıklamalara tevessül ettiğimiz için kendimizi tebrik edecek değiliz. Eylemlerimizi artırmanın ve hükümetlerimizin parçası olmamızı istediği boş önlemler tiyatrosu karşısında dik durmanın vakti geldi: Silahlardan bahsetmek istiyorlarsa, Filistin direnişine ve emperyalizmle sahada mücadele edenlere silah göndersinler; uluslararası kurumlardan bahsetmek istiyorlarsa, Siyonizm liderlerini yargılamak için özgür halkların, bilhassa sömürgeci soykırımın kurbanlarının ve o soykırımdan sağ çıkanların önderliğinde bir mahkeme kursunlar.

Corç Abdullah’ın sözlerini yineliyoruz: Son sözü direniş söyler, son söz Filistin halkına aittir. İşgalin ve Siyonist yayılmacılığın ilerlemesine direnen insanlar, insanlığı ve yaşama iradesini tamamen yok etmeyi amaçlayan, imkânsız görünen koşullarda bile mücadeleyi her gün sürdürüyorlar.

“Terörizm”, kahramanca Direniş’e atfen, kabul etmeyi kesinlikle reddettiğimiz, sömürgeci bir terimdir. Biz, teslimiyete “barış”, ültimatomlara da “diyalog” demeyeceğiz. Trump ve Netanyahu’nun işgalin savaş alanında elde edemediği kazanımlara kavuşulmasını sağlamak, mülksüzleştirme ve soykırım uygulamalarını sürdürmekten gayrı bir amacı bulunmayan taleplerine destek vermeyeceğiz. Filistin’i, Arap ve İslam ülkelerini, hatta insanlığın kendisini savunmak için ön saflarda savaşan Direniş’i silahsızlandırmayı amaçlayan manevraları övecek değiliz.

Şurası açık ki Trump’ın “anlaşması” hiçbir “barış” sunmuyor. Bu “barış” önerisi, daha fazla suç ortaklığından, açlık ve boğma yoluyla dayatmaya çalıştığı soykırım ve sömürgeciliğin meşrulaştırılmasına yönelik bir girişimden ibaret. İşgal, mülksüzleştirme ve cezasızlık devam ettiği sürece, sözde herhangi bir “barış planı”, boyun eğdirmenin bir örtmecesi ve sömürgecilik ile soykırımın acı gerçekliğini güzelleştirme çabası olarak kalacak. Yalnızca maddi adalete, yani Siyonist sömürgecilik projesinin ortadan kaldırılmasına, Filistin halkının geri dönüşüne ve Filistin’in nehirden denize tümüyle kurtuluşuna dayanan bir barış meşru ve kalıcı olabilir.

Samidoun
2 Ekim 2025
Kaynak

Solun Orta Sınıf Sorunu


Felipe Bascuñán, “Bir Sınıfı Nasıl Birleştiremeyiz?” adlı makalesinde, Sınıfın Birliği olarak bizim, egemen sınıfın işçi sınıfını bölüp ele geçirmek için kullandığı farklı baskı deneyimlerine duyarsız olduğumuzu iddia ediyor. Bascuñán’ın yazısı, ne yazık ki Sınıfın Birliği’nin gerçek konumlarını ve argümanlarını yanlış yorumluyor, esasında o, bu konum ve argümanlarla pek fazla ilgilenmiyor.

2021’de Amerika Demokratik Sosyalistler Kongresi (DSA) bünyesinde kaçak göçmenler için af ve herkese çocuk bakımı hizmeti sağlanması konusunda aldırdığımız kararlar ile DSA’in hain temsilcisi Jamaal Bowman’ın Siyonizmle flörtü nedeniyle disipline sevk edilmesine ilişkin çağrımız, bizim işçi sınıfının belirli kesimlerine diğerlerinden daha doğrudan ve orantısız bir şekilde fayda sağlayacak belirli taleplerin farkında olduğumuzu ve bu taleplere duyduğumuz ilgiyi açıkça ortaya koyuyor.

Bascuñán’dan farklı olduğumuz nokta, biz bu talepleri, Marksistlerin her zaman yaptığı gibi, tüm işçi sınıfının ortak çıkarlarını ifade eden talepler olarak ele almamızdır; buna karşılık, “hepimizin paylaştığı çıkarların şu veya bu gruba aitmiş gibi ele alınması” konusunda ısrar eden kimlikçi liberal teoriden söz etmek gerekmektedir. Esasında, ırksal eşitsizlikler gibi eşitsizlik türlerinin temel siyasi-ekonomik nedenlerini ele alabilecek kitlesel bir işçi sınıfı hareketini bir kılmaya yarayacak yegâne yaklaşım, evrenselci yaklaşımdır.

Bascuñán, işçi sınıfının nasıl birleştirilmemesi gerektiği konusundaki onca gevezeliğine rağmen, işçi sınıfının tüm çeşitliliğiyle sahip olduğu çıkarları ve arzuları ciddiye almaktansa kendi soyut teorik modelinin doğruluğunu kanıtlamakla daha çok ilgileniyor gibi görünüyor. Geçtiğimiz yaz aynı Bascuñán, George Floyd protestolarının ardından ivme kazanan polisin mali kaynaklarının kesilmesi çağrılarını, “ırkçılık karşıtı hareketlerin ekonomi ile ırksal eşitsizlik arasındaki derin bağları anlamakta sorun yaşamadığının” teyidi olarak okuyordu. Bascuñán, nakit sıkıntısı çeken polis teşkilatlarının genellikle daha iyi finanse edilenlerden daha fazla ölüme sebep olduğunun ve ülkedeki en beyaz (ve en fakir) eyaletlerden bazılarının en yüksek polis cinayeti oranlarını ürettiğinin farkında değilmiş gibi görünüyor; ayrıca, polisin mali kaynaklarının kesilmesi çağrısının, en çok fayda sağlayacağını iddia eden işçi sınıfından siyah ve esmer insanlar tarafından desteklenip desteklenmediğini de sormuyor.

Mevcut kanıtlar bunun böyle olmadığını gösteriyor. Protestolardan sadece iki ay sonra, yaygın olarak dolaşıma sokulmuş olan bir Gallup anketi, siyahi insanların yüzde 81’inin polisin kendi bölgelerinde en az onlar kadar veya daha fazla zaman geçirmesini istediğini ortaya koyuyordu. O zamandan beri, eski bir siyahi polis şefinin, bütçeyi azaltma hareketinin “genç beyaz zengin insanlar” tarafından yönetildiğini ilan ettikten sonra, siyahi seçmenlerden önemli bir destekle New York Belediye Başkanlığını kazandığını da gördük. Daha yakın bir zamanda, Minneapolis’teki seçmenler, şehirdeki emniyet müdürlüğünün yerini Kamu Güvenliği Departmanı’nın almasını ve kişi başına asgari memur sayısı şartının kaldırılmasını öngören bir oylama önergesini reddettiler. Referanduma verilen destek, beyaz liberaller arasında siyah seçmenlere göre önemli ölçüde daha yüksekti. Eski polis Derek Chauvin’in George Floyd’u soğukkanlılıkla öldürmesinin üzerinden bir buçuk yıl geçtikten sonra polis gücünün büyüklüğünde bir azalma görmek isteyen siyahi seçmenlerin oranı, yalnızca yüzde 14’tü.

Bu, polisin mali kaynaklarının kesilmesini savunanların polisliğe dair meşru ve ciddi eleştirileri olmadığı anlamına gelmiyor; tabii ki var. Ayrıca biz, tüm çalışanların illaki solcu olduğunu da iddia etmiyoruz. Oysa kısa süre önce yapılmış bir çalışma, bizim, her kesimden işçi sınıfına hitap etmenin en iyi yolunun, akademisyenler ve STK aktivistleri arasında yaygın olan ve üniversite diploması olmayan çalışanların çoğunluğunu hareketten uzaklaştıran duyarcılık söylemiyle örtbas etmeye çalışmak yerine, temel ekonomik meselelere odaklanmak ve bunları evrensel terimlerle teorize etmek olduğuna dair kanaatimizi destekleyen veriler sunuyor.

