16 Kasım 2025

,

Faşizm ve Antifaşizm II


Şili

“Demokrasi x Faşizm” denilen anlamsız karşıtlığın gerçekte bir karşılığı olmadığını ispatlayan en önemli örnek, muhtemelen Şili örneğidir. Şili örneği, proletaryanın üç kez yüzleştiği yenilgiyi içeren süreçte diktatörlüğün nasıl muzaffer olduğunu ortaya koyuyor.

Avrupa’da yaşanan olaylarla aynı dönemde, Otuzların Şili Halk Cephesi, düşmanını “oligarşi” olarak belirlemişti. En muhafazakâr güçlerin bastırılması olarak sunulan, yasama organının oligarşik kontrolüne karşı mücadele, reformları, yani endüstriyel gelişimi teşvik edebilecek, güçlendirilmiş devlet gücüne sahip, daha merkezi bir başkanlık sistemine doğru evrimi kolaylaştırdı. Esas olarak 1936’dan 1940’a kadar faaliyet yürüten Halk Cephesi, kentli orta sınıfların (burjuvazi ve beyaz yakalı işçilerin) öne çıktığı, işçi mücadelelerinin yaşandığı konjonktürün ürünüydü. İşçi sınıfını bu süreçte, devletin zulmüyle ezilecek olan sosyalist işçi federasyonu, Amerika’daki Dünya Sanayi İşçileri Sendikası’ndan etkilenmiş olan, toplamda 200.000 sendikalı işçi içerisinde ancak yirmi ila otuzun örgütleme imkânı bulan anarko-sendikalist Genel İşçi Konfederasyonu (CGT), özellikle de Komünist Parti’nin etkisi altındaki federasyon örgütledi. Beyaz yakalı işçi sendikaları, işçi sınıfı militanlığının iki kalesi olan nitrat (daha sonra bakır) ve kömür endüstrileri hariç, yirmili yıllarda sanayi işçilerininki kadar şiddetli grevler yürüttüler.

Sosyalist-Stalinist-Radikal koalisyonu, tarım reformunda ısrar etmesine rağmen, bunu oligarşiye dayatmayı başaramadı. Koalisyon, doğal kaynakların (öncelikle nitratın) yabancılar tarafından sömürülmesinden kaynaklanan serveti geri kazanmak için fazla bir şey yapmadı. Şili’deki endüstriyel üretim, bu süreçte daha önce hiç tanık olmadığı bir sıçrama gerçekleştirdi. ABD’deki Yeni Düzen’in inşa ettiği türden kurumlar aracılığıyla devlet, yatırımların büyük bir bölümünü güvence altına aldı, ağır sanayi ve enerjiye odaklanan bir devlet kapitalizmi tesis etti. Endüstriyel üretim, bu dönemde yıllık %10 oranında arttı; bu dönemden 1960’a kadar yıllık %4; altmışlı yıllarda yıllık %1 ila %2 arttı.

Sosyalist ve Stalinist işçi federasyonları 1936’nın sonunda yeniden birleşti, bu birleşme CGT’yi daha da zayıflattı; Halk Cephesi, gerçekten yıkıcı olan her şeyi ortadan kaldırdı. Bir koalisyon olarak bu rejim, Sosyalist Parti’nin çekildiği 1940 yılına kadar sürdü. Ancak rejim, Radikaller ve Komünist Parti’nin yanı sıra faşist Falanj’ın (Şili Hristiyan Demokrasisi’nin sağcı atası ve Hristiyan Demokrat lider Eduardo Frei’in kök aldığı partinin[9]) kesintili desteğiyle 1947’ye kadar varlığını sürdürebildi. Komünist Parti rejimi, Radikaller tarafından yasaklanacağı 1947 yılına dek destekledi.

Solcuların her zaman söylediği gibi, Halk Cepheleri de işçi sınıfı mücadelesinin bir ürünüdür; ancak bu mücadele, kapitalizmin çerçevesi içinde işler, sermayeyi modernleşmeye zorlar. 1970’ten sonra Halkın Birliği (Unidad Popular), işçileri entegre ederken Hristiyan Demokrat Parti’nin (PDC) altmışlı yıllarda korumanın yolunu bir türlü bulamadığı Şili ulusal sermayesini yeniden canlandırmayı kendine hedef olarak koydu.

