12 Eylül 2025

,

Vehbi Koç’tan Kenan Evren’e Mektup


Sayın Orgeneral Kenan Evren,

Devlet Başkanı,
Milli Güvenlik Konseyi ve Genelkurmay Başkanı,
Sayın Başkan,

ANKARA

Atatürk, 1919’da Ankara’ya geldiği zaman 18 yaşında idim. Balya çemberlerinden süngü yapılarak, Kurtuluş Savaşı’nı veren ordunun donatıldığını hatırlıyorum.

Aradan 60 yıl ve pek çok olay geçti. Yaşadığımız iyi ve kötü günlerin sonunda vardığım hüküm şudur: Türk milleti, kendisine birlik ruhu verildiği takdirde, her işi başarır, her hedefe varır.

İstikrarsız ve güvensiz yaşadığımız son yılların ümitsizliği içinde, sizlerin iktidarı ele almak mecburiyetinde kalışınıza şahit olduk. 12 Eylül Cuma günü, radyo ve televizyonda yaptığınız samimi ve gerçekçi konuşmadaki düşüncelere katılmamak mümkün değildi.

Ülkemin hizmetinde geçen 60 yılı düşünürken, tecrübelerime dayanarak, birkaç önemli noktayı size arz etmek istedim. Sizin başarınızın bütün olduğu milletin tek ümidi olduğuna inanıyorum. Bilgi ve tecrübe arasındaki muvazeneye verdiğiniz önem ise bütün kamuoyunun malumu. Bu bakımdan, faydalı olacağını sandığım hatırlatmalarımı size iletmeyi bir memleket görevi olarak görüyorum.

Atatürk’ün 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelerek İstiklal Savaşı’na başlama kararı vermesinden sonra memleket kurtarıldı ve 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet kuruldu. Cumhuriyetimizin 57 yıllık hayatında memleketimiz şu tarihi olaylarla karşı karşıya kaldı:

* 1946’da Demokrat Parti'nin kurulması ile çok partili sisteme geçildi.

* 27.5.1960’ta Türk Silahlı Kuvvetleri’nden bir grup ihtilal yaparak, iktidarı ele aldı.

* 25.6.1962’de idare sivillere bırakıldı ve İnönü Hükümeti kuruldu.

* 12.3.1971’de Silahlı Kuvvetler muhtıra vererek Demirel Hükümeti’ni düşürdü. 20.3.1971’de Nihat Erim, partilerüstü bir hükümet kurdu.

* 12.9.1980’de Silahlı Kuvvetler, emir ve komuta zinciri içinde ve emirle Parlamento’yu feshetti. 21.9.1980’de Bülend Ulusu hükümeti kuruldu.

Türk Silahlı Kuvvetleri, daima şerefli hizmetler yapmış ve millet hayatımızın her döneminde, milli bütünlüğümüzün devamını sağlamıştır. Memlekette işler çıkmaza girdiği zaman Türk Ordusu, müdahale etmekte ve sonradan kışlasına çekilerek, devlet idaresini sivil hükümetlere terk etmektedir.

1973 seçimlerinden sonra yedi sene boyunca, iktidara gelen hükümetlerin aldıkları kararlarda parti menfaati ve rey politikası ağır bastığı için memleket bir çıkmaza girmiştir.

O hale gelinmiştir ki, öğretmen öğrencisinden, âmir memurundan, anne ve baba çocuğundan, fabrika müdürü işçisinden korkar olmuştur. O zamanın Cumhurbaşkanı Sayın Fahri Korutürk ile Milli Güvenlik Kurulu’nun uyarıları nazarı dikkate alınmadığı için, Silahlı Kuvvetler, mecburen devlet idaresini ele almıştır.

12 Eylül 1980 Cuma günü, Devlet Başkanı, Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Sayın Kenan Evren’in radyo ve televizyon konuşmasında, devlet idaresinin niçin ele alındığı, bundan sonra ne yapılacağı, gayet açık bir lisanla millete duyurulmuştur. Orgeneral Evren’in; anarşi, bölücülük, din istismarı, ekonomik ve politik durumla ilgili sözleri millet üzerinde müspet tesir yapmış ve tam bir tasvip görmüştür.

Nelere Dikkat Edilmeli?

1. İki seneden beri devam eden sıkıyönetim yüzünden Silahlı Kuvvetler, asli görevi olmayan konularla karşı karşıya gelmiş ve yorulmuştur. Devlet idaresi bütünüyle ele alındıktan sonra, uygulamaya konacak önemli yeni kararlar yüzünden, Silahlı Kuvvetlerimiz’in yıpranması mukadderdir. Bundan dolayı, temel kanuni düzenlemeler yapıldıktan sonra ordunun kışlasına dönmesi, demokrasimizin devamı için elzemdir. Ordu, yanlış kararlar alır ve yıpranırsa, memlekete diktatörlük, onun arkasından komünizm gelebilir. Bu tehlike karşısında, Silahlı Kuvvetlerimiz’in bu devrede alacağı kararlarla kendisine yardımcı olmak, vatanını seven her Türk için milli bir vazifedir.

2. Türkiye, birçok anlaşmalarla Batı Dünyası’na bağlıdır. Bu anlaşmalar, Hür Demokratik Parlamenter sisteme göre düzenlenmiştir. Demokrasiye dönüş uzadığı takdirde, Batılı ülkeler ve onların kuruluşları, endişe duyarlar, birtakım taahhütlerini yerine getirmezler. Bundan dolayı, konuşmalara ve beyanlara çok dikkat etmek, “vaktinde demokrasiye dönüleceği” inancını sarsmamak lazımdır.

3. İki yıl boyunca 5.200 vatandaşın anarşi yüzünden canını kaybetmiş olması ve memlekete büyük miktarda silah ve cephane sokulmuş bulunması, vaziyetin ciddiyetini, vahametini göstermektedir. Bu durumda; anarşi, bölücülük ve kaçakçılıkla ilgili kanunlar, öncelikle ele alınmalıdır. Yakalanan anarşistlerin ve suçluların mahkemeleri uzatılmamalı ve cezaları süratle verilmelidir. Polis teşkilatını teçhiz edecek ve kuvvetlendirecek imkânlar genişletilmeli, gerekli kanunlar, bir an önce çıkarılmalıdır.

4. Şimdi; “Faşist ordu iktidara geldi, kapitalistlerle birleşerek Türk işçisini istismar ediyor” propagandası yapılmaktadır. Böyle bir iftira karşısında işçi-işveren ilişkilerini düzenleyecek olan kanunlar dikkatle incelenerek, taraflar için adilane bir şekilde ve asgari hata ile çıkarılmalıdır. Bu düzenleme yapılırken, bazı sendikaların Türk Devleti’ni ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıkları aşırı hareketler, göz önünde bulundurulmalıdır. Diğer taraftan, DİSK’in kapatılmış olmasından dolayı bir kısım işçiler, sendikal münasebetler yönünden bekleyiş içindedirler. Militan sendikacılar, bu işçileri tahrik etmek ve faaliyeti devam eden sendikaların yönetim kadrolarına sızarak, kendi davalarını devam ettirmek niyetindedirler. Bu durum bilinerek, hazırlanacak kanunlarda gerekli tedbirler alınmalıdır.

5. Kıdem tazminatı karşılıkları, kurulacak bir fonda toplanmalıdır. İşçilere ödenecek yıllık miktarlar ayrıldıktan sonra, geriye kalan kısım, kamu ve özel sektör yatırımları için düşük faiz ile kullandırılmalı, bu fonun yeni işgücü yaratması sağlanmalıdır. Aksi takdirde, bu kaynak da devletin açıklarını kapatmaya kullanılır ve ekonomik fayda sağlanamaz.

6. Vergi kanunları dikkatle hazırlanmalı, vergi yükü yayılmalıdır. Bu defa herkesin kazancı nispetinde vergi ödeyeceği bir sistem getirilmelidir.

7. 1973 seçimlerinden sonra iktidara gelen partiler; valiler, emniyet müdürleri, müsteşarlar ve devlet kadrolarında çalışanlar arasında kendi görüşlerine göre değişiklikler yaptıkları için bir kısım kıymetli elemanlar ayrılmış, bir kısmı korkudan hiçbir karar alamamıştır. Bundan dolayı hizmetler aksamış, işler yürümez olmuştur. Gazetelerde okuduğumuza nazaran, bugünkü idare de, bazı değişikliklere başlamıştır. Bu değişiklikler yapılırken son derece dikkatli olunmalı, 12 Eylül’den sonra şevkle işe başlayan memurlarının itibarı ihya edilmelidir.

8. Hatalı bir tebliğ veya kanun çıkmaması için, Anayasa Mahkemesi üyelerinin veya tarafsız hukukçuların mütalaaları alınmalıdır.

9. Türkiye’nin enerji meselesi de öncelikle ele alınmalıdır. Petrol sarfiyatını azaltmak için elden gelen her çareye başvurulmalı, 1981’de petrol ihtiyacımızı temin etme çareleri süratle aranmalıdır. Halk, her gün radyo ve televizyon vasıtası ile uyarılmalı, enerji tasarrufuna yönlendirilmelidir.

10. Doğu Berlin’de kurulan Türk Komünist Partisi, memleketi dışarıdan ve içeriden yıkmak için son yıllarda çok şeyler yapmıştır ve hâlâ yapmaya devam etmektedir. 12 Eylül Harekâtı’nın ilk günlerinde sinmiş gözüken solcular, aldıkları emirlerle şimdi yeniden harekete geçmişler, bomba atmışlar, pankart asmışlar, polislerimizi şehit etmeye, vatandaşlarımızı öldürmeye devam etmişlerdir.