Gelgelelim, Sınıfın Birliği ile onu eleştirenler arasındaki anlaşmazlık, bundan daha derin. Bu itirazlarımızı aktardığımız yazıda, Sınıfın Birliği’nin gerçek niteliğini açıklığa kavuşturmaya çalışacağız. Aslında bizim argümanımız basit: Biz, Amerikan solunun yüzleştiği temel zorlukların büyük çoğunluğunun, solun önemli ölçüde orta sınıftan müteşekkil bir terkibe sahip oluşundan, bu sınıfsal yapının varlığını kabul etmeye, orta sınıfın ağırlığını azaltmaya bir türlü yanaşmamasından ve orta sınıf üyelerinin siyasi çıkarlarını ve eğilimlerini işçi sınıfına yansıtma alışkanlığından kaynaklandığına inanıyoruz. Biz, bunun neticesinde, tam da Bascuñán’ın karşı çıktığını iddia ettiği egemen sınıfa ait böl-yönet stratejisine destek veren ve ona yataklık eden bir siyaset ortaya çıktığını düşünüyoruz.

Başka bir ifadeyle biz, DSA da dâhil olmak üzere, fiiliyatta var olan Amerikan solunun sınıfsal açıdan analize tabi tutulmasını öneriyoruz. Öte yandan, Bascuñán’ın argümanının temelde idealist olduğunu söylüyoruz: Bascuñán, sosyalist hareketin “baskı ve zulümle mücadele etmesini” savunurken, bunun siyasi-ekonomik açıdan ne anlama geldiğini veya herhangi bir sosyalistin neden “baskıyla mücadele”ye karşı çıkacağını hiçbir zaman açıklamıyor. Bascuñán için, tercih ettiği politikayla anlaşmazlık, muhataplarının zihninde tam olarak şekillenmiş bir şekilde ortaya çıkan, gizemli bir kökene sahip ahlaki bir zaaftır ve tercih ettiği politikayı desteklemek, bu politikaların sınıf mücadelesi açısından bir anlam ifade edip etmediğinden bağımsız olarak, ahlaki bir zorunluluktur. Bu analitik titizlik eksikliği, onun şu veya bu ütopik talebe yönelik kendi estetik tercihini daha geniş işçi sınıfının gerçek çıkarlarıyla karıştırmasına ve bu politikaya yönelik Marksist soldan gelen eleştirileri anlamamasına yol açıyor. Bu yazıda da dile getirdiğimiz üzere, bu, hiçbir şekilde Bascuñán’a has bir davranış kalıbı değil: burada daha çok, onlarca yıldır işçi sınıfından kopmuş bir solun öngörülebilir ve tutarlı patolojisi mevzubahistir. Sol, onlarca yıldır hâkim liberalizmin dış merkezli yörüngesinde ilerlemiştir.

Devam etmeden önce, orta sınıfın “var olmadığı” veya onun esasen uygun bir Marksist kategori olmadığını söyleyen, kaçınılmaz olarak gündeme gelen, ama temelde asılsız olan iddiaları bir kenara bırakmamız gerekiyor. Aslında Marx da hem Kapital’de[1] hem de Artı Değer Teorileri’nde[2] orta sınıfı uzun uzadıya tartışır. Orta sınıfın varlığına dair muazzam miktarda ampirik veri mevcuttur. Marksist iktisatçılar ve sosyologlar, bu gerçeği izah etmek için hatırı sayılır miktarda mürekkep harcamışlardır.[3]

Marx’ın orta sınıf olarak adlandırdığı şey, doğrudan artı değer üretmeyen, bunun yerine sanayi işçileri tarafından artı değerin üretimini ve ticari işçiler tarafından piyasada gerçekleşmesini kolaylaştıran bir grup düşün işçisidir. İşçi sınıfının beden işçilerinden oluşan kısmı, sanayi ve ticarette artı değeri üretir ve gerçekleştirir, böylece toplumdaki tüm sınıfların (örneğin işçiler, kapitalistler, toprak sahipleri) toplam gelirini yaratır. Orta sınıf, buna karşılık, Marx’ın “üretimin genel gider maliyeti” olarak adlandırdığı şeydir. Onun sözleriyle, orta sınıf, “yararlı” ve “gerekli”, ancak işçi sınıfının geri kalanıyla birlikte sömürülmesine rağmen artı değer üretmemesi anlamında, “üretken değil”dir. Sadece, sermayenin sahipleri adına artı değerin üretilip realize edildiği süreci yönetir. Orta sınıfın geliri (“üretim maliyeti”) karşılığında yerine getirmesi gereken işlev, beden işçilerini “denetlemek” ve “disiplin altına almak”tır; bu, ya doğrudan işe alma ve işten çıkarma gücüyle ya da normlar üzerindeki otorite aracılığıyla, ideolojik olarak gerçekleşir. Bu ekonomik işlevin siyasi alana nasıl yansıdığı ise, solcu ve liberal-ilerici siyasi söylem ile işçi sınıfına ve önceliklerine yönelik tutumların niteliğinde açıkça görülür. Orta sınıf, genel olarak sınıf veya sömürüyle değil, doğruluk ve görgü kurallarıyla ilgilenir: İş yerinde gün boyu diğer işçileri denetler, disiplin altına alır ve “eğitir”; iş dışında ise günün geri kalanında insanlara ahlak dersi verir ve onları denetler.[4]

Bu noktada şunu söylememiz gerek: biz, orta sınıf kökenli her insanın kötü bir siyasete sahip olduğunu, her bireyin siyasetinin mekanik olarak sınıfsal konumu tarafından belirlendiğini veya orta sınıfa mensup insanların bir şekilde işçi hareketinden dışlanması gerektiğini düşünmüyoruz. Sorun, tek tek orta sınıfa mensup insanlar değil. İstisnaları olsa da ortada karakteristik bir orta sınıf siyaseti olduğunu görmeliyiz.

Özünde biz şunu söylüyoruz: bugün olduğu gibi, orta sınıfın işçi hareketinin durması gereken alana egemen olmasına izin verilmemelidir. Bu egemenlik, sol kurumlarda liberal siyasetin hegemonyasına yol açar ve artık siyasete katılmayı büyük ölçüde bırakmış olan işçi sınıfını siyasi bir sesten mahrum bırakır. Biz, ilk planda böyle bir sorun olduğunu kabul etmediğimiz takdirde, beyan ettiğimiz siyasi hedeflerimize ulaşma yeteneğimize yönelik bu varoluşsal tehdidi çözme umudumuzun olmadığını düşünüyoruz.

Temenniler Yerine Marksist Analiz

Amerikan solunun orta sınıf karakterinin açık bir göstergesi, esasen yeryüzündeki her kitle üyeliğine sahip sosyal demokrat veya komünist partide geçerli olan Marksist kimlik siyaseti eleştirisini uygulama veya doğru bir şekilde kavrama konusundaki yetersizliğidir.

Eric Hobsbawm ve Hintli Maocu devrimci Ajith gibi çeşitli düşünürler tarafından paylaşılan bu Marksist kimlik siyaseti eleştirisi, Amerikan bağlamında en kesin şekilde Adolph Reed tarafından formüle edilmiştir. Reed, kimlik siyasetini “neoliberalizmin sol kanadının sınıf siyaseti” olarak adlandırmıştır.

Biz, tam da bu eleştiri üzerinden, Bascuñán'ın DSA’de sıkça dile getirilen makalesinin temel iddiasını reddediyoruz. Bu iddiaya göre, ABD solundaki herkes, örneğin şirketler tarafından desteklenen Onur Yürüyüşleri gibi yüzeysel sembolik eylemler ile düşünceli bir felsefi ve nüanslı kesişimsel sosyalist proje arasındaki temel ayrımı anlayabilmelidir. Oysa bugün ABD solunda, “sahte” liberal kimlik politikaları ile “hakiki” sosyalist kesişimsellik arasında neredeyse hiçbir anlamlı ayrım kalmamıştır.