Sonunda Şili proletaryası, üç kez yenilgiye uğradı. İlk yenilgi, proletaryanın ekonomik mücadelelerini terk edip sol güçlerin bayrağı altında toplanması, “işçi” örgütleri destekliyor diye yeni devleti kabullenmesi ile ilgiliydi. Allende, 1971’de kendisine yöneltilen soruya şu şekilde cevap veriyordu:

“ - Proletarya diktatörlüğünden kaçınmanın mümkün olduğunu düşünüyor musunuz?’

- Öyle düşünüyorum: Bu amaç doğrultusunda çalışıyoruz.”[10]

İkinci yenilgi, darbeden sonra sol basının “silahlı direniş”e dair söylediklerinin aksine, ordunun baskısı altında ezilen proleterlerin Allende hükümeti tarafından maddi ve ideolojik olarak silahsızlandırılmasıyla ilgiliydi. Allende hükümeti, işçileri defalarca silahlarını teslim etmeye zorlamıştı. İçişleri bakanlığının başına bir generali getiren hükümet, esasında askeri hükümete geçiş sürecini bizzat kendisi başlatmıştı.

Neticede devlet demokrasi ve diktatörlük için var değildir. Devlet, diktatöryel ya da demokrat, esasen devletin kendisi için vardır. Dolayısıyla, fıtratı uyarınca totalitarizmden uzak durması imkânsız olan devletin kanatları altına sığınan proleterler, sağdan gelecek bir darbe karşısında kendilerini daha baştan felç edecek ilişkilere mahkûm etmişlerdi. Halkın Birliği ve Hristiyan Demokrat Parti arasında imza edilmiş olan o önemli mutabakatın söylediği de bundan başka bir şey değildi:

“Polisin ve silahlı kuvvetlerin demokratik düzenimizi güvence altına almaya devam etmesini istiyoruz. Bu, ordu ve polisin örgütlü ve hiyerarşik yapısına saygı duyulmasını gerekli kılmaktadır.”

Şili proletaryasının yüzleştiği en onur kırıcı yenilgi, üçüncü yenilgiydi. Bu noktada beynelmilel aşırı sola hak ettiği madalyayı vermek gerekir. Kapitalist devleti daha da ileriye götürmek için ona destek sunan sol ve aşırı sol, sonrasında kâhinlik pozu kesti: “Sizi uyardık: Devlet, sermayenin baskıcı gücüdür” dedi. Altı ay önce orduya radikal unsurların girmesini veya devrimcilerin tüm siyasi ve toplumsal hayata sızmasını isteyenler, şimdi ordunun “burjuvazinin ordusu” olarak kaldığını ve bunu hep bildiklerini söylediler.

Kaçınılmaz başarısızlıklarını önce haklı çıkarmaya çalışarak, darbenin yarattığı duyguyu ve şoku, Şili gibi bir yerde proleterlerin bu olaylardan ders çıkarma teşebbüslerine mani olmak için kullandılar. Halkın Birliği’nin ne yapıp ne yapamayacağını ortaya koymak yerine, bu solcular, aynı eski siyaseti yeniden canlandırarak, ona solcu bir renk çaldılar. Allende’nin darbe sırasında elindeki otomatik silahla çekilmiş fotoğrafı, nihayet faşizme karşı etkili bir şekilde mücadele etmeye kararlı sol demokrasinin sembolü haline geldi. Oy pusulası tamam, ama yeterli değildi, silaha da ihtiyaç vardı. Sol, Şili’den bu dersi çıkarttı. Allende’nin demokrasinin başarısızlığının kafi düzeyde “fiziksel” kanıtı olan ölümünün mücadele etme iradesinin kanıtı olduğu gerçeğinin üzeri örtüldü.

“İcraata dökülmüş haliyle bu demokratların çıkarlarının yavan ve kudretsiz olduğu görüldüğünde, aynı demokratlar, tüm suçu bölünmez tek bütün görülen halkı farklı düşman kamplara bölen kötü niyetli safsatacıların ya da demokrasinin saf amaçlarının kendisinin hayrına olduğunu göremeyecek kadar kör ve sersem olan ordunun sırtına yükleyecektir. [...] Her halükârda demokratlar, mücadeleye girdiğinde ne kadar masum ise o kadar pirüpak çıkacağı en rezil yenilgiden çıkacaktır.”[11]

Halkın Birliği’nin niteliğini, (bir gün oy pusulalarına, ertesi gün kurşuna odaklanan) ünlü stratejisinin muhtevasını sorguladığımızda, faşizmin saldırdığı noktada komünizmin, kapitalizmin ve devletin niteliğine dair soruşturmanın lüks olduğu görülecektir. Partinin egemen olduğunu düşündüğü sanayi bölgelerinde yaprak kımıldamaması da ayrı bir meseledir. Zaten artık mesele, kenetlenmektir. Yaşanan yenilgi, antifaşistleri zaferden bile daha kesin bir şekilde kenetlemektedir.