Bu defa girişilen ıslahat hareketinin muvaffak olmaması için:

* Milli Güvenlik Konseyi üyelerinin arasını açmak, Konsey üyeleri ile hükümetin arasını açmak,

* Silahlı Kuvvetler kademeleri ile hükümetin arasını açarak, cunta kurmaya yönelmek,

* İşçi sınıfını ayaklandırmak, amacıyla Komünist Parti’nin, solcu örgütlerin, Kürtlerin, Ermenilerin, birtakım politikacıların kötü niyetli teşebbüslerini devam ettirecekleri muhakkaktır. Bunlara karşı uyanık olunmalı ve teşebbüsleri muhakkak engellenmelidir.

11. 1960 yıllarında zararı görülmüş olan ihbarlar, bu devrede de başlamıştır. Kötü niyetli insanlar, şahsi düşmanlıkları yüzünden, bu gibi ihbarları yaparlar. İhbarlar yüzünden çok vakit kaybedilir ve birtakım yanlış işler yapılır. Bu kötü niyetli teşebbüslere fırsat verilmemelidir. Nitekim, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Turgut Özal hakkında birtakım dedikodular başlatılmıştır. Turgut Özal, bir dâhi değildir. Onun da hataları olabilir. Fakat bu nazik dönemde mevcudun içinde meselelerimizi en iyi bilen insandır. Dedikodulara bakmadan, kendisini tutmakta fayda vardır.

12. Yunanlılarla olan ihtilaflı meselelerimiz, başta Kıbrıs, Ege Kıta Sahanlığı ve FIR hattı olmak üzere, bu dönemde, milletimizin Silahlı Kuvvetlerimiz’e olan güveni içinde muhakkak çözüme bağlanmalıdır.

13. Sık beyanatlarda bulunarak veya kamuoyunun tepkisini dikkate almadan, basının kalemine tenkit fırsatı verilmemelidir. Mesela 31.10.1980 tarihinde CHP Genel Başkanlığı’ndan ayrılan Bülent Ecevit’in yazdığı istifa mektubunun kamuoyuna açıklanmasının mahzurlu görüldüğü hakkındaki beyanat, yanlış olmuştur. Bu mektubun açıklanmasında hiçbir mahzur yoktu.

14. Dinsiz millet olmaz. Din işleri, bu defa, siyasi partilerin istismar edemeyecekleri şekilde düzene sokulmalıdır.

15. Bugünkü yönetim kadrosunun iktidar hastalığına yakalanmasına ve “Biz, en iyi düşünürüz” görüşüne saplanmasına imkân verilmemelidir.

Sayın Başkan,

Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu durumdan kurtulması için birbirimize yardımcı olarak, Kuvayı Milliye devrinde olduğu gibi elbirliği, işbirliği yaparak geceli gündüzlü çalışmamız, güçlüklere katlanmamız, maddi manevi fedakarlık yapmamız şarttır. Bu memleket ayakta durursa, hepimiz mesut oluruz. Aksi takdirde, bugünleri çok ararız. Varlığımızın, memleketin varlığına bağlı olduğuna inanan ben ve arkadaşlarım, memleketimizin kalkınmasında bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da elimizden gelen bütün imkânları kullanacağız.

Bize ancak bizden hayır geleceğini bilmekteyiz. Millet hayrı için vereceğiniz mücadelede, zatialilerine ve arkadaşlarınıza muvaffakıyetler temenni ediyorum. Yukarıda yazdıklarım hakkında herhangi bir bilgi arzu edilirse, emrinize amadeyim.

Vehbi Koç
3 Ekim 1980

11 Eylül 2025

,

Anı Tüccarlığı

Çemberimde Gül Oya” ve “Bu Kalp Seni Unutur mu?” gibi diziler, TSK-Fethullah-AKP bağlamında üretilmiş, yeni dönem için yolu ideolojik planda temizlemeye yönelik çalışmalardı. Hepsine sol örgütlerin şefleri danışmanlık hizmeti verdi. AKP için çekilen bu diziler, en çok da bugün Tayyip düşmanı pozu kesen solcuları besledi. O solcuların önemli bir kısmı, “aynı silahı sağcı da solcu da kullandı” tezviratına iman etti. Darbeyle ülkenin resetlendiğine, kendilerine bir şekilde yol açıldığına, aydınlanmanın veya modernizmin yolunun temizlendiğine kanaat getirdi. Tüm anı kitapları, bugündeki teslimiyete ve ihanete hitap etti. Onlara kılıflar ördü.

Yaşar Ayaşlı, bir örgütün lideri olarak, 12 Eylül sonrası yaşadıklarını aktardığı Yeraltında Beş Yıl kitabını muhtemelen bu dizileri izleyip yazmaya karar vermiş. “Benim de anlatacak sıkı anılarım var” demiş. Anı satma işine bu zeminde soyunmuş. Gizliden gizliye kitabını ileride dizisi çekilir diye yazmış. Kullandığı dil, seçtiği kelimeler, dizdiği ip, bunu söylüyor. Demek ki komünist örgüt disiplini kalmayınca, kişileri burjuvazi kapıyormuş. O burjuvazi, kapağına esir alınmış bireyin resmini koyan kitabı çok seviyormuş. Bireyi hep o mağduriyet edebiyatı tasmasından yakalıyormuş.

İhtilalci komünistlikten anı tüccarlığına geçiş yapan Ayaşlı, kitabında[1] örgütüne ait tüm sırları, o burjuvaziye yaranmaya çalışan küçük burjuva adına, faş ediyor. Örgütüne yönelik intikamını onu yavanlaştırarak, “bensiz bir hiçsiniz” diyerek alıyor. Benmerkezci okuma, kolektif pratiği tasfiye etmek için yapılıyor.

Yoldaşı Selim Açan da tarihi birey ve “ben” üzerinden okuyor, meseleleri şahsi sorunlar olarak anlıyor.[2] Hesaplaşmama sorununu öznel-bireysel bir zaaf olarak takdim ediyor. Yapısal boyut, onun gözlerini kör ediyor.

Selim Açan, kendisine tarihte öznel bir yer açmak için geçmişe küfrediyor. Bunu iş ediniyor. Misal, Mustafa Suphilerin karşısındaki sınıfı bilmeme zafiyeti içerisinde olduğunu söylüyor. Yazışmalardan, konuşmalardan habersiz ukalalık ediyor. Asıl karşısındaki sınıfı bilmeyen, kendisidir. Bilmeyen, Avrupa’ya gidip oranın feminist, çevreci gevezeliklerine taşeronluk yapmak isteyenlerdir.

Selim Açan, darbenin istihbaratını önceden alanların ama bilinçli olarak hiçbir şey yapmayanların sitesinde yazdığı yazısında “akıl tutulması” gibi öznel değerlendirmelere teslim olmaya mecburdur. Aklı tutulmuş olanlar gitmiş, yerini CHP aklıyla ilerleyenler almıştır. O CHP aklının esiri olan Sendika.org sitesinde ölüm oruçlarını “siyasi kumar” olarak niteleyenlere yer verilmektedir. Oysa o ölüm orucu sürecine sessiz kalan da, direnişteki tutsakların analarını parti bürolarından kovan da o sitenin arkasındaki siyasi güçtür. Selim Açan bunu bilerek, o düşmanlığa onay vererek konuşuyor. Fatih Öktülmüş’e küfretmenin kendisine yol açacağını sanıyor.

Esasen “baştan başlamak”, cesaret meselesi değil, teslimiyetin göstergesidir. Hiçbir şey baştan başlamaz. Suphilere küfredince, geçmiş, sumen altı edilince yol alınacağı iddiası vehimden ibarettir. Bu baştan başlama iddiası, “diyalektik materyalizm”e aykırıdır. Teslim olmuş kafa, tarih yazamaz, ancak efendilerinin yazımına kâtiplik yapar.

Eski yoldaşı da “geçmişin zaaflarını, yanlışlarını konuşalım, temiz sayfa açalım” diyor.[3] Bu, hesap vermemenin en basit yöntemidir. Bu tür küçük burjuva solcular, resetleyerek ve resetlenerek kendi kirlerini, günahlarını gizleyebileceklerini düşünüyorlar. 

Bu solcuların ağzında, kaleminde meseleler, şahsileştiriliyor, sonra da “o kişiler gibi değiliz, biz temiziz, biz temize çekeceğiz her şeyi” diye bugüne yalan söyleniyor. O gün darbeye alkış tutanlar, bugün de gizli yürütülen darbeye destek çıkıyorlar. O gün kitleleri savaş alanından kaçıranlar, bugün de kitleleri efendilerin eşiğine kul ediyorlar. Yaşar Ayaşlı ve Selim Açan, bu sebeple, gene Dev-Yol mahfilinde durup orada nefes almaya çalışıyor. Oranın tasfiyeciliğini görmek istemiyor. Ayaşlı, o yüzden Dev-Yol suyuna yatırılıp yumuşatılmış mahfillerde konuşma ihtiyacı duyuyor.

Her şeyi öznel ve bireysel sorun olarak kodlayan Yaşar Ayaşlı, kitapta anlattığı, kendilerinin yetiştirdikleri hain Adil’in yaptığını yıllar sonra gönül rahatlığıyla, hiç rahatsızlık duymadan, yapıyor. Tepedeki isimlerle, “teslimiyetçi reformist sol” dediği kesime ait bir yayınevi üzerinden, tartışıyor. Kişisel hesaplaşmasını bu düzlemde yapıyor. Yen içinde ne varsa anlatıyor. Örgütünün işleyişini, iç ilişkilerini, mantığını, teknik ayrıntıları ifşa ediyor. Utanmıyor.