Öznel hakikiliğe dayalı bir ayrım ortaya koymaya yönelik her girişim, uzun süredir siyasi bir karakterden yoksun olan, yeniden canlanan bir ABD solunun belirtisidir. İşaret edilecek bir siyasi geçmiş olmadığı için, tek başvuru kaynağı, hakikilik iddiaları olmaktadır.

Bu hakikilik siyaseti, mevcut eşitsiz toplumsal pratiklerin sürdürüldüğü somut biçimleri örtbas etmekle kalmıyor, aynı zamanda baskıya duyarsızlığa ilişkin (Bascuñán’ın argümanının merkezinde yer alanlar türünden) asılsız suçlamaların işçi sınıfı siyasetini baltalamak ve yok etmek için kullanıldığı kurumsal mekanizmaları da gizliyor. Burada, Bernie Sanders ve Jeremy Corbyn’e yöneltilen iftiralarda en açık şekilde görülse de, aynı zamanda işyeri dayanışmasını baltalamak, emek disiplinini dayatmak, kamusal eğitimi özelleştirmek gibi neoliberal politika girişimleri listesindeki diğer eylemleri başarıyla uygulayan geniş bir eğilimden söz edilmektedir.

Bascuñán’ın neoliberal politikanın sosyalist siyasetten kolayca ayırt edilebileceği yönündeki iddiası, bu politikanın sosyalist siyaseti baltalamada ne kadar güçlü bir şekilde etkili olduğu gerçeğini gözden kaçırıyor; bu bariz eksiklik, çok daha derinlikli bir analize ihtiyaç duyuyor.

Bizimkiler, tartışmalı ifadeler. Bu sebeple, ilgili ifadeleri gerçek zaman ve mekâna uygun kılmak yoğun bir çaba gerektiriyor. Sahte liberal kimlik politikaları ile gerçek sosyalist kesişimsellik arasındaki sözde ayrım bir kurgu, ancak belirli bir siyasi-ekonomik oluşuma dayandığı için varlığını sürdüren bir kurgu.

ABD solu, yalnızca orta sınıfa eğilimli olmakla kalmıyor, liderlik katmanı da orta sınıfın belirli bir alt kümesine bağlı. Gerçekte var olan ABD solu, özellikle büyük şehirlerde, neredeyse tamamen eğitimli liberal orta sınıflara dayanıyor ve liderlik düzeyinde akademi, medya ve STK’lardan oluşan sacayağının nüfuzu altında. Dolayısıyla, sol, yalnızca gerçek anlamda sosyalist politikaları savunabilecek bağımsız bir siyasi tabandan yoksun olmakla kalmıyor, aynı zamanda bu kurumlar aracılığıyla sermayeye tabi kılınıyor.

Biz bu yazıda, bahsini ettiğimiz sacayağının üç bileşeni ele alacak, bunların solu nasıl etkilediğini izah edeceğiz.

ABD solu, sermaye için ciddi bir tehdit haline gelecekse, bu kurumlara olan bağımlılığını kabul etmeli, ideolojilerini kesin bir dille reddetmeli, kendi bağımsız kurumlarını geliştirerek, bu kurumlara olan bağımlılığından kurtulmalı, seçilmiş politikacılarını bu bağımsız kurumlara karşı sorumlu kılmalı ve ABD işçi sınıfındaki tabanını yeniden inşa etmelidir.

Bu yazının, bu temel sorunla doğru düzgün hesaplaşmayı engelleyen savunma mekanizmalarından bazılarının ortadan kaldırılmasına katkıda bulunacağını umuyoruz.

DSA’deki İşlevsel Bozukluğun Kökenleri

İlkin şunu anlamamız gerek: Orta sınıfın sol partileri ve kurumları ele geçirmesi, sadece DSA ve Amerikan soluyla sınırlı bir mesele değil. Piketty, bu noktada tüm dünya genelinde bir “snop sol”un ortaya çıktığını söylüyor. Ayrıca, Avrupa’da sol partilere giden işçi sınıfı oylarının azaldığı, artık herkesin kabul ettiği bir gerçek.

Gelgelelim, bu süreç, ABD’de diğer birçok gelişmiş ülkeye kıyasla çok daha fazla ilerlemiş bir haldedir. Bu sürecin bir neticesi olarak bugün DSA, en azından büyük kentlerde ve birçok küçük kentte orta sınıfın bir sol örgütü ele geçirmesi pratiğinin zirvesini ifade etmektedir.

Amerikan solunun sınıfsal yapısı farklı bir içerik ve biçim kazanmıştır. O da dünya solu gibi “snoplaşmıştır.” Gelişmiş dünyada neredeyse tek örnek olarak ABD, kitle desteğine sahip bir sosyal demokrat veya komünist partinin kalıcı bir şekilde ortaya çıkmadığı bir yerdir. Orantılı olmayan seçim sistemi, Kızıl Korku ve Stalin’in Komünist Parti’nin kurulacak halk cephesi içerisinde Demokratik Yeni Düzen koalisyonuna tabi olması konusundaki ısrarı, kitlesel bir işçi partisinin hiçbir vakit yaşama imkânı bulamamasına neden oldu.

Sonuç olarak Amerikan solu, böylesi bir partinin kurumsal hafızasından veya soyağacından beslenmeyen bir yapıdır. Avrupa’da bazı sol partiler, ağırlıklı olarak işçi sınıfı tabanını muhafaza etmeyi bilmişlerdir. Bunlar genellikle, ideolojik ve örgütsel katılıklarıyla orta sınıfa mensup amatörleri partiden uzak tutan Portekiz ve Yunan komünist partileri gibi post-Stalinist partilerdir. Hollanda Sosyalist Partisi gibi birkaç parti ise, büyük ölçüde demokratik olmayan yollarla da olsa korudukları “proleter” yönelimle birlikte kurulmuştur.

Buna karşın, İngiliz İşçi Partisi veya Almanya’daki Sol Parti gibi esasen orta sınıf partileri haline gelen partiler bile, işçi sınıfıyla aralarındaki bağ kopmuş veya kopma sürecinde olsa bile, işçi sınıfıyla organik bir bağ kurmanın nasıl bir şey olduğuna dair bilince ve hafızaya halen daha sahiptirler. Demek ki bu partilerde orta sınıfın partiyi ele geçirme çabalarını püskürtmek için mücadele eden sesler var, demek ki partinin geri kalanı, genel manada bu ele geçirme çabaları gerçekte yokmuş gibi davranmamış.

Öte yandan, DSA’in hiçbir vakit işçi sınıfından oluşan bir toplumsal tabanı olmadı. Dolayısıyla, tam da bu sebeple, söz konusu hayaletin kurumsal bir hafızası yok. Bunun sonucunda örgüt, sınıf tabanını tümüyle inkâr etme eğilimindedir.

Sınıfın Birliği’nin DSA’deki orta sınıf eğilimini örgütün temel sorunlarının ana sebebi olarak gösterme çabalarına yönelik örgüt içerisinde geliştirilen savunmacı yaklaşımın politik-ekonomik açıdan izah edilmesi gerekiyor. Oysa bu eğilim tüm çıplaklığıyla ortada.

DSA’deki her iki tarafın da ekmeğini yemeyi arzulayan akıl, işçi sınıfını sayısız ötekiden biri olmaya indirgiyor. Bu anlayış üzerinden, liberallerle kurulan koalisyonda “ilericileri” öne çıkartmak ya da polis kurumunun ilga edilmesi gibi orta sınıfa has hayaller aşkına herkese sağlık hizmeti türünden işçi sınıfının gündeme getirdiği acil taleplere yoğunlaşacak, emeği ilgilendiren meselelere odaklanacak işçi grubu oluşturma veya kampanya yürütme imkânı bulamıyorsunuz, “sınıf indirgemeciliği” için kendi bulunduğunuz şehirde bir alan açamıyorsunuz.