Öte yandan, Portekiz örneğinde görüldüğü üzere, “harekete mani olmamak adına hiçbir şey yapmamak gerek” bahanesiyle her türden eleştiriden kaçınmak, zorunlu hale gelmektedir. Nitekim Portekizli Troçkistler, 25 Nisan 1974 sonrası yaptıkları ilk açıklamalardan birinde, demokrasi oyununu oynamak istemeyen “aşırı solcuları” kınamayı tercih ettiler.

Neticede uluslararası aşırı sol, proleterleri komünist perspektiften daha da uzaklaştırmak için Şili olaylarının çözümlenmesini engelleme çabası konusunda birleşti. Sol, böylece sermayenin tekrar ihtiyaç duyduğu bir günde Şili demokrasisinin geri dönüşüne hazırlanıyor.

Portekiz

Yeni gelişmelere açık olsa da, Portekiz örneği, yalnızca devrimin ne olduğunu bilmeyenler (ki bunlar en kalabalık kesimi teşkil ediyorlar) için çözümsüz bir bilmece sunuyor. Samimi ama kafası karışık devrimciler bile, birkaç ay önce kendilerine çok önemli görünen bir hareketin çöküşü karşısında şaşkınlığa düşüyorlar. Bu kavrayışsızlık, bir kafa karışıklığına dayanıyor. Portekiz, proletaryanın neler yapabileceğinin delili, sermayenin bu gerçeği hesaba katarak hareket edeceğinin ispatı. Proletaryanın eylemi tarihin motoru olmayabilir, ancak politik ve toplumsal düzlemde herhangi bir modern kapitalist ülkenin evriminin temel taşını teşkil ediyor. Ancak, tarih sahnesine bu ani çıkış, otomatik olarak devrimci ilerlemeyi koşullamaz. İkisini teoride bir görmek, devrimi karşıtıyla karıştırmaktır.

Portekiz devriminden bahsedenler, devrimi sermayenin yeniden örgütlenmesiyle karıştırıyorlar. Proletarya, kapitalizmin ekonomik ve politik sınırları içinde kaldığı sürece, toplumun temeli değişmeden kalmakla kalmaz, elde edilen reformlar (siyasi özgürlükler ve ekonomik talepler) bile geçici bir varoluşa mahkûm olur. Sermayenin işçi sınıfına baskı neticesinde verdiği her şey, bu baskı azaldığı anda tamamen veya kısmen geri alınacaktır: kendisini kapitalizme baskı uygulamakla sınırlayan her hareket, başarısızlığa mahkûmdur. Proleterler bu şekilde davrandıkları sürece, kafalarını duvara vuruyorlar demektir.

Portekiz diktatörlüğü, sömürge sorununu çözmedeki yetersizliğinden de anlaşılacağı gibi, ulusal bir sermayenin gelişimi için yeterli bir yönetimi biçimi olmaktan zaten çıkmıştı. Sömürgeci ülkeyi zenginleştirmek şöyle dursun, sömürgeler tersten Portekiz’i istikrarsızlaştırdı. Neyse ki, “faşizmle” savaşmaya hazır bir ordu vardı elde.

Ülkedeki değişimi ancak tek örgütlü güç olan ordu başlatabilirdi. Değişimi başarıyla gerçekleştirmekse bambaşka bir meseleydi. Alışkanlıklarına göre hareket eden, sermayenin tayin ettiği politik çerçevede kendisine bahşedilmiş rolleri ve iktidar iddiaları üzerinden körleşen sol ve aşırı sol, ordunun tepeden tırnağa tahrip edildiği tespitinde bulundu. Daha önce subayları yalnızca “sömürgecilere çalışan işkenceciler” olarak gören sol, şimdi karşısında bir Halk Ordusu görüyordu. Sosyolojinin yardımıyla, sosyalizme yöneldiklerini iddia ettikleri komutanların halka dayanan köklerine ve özlemlerine işaret etti. Geriye, bize sadece “Marksistler eliyle aydınlatılmak istiyorlar” denilen bu subayların iyi niyetlerini beslemek kalıyordu. Sosyalist Parti'den en aşırı solculara kadar tüm dünya, kapitalist devletin ortadan kalkmadığı, ordunun onun vazgeçilmez aracı olduğu ile ilgili o basit gerçeğin üzerini örtmek için elbirliğiyle hareket etti.