Utansa, bir kitabını ölüm orucu şehidine Avrupa’dan verilen parayı cebe indirenlerin, çevirmen emeğinin üzerine çöreklenenlerin, kendi yoldaşının iş yerine çöküp dünyalık biriktirenlerin yayınevinde (Epos) ve dergisinde (TvP) konuşmazdı. Bunlara ar ederdi. Ar etmiyor, ar etmeyi gericilik kabul ediyor.

Ayaşlı’nın ar ettiği bir şey var, o da geçmişi. Yordam’dan çıkan kitabına yazdığı hayat hikâyesi, Epos’ta yayımlanan kitabında yer almıyor. İkincisinde örgütsüz, bireysel bir aydınmış gibi lanse ediliyor. O aydın, gerçekleri kendisi etrafında tavaf ettirmeyi seviyor.

İhtilalci komünistlikten anı tüccarlığına, oradan da ihtimalci liberalizme evrilen Ayaşlı, komünist disiplinin, aidiyetin ve davaya bağlılığın tasfiyesine dair bir im ve imge olarak tarihe kaydediliyor. “Faşizm uzmanı” unvanını edinmek, bir köşe kapmak için komünist hareketin üzerinde tepiniyor. Meselelere Aydınlanmacı bir yerden yaklaşıyor. Kendi özeleştirisini bile bu düzlemde yapıyor. Aydığını, aydınlandığını, ilerlediğini söylüyor, birilerine bunu ispatlamaya çalışıyor.

Yazılarını paylaştığı Sendika ve Teori ve Politika, Ayaşlı’nın kitabında eleştirdiği kaçkınlığın mekânları. O çok eleştirdiği örgütlerin uzantıları. Döne dolaşa CHP müştemilatına dönüşen bu yapılar, bekçi ve kâhya olma yarışında, önce ML oluşu tasfiye ediyorlar. İşleri, görev tanımları bu.

Bekçi ve kâhya olanlar, ML olmayı redde tabi tutmak zorundalar. Zaten ML’ye yönelik reddiyesi sebebiyle ilgili yayınlarda kendisine yer buluyorlar.

Esasında Ayaşlı’nın anlattığı kadarıyla, kendi örgütü de 12 Eylül’e karşı ciddi bir mücadele yürütmüş değil. Sadece kendisini savunmaya çalışmaktan, ayakta kalmak için bir iki soygun gerçekleştirmekten başka bir şey yapmamış. Örgütün öznel mücadelesi, faşizme karşı mücadeleyi hiçbir şekilde örgütlemiyor. Böylesi bir niyeti bulunmuyor.

Anı tüccarlığı, dönem bağlamından kopartılan özneye güzelleme yapmaktan başka bir işe yaramıyor. Dönemi tarihsel-toplumsal zeminde, sınıfsal-politik içeriğiyle tartışmıyor. Yalnızca her şeye vakıf aydınlanma öznesi veya her şeye kadir modernizmin öznesi konuşturuluyor. Yalan söyleniyor. Üç beş kırıntı bilgiyle teoriye veya pratiğe hüküm konuluyor. Birileri, bu şekilde kandırılmaya çalışılıyor.

Hiç yakalanmamışlık üzerinden öznenin reklâmı yapılıyor. Yeraltı denilen yer, kitapların serilip uzanılarak teori üretilen kanepeden, bir iki fanzin çıkartmaktan, kullanılmadığı için erimeye yüz tutmuş bombaların çamura bırakılmasından başka bir şey değil. İllegalite, aslında rejimin yem olarak kullanabileceği solcu bir filme, yoldaşları işkence görürken, gitmekten ibaret. Ayaşlı, saklanayım diye sıradan halkın arasına fazla karışmış. ML, ağırlığını orada yitirmiş. Bir de nedense üst orta sınıfa ait mahallelere sığınılmış. Onlarla birlikte kahve yudumlanıp klasik müzik dinlenilmiş. Oralarda yoksul, işçi ve halk aşağılamak öğrenilmiş.

Bu tür anı kitaplarında görülüyor ki 12 Eylül’e karşı direniş, polisten ve MİT’ten kaçmaya indirgenmiş. Kitle, sınıf ve tarihsel bağlar, harekete geçmiyor. Teori de pratik de eylemsiz. Neticede Lenincilik dedikleri, kör ve köreltici.

Nedense Ayaşlı, herkesin nasıl yakalandığını, tüm teferruatıyla aktarırken, kendi yakalanışını birkaç cümleyle geçiştiriyor. Kişisel hikâyesini kolektif komünist faaliyetin önüne koyuyor. Her şeyi o hikâyenin etrafında tavaf ettiriyor. Bir dönemi benmerkezci bir yerden tartışıyor. Bu açıdan, geleceğe hiçbir şey sunmuyor. Kendi bireysel varlığının geleceğe taşınmasına yüce anlamlar yüklüyor. Oysa neticede Ayaşlı ölmemişse küçük burjuva, ölmüşse proleterdir!

Hesap vermeyen, hesap sormuyor; hesap sormayan hesap vermiyor. Anı kitaplarının özü-özeti bu.

Örgüt şeflerinin 12 Eylül dönemine dair anlatımlarını içeren tüm kitaplar, yakılmalı. Hepsi de yalandan ve menkıbeden ibaret. Teslimiyetlerine, korkaklıklarına ve kaçaklıklarına kılıf örmenin derdinde. Anı kitapları, hesap vermeyen, vermek istemeyen kişiyi kolektiften ve mücadeleden ari bir yere savuruyor. Kolektif mücadele adına o kitaplar, ateşe verilmeli. Ateşin düzleyici-eşitleyici niteliğine iman edilmeli.

Eren Balkır
10 Eylül 2025

Dipnotlar:
[1] Yaşar Ayaşlı, Yeraltında Beş Yıl: 12 Eylül Anıları, Yordam Yayınları, Ağustos 2011.

[2] H. Selim Açan, “Hesaplaşılmamış Yenilgilerin İstismarı”, 10 Eylül 2025, Sendika.

[3] Yaşar Ayaşlı, “45 Yıl Sonra 12 Eylül”, 9 Eylül 2025, Sendika.

07 Eylül 2025

,

1919-1924 Arası Dönemde Sömürge Devrimi ve Komintern II


II

Komintern’in 1920’de gerçekleşen ikinci kongresinde tartışılan en önemli konulardan biri de Sovyet hareketinin kapitalist olmayan ülkelerde örgütlenmesi meselesiydi. Lenin, bu ülkelerde işçi olmasa da buralarda köylü veya emekçi sovyetlerinin kurulabileceğini söylüyor, “Sovyet Rusya’nın yardımını alan, etkili propaganda faaliyeti yürüttüğü bu türden ülkelerin kapitalist gelişme aşamasına girmeden, doğrudan sosyalizm aşamasına geçiş yapabilmesi mümkündür” diye ekliyordu.[22]

Zinovyev’in de ifade ettiği biçimiyle, “uzun süre her ülkenin kapitalizm aşamasından geçmesi gerektiği, büyük fabrikaların kurulup işçilerin şehirlerde yoğunlaşmasının şart olduğu, ancak bu sayede sosyalizm meselesinin gündeme gelebileceği üzerinde durulmuştu. Artık bu şekilde düşünülmüyordu. Rusya gibi bir başka ülke de kapitalizmin zincirlerinden koptuğu, işçilerin proleter devrimi gündemlerine aldığı andan itibaren Çin, Hindistan, Türkiye, İran ve Ermenistan’ın da doğrudan sosyalist düzen için mücadele etmeye başlayabilirlerdi.”[23]

Bunlar, esasen iyimser görüşlerdi. Zamanla fazla iyimserlik yüklü oldukları görüldü. Zira bir süre sonra yerli halkın toplumsal ve kültürel geleneklerinin ağırlıklı bir yere sahip olmasına izin verilmedi. Eylül 1920’de Bakû’de toplanan Doğu Halkları Kurultayı, bu geleneklerin önemli olduğuna dair kimi kanıtlar sundu. Bir raporda ifade edildiği biçimiyle, “Birçok hararetli konuşma yapılırken, bu konuşmaların etkisi Müslüman temsilcilerin dışarı çıkıp namaz kılmalarıyla birlikte kırılıyordu.”[24]

Kurultayda İngiliz ve Fransız emperyalizmine saldıran konuşmalar yapıldı. Ancak kurultaya hâkim olan görüş, yalınkat milliyetçilikti. Sovyetler’in görüşlerine yönelik şüphelerini dile getiren delegeler, esasen politik ve kültürel meselelerine dışarıdan “müdahale” edilmesini istemiyorlardı.[25] Aslında bu delegelerin önemli bir bölümü, ticari çıkarları peşinden Bakû’ye gelmişti. Kurultay sürecinde birçok şüphe edilen delege ve alenen spekülatörlük yapan kişiler kentten kovuldular.[26]

Doğu ülkelerinde radikal partilerin doğrudan sosyalist bir düzeni inşa etmek için kolları sıvamaları karşısında karşılaşacakları olası güçlükler konusunda gösterilebilecek bir diğer kanıt da “Gilan olayı”ydı.