DSA’daki aktivistler genelde yüksek eğitimlidir, sanayide yürütülecek sendika faaliyetleri için yetersizdir, ayrıca belirli bir sektörde ve işyerinde işe girip orada sendikalaşmayı sağlamak ya da militan sendikacılık faaliyetlerini canlandırmak gibi gösterişsiz işlerle pek ilgilenmez. 2019’daki taban stratejisinin yüzleştiği kader, bu ilgisizliğin delili. Bu taban stratejisi, her ne kadar DSA’in dilinden eksik etmediği bir şey olsa da, DSA içinde işçi sınıfına mensup geniş bir gönüllü tabanının eksikliği ortaya çıktıkça, zamanla az sayıda işçi sınıfına odaklı çalışma grubu veya şubenin ilgilendiği bir konuya dönüştü.

Buna karşılık, kimlik temelli girişimler, yaygınlaşmakla kalmadı, aynı zamanda kimliği esas alan duyarsızlık suçlamaları denilen tehdit giderek her yanı kuşattı, bu suçlamalar, aşırı bir temkine ve otosansüre, hatta düpedüz paranoya ve çatışma atmosferine yol açtı. Özünde bu sorunlar, yalnızca sola özgü değil; bunlar, üniversite siyasetine, haber merkezlerindeki kavgalara ve STK kariyerizmine aşina olan herkesin bildiği sorunlardır.

Ortalama bir DSA üyesi, gündelik sohbetlerde DSA’in çarpık sınıf yapısı konusunda hemfikir olabilir. Aşırı solcu bir mahalledeki şubenin ekip biçtiği hobi bahçelerindeki çalışmalarla ilgili şaka yapabilir, hatta birden fazla ırka mensup insanlardan oluşan işçi sınıfı adına zulüm hikâyeleri anlatan lisansüstü öğrencilerinin gösterisiyle alay edebilir. Fakat örgütün bir şubesi, bu dengesizliği gidermek için somut bir şey yapmak zorunda kalınca, şu türden bir basmakalıp mantık ortaya çıkar:

1. Sol, orta sınıf değildir, çünkü orta sınıf diye bir şey yoktur. Ücret karşılığında çalışan herkes, üst düzey yönetici pozisyonlarında olsalar bile, işçi sınıfına mensuptur; solun çoğu, zaten üst düzey yönetici pozisyonunda olmadığı için, bunun bir önemi yoktur.

2. Sol, orta sınıf değil, ama orta sınıf olsaydı iyi olurdu. Örgütlerimizi oluşturan aşağı doğru hareket eden Y kuşağı ve Z kuşağı üniversite mezunları, kesişimsel sosyalizmi anlıyor ve bu nedenle işçi sınıfına liderlik edecek militan öncüyü oluşturmak için doğru fikirlere sahipler. Ne de olsa Engels, bir burjuvaydı.

3. Kimliğe aşırı odaklanıp ABD solunu etkisiz fraksiyonlara bölenler, orta sınıf solcular değil, patronların işini onlar adına yapan Sınıfın Birliği’dir. Hepimiz, zaten işçi sınıfına mensup olduğumuz ve gerçek sınıf birliğini sağlamak için bunu fark etmemiz gerektiği halde, solu işçi sınıfı ve orta sınıf olarak bölenler, patronlardır.

Bir başka yaklaşım, “orta sınıf”ın klasik bir Marksist sınıfı temsil etmediğini söyler. Bu anlayışa göre, ABD’deki orta sınıfın karmaşık sınıfsal konumu, bu terimi kullananların analizinde bir kusurmuş gibi takdim edilir. Oysa orta sınıf, gerçekte “çelişkili bir sınıfsal konumda " var olur. Çünkü sermayenin radikal işçi hareketine yönelik tepkisi, yaygın ev ve hisse senedi sahipliği, tüketimcilik, diplomatik kimlik, gelir düzeyleri farklı mahalleler ve burjuva ideolojisinin sistematik yayılımı yoluyla sınıfsal sınırları tarihsel planda bulanıklaştırmıştır. Bu gerçekliklerle yüzleşmemek, Marx’ın orta sınıf hakkındaki uzun tartışmalarından habersiz, gerçek maddi analizi bayağılaştırılmış bir “Marksizm” lehine bir kenara bırakmaktır.

Öte yandan, bu meseleyle dürüstçe hesaplaşmayı engelleyen en önemli faktör, muhtemelen, 2008 mali krizinin uzun süren sonuçlarıyla genç ve eğitimli orta sınıfın büyük bir bölümünün işçileşmesidir; bu gerçeklik sayesinde ABD’de solculuk, yeniden canlanma yaşamıştır.

ABD solunun fazlasıyla orta sınıf olduğu iddiasına yönelik en ciddi itirazda, esasında orta sınıfın önemli bir kısmının şu anda işçi sınıfında yer aldığından, çoğunlukla değersizleştirilmiş bilgi işçisi ve hizmet işlerinin belirli bir alt kümesine ait olduğundan bahsedilir. Eskiden gelecek vaat eden bir güç olarak görülen orta sınıfın proleterleşmesinin belirgin olduğu koşullarda, solun sorunlarını neden çarpık bir sınıf bileşimine bağlayalım ki?

Bu soruya şu cevap verilebilir: üniversite mezunu birçok solcu, sermaye tarafından ne kadar ezilse de, orta sınıfa özgü kariyere sahip olma beklentisi içine girmiş ama bu beklentiler öngörülebilir kimi sorunlara yol açmıştır. Bu sorunlarla daha önceki dönemlerde de karşılaşıldığına hiç şüphe yok:

“Proletaryanın sınıf çıkarlarıyla özdeşleşmek, birçok aydın için kolay değildir. Aydınlar, bireysellik, rekabetçilik, sorunları yalnızca fikirler çerçevesinde çözme çabası, kişisel varlıklarının önemli görülmesine dönük beklentiler türünden, başlangıçtaki eğitimlerinin ve yaşam tarzlarının beraberinde getirdikleri yükleri taşırlar. Tarih boyunca devrimi destekleyen aydınlar, bu tür eğilimlerle mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Birçok aşırı solcunun yaptığı hatanın kökeninde bu sınıf temelli zayıflıklar yatmaktadır.

Bu durum, özellikle büyük ölçüde gençlerden oluşan, neredeyse tamamı 35 yaşın altında olan bir hareket için geçerlidir. Bu kişilerin çoğu üniversite mezunudur, ancak iş arkadaşlarının çoğunun olmadığı koşullarda çalışmaktadırlar. Birçoğunun maddi refah geçmişi vardır ve geçmiş veya potansiyel ayrıcalıklarıyla ilişkilerini çözmemişlerdir. Birçoğu bir işe, bir topluluğa veya bir aileye uzun vadeli bir bağlılık kurma deneyimine sahip değildir. Bunlar, dünya görüşümüzü ve siyasi çalışma yöntemlerimizi etkileyen önemli özelliklerdir. Dahası, toplumsal istikrar eksikliği, aydınların tipik zayıflıklarını tespit etmeyi ve değiştirmeyi veya aslında buna karşılık gelen güçlü yönleri fark etmeyi ve geliştirmeyi zorlaştırmıştır.”[5]

Bu kültürel yük ile hesaplaşma konusunda zafiyet gösteren birçok sınıf dışı solcu, işçi sınıfının öncüsü olmaktan ziyade, onun içinde sürgün edilmiş, yöneticilik haklarını geri kazanmak için çırpınan kişilerdir.