Devlet aygıtındaki bazı yerler işçi sınıfı militanlarına tahsis edildiği için, devletin işlevini değiştirdiği söylendi. Kendisini popülist bir dille ifade ettiği için ordunun işçilerin yanında olduğu düşünülüyordu. Nisbi ifade özgürlüğü hüküm sürdüğü için, (herkesin bildiği gibi, sosyalizmin temeli olarak gördüğümüz) “işçi demokrasisi”nin iyice yerleştiğine hükmedildi. Elbette, devletin eski halini sergilediğine, otoritenin yeniden sağlandığına dair kimi uyarıcı işaretler alınmasına rağmen sol ve aşırı sol, gene de devlete daha fazla baskı uygulanması gerektiği sonucuna vardı, ancak bunu “sağ”ın ekmeğine yağ sürme” korkusuyla, ona saldırmadan yapmak istiyordu. Oysa sol ve aşırı sol, sağın programını uygulamaktan başka bir şey yapmadı. Bunu yaparken, sağın genellikle başaramadığı bir şeyi, kitlelerin bütünleşmesini sağladı. Oysa devletin “sol” kaynaklı etkilere açılması, onun sönüp gitmesi değil, güçlenmesi anlamına geliyordu. Sol, popüler bir ideolojiyi ve işçilerin coşkusunu Portekiz ulusal kapitalizminin inşasının hizmetine sundu.

Sol ve ordu arasındaki ittifak, istikrarsız bir nitelik arz ediyordu. Sol kitlelere ve orduya istikrar kazandırdı. Artık istikrar, ordunun silahının güvencesi altındaydı. Portekiz Komünist Partisi (PCP) ve Sosyalist Parti’nin (PS) kitlelerin dizginlerini dikkatle tutması gerekiyordu. Bunun için söz konusu partilerin, zayıf bir kapitalizm için tehlike arz eden maddi avantajları kitlelere sunmasına ihtiyaç vardı. Açığa çıkan her çatışmayı politik düzenlemeler takip etti.

“İşçi” örgütleri, sermayeye ihtiyaç duyduğu kârı sağlayamayacak, işçilere hükmedebilecek kapasitedeydi. Dolayısıyla, çelişkiyi çözmek ve disiplini yeniden tesis etmek gerekiyordu. Sözde devrim, en kararlı olanları tüketmeye, diğerlerini caydırmaya ve devrimcileri tecrit etmeye, hatta bastırmaya hizmet etmişti. Ardından devlet, asla ortadan kaybolmadığını ikna edici bir şekilde göstererek, tüm acımasızlığıyla müdahale etti. Devleti içeriden fethetmeye çalışanlar, onu ancak kritik bir anda ayakta tutmayı başarmışlardı.

Portekiz’de devrimci bir hareket mümkün değildir. Böylesi bir hareketin ortaya çıkması, daha geniş bir bağlamın oluşmasına bağlıdır. Her halükârda devrimci hareket, Nisan 1974’teki kapitalist-demokratik hareketten farklı temellerde varolma imkânı bulacaktır.

İşçilerin mücadelesi, reformist hedefler için bile olsa, sermaye için zorluklar yaratır ve dahası, proletaryanın devrime hazırlanması için gerekli deneyimi teşkil eder. Mücadele geleceği hazırlar, fakat bu hazırlık, olumlu ya da olumsuz sonuçlanabilir. Neticede hiçbir şey otomatik ve kendiliğinden işlemez. Mücadelenin hazırlayacağı gelecek, komünist hareketi kolayca boğabilir de güçlendirebilir de. Bu koşullarda, işçi eylemlerinin “özerkliği” konusunda ısrarcı olmak yetmez. Özerklik, bir azınlığın hazırladığı “plan”dan daha devrimci bir ilke değildir. “Devrim, diktatörlükten daha çok demokraside ısrarcıdır” denilemez.

Proleterler, mücadelenin dizginlerini ancak belirli önlemler almak suretiyle kavrayabilirler. Kendilerini reformist eylemle sınırladıkları takdirde, mücadele er ya da geç onların kontrolünden çıkacak, kendisine sendika veya “taban komitesi” diyebilecek sendikal tipte uzmanlaşmış bir organ tarafından ele geçirilecektir. Özerklik, kendi başına devrimci bir erdem değildir.