Hazar Denizi kıyısındaki Enzeli limanı, 18 Mayıs 1920 günü Kızıl Ordu’nun eline geçti. İngiliz-Hint askerlerinin bulunduğu garnizonun kaçması üzerine Gilan bölgesinde bulunan, limana yakın olan Reşt kenti de komünistlerin hâkimiyetine girdi. 4 Temmuz günü cumhuriyet ilan edildi, İranlı demokrat Küçük Han’ın liderliğine geçici devrimci hükümet kuruldu. Hükümet üyeleri, “komiser” unvanını taşımaya başladılar.[27]

Ancak Halkın Dışişleri Bakanlığı’nın raporunda aktarıldığı biçimiyle, “bölgede komünist hâkimiyetini tesis etme girişimi başarılı sonuçlara yol açmadı.” Din karşıtı propaganda ve toprak sahiplerinin mülklerine el konulması üzerine hükümet desteğini yitirdi. Din karşıtı propaganda, halk nezdinde yaygın bir öfkeyle karşılandı. Köylüler, kendilerine verilen toprakları almayı reddettiler.[28]

“İran Komünist Partisi’nin yeni seçilen merkez komitesi, Gilan’da yürürlüğe konulan komünist politikanın yanlış olduğunu ortaya koyduktan sonra İran’da devrimin burjuva aşamasından geçmek zorunda olduğuna dair bir kararı kabul etti.”[29] Ocak 1921’de Adalet ismini taşıyan İran komünist partisinin görevlerini ve sosyo-ekonomik durumu ele alan tezler benimsendi. Bu tezlere göre parti, “komünist tedbirlerin hemen uygulanması kararından uzak durmalı”, “İran’da komünizmin böylesine erken bir vakitte ortaya çıkmasının imkânsız olduğunu kabul etmeli”ydi. Tezleri hazırlayanlar, dini ve kültürel önyargıların gücünü görüyorlardı.

Gilan olayı, bir yandan da “Rus hâkimiyeti tehdidini yeniden gündeme getirmiş, bu da İngiliz karşıtı hareketi zayıflatmıştı.” Artık Rusya’nın her türden askeri müdahalesinin devrimci harekete zarar vermekten başka bir sonucu olmayacağına inanılıyordu. Bu noktada parti, esas olarak proletaryadan orta burjuvaziye, tüm sınıfların desteğini güvence altına alacak çalışmalara yoğunlaşmalı, küçük burjuvazi ile aydınların çıkarlarını temsil eden partilerle işbirliğinin yollarını aramalıydı.[30]

Safarov’un yorumuna göre, Küçük Han’ın desteği, sadece dünya emperyalizmin hayrına olan gerçek güç ilişkilerine fazla önem atfetme, güç ilişkilerinin komünistlerin lehinde olduğu vehmine kapılma yanılgısı üzerinden değerlendirildi. İşçi sınıfının örgütsel yapısının zayıf olduğu koşullarda, “devrimci maceracılık”tan uzak durulmalıydı. Artık Doğu ülkeleri için, dini, kabilevi ve kültürel önyargıların gücünü muhafaza edeceği “uzun bir geçiş dönemi”nin veya bir NEP döneminin gerekli olduğu düşünülmekteydi.[31]

Pravda’nın 10 Ekim 1920 tarihli nüshasına yazdığı yazıda Stalin de geri kalmış ülkelerdeki komünistleri kendi halklarından kopmalarına neden olacak, kendi ifadesiyle, “geri kalmış kitleleri hemen komünistleştirme hedefiyle gerçekleştirilen süvari baskınları türü politikalar uygulamamaları” konusunda uyardı.

Bu süreçte iç savaş süresince kapalı olan pazarların açılmasına izin verildi. Ticaret teşvik edildi. Zenginlere bile ait olsa, mülkiyet haklarına saygı duyuldu. Devletin el koyduğu camiler cemaatlerine teslim edildi. Şeriat mahkemeleri ve dini okullar yeniden açıldı.[32] Stalin’in ifadesiyle, “sosyalizme geçiş denilen zor ama imkânsız olmayan görevi ifa edebilmek için halkların ekonomik koşullarının, tarihsel geçmişinin, yaşam tarzının ve kültürünün tüm özel yönleri dikkate alınmalı”ydı.[33]

Roy’un aktardığı kadarıyla, “İkinci Kongre’nin yapıldığı dönemde ‘sömürge ve yarı sömürge ülkeler’ teriminin kapsadığı bölgelerdeki ve halklardaki farklılıkları anlayabilen insan sayısı çok azdı.” Zinovyev, “kapsamlı bir aydınlatma çalışması”nın yürütülmesi gerektiğini düşünüyor, bu noktada işçi sınıfı hareketi ile yerelliklerdeki komünist partilerin gelişimine vurgu yapıyordu.[34]

Komintern’in Üçüncü Kongre’sinde bu görevler geri plana atıldı, daha çok ulusal demokrat hareketin gelişimine odaklanıldı. Bu noktada, ilk elden kimi önemli ve çarpıcı başarılar elde edildi. Ancak güçlü olan kültürel gelenek, bu yeni ve görünüşe göre daha gerçekçi olan hedefe ulaşma konusunda atılan adımları sekteye uğrattı.

Bu politikalara şüpheyle yaklaşanlar da vardı. Bazıları, Sovyet liderlerinin niyetinin Doğu halklarını kendi taktiksel amaçları için kullanmak olduğunu düşünüyor, bilinçten yoksun bir yaklaşım üzerinden, bu liderleri önceki Çarlık sömürgecileri gibi görmeye devam ediyorlardı.

Bakû Kurultayı’nda konuşan bir delege liderlerle ilgili şikâyetini şu şekilde dile getirmekteydi: “Biz Türkistan halkı olarak Zinovyev yoldaşı da Radek yoldaşı da, devrimin diğer liderlerini de bugüne dek hiç görmedik.” Liderlerin Türkistan’a gelip bölgedeki ajanlarının kitleleri Sovyet iktidarından kopartacak işler yaptığını görmesini isteyen delege, sözlerine şöyle devam ediyordu: “Şu karşı-devrimcilerinizi alın başımızdan! […] Bugün komünizm maskesiyle iş tutan sömürgecilerinizi alın götürün!” Bu sözler, kurultaydaki delegelerin başlattığı alkış tufanıyla karşılandı.

Özünde bunlar, ciddiye alınması gereken görüşlerdi. Kapanış konuşmasında Zinovyev delegelere, yerelde komünist adını taşımayı hak etmediğini ortaya koymuş olan temsilcilerin görevlerinden uzaklaştıracakları güvencesi verdi. Ardından Zinovyev, “Eskiden büyük güçlere yönelik duyulan güvensizlik, kasti bir yaklaşım olmadan, yarım yamalak bir bilinçle, yeni Sovyet devletiyle kurulacak ilişkilere de yönlendirilmektedir” dedi.[35]

Birinci Orta Asya Müslüman Komünistleri Kongresi delegelerinden biri, yaptığı konuşmada şu şikâyetini dile getiriyordu: “Yerelliklerde halk, eskinin imtiyazlı sınıfların halkı küçük gören yaklaşımlarına halen daha tahammül etmek zorunda kalıyorlar. Ezenlerin zihniyetini bir şekilde muhafaza eden komünistler, halka bu şekilde yaklaşıyorlar, Müslümanları kendi tebaaları olarak görüyorlar.”

Rus Komünist Partisi’nin onuncu kongresinde Safarov, proletarya diktatörlüğünden yana olan ama Kırgız ve Özbek gibi halklar sanayi proletaryasından yoksun olduğu için, bu diktatörlüğe ait kurumların sadece Rusların elinde olması gerektiğine inanan birçok Rus komünisti bulunduğunu söylüyordu. Safarov’a göre, “yerelliklerde kendilerine yabancı olan bir ideolojinin etkisi altında olan çok sayıda yoldaş” mevcuttu.[36]

Sovyetler’in kontrolü dışında kalan uzak diyarlarda asıl sorun, Ekim Devrimi’ni despotizme ve yabancı kontrolüne karşı elde edilmiş bir zafer olarak gören ama bu devrimin sosyalist niteliğini göz ardı eden yaklaşımdı. Aynı dönemde Hintli devrimciler de “Rus Devrimi’nin idealleri ve Marksizmin ilkeleri konusunda net bir anlayışa sahip değillerdi. Bunlar, esas olarak devrime salt milliyetçi zeminde örgütlenmişlerdi.”[37] Hintli devrimciler, “Sovyet Rusya’dan yana duruyorlardı ama Sovyetler’deki yönetim tarzının ideolojik yönüne ilgi duymaya başladıklarını söylemek yanlış olur. Esasında bu devrimciler Sovyet hükümetinin ideolojisine düşmandı.”[38]

Hintli devrimcilere göre, Rusya’nın Asya’da bulunan, emperyalist hâkimiyetten kurtulup hızla kalkınan topraklarındaki Çar idaresini Hindistan’daki İngiliz idaresine benzetiyorlardı.[39] Buna karşın, “Hintli liderler, devrim ve sosyalizmi ülkelerine yabancı unsurlar olarak görüyorlardı.” İlk Hintli sosyalistler, bu aşamada Marksizme dair yüzeysel bilgilerini sınama imkânı buldular. Bu Hintli devrimcilerden birinin babası Lenin’i “Allah’ın iradesine aracılık eden bir araç” olarak görüyordu. Marksist külliyata ulaşmak pek mümkün değildi.

Bolşevikler, “uzlaşma nedir bilmeyen antiemperyalistler” olarak görülüyorlardı. O dönemde Hintli komünistlerin yargılandığı dava, yargılanan sosyalistlerden birine, sözde bağlı olduğu öğreti konusunda fikirlerini netleştirme imkânı sundu.[40]

Sovyet Rusya ve Marksist öğretiye dair bu türden kanaatler, doğalında komünist partilerin ve işçi hareketinin gelişimine mani oldu. Komintern’in dördüncü kongresine sunduğu raporda Zinovyev, Hindistan’da başarıya ulaşan yoldaşların önemli sonuçlar elde ettiğini duyuruyordu. Rapor, aynı zamanda Türkiye, Çin ve Mısır’da belirli bir güce sahip komünist hücrelerin oluştuğu bilgisini veriyordu.[41]

Ama bu süreçte, ikinci kongrede Doğu sorununa teorik açıdan yaklaşanlar meseleyi pratik düzleminde ele almaya başlamışlardı.[42] Bir yandan da komünist hareketle ilişkili partilerin Doğu’da yeterli bir düzeyde bulunmadıkları tespit edilmekteydi.