Yerinde bir materyalist tespitle: DSA, pratikte New York, Los Angeles, Şikago, Vaşington, San Fransisko Körfez Bölgesi gibi büyük kent merkezlerinin hâkimiyetinde hareket etme eğilimindedir. Bu şubelerin üyeleri, genellikle diğer yerlere göre daha yüksek gelirlidir ve esnek çalışma saatlerine göre çalışmaktadır; bu da onlara örgütün iç tartışmalarında önemli bir söz hakkı tanır. Bu büyük şubeler arasında yapısal bir güç birliği söz konusudur: Büyük stratejik kararları üyeler nadiren alırlar, bunun yerine, o büyük kararları, o konumlarda çalışacak vakte sahip üyelerden oluşan çalışma grupları ve icra komiteleri alırlar.

Ülke genelinde DSA’in ortalama üyesi sınıf dışı bir nitelik arz etse de bu durum, büyük kentlerdeki yönetimlerin, dolayısıyla örgütün genelinin liderliğini işgal etme eğiliminde olan üyeler için pek geçerli değildir. Bu liderlik tabakası, örgüt içinde kendini koruma amaçlı olarak temel konular etrafındaki tartışmaları çarpıtan bir tür seçkinci grup meydana getirmiştir.

Irk ve sınıf meseleleri üzerinden bizim gibilere yöneltilen, duygu temelli suçlamalar ile “sınıf indirgemeciliği” öcüsünden sürekli dem vuran konuşmalar, esasında DSA içerisinde açığa çıkmış olan meselelerin şiddetinin birer yansımasıdır. DSA, kendi sınıfsal bileşimi meselesini sumen altı edip, kendisini daha az tehdit edecek konulara odaklıyor. DSA, kendi içerisinde profesyonel-yönetici kesimin aşırı nüfuzuyla hesaplaşmayı varoluşuna yönelik bir tehdit olarak görüyor:

“Liberal elitlere savaş açmak, muhafazakâr ajandayla veya neoliberal bir projeyle gayet iyi örtüşen bir şeymiş gibi görülüyor. Zengin liberaller, iyiliksever ve şefkatli üst sınıfın çağdaş asaletinin dayattığı yükümlülüğü benimsedikleri sürece, liyakat ve teknokrasi temelli dünya görüşlerini veya erdem anlayışlarını tehlikeye atmadan, ayrıcalıklı olduklarını açıktan beyan edebiliyorlar. Fakat, safları büyük ölçüde profesyonel yönetici sınıfından ve onlara katılmak için can atan, işçileşmeye meyilli orta sınıfa mensup, beceriksizlerden oluşan bir sosyalist hareket için mevcut üyeleri ile işçi sınıfının geri kalanı arasındaki karşıtlığı kabul etmek, tüm siyasi projenin sorgulanmasına neden oluyor.”[6]

Bu rahatsız edici sorunla yüzleşmek yerine, DSA, kendi içerisinde her daim, belirli bir konunun “potansiyel müttefikleri yabancılaştırıp yabancılaştırmayacağı” sorusunu tartışıp duruyor; bu, marjinalleştirilmiş grupların kendi kendini seçen temsilcilerine, grubun bir üyesinin belirli bir girişimle zarar görebileceği hikâyeler anlatmaları için geniş bir alan tanıyan öznel bir standarttır. Rakipleri, daha sonra ya boyun eğer, somut kanıt istemeyi ve duyarsız görünme riskini almayı seçer ya da kararsızları, girişimi üstlenmemenin potansiyel müttefiklere daha fazla zarar vereceğine ikna eden daha cazip bir karşı hikâye anlatırlar. Gizemli bir şekilde, bu marjinalleştirme hikâyelerindeki “potansiyel müttefikler”, Bard Üniversitesi’nde edebiyat alanında lisansüstü eğitim gören bir öğrenciyle aynı şeylerden her zaman rahatsız oluyor gibi görünüyor. Bascuñán’ın Sınıfın Birliği’ne yönelik eleştirileri de tam olarak bu türe giriyor.

Bizim amacımız, bu idealist sis perdesini dağıtıp, DSA’in sorunlarını profesyonel solun akademi, medya ve STK’lardan oluşan sacayağının somut kurumsal bağlamına yerleştirmek. Ancak bu sayede, mevcut DSA tartışmalarının yetersiz standartlarını reddederek, bu konular etrafındaki duygusal gerilimi azaltmayı, içinde bulunduğumuz bu vampir şatosundan çıkış yolunu göstermeyi ve modern ABD solunun siyasi etkinliğini sınırlayan kurumsal gerçeklere yeniden odaklanmayı umabiliriz.

Sınıfın Birliği
3 Ocak 2022
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Örneğin bkz. Capital I: s. 450, 549-60, 986; III: s. 509-10. Penguin baskısı.

[2] Marx/Engels Collected Works, Cilt 31 ve 32, özellikle 31. Ciltte s.30 ve 32 Ciltte s. 196, 198, 504.

[3] Örneğin bkz.: Martin Nicolaus, “Proletariat and Middle Class in Marx”, Studies on the Left, Cilt 7, Sayı. 1, 1967. Val Burris, “Capital Accumulation and the Rise of the New Middle Class” Review of Radical Political Economics, Cilt 12, Sayı. 1, İlkbahar 1980. Simon Mohun, “Unproductive Labor in the US Economy 1964-2010” Review of Radical Political Economics, Cilt 46, Sayı. 3, 2014. Simon Mohun, “Class Structure and the Distribution of National Income, 1918-2012,” Metroeconomica, Cilt 67, Sayı. 2, 2016.

[4] Marx’ın orta sınıfla ilgili şu iki özlü ifadesine bakmak gerek: “[Ricardo’nun] vurgulamayı unuttuğu şey, orta sınıfların sürekli artan sayısıdır; bunlar, bir yanda işçi, diğer yanda kapitalist ve toprak sahibi arasında kalanlardır. Orta sınıflar geçimlerini, giderek artan bir ölçüde, doğrudan gelir üzerinden sağlarlar [yani orta sınıf, bir genel gider maliyetidirler, üretimde açığa çıkan önemsiz masraftır (faux frais)]. Orta sınıflar, işçi kitlesinin sırtında ağır bir yük oluştururlar ve üstteki on bin kişinin sosyal güvenliğini ve gücünü artırırlar” (Marx/Engels Collected Works, Cilt 32, s. 198). “Net üründeki artış sebebiyle, üretken olmayan işçiler için daha fazla alan açılır; bu işçiler, üretken işçinin ürünüyle yaşarlar ve onun sömürülmesindeki çıkarları, doğrudan sömüren sınıfların çıkarlarıyla az çok örtüşür” (A.g.e., s. 196).

[5] Bay Area Socialist Organizing Committee, “Confronting Reality/Learning from the History of Our Movement”, Nisan 1981, MIA.

[6] Sohale Andrus Mortazavi, “The Professional-Managerial Novel: Clarifying the Realities of Class”, 10 Eylül 2021, Hedge.

03 Ekim 2025

, ,

Müşterek’i Okumak


Müşterek’i Okumak isimli çalışma, 1983 yılında Irak’ta o dönemdeki Irak devriminin yeni görevlerini ele alan bir program belgesi olarak yayımlanan Müşterek belgesinin çevirisini ve bizim kimi düzenlemelerimizi içermektedir. Bu belge, modern sosyalist devrimlerin deneyimlerinin gözden geçirilmesi, İslam toplumlarının incelenmesi ve Irak’ta ortaya çıkan koşulların değerlendirilmesi temelinde Irak Komünist Partisi Merkez Komitesi tarafından hazırlanmıştır.

Müşterek, sosyalist düşüncede Irak ve dünya komünist hareketinin deneyimlerinden yararlanarak gerçekleştirilen önemli bir gelişmeyi temsil etmektedir. Belge, esas olarak yetmişlerde, seksenlerde ve doksanlarda Irak Komünist Partisi (Merkez Komutanlığı) Genel Sekreteri olan merhum Dr. İbrahim Allavi tarafından yazılmıştır.