Dördüncü kongrede yaptığı konuşmada gerçekleri oldukları gibi değerlendirilmesi gerektiğini söyleyen Radek, “Türk komünistlerinden boş beklentiler içine girmemeleri, kendi güçlerini abartmamaları istendi” diyordu. Radek’e göre, Hindistan’daki yoldaşlar ilk adım olarak işçi partisi kurma girişimine imza atmamalıydı. Zira “pratikte örgütsel düzeyde elde edilen başarıların güvence altına alınabilmesi için pratikte daha yapılacak çok iş vardı.”[43]

London Times, aktardığı yazılarda Hindistan’daki sivil itaatsizlik hareketinin politik yönelimine dair şüpheleri aktarıyordu. 1 Ocak 1923’te gizlice basılıp dağıtılan bir Bolşevik genelgesinde gidişatın hiç de tatmin edici düzeyde olmadığına vurgu yapılıyordu. Genelgeye göre, komünist propaganda okulları pratikte bir işe yaramıyor, ajanların yürüttüğü çalışmalar hiçbir sonuç üretmiyordu. Tek başarılı iş, yüklü miktarda paranın Taşkent’teki propaganda okulunun öğrencilerinden birinin Hindistan’a gizli yollardan sokulabilmiş olmasıydı. Ama bu parayı getiren kişi, söz konusu parayı kendisine ev inşa etmek için kullanmıştı. Bolşeviklerin Hintli devrimcilere ilk dönem sundukları finansal destek benzer akıbetlerle yüzleşti. 1926 yılında partinin on beş ilâ yirmi civarında üyesi vardı ve bu üyelerin belirli bir kısmı kâğıt üstünde üyelikti. Örneğin Lahor’daki parti üyelerinin hazırladıkları bir raporda aktarıldığı kadarıyla İngiltere’deki partiden gelen temsilciler alımlı kişilerdi ama bir şeyler yapma isteğinden yoksunlardı.[44]

Komintern’e bağlı partilerin üyelerinin isimleri 1923’te yayınlandı. Rapora göre, İran’da iki bin üye, bir de yayın organı varken, Mısır’da bin beş yüz üye bulunuyordu, ama ülke tek bir dergi ya da gazeteye sahip değildi. Çin ve Kore’de ne üye ne de yayın organı mevcuttu. Raporda Hindistan ve Afganistan’ın adı bile geçmiyordu. İki ülke de Komintern’le bağlantılı bir partiye sahip değildi.[45]

1924’te raporda adı geçen İran partisinin beşinci kongreye gönderdiği delege, üye sayısının düştüğünü, tek umutlarının “sanayi proletaryasının büyümesiyle birlikte partinin faaliyet imkânlarında yaşanacak artış” olduğunu söylüyordu.[46]

Komintern’in ilk beş yıllık deneyimiyle ilgili yorumunda Zinovyev, “sömürgelerde ve yarı sömürgelerde yürütülmesi gereken ciddi devrimci çalışma konusunda henüz başlangıç aşamasında olunduğu” tespitini aktardı bulundu. Ardından, Doğu’ya, sömürge ve yarı sömürge ülkelere daha fazla dikkat kesilmesi çağrısında bulundu.[47]

Gelgelelim, Doğu’da yaşama ihtimali bulunan devrimci bir hareketin gelişimini ketleyen tek unsur, Komintern’in bu gelişim için adım atma konusunda sergilediği direnç veya isteksizlik değildi. Başka faktörler de vardı ve kanaatimizce bu faktörlerin önemli bir kısmı sosyo-kültürel nitelikte faktörlerdi.

III

Asıl mesele, sömürgeler dünyasının değişmekte olan sosyo-ekonomik ortamında kurulması gereken sınıfsal ittifaklar, daha da özelde, bağ kurulacak milliyetçi liderlere ve hareketlere karşı geliştirilecek tavırla ilgiliydi.

Komintern’in ikinci kongresinde asıl tartışılan konu, “milli burjuvazi” meselesiydi. İlk başta Komintern’in “burjuva demokrat” unsurlara destek sunması önerisinde bulunan Lenin, nihayetinde “milli devrimci” tabirini kabul eder bir çizgiye gelmişti. Oysa Lenin, sömürgeler dünyasında milliyetçi hareketin burjuva demokratlıktan gayrı bir niteliğe kavuşamayacağını düşünüyordu. Zira bu ülkelerde kitle, esas olarak köylülerden, küçük burjuvazinin temsilcilerinden oluşmaktaydı.

Herkes, açıktan gerici olan unsurların desteklenmemesi gerektiği sonucuna vardı.[48] Komintern’in stratejisi haline gelen formül, gene de bir muğlaklıkla maluldü. Bu muğlaklık kendisini, Lenin’in tezleri yanında Roy’un önerdiği ek tezlerin kabul edilmesinde açığa vurdu. Neticede Roy, milli burjuvaziye şüpheyle yaklaşıyor, “ilk ve asli görev”in Doğu ülkelerinde komünist partilerin kurulması olduğunu düşünüyordu.[49]

Yaşanan olaylar, kısa bir süre sonra bu iki tarafı gören, dengeli bir yaklaşım üzerine kurulu formülün zeminini iyice gerdi. Yılın sonunda Sultanzade, Komintern icra kurulu toplantısında yaptığı konuşmada geri kalmış ülkelerdeki burjuvazinin milli demokratik devrim safında dövüşmeye mahir olduğu anlayışının sonsuza dek terk edilmesi gerektiğini söyledi. Aklında son dönemde Kuzey İran’da yaşanan gelişmeler olan Sultanzade, konuşmasının sonunda milliyetçilerin ya karşı-devrimci kampa geçeceği ya da Türkiye’de olduğu gibi, kapitalist Avrupa ile anlaşacağı tespitinde bulundu. Sultanzade’ye göre, Doğulu komünistler, hem beynelmilel hem de yerli burjuvaziyle mücadele etmeliydi.[50]

Sokolnikov ise konuşmasında, “Doğu’daki askeri müttefiklerin düşmanla, İtilaf Devletleri ile anlaşmalar imzaladığını” söyledi. Ona göre, “her bir ülkenin özel yanları dikkate alınmalı, her türden basmakalıp laftan ve yaklaşımdan uzak durulmalı”ydı.[51]

Zinovyev’in dile döktüğü “emperyalist hükümetlerin tüm çabalarına rağmen kurtuluş mücadelesi daha fazla gelişiyor” diyen görüş, resmi görüş hüviyeti kazandı. Bu kurtuluş mücadelesi, sosyalist ve komünist niteliğe sahip olmasa da nesnel planda kapitalist rejime karşı bir mücadele olma vasfını koruyordu. Stalin, bu yaklaşımı daha cesurca dile döküyordu: Ona göre, Afganistan Emiri’nin bağımsızlık mücadelesi nesnel planda devrimci bir mücadeleydi, çünkü emperyalizmi zayıflatıyor, onun zeminini sarsıyordu. Aynı durum, Mısırlı tüccarların ve burjuva aydınların verdiği milli bağımsızlık mücadelesi için de söz konusuydu. Bu noktada “Mısır’daki milliyetçi hareketin başındaki liderlerin burjuva köklerinin ve burjuva niteliğinin, hatta sosyalizme karşı olmalarının bir önemi yoktu.”[52] Bir hareket, proleter kitle tabanından, işçi veya orta sınıf liderlerden, ayrıca devrimci hatta demokratik bir programdan yoksun olsa da “nesnel açıdan devrimci” olabilirdi. Edinilen deneyim, kısa bir süre sonra bu iki tarafı uzlaştıran teorinin sınırlarını ortaya koyacaktı.

Örneğin, 1922’de Sosyalist Akademi isimli dergide bir yazar, “Hindistan’ın tüm Doğu ülkeleri içerisinde devrime en yakın ülke” olduğunu söylüyordu. Başka bir yazar ise bu ülkenin “geniş işçi ve köylü kitlelerinin katılımıyla birlikte toplumsal mücadele aşamasına girdiği” tespitinde bulunuyordu. Neticede milli bağımsızlık sloganları, hareketin burjuva aşamadan sosyalist devrim aşamasına doğru yaşanan gelişimindeki eğilimleri yansıtmamaktaydı. Artık Hint devrimi gündemdeki yerini almıştı.[53]

Oysa ümitlerin bağlandığı bu harekete öncülük eden Gandi, ecdadı yücelten dünya görüşüne sahip, uslanmaz bir barışçıydı. Buna karşın, Gandi, “Hint halkının kurtuluş mücadelesinin yürüdüğü yolda en önemli aşama olarak, İngiliz hâkimiyetine karşı Hint halkının birleşmenin ve dayanışma ilişkisi geliştirmesinin gerekliliğini temsil etmekteydi.”[54]

Gandi, insanların hayatını kaybettiği bir olay sonrası sivil itaatsizlik eylemleri çağrısında bulununca bu görüşler revize edilmek zorunda kalındı. Roy, Komintern’in dördüncü kongresinde Hindistan gibi Doğu ülkelerinde kapitalizmin belirli ölçüde geliştiğini, burjuvazinin üst kesimlerinin mevcut sisteme önemli oranda yatırım yaptığını söyledi. Bu düzlemde burjuvazi, emperyalistlerin koruyucu elinin ülke üzerinden çekilmemesini kendisi için avantajlı gördü. Çünkü savaşın sona ermesiyle birlikte ülkede oluşacak o büyük toplumsal huzursuzluk devrimci bir nitelik kazanırsa bu kalkışma, sadece yabancı emperyalistleri değil, yerli burjuvaziyi de söküp atacaktı.

Roy’a göre, hiçbir Doğu ülkesinde burjuvazi, emperyalistlerin gidişi sonrası kamu düzeninin sorumluluğunu üstlenecek durumda değildi. Bu burjuvazi, anarşi, kaos ve iç savaş döneminin gelmesinden korkuyor, bu sebeple, emperyalist ağababalarıyla uzlaşma yolu bulmak istiyorlardı. Eskiden emperyalizmi tehdit eden Mısır ve Hindistan’daki o “büyük devrimci hareket”, artık “emperyalizme önemli bir zarar verecek durumda değildi.” Roy’a göre, artık burjuva milliyetçi örgütler, karşı-devrimci birer güç haline gelmişti ve o devrimci harekete ihanet ediyorlardı.[55]

Şeklen de olsa bağımsız bir hükümete sahip olan devletlerde durum hiç de iç açıcı değildi. Beşinci Kongre’de dile getirildiği biçimiyle Mısır’da “devrimci laflar”la sahneye çıkmış olan Zağlul Paşa, Mısır halkının lideri kabul ediliyordu. Ama iktidara gelir gelmez Mısır Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin tüm üyelerini hapse attırdı. “Komünistler hapiste korkunç muamelelerle yüzleştiler.” Partinin 1924’te örgütlediği bir oturma eylemini askerler dağıttı. Bir sonraki yılın başlarında polis casuslarının sızmayı başardığı partinin tüm üyeleri ve birçok üyesi gözaltına alındı.[56]

İran’da ve Afganistan’da Sovyet çizgisi tüccarlarda ve esnafta karşılık buldu. Bu, daha çok Sovyet Rusya ile kurulmuş olan ticari bağlarla ilgili bir gelişmeydi. İlgili kesim, Sovyet hükümetinin tanınması konusunda daha fazla istekliydi. Halkın Dışişleri Komiserliği’ne göre bu yeni gelişen burjuvazi, “bir bütün olarak ilerici bir faktördü.” Ama bu kesimlerin Sovyet hükümetiyle kurdukları ticari ilişkiler onların sosyalist oldukları anlamına gelmiyordu. Hatta süreç içerisinde İran Komünist Partisi yasaklandı, tüm üyeleri yeraltına çekilmek zorunda kaldı.[57]

En dikkat çeken örnekse Türkiye’ydi. Bu ülkede başta olan Mustafa Kemal, bağımsızlık mücadelesinin başarıyla neticelendirilmesi sonrası Sovyetler’in diplomatik desteğine artık ihtiyaç duymuyordu. Bu noktada ülkedeki komünistlere zulmetmeye başladı.

Komintern’in Üçüncü Kongresi’nde dile getirildiği biçimiyle İtilaf Kuvvetleri’ne karşı duran Mustafa Kemal, “bir yandan da her türden komünist harekete karşı mücadele yürütüyor”, tüm gücüyle komünistleri tutukluyor, onların etkisini kırmak için elinden geleni yapıyordu.[58]

En gurur kırıcı hamlesi ise devrimci olmayan hedefler belirlemiş bir resmi “komünist partisi”ni kurmasıydı. Safarov’un ifadesiyle, bu partinin kurulmasının amacı hakiki komünistleri ezmekti. Ama gene de Türk komünistlerine milli bağımsızlık hareketine desteklemenin ilk görevleri olduğu söylendi. Zira bu büyük öneme sahip devrimci görev, henüz tamamlanmış değildi. Radek, özgürleşmek için verilecek nihai savaşın henüz kapıyı çalmadığını” söylüyordu. Türk komünistlerinin devrimci burjuva unsurlarla yan yana yürüyecekleri daha uzun bir yolları vardı.”[59]

IV

Çiçerin, “komünistlerin Doğu ülkelerindeki burjuvaziye İngilizlerin ve diğer kapitalistlerin emperyalist planlarına karşı güçlü bir duvar örmeleri konusunda yardım etme siyaseti yürütmeleri gerektiğini” düşünüyordu. Çiçerin’e göre, gelişme kaydeden burjuvazinin yürüdüğü yol netleştikçe, onun mücadelesi ne tür bir biçim alırsa alsın, o mücadele desteklenmeli”ydi. Konuşmasının sonunda Çiçerin şu tespiti yapıyordu: “Diyalektiği esas alan bir görüş sunma becerisinden yoksun olanlar, işçi-köylü hükümetinin burjuvazi merkezli bir tutumu benimsemesini komünist ilkelere ihanet olarak görüyorlar.”[60] Bu ikaz içeriye yapılıyordu esasında. Zira Sovyetler’de ve Komintern’de liderler, “antiemperyalist mücadele”nin tek hedefinin Sovyet hükümetiyle kurulacak diplomatik ilişkileri güçlendirmek olduğuna inanan kesimlerin şüphelerini ortadan kaldırmakta bir miktar güçlük çekiyorlardı. Rus Komünist Partisi’nin sekizinci kongresinde yaptığı konuşmada Buharin, meramını gayet sarih bir biçimde koyuyordu: “Milliyetçiliği alenen ortada olan hareket, değirmenimizin kapısında duran, İngiliz emperyalizmini yok etme çabamıza katkı sunacak basit bir buğday çuvalından başka bir şey değil.”[61]

Bu görüş, zamanla dünya komünist hareketinin ana görevinin hareketin elindeki tek toprak olan Sovyet Rusya’nın savunulması olması gerektiğine dair önermeyle birleşti. Nisan 1923’te toplanan Bakû Propaganda Konseyi’nde Kirov da bundan başka bir şey söylemiyordu. Konsey, İngilizlerin baskıları neticesinde Sovyet hükümetinin sömürgelerde verdiği tavizlerin önemli olduğuna dair, şikâyet yüklü konuşmalara sahne oldu. Bu konuşmalara cevaben Kirov şunları söyledi: “Sovyet Rusya, dünya devriminin merkezidir, dolayısıyla, eğer dünya devrimi gerçekleşecekse her şeyden önce Sovyet Rusya sağlam bir zemine sahip olmalıdır. Sovyet Rusya yenilirse dünya devrimi de yenilir, devrimler birkaç kuşak öteye ertelenir.”[62]

Esasında bunlar, son yıllarda da işittiğimiz görüşler. Bunları salt “Stalinizm” üzerinden açıklarsak, çok katmanlı ve geniş bir zeminde yürütülen tartışmanın arka planını göz ardı etmiş oluruz.

Sömürgelerin toplumsal yapısını analiz ederken Komintern, çözümü çok zor olan bir yığın sorunla yüzleşti. Sovyet dışı Doğu coğrafyasının toplumsal ve ekonomik meselelerini ele alan çok az Marksist çalışma kaleme alındı. Ayrıca Marksist-Leninist teori, bir yere tatbik edilecek basit bir teori değil. “Onun geliştirilmeye de ihtiyacı var.”[63] Ancak öte yandan, belirli bir sömürgenin mevcut durumundaki özgül yanları dikkate almayan hiçbir geliştirme çabasının başarılı olamayacağını da görmek gerekiyor. Sömürge ülkeler, sadece emperyalist ülkelerden değil, birbirlerinden de farklı yapılar. Sokolnikov’un tespitiyle, sömürge ülkeleri incelerken basmakalıp laflardan uzak durmak gerekiyor.

“Genel komünist teorinin ve pratiğin Doğu’nun farklı koşullara sahip ülkelerine tatbik edilmesinin bugüne dek dünya komünistlerinin yüzleşmedikleri türden, sıra dışı ve zor bir görev olduğunu” Lenin de kabul ediyordu. Onun kanaatine göre, ilgili sorunlara gerekli çözümler “komünist broşürler”de değil, sadece mücadele yolu dâhilinde bulunabilirdi.[64] Zamanla sömürge ülkelerdeki hükümetlerin o güne dek varsayılandan çok daha bağımsız hareket ettikleri, yereldeki toplumsal ve kültürel geleneklerin çok daha derin köklere sahip oldukları, toplumsal yapıların daha karmaşık ve heterojen bir nitelik arz ettiği görüldü. Komintern’in konuyla ilgili tecrübesi bize, bu türden faktörleri yeterli düzeyde dikkate almayan bir sömürge devrimi stratejisinin başarı şansının bulunmadığını gösterdi.

Stephen White
Glasgow Üniversitesi

[Kaynak: Science & Society, Cilt. 40, Sayı. 2 (Yaz 1976), s. 173-193.]

Dipnotlar:
[22] Kommunisticheskii Internatsional, V tor ox Kongress: stenografichesm otchet (“Komünist Enternasyonal, İkinci Kongre: Stenografi Raporu”) (İkinci Baskı, Moskova, 1934), s. 28, 103.

[23] Pervyi S”ezd Narodov Vostoha: stenograficheskie otchety (“Birinci Doğu Halkları Kurultayı: Stenografi Raporu”) (Petrograd, 1920), s. 40.

[24] Secret Political Report, 25 Ekim 1920, F.O. 371/5178/E13412.

[25] Pervyi S"ezd Narodov Vostoha, birçok yerde; ayrıca bu makalenin yazarının çalışması için bkz.: “Communism and the East: Baku 1920”, Slavic Review, Cilt. 33, Sayı. 3 (Eylül 1974), s. 492-514. Türkçesi: İştiraki.