Belge, insanların veya ulusların sömürülmediği, ileri demokratik toplumlar yaratma yolunun temellerini atmaktadır. Ayrıca İslam tarihindeki işbirliği düşüncesinin temellerini ele almakta ve İslam’daki işbirliğini esas alan felsefi mirasın Irak’ta olumlu bir değişim yaratmada oynayabileceği role vurgu yapmaktadır.

Müşterek’te dile getirildiği biçimiyle:

“İslam, Müslümanlar arasında işbirliği ilkesini benimsemiş ve toprak, madenler ve suyu Allah’ın mülkiyeti, dolayısıyla tüm İslam toplumunun ortak mülkiyeti olarak kabul etmiştir. Birilerinin bunları tekeline alması veya tüm ulusun kamu çıkarlarına aykırı davranması caiz değildir.

Bu ilke, İslam’daki tarım sistemi olan Haraç sisteminin temelini oluşturmuştur. 1848 tarihli Komünist Manifesto, bu gelişmiş ekonomik sisteme ilk kez atıfta bulunarak, ikinci bölümünde diğer taleplerle birlikte bunu birincil talep olarak sıralamıştır: ‘1. Toprağın özel mülkiyetinin kaldırılması ve tüm toprak gelirlerinin kamuya ait hale getirilmesi.’ […]”

Biz, Müşterek çalışmasının, diktatörlük rejimlerinin devrilmesinden sonra demokratik sosyalizme giden yolu çizmek, halk demokrasisi ve paylaşım ekonomisi için bir çerçeve oluşturmanın ötesinde bir anlam ve öneme sahip olduğuna inanıyoruz. Çalışma ayrıca, siyasi dönüşümün ayrılmaz bir parçası olarak işbirliğine dayalı kurumların kurulmasının hayati önemini vurgulamaktadır. İspanya’daki Mondragon kooperatifleri yanı sıra Çin Halk Cumhuriyeti'ndeki kooperatifler ve sosyal girişimler gibi başarılı örnekler, bu yaklaşım içinde kooperatif girişimlerini teşvik etmenin önemini etkili bir şekilde göstermektedir.

Son olarak şunu söyleyelim: Çalışmada ilgili dönemde Irak’ta oluşmuş olan politik alana dair özel kimi ayrıntılar, İslam tarihi ve demokratik sosyalizm programının kapsadığı ana kısımlar açısından pek önem arz etmediği için metinde yer verilmemiştir. Ana kısımlarda hiçbir değişiklik yapılmamıştır.

Neden Müşterek?

1983 tarihli özgün metnin 2024’teki politik duruma dair düşünceler geliştirilmesi amacıyla güncellenmesi

Müşterek, 1983 yılında, İran-Irak Savaşı sırasında, Saddam Hüseyin rejiminin yüzleştiği bir dizi askeri yenilginin ardından yazıldı. Bu dönemde, Irak halkının çeşitli kesimlerinde ve farklı milletlere mensup halk kitlelerinde, Baas rejiminin çöküşünü ve Irak’ı saran karanlığın sona ermesini sabırsızlıkla bekleyen yaygın bir iyimserlik havası hâkimdi. Umutları, kan dökülmesinin, zorla yerinden edilmenin ve insan onurunun aşınmasının sona ermesine dairdi. Ancak, rejimin çökmesi için yirmi yıl daha geçmesi gerekti ve bu, 2003 yılında Amerika’nın Irak’ı işgaliyle gerçekleşti. Ne yazık ki, rejimin çöküşü Irak halkının acılarını hafifletmedi, aksine yeni zorluklar ortaya çıkardı.

Irak halkının Saddam Hüseyin rejiminin çöküşüne yönelik umutlu beklentilerine rağmen, işgalci Amerikan güçleri, askeri güç ve yıkıcı yöntemlerle yeni bir sömürge işgali biçimi uygulamaya çalıştı. Bu, Irak devletinin çeşitli bileşenlerinin parçalanmasını, petrol kaynaklarının kontrolünün ele geçirilmesini ve Irak’ı etnisite temelinde, keyfi olarak bölmeyi, böylece zayıflamış bir ülke üzerinde ABD’nin hâkimiyetini tesis etmeyi amaçlayan Biden projesinin uygulanmasını gerekli kılıyordu. Irak halkı, işgalcilerin direnişine rağmen, halk seçimleri düzenlemeyi başarmış olsa da, bugün siyasi süreç, sömürgeci bir tasarıma dayanan bir çerçeve içinde işliyor. 142. maddede belirtildiği gibi, belirli yönlerden değiştirilmesi mümkün olmayan bir anayasa eliyle çizilen bu siyasi çerçeve, neticede siyasi mezhepçiliğin, yolsuzluğun, Irak’ın bölünmesinin ve kaynakları üzerindeki kontrolün kurumsallaşmasına yol açıyor.

Irak, başlangıçta sömürgeciliğin yol açtığı sonuçlardan beslenen baskıcı bir rejimin pençesinden kurtuldu, ancak başka bir karanlık döneme girdi. Bu karanlık dönemde, ülkemizin geniş bölgelerini kontrol altına almayı başaran IŞİD gibi acımasız ve aşırıcı gruplar ortaya çıktı. Ancak, Halk Seferberlik Güçleri ve silahlı kuvvetlerin kahramanca fedakârlıkları sayesinde, bu güçler nihayetinde yenilgiye uğratıldılar. Bununla birlikte, Bremer’ın siyasi yapısının bir sonucu olarak ortaya çıkan yozlaşmış siyasi sistemle birlikte siyasi kriz devam etti. Bu sistem, Irak halkına sadece geri kalmışlık ve sefalet getirdi, onların zorluklarını daha da artırdı.

Irak halkının çoğunluğunun üzerinde hemfikir olduğu siyasi alternatif sorunu, ertelenmeye veya geciktirilmeye müsaade edilemeyecek acil bir görev haline gelmiştir: Halkımızı karanlık, terör, savaş, yıkım ve yolsuzluk dönemlerinden kurtaracak siyasi sistem hangisidir? Halkın demokratik özgürlüklerini garanti altına alacak ve Irak’ta insan onurunu geri kazandıracak siyasi kurumlar hangileridir? Halkın ulusal kurtuluş, demokrasi ve sosyal ilerleme mücadelesine öncülük edecek siyasi güçler hangileridir? Ayrıca, ülkenin karşı karşıya olduğu mevcut krizden çıkış yolu nedir?

Çözülmesi gereken en önemli düşünsel sorunlardan birinin, demokratik ve sosyalist devrimler arasındaki doğru ilişkiyi belirlemek olduğuna hiç şüphe yok. Irak toplumu, bugün sosyalist devrim değil, ulusal demokratik devrim göreviyle karşı karşıyadır. Ancak bu devrim, kurumları yolsuzlukla dolu ve mevcut anayasal yapı içinde faaliyet gösteren mevcut siyasi güçler tarafından yönetilemez; milyonlarca Iraklı işçiyi ait olduğu tüm kategorilerde temsil eden yeni siyasi kurumlara ve güçlere, ekonomik-siyasi bağımsızlık ve kendi kendine yeterlilik yolunu izleyen, son elli yılda dünyadaki sol hareketlerin, kooperatiflerin ve sendikal hareketlerin zengin deneyimlerinden yararlanan kurumlara ihtiyaç vardır.

Müşterek [“ortak mülkiyet”], Arap-İslam tarihi ve Irak halkının geleneklerinden ilham alarak gerçekleştirilecek sosyalist devrimlerin özünün somutlaştığı kavramdır. Bu kavram, yozlaşmış bir devlet karşısında bile çağdaş, ekonomik açıdan müreffeh ve kendi kendine yeten kurumlar inşa etmek için güçlü bir araç görevi görmektedir. İşbirliğine dayalı bir ekosistem oluşturan bu demokratik kurumlar, Irak halkını ilerleme, özgür bir vatan ve mutlu bir halk arayışında birleştirecektir. Birlikte, modern iletişim devriminin dönüştürücü potansiyelinden yararlanarak, umut ve ortak refahla dolu daha parlak bir geleceğe giden yolu açacaklardır.