[26] E. D. Stasova, Stranüsy Zhizni i Bor'by (“Hayat ve Mücadeleden Sayfalar”) (Moskova, 1957), s. 109-10.

[27] M. N. Ivanova, NatsionaVno-OsvoboditeVnoe Dvizhenie v Irane v 1918-1922 gg. (“1918-1922 Arası Dönemde İran’da Ulusal Kurtuluş Hareketi”) (Moskova, 1961), s. 85. Ayrıca aynı yazarın şu çalışmasına bakılabilir: “Natsionarno-Osvoboditel'noe Dvizhenie v Gilyanskoi Provintsii Irana v 1921-22 gg.” Sovetskoe Vostokavedenie, Sayı. 3 (1955), s. 46-55, ve A. N. Kheifets, Sovetshaya Rossiya i SopredeVnye Strany Vostoha, 1918-1920 (“1918-1920 Arası Dönemde Sovyet Rusya ve Doğu’daki Komşu Ülkeler”) (Moskova, 1964).

[28] NKID, Godovoi Otchet k Vili S"ezdu Sovetov za 1919-20 gg. (“Sekizinci Sovyetler Kongresi 1919-1920 Arası Dönem Yıllık Raporu” (Moskova, 1921), s. 72; M. N. Pavlovich, Ekonomicheskoe Razvitie i Agrarnyi Vopros v Persii XX Veha (“Yirminci Yüzyılda İran’da Ekonomik Kalkınma ve Tarım Sorunu”) (Moskova, 1921), s. 30.

[29] NKID, Godovoi Otchet k VIII S"ezdu Sovetov, s. 73 (Bu kısım ve 28. dipnotta aktarılan bölüm şu çalışmada yer almıyor: Dokumenty Vneshnei Polititi SSSR, Cilt. 2, Ek. 7).

[30] Zhizn' Natsional'nostei, Sayı. 7 (105), 17 Mart 1921; Ivanova, a.g.e., s. 101 ve devamı.

[31] G. Safarov, Problemy Vostoha (“Doğu’nun Sorunları”) (Petrograd, 1922), s. 171, 176.

[32] Novyi Vostok, Sayı. 2 (1927), s. 286; A. G. Park, Bolshevism in Turkestan, 1917-27 (New York, 1957), s. 53, 54.

[33] J. V. Stalin, Sochineniya (“Asar”), Cilt. 5 (Moskova, 1947), s. 41.

[34] Kommunisticheskii Internatsional, IV Vsemirnyi Kongress: Izbrannye Doklady, Rech'i i Rezolyutsii (“Dördüncü Kongre: Seçme Raporlar, Konuşmalar ve Kararlar) (Moskova, 1923), s. 262; G. Zinoviev, Mirovaya Revolyutsiya i Kommunisticheskii Internatsional (“Dünya Devrimi e Komünist Enternasyonal”) (Petrograd, 1920), s. 48.

[35] Pervyi S"ezd Narodov Vostoka, s. 88, 90, 227-29. 13 Ekim 1920’de Moskova’da düzenlenen Bakû Kurultayı’ndan yirmi yedi delegenin katıldığı toplantı sonrası RKP(B) Politbürosu’nun aldığı kararın ana konusu bu türden aşırılıkların ortadan kaldırılmasıydı. (Lenin’in hazırladığı karar taslağı için bkz.: Leninskii Sbornik, Cilt. 36 [Moskova, 1959], s. 133-34).

[36] G. Safarov, KolmiaVnaya Revolyutsiya (“Sömürge Devrimi”) (Moskova, 1921), s. 97; R.K.P.(B), Desyatyi S"ezd:stenografichesMi otchet (“Onuncu Kongre: Stenografi Raporu”) (Moskova, 1921), s. 105. Buharin, partinin 12. Kongre’sinden bir delegeye “sizde yeni bir şeyler var mı?” diye sorar. “Pek bir şey yok. Milliyetçileri gırtlaklamaktan başka” cevabını alır. (R.K.P.(B), Dvenadtsatyi S"ezd stenograficheskii otchet [“On İkinci Kongre: Stenografi Raporu”] [Moskova, 1923], s. 169).

[37] L. P. Sinha, The Left-wing in India (1919-1947) (Muzaffarpur, 1965), s. 58.

[38] Z. Imam, Yayına Hz.: B. R. Nanda, Socialism in India (Delhi, 1972), s. 54.

[39] Asya’daki Çar idaresine benzerliğe değinen isimlerden biri Cevahirlal Nehru (Autobiography (Londra, 1942), s. 362 ve Soviet Russia [Allahadbad, 1928], birçok yerde), biri de S. Usmani’dir (From Peshawar to Moscow [Benares, 1927], s. 168). Z. Imam, “The Effects of the Russian Revolution on India, 1917-20,” St. Antony’s Papers, Cilt. 18 (Londra, 1966), s. 96; M. Ahmed, The Communist Party of India: Years of Formation, 1921-23 (Kalküta, 1959), s. 8.

[40] Yayına Hz.: A. Gupta, India and Lenin (Delhi, 1960), s. 28, 29, 30. Ayrıca bkz.: D. Kaushik ve L. Mitroalum, Lenin: His Image in India (Delhi, 1970).

[41] G. Zinoviev, Kommunisticheskii Internatsional za Rabotoi (“Komünist Enternasyonal İş Başında”) (Moskova-Petrograd, 1922), s. 66.

[42] Kommunisticheskii Internatsional, Tretyi Vsemirnyi Kongress: stenograficheskii otchet (“Üçüncü Dünya Kongresi: Stenografi Raporu”) (Petrograd, 1922), s. 6. Benzer uyarılara dördüncü ve beşinci kongrelerde de yapıldı.

[43] Communist International, Fourth Congress (Londra, 1923), s. 222, 224.

[44] P. Spratt, Blowing Up India (Kalküta, 1955), s. 34, 37.

[45] Ezhegodnik Kominterna (“Komintern Yıllığı”) (Petrograd- Moskova, 1923), s. 54-55.

[46] S. Zabih, The Communist Movement in Iran (Berkeley, 1966), s. 52.

[47] Kommunisücheskü Internatsional, Sayı. 1 (1924), Cols. 158, 174.

[48] Kommunisticheskii Internatsional, Vtoroi Kongress, s. 99.

[49] A.g.e., s. 498.

[50] Tezler konusunda bkz.: Zhizn' Natsional'nostei, Sayı. 41(97), 24 Aralık 1920; Tartışmayı içeren kısa bir haber için bkz.: Kommunisticheskii Internatsional, Sayı. 15 (1920), Col. 3368. Bir yıl sonra Sultanzade, bugünün Maoizmine ait kimi unsurları haber veren açıklamasında söz konusu devletleri “proleter devletler” olarak tanımlıyordu. Ëkonomiha i Problemy NatsionaVnykh Revolyutsii v Stranakh Bhzhnego i Dal'nego Vostoha (“Yakın ve Uzak Doğu Ülkelerinde Ekonomi ve Ulusal Devrimlerin Sorunları”) (Petrograd, 1922), s. 181.

[51] Aktaran: Lazitch ve Drachkovitch, Lenin and the Comintern, Cilt. 1, s. 411.

[52] G. Zinoviev, Kommunisûcheskii Internatsional za Rabotoi, s. 74; J. V. Stalin, Sochineniya, Cilt. 6 (Moskova, 1947), s. 144.

[53] Vestnik SotsialistichesM Akademii, Cilt. 1 (1922), s. 163; Mezhdunarodnaya Zhizn', Sayı. 15(133), 7 Kasım 1922, s. 35, 36; Novyi Vostok, Sayı. 1 (1922), s. 118.

[54] Mezhdunarodnaya Zhizin', Sayı. 6 (124), 10 Mayıs 1922, s. 12.

[55] Kommunisticheskii Internatsional, IV Vsemirnyi Kongress, s. 263-64, 266, 267.

[56] Kommunisticheskii Internatsional, Pyatyi Vsemirnyi Kongress: stenograficheskii otchet (“Beşinci Dünya Kongresi: Stenografi Raporu”) (Moskova-Leningrad, 1925), s. 615; H. Seton- Watson, From Lenin to Malenkov (New York, 1956), s. 130.

[57] NKID, Mezhdunarodnaya Politika v 1922 godu (“1922’de Uluslararası Politika”) (Moskova, 1923), s. 65.

[58] Kommunistich eskii Internatsional, Tretyi Kongress, s. 464.

[59] G. Safarov, Natsional'nyi Vopros i Proletariat (“Millet Sorunu ve Proletarya”) (Petrograd, 1922), s. 196; Bericht über den IV Kongress der Kommunistischen Internationale (Hamburg, 1923), s. 140-41. Türkiye görevinden dönüşte Sovyet diplomatı Surits de 25 Aralık 1923’te Izvestiya’yla yaptığı söyleşide bu görüşü yineliyor.

[60] Politicus (Chicherin), “My i Vostok” (“Biz ve Doğu”), Kommunisticheshaya Revolyutsiya, Sayı. 13-14, Temmuz-Ağustos 1923, s. 28.

[61] VIII S"ezd R.K.P.(B): Stenograf icheskii otchet (“RKP Sekizinci Kongresi: Oturumlar”) (Moskova ve Petrograd, 1919), s. 128.

[62] Secret Intelligence Report No. 1189, 27 Haziran 1923, F.O. 371/9369/N5849.

[63] Yayına Hz.: R. A. Ulyanovsky, Komintern i Vostok, s. 193.

[64] V. I. Lenin, Pol. Sob. Soch., Cilt. 39, s. 329-30.

06 Eylül 2025

, ,

Patrick Argüello: Ezilenlerin ve Yoksulların Simgesi


Patricio José Argüello Ryan (30 Mart 1943 – 6 Eylül 1970), Sandinist hareketi üyesi, aslen Nikaragualı, ABD’de doğmuş olan bir devrimcidir. Eylül 1970’te FHKC’nin El Al Havayolları’nın 219 sayılı uçağını Dawson’s Field Havalimanı’na kaçırma girişimi sırasında vurulup öldürüldü. Sandinistler, bu noktada yaptıkları açıklamada, FHKC’nin eylemine gerilla savaşı eğitimi karşılığında uçak kaçırma eylemine destek verdiklerini söylediler.

Gençliği

Patrick Argüello, Mart 1943’te Kaliforniya eyaletinin San Fransisko şehrinde dünyaya geldi. Babası aslen Nikaragualı olan Rodolfo Argüello Ruiz, annesi Kathleen Ryan’dı. Babası, Amerikan vatandaşı olan annesi ile birlikte 3 yaşındayken Nikaragua’ya taşındı. Momotombo, La Paz Centro ve Managua’da yaşadı. 1956’da Nikaragualı diktatör Anastasio Somoza García öldürüldü. Oğulları Luis ve Anastasio, intikam almak için ülke genelinde saldırılar gerçekleştirdi. Argüello’nun ailesi bu baskılar neticesinde birçok Nikaragualıyla birlikte ülkeyi terk etti. Aile, Los Angeles’a gitti.

Los Angeles’ta Argüello, Belmont Lisesi’ne başladı. Büyüdükçe Somoza rejimine yönelik öfkesi arttı. Altmışlarda yaşayan birçok genç gibi Küba Devrimi’nden ve Che’den etkilendi. Lise sonrası birçok arkadaşının öğrenci hareketi içerisinde dayak yediğine, tutuklandığına veya öldürüldüğüne şahit oldu.

Yirmili Yaşları

Kaliforniya Üniversitesi Los Angeles Kampüsü’nden mezun olan Argüello, aldığı bursla 1967 yılında Şili’de tıp okumaya başladı. 1970 yılında yapılan seçimde sosyalist Salvador Allende’nin cumhurbaşkanı olmasına tanıklık etti. Ağustos 1967’de Pancasan’da Sandinist gerilla hareketi üyesi Nikaragualı arkadaşlarının ölümünden, ayrıca iki ay sonra Che’nin Bolivya’da ölmesinden epey etkilendi.

Ülkesine döndüğünde Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi ile temas kurdu. Amerikalı olması sebebiyle kendisine güvenmeyen örgüt lideri Carlos Fonseca, onun ajan olduğunu düşündü, dolayısıyla örgüt faaliyetlerine kısıtlama getirdi. Sonrasında Argüello, Ağustos 1969’da rejim karşıtı faaliyetleri sebebiyle Somoza hükümeti tarafından sürgün edildi. Bunun üzerine Argüello, Sürgündeki Nikaragualılarla birlikte çalışma yürütmek amacıyla İsviçre’nin Cenevre kentine gitti.

1970 yılının başlarında Sandinist hareketin lideri Oscar Turcios, Sandinistlerin gelişmekte olan hareketinin ihtiyaç duyduğu askeri eğitimi sunabilecek gerilla örgütleriyle bir araya gelme umuduyla Batı Avrupa’da faal olan Marksist Dördüncü Enternasyonal ile temas kurdu. İlk olarak Sandinistler, Nayif Havatme’nin Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi ile ilişkiye geçtiler. Argüello ve arkadaşları, Amman yakınlarındaki örgüt kamplarına gönderildiler. Sandinistler, Nisan-Haziran 1970 arası dönemde Filistinli örgütten eğitim aldılar. Argüello ile birlikte eğitim alan iki Nikaragualıdan biri (1973’te Nikaragua’da öldürülen) Juan Jose Quezada, diğeri (1977’de Nikaragua’da öldürülen) Pedro Arauz Palacios’tu.

Leyla Halid’in hatıratında Argüello’nun üç çocuğu olduğu iddiasına yer veriliyor. Fakat Marshall Yurow’un Patrick Argüello’nun hayatını incelediği çalışmasında bu iddiayı doğrulayacak somut bir kanıtın bulunmadığından bahsediliyor.

1970 yazında Argüello ve Sandinist göçmenlerden oluşan küçük bir grup, başka bir Filistinli örgütle temasa geçti. Corç Habeş’in başında olduğu FHKC’den eğitim talep edildi. FHKC, eğitim karşılığında Nikaragualılardan Filistin meselesine dünyanın ilgisini çekmek için dört Avrupa uçağının eş zamanlı kaçırılması eylemine iştirak etmelerini istedi.

Uçak Kaçırma Eylemleri

İki eylemcinin 6 Eylül 1970 günü Amsterdam’da Boeing 707 tipi uçağa binememesi üzerine Argüello, yalnızca bir hafta önce tanıştığı, Şadiye ismiyle bildiği Leyla Halid’le uçağı kaçırma eylemini gerçekleştirmek zorunda kaldı. Evli çiftmiş gibi davranan iki devrimci, Honduras pasaportlarıyla uçağa bindi. Valizlerini güvenlik kontrolünden geçirdiler. Turistlerin oturduğu bölümün ikinci sırasındaki koltuklarına geçtiler. Eyleme başlamadan önce Halid, Argüello’ya gerçek kimliğinin ne olduğunu sordu. Aldığı cevap onu epey etkiledi. Uçağın havalanmasından yaklaşık otuz dakika sonra eylemciler silahlarını çıkartıp kokpite yöneldiler ve içeri girmek istediler.

Argüello, üzerindeki şık takım elbisesiyle elinde tuttuğu el bombasını koridora fırlattı ama bomba patlamadı. Bir yolcu, Argüello tabancasını çektiği vakit bir yolcu başına bir viski şişesiyle vurdu. Pilotun dalış hareketi yapması üzerine eylemcilerin dengesi bozuldu. Argüello, üç beş kez ateş etti, hostes Shlomo Vider’ı vurdu.

Halid de en az Argüello kadar talihsizdi. El bombaları sutyenine sıkıştığı için onları kullanamadı. Bu sırada güvenliğin ve yolcuların saldırısına uğradı. Uçak, Heathrow Havalimanı’na acil iniş gerçekleştirdi.

Yolcuların ve güvenlik görevlilerinin aktardığına göre Argüello, çatışma sırasında dört kurşun yedi. Aldığı yaralar neticesinde öldü. Pilot Uri Bar Lev, yaralı hostesi düşündüğünden, uçağı İsrail’e götürme talimatına karşı çıktı. Argüello ve Halid ambulansa konulup Hillingdon Hastanesi’ne götürüldü. Yolcuların ve güvenlik personelinin saldırısına rağmen halen daha hayatta olan Halid, birçok yerde Argüello’nun uçağı kaçırma planının suya düşmesi sonrası vurularak öldürüldüğünü söyledi.

Mirası

1972 yılında Japon Kızıl Ordusu ve FHKC, Tel Aviv yakınlarındaki Lod Havalimanı’na saldırdı. Eylem sonrası bıraktıkları mektupta “Dir Yasin Operasyonu” adını verdikleri eylemin sorumluluğunu üstlendiklerini, eylemi iki yıl önce başarısız olan eylemde ölen Şehit Patrick Argüello Mangası’nın gerçekleştirdiklerini söylediler.

Yetmişlerin sonunda San Fransisko’da Patrick Argüello Yayınları / Halkın Bilgi Kaynağı isminde küçük bir yayınevi kuruldu. “Şehir Gerillasını El Kitabı” ile “Kızıl Ordu Fraksiyonu” isimli çalışmaları bu yayınevi bastı. Kendileriyle alakaları olmayan suçlamalar üzerine editörleri tutuklanınca şirket dağıldı.

1983’te Nikaragua devriminin gerçekleşmesi üzerine Sandinistler, Argüello’nun adını yaşatmak için Momotombo’daki jeotermal tesisine onun adını verdiler. Ancak 11 Eylül 2001’deki saldırılar sonrası Arnoldo Alemán hükümeti, bir teröristi onurlandırmanın yanlış olduğunu söyleyerek, bu ismi kaldırdı.

Doksanlarda Baader Meinhof isimli müzik grubu “Ramirez’i Hakla” isimli bir şarkı yazdı. Sözlerinde şu dizelere yer verilmekteydi:

Patrick Argüello, Leyla Halid
Uçağın kuyruk kısmında gözden kayboldu
Üstelik adam
Kardeşi bile değildi
Ha günler iyi geçmiş ha kötü
Hepsi aynı nasılsa
Sen yeter ki
Şu korsan Ramirez’i hakla.”

Alıntılar

Uçak kaçırma eylemi sonrası birçok yerde Leyla Halid, Argüello’dan bahsetti:

“Tarihle randevumuz yaklaşıyordu. Tüm planların eyleme dönüştürülmesi gerekiyordu. Tarihi biz yazacaktık. Patrick Argüello onu kanıyla yazdı, bense onun kadar onurlu değildim.”

Gassân Kenefâni, Argüello hakkında şunları söyledi:

“Şehit Patrick Argüello, adil bir davanın, o davanın belirlediği hedefe ulaşma mücadelesinin simgesiydi. O mücadele ki sınırsızdır. Argüello, onun cenaze yürüyüşünde yer almak için Lübnan’ın her yerinden ve kamplardan gelen Um Saad gibi insanların temsil ettikleri ezilenlerin ve yoksulların bir simgesidir.”

Alchetron
3 Ekim 2024
Kaynak

Patrick Argüello