İlerleyen bölümlerde, 1983 tarihli Müşterek çalışmasının çok küçük, belirtilen değişikliklerle yapılan çevirisine yer verilmektedir.

Terminoloji Üzerine

Eskiler sosyal ve felsefi kavramları ifade ederken çok hassastılar ve bu nedenle, toplumlarıyla birlikte ortadan kaybolan ve günlük kullanımdan uzak kalan hassas bir terminoloji geliştirdiler. Bazı çevirmenler ve modern yazarlar, yabancı kelimeleri Arapçada karşılıklarını bulmak için ciddi bir çaba sarf etmeden kullanma yoluna gitmişlerdir. Bu dilbilimsel yaklaşım, siyasi ve sosyal metinleri hızlı bir şekilde çevirmek gibi sınırlı bir amaca hizmet edebilir, ancak toplumumuzun özelliklerini ve tarihsel oluşumunu daha iyi anlamak için bu kavramları eski kavramlarla karşılaştırmak gerektiğinde, hızla kafa karışıklığı ve yanlış anlaşılmalara yol açar. Örnek olarak “sosyalizm” ve “komünizm” terimlerini ele alalım.

Bu kelimelerin, modern sosyalist hareketlerin ortaya çıktığı Arapçaya, Avrupa dillerindeki karşılıklarının çevirileri yoluyla girdiği bilinmektedir. Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh gibi Arap yazarlar bu kavramları ele aldıklarında, başlangıçta en yakın karşılıklarını kullandılar; Fransızca ve İngilizce “sosyalizm” kelimesinin karşılığı olarak “içtimaiyye” [sosyal] terimini, Avrupa’daki “komünizm” kelimesinin çevirisi olarak ise “şiyuiye” [komünizm] terimine başvurdular.[1]

Daha sonra, Avrupa düşüncesinden etkilenen entelektüellerin yazılarında yeni terimler ortaya çıktı. Örneğin Selamet Musa, sırasıyla 1910 ve 1913 yıllarında yayınlanan Üstinsan ve Sosyalizm adlı kitaplarında “iştirakiyye” [sosyalist] kelimesini kullandı. İçtimaiye [sosyal] ve iştirakiyye [sosyalizm] kavramları arasında büyük bir fark vardır, ancak her iki terim de Avrupa'daki “sosyalizm” kelimesinin eşdeğeri olarak kullanılmıştır. “Komünizm”in eşdeğeri olarak kullanılan şiyuiye terimi ise, tüm yazarlar tarafından kabul gören bir çeviri haline gelmiş görünmektedir. Selamet Musa’nın yukarıda bahsedilen kitabında, 1910 yılında “Avrupa’nın en uzak bölgelerinde komünizmle [şiyuiye] sonuçlanan sosyalist eğilim”den bahsederek, iki kavramı birbirinden ayırdığı görülmektedir.

Avrupaî kavramların çevirilerini dilbilimsel kökenleriyle karşılaştırdığımızda, özellikle bugün Marksizmin komünizme giden ilk tarihsel aşama olarak savunduğu sosyal sistemi ifade etmek için yaygın olarak kullanılan “sosyalizm” kelimesi açısından, Arapça karşılıklarıyla açık farklar olduğunu görüyoruz. Arapçada iştirakiyye olarak çevrilen “sosyalizm” kelimesi, bazı Avrupa sözlüklerinde belirtildiği gibi, “arkadaş, müttefik veya klan” anlamına gelen Latince socius kelimesinden türeyen “sosyal” kelimesinden türemiştir.

“Sosyal” kelimesi, konuşma bağlamından aldığı başka anlamlara da sahiptir. Örneğin, İngilizcedeki “social relations” (sosyal ilişkiler) ve Fransızcadaki “rapports sociaux” (sosyal ilişkiler) gibi sosyal yaşamla ilgili kavramlar, siyasi bir hareket veya belirli bir sosyal model olarak sosyalizm kavramından farklıdır.[2]

“Sosyalizm” kelimesinin çevirisinde Arapçada çok sayıda eşdeğer kelime bulunmasının nedenini, yukarıda sunulan örnekler üzerinden anlamak mümkün. Muhammed Abduh bu kelimeyi içtimaiyye olarak çevirdiğinde, dilsel anlamı açısından doğru bir çeviri yapmıştı, ancak iştirakiyye olarak çevirdiğinde dilsel açıdan doğru bir çeviri yapmamıştı, çünkü “sosyal” kelimesi, mutlaka mülkiyet ve üretim araçlarına katılım anlamına gelmez. Ancak, o dönemde “sosyalizm” teriminin kullanımı, işgücünün çıkarlarına hizmet etmeyi amaçlayan devrimci bir hareket olarak ayırt edilmesini gerektiren siyasi bir ihtiyacı da ortaya koyuyordu. Öte yandan, Arapçada içtimaiyye kelimesi, dilsel açıdan doğru olmasına rağmen, Selamet Musa ve Arap Marksistleri gibi sosyalizm destekçilerinin amaçladığı gerekli özelliği sağlamamaktadır.

Bu nedenle, ilgili sorun, dilsel sınırları aşarak siyasi kavramlara dönüşmüş, Avrupa ile İslam-Arap dünyası arasındaki temel toplumsal farklılıkları yansıtmıştır. Avrupa orta sınıf toplumları ve kapitalizm, üretim araçlarının ve toprağın bireysel özel mülkiyeti kavramına dayanmaktadır. Bu nedenle, toplumsal mülkiyet çağrıları, o dönemde hâkim olan bireysel mülkiyet kavramına göre devrimci bir nitelik kazanmıştır. Dolayısıyla, ilerici hareketler, kendilerini “sosyalist” olarak adlandırmışlardır. Uzun süre İslam hukuku ile yönetilen ülkelerde ise durum farklıdır; bu ülkelerde toprak, nehirler ve başlıca üretim araçları devlete aittir. Devlet mülkiyetinin yanı sıra özel mülkiyet de çoğunlukla üst düzey yetkililere aittir ve bu nedenle, büyük ölçüde devlet aygıtındaki konumlarına bağlıdır. Görüleceği üzere, bu durum İslam’da “toplumsal” mülkiyet çağrısını anlamsızlaştırmış, mevcut gerçekliği onaylayan bir ifadeye dönüştürmüştür. Bu nedenle, “sosyal” kavramı, işçi sınıfının çıkarlarını ifade eden bir hareket olarak devrimci anlamını yitirir.

Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh’un “sosyal” terimini kullanması, Arap ülkelerindeki sol hareketler arasında kabul görmedi ve “sosyalizm” teriminin kullanımı, Avrupa kökenli terimden açıkça farklı olmasına rağmen, yaygınlaştı. Aslında, Arapça iştirakiyye kelimesi, her ikisi de paylaşım kavramından türediği için, Avrupa’daki “komünizm” kelimesine karşılık gelir. Ancak, “komünizm” teriminin kullanılmasıyla birlikte, bu terim ile kavram arasındaki dilbilimsel fark kabul edilir bir fark olarak görülmeye başlanmıştır.

Bir başka sorun da Fransızca “commune” kelimesinin çevirisinde ortaya çıkmaktadır. Marksist çevirmenler, bu kelimeyi geleneksel olarak Arapçaya “muşa’a” [ortak] olarak çevirmişler veya “commune” ve “communard” kelimelerini olduğu gibi bırakmışlardır. Ancak, bu terminolojik kullanımı kabul etmek, Irak da dâhil olmak üzere, İslam toplumlarının sosyal ve siyasi gelişimini doğru bir şekilde anlamak için temel bir miras teşkil eden eski İslam metinlerini anlamada birçok engel yaratmaktadır.

Biz bu sebeple, Marksist literatürdeki “komün” kavramının karşılığı olarak, derin anlamları olan eski Arapça kelime Müşterek’i [ortak mülkiyet] kullanmaya karar verdik. Lenin’in de işaret ettiği gibi, Marx ve Engels, “komün” kelimesini çevirmek için eski Almanca terimler kullandıkları için bu geçerli bir seçimdir. Lenin, ayrıca Rusçada bu terimin anlamına karşılık gelen bir kelime bulunmadığını belirtmiş ve “komün”ü ifade etmek için aynı Fransızca kelimenin kullanılmasını önermiştir.

“Müşterek” kelimesini kullanmayı seçmemizin nedeni, bu terimin “komünal” kelimesiyle neredeyse eşanlamlı olduğunu gösteren çok sayıda İslam öncesi ve İslami Arapça metinlerin varlığıdır. Temel fark, katılımın paylaşılan bireyleri ve insanları önkoşul olarak görmesi, “komünal”in ise paylaşılan şeyleri ifade etmesi ile ilgilidir. Bir Hadis’te şöyle denmektedir:

“Ortak yoldaş, yoldaş komşudan daha hayırlıdır.”[3]

Bu Hadis’in tefsirini içeren sözlüğün yazarı şunu söylüyor:

“Hz. Muhammed, ortak derken, ortak paylaşım sürecine katılan insanı kastediyor.”

“Katılım” ve “ortak paylaşım” arasındaki dilbilimsel fark nettir. “Müşterek” kelimesi, paylaşılan şeyler ve mülklerden önce temel bir dayanak olarak bir insan grubunu önkoşul olarak varsayar. Bu kavramda insanların rolünü vurgulamak, sosyal sistemde özel bir öneme sahiptir. Bunun sonraki bölümlerde netleşeceğini umuyoruz. Bu konu, Marx ve Engels’in ilgisini çekmiştir, zira onlar, “sosyalizm” ve “komünizm” terimleri arasındaki farkı (terimlerin genel anlamıyla) açıklamışlardır. Engels, 1890 yılında Komünist Manifesto’nun girişinde şöyle yazmıştır:

“[...] 1847’de sosyalizm bir orta sınıf hareketi, komünizm ise bir işçi sınıfı hareketiydi.”[4]

Arapçada genellikle “demokrasi-sosyalizm” olarak çevrilen ve bazen ilk kelimenin ikinci kelimenin önüne geldiği “sosyal demokrat” teriminin, Marksist hareketin hedeflerine ve bilimsel kavramlarına uyması için Engels tarafından “komünist” kelimesiyle değiştirilmesi önerildi.[5] Aynı nedenle Lenin, 1917’de Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin adını Tüm Rusya Komünist Partisi olarak değiştirmeyi önerdi ve Nisan Tezleri’nde bu değişikliğin önemli siyasi amacını açıkladı.[6]

Bu terimler ile “sosyalizm koşullarında demokrasi” kavramı arasında yaşanacak kafa karışıklığına mani olmak adına, bu terimin Avrupa’daki dilbilimsel anlamına göre hareketler ve partiler için “sosyal demokrasi” çevirisini kullandık. Aşağıdaki sayfalarda geçen “sosyalist demokrasi” terimi, İkinci Enternasyonal partilerini ve Kautsky okulunu değil, sosyalizm koşullarında proleter demokrasiyi ifade etmektedir. “Sosyal demokrasi” teriminin, bu hareketi Avrupa’da öncelikle burjuva liberal partilerle ilişkilendirilen “siyasi demokrasi”den ayırmak için Avrupa dilbilimsel köklerinden türetilmiş bir terim olduğu bilinmektedir.

“Sosyal demokrasi” terimi, yasal çalışma koşullarından yararlanmak ve parlamento mücadelelerine katılmak isteyen sosyalist ve işçi partilerinin ayırt edici bir sembolü olarak, geçen yüzyılın ikinci yarısında yaygınlaştı. Bu terim, özellikle İkinci Enternasyonal partilerinin çoğunun, tarihsel köklerine ve işçilerden oluşan üyeliklerine rağmen, liberal burjuva çıkarlarına hizmet eden örgütlere dönüştüğü sosyalist Ekim Devrimi’nden sonra, artık Marksist hareketi temsil etmemektedir.

Bu değişiklikler ışığında, Bolşevik Parti daha önce de belirtildiği gibi adını Komünist Parti olarak değiştirdi, Marx ve Engels ise 1870 yıllarına ait Alman Sosyal Demokrat Partisi programında geçen her “devlet” kelimesini Müşterek anlamına gelen “komün” kelimesiyle değiştirdi.

“İslam” kavramı gibi, sonraki bölümlerde tekrar eden ve kafa karışıklığına neden olan bazı diğer noktaları açıklığa kavuşturmak gerekiyor. İslam’dan bahsettiğimizde, sadece fakihlerin Kur’an ve Sünnet aracılığıyla tanımladıkları İslam şeriatını ve her bir düşünce okulunun İslam öğretilerinden sunduklarını kastetmiyoruz. Daha ziyade, “İslam” derken, bağlamdan da anlaşılacağı üzere, Irak tarihinin ve uzun süre İslam egemenliğine tabi olan ülkelerin, İslam egemenliğiyle ilişkili belirli kalıplara uyum sağlamış sosyal yapılarının olduğu dönemi kastediyoruz. Bu tanım, bilimsel açıdan eksik veya kesin olmayabilir, Ortaçağ veya Bizans dönemi gibi yaygın olarak kullanılan terimlerle değiştirilebileceği iddia edilebilir. Ancak, “Ortaçağ” ve “feodal” gibi Avrupa tarihinden türetilen terminolojilerin İslam’ın durumuna uygulanamamasının yanı sıra, İslam tarihi hakkında üzerinde uzlaşılmış bilimsel terminolojilerin bulunmaması, “İslam” kavramı için sunduğumuz tanımı haklı kılabilir.

Marksist-Leninistlerin dine karşı tutumunun açık olduğunu ve bu belgede tekrar edilmesine gerek olmadığını söylemeye gerek yoktur. Buradaki amaç, birbiriyle çelişen düşünsel eğilimleri uzlaştırmak değil, tarihsel olguları olabildiğince objektif bir şekilde incelemek, ülkemizin mevcut durumuna ışık tutmak ve geleceğe giden yolu araştırmaktır.

Ali Assam
Mecid Allavi

Kaynak: Reading in Al-Mushtarak: A System for Democratic Socialism, Yayına Hz. ve Çeviren: Ali Al-Assam ve Majid Allawi, Iskra Book, 2024, s. xix-xxvii.]

Dipnotlar:
[1] Cemaleddin Efgani’nin “Materyalistlere Cevap” başlıklı mektubuna bakılabilir: Hayderabad 1879, Darü’l-Hilal baskısı, Kahire, 1973, s.17.

[2] Fransız dilbilimci, kendi ismini taşıyan ünlü Fransızca sözlüğünün yazarı Robert’in de ifade ettiği biçimiyle, Fransızcadaki “socialisme” terimi 1822’de İngilizce “socialism” kelimesinden veya 1803’te İtalyanca kelime “socialismo”dan türetildi. Dolayısıyla, Avrupa dillerinde bu kelime basit bir dilsel değişikliğe uğramadı, tarihsel süreçte gelişme kaydetti.

[3] Efgani’nin mektubu, Hayderabad 1879, Darü’l-Hilal baskısı, Kahire, 1973, s. 17.

[4] Frederick Engels, Preface to the 1888 English edition, 30 Ocak 1888, MIA.

[5] Bkz.: Lenin, Selected Works, Cilt. 2, Bölüm 1, Foreign Languages Publishing House, Moskova, 1952, s. 458.

[6] A.g.e., s. 48.