Her türden örgütlenme biçimi, yaratıldığı amacın içeriğine tabidir. Vurgu, işçilerin öz-faaliyetine değil, yalnızca gerçekleştirilmesiyle işçi sınıfı eyleminin geleneksel parti ve sendikaların liderliği altına girmekten kaçınmasını sağlayan komünist perspektife yapılmalıdır. Belirleyici ölçüt, eylemin muhtevasıdır: devrim, yalnızca “çoğunluğun” ne istediğine bağlı değildir. İşçilerin özerkliğine öncelik vermek, çıkmaza yol açar.

İşçicilik, bazen sağlıklı bir tepki olabilir, ancak kendi başına bir amaç haline geldiğinde, kaçınılmaz olarak felâketle neticelenir. İşçicilik, devrimin belirleyici görevlerini göz ardı etme eğilimindedir. İşçi “demokrasisi” adına, proleterleri üretim sorunlarıyla birlikte kapitalist işletmeye hapseder (devrimi, işletmenin yıkımı olarak tahayyül etmez). Ayrıca işçicilik, devlet sorununun idrak edilmesini güçleştirir. En iyi ihtimalle, “devrimci sendikalizmi” yeniden icat eder.

İspanya: Savaş mı, Devrim mi?

Demokrasi, her yerde diktatörlük karşısında diz çöküyordu. Daha doğrusu, diktatörlük, her yerde kucaklanan bir yönetim biçimiydi. Peki ya İspanya’da durum neydi?

İspanya, bu konuda istisna değildi. O, mücadelenin doğasını değiştirmeden demokrasi ve faşizm arasındaki silahlı çatışmanın en uç örneğini temsil ediyordu: Demokrasi ve faşizm, her zaman karşıt olan iki kapitalist gelişme biçimi, kapitalist devletin iki siyasi biçimi, bir ülkede yasal ve olağan kapitalist devletin meşruiyeti konusunda kavga eden iki devletçi sistemdir. Dahası, çatışma, yalnızca işçilerin faşizme karşı saf tutması nedeniyle şiddetlenmişti.

İspanya’daki savaşın karmaşıklığı bu ikili boyuttan kaynaklanıyordu; proletarya ve sermaye arasında cereyan eden bir iç savaş, proleterlerin her iki kampta da rakip kapitalist devlet yapılarını desteklediği kapitalist savaşa evriliyordu.

“İsyancılara” kendilerini hazırlamaları için her türlü kolaylığı sağladıktan sonra cumhuriyet, proleterler faşist darbeye karşı ayaklanıp darbenin ülkenin yarısında başarıya ulaşmasına mani olduğu vakit, müzakere yürüttü ve/veya teslim oldu. İspanya Savaşı, bu kendiliğinden bir patlamadan daha fazlasını ifade eden gerçek proleter ayaklanması olmadan başlayamazdı. Gelgelelim bu, tek başına tüm İspanya Savaşı’nı ve sonraki olayları tanımlamak için kafi bir değerlendirme değildir. Sadece mücadelenin ilk anını, yani fiilen bir proleter ayaklanmasını tanımlar.

Faşistleri çok sayıda şehirde yendikten sonra işçiler, iktidarı ele geçirdiler. Ayaklanmalarının hemen ardından durum bu şekildeydi. Peki bu iktidarla ne yaptılar? Onu cumhuriyetçi devlete geri mi verdiler, yoksa komünizme doğru daha da ilerlemek için mi kullandılar? Yasal hükümete, yani mevcut kapitalist devlete güvendiler. Sonraki tüm eylemleri bu devletin yönetimi altında gerçekleşti. Meselenin özü buydu.

Sonuç olarak, Franco’ya karşı yürüttükleri silahlı mücadelelerinde ve bu mücadelenin yol açtığı sosyo-ekonomik dönüşümlerde, İspanyol proleterlerinin tüm hareketi, kendisini doğrudan kapitalist devletin çerçevesine yerleştirmişti, bu anlamda, ancak doğası gereği kapitalist olabilirdi. Toplumsal alanda daha ileri gitme girişimlerine tanık olundu (ki bu konuya ileride değineceğiz) ancak kapitalist devlet korunduğu sürece bu girişimler farazi kaldı.

Devletin yıkılması, komünist devrim için gerekli koşuldur ama yeterli değildir. İspanya’da gerçek iktidar, örgütler, sendikalar, kolektifler, komiteler vs. değil, devlet tarafından kullanılıyordu. Bunun kanıtı, güçlü Ulusal İşçi Konfederasyonu’nun (CNT) Temmuz 1936’dan önce çok zayıf olan İspanya Komünist Partisi’ne (PCE) boyun eğmek zorunda kalmasıdır. Devletin gerektiğinde gücünü acımasızca kullandığı Mayıs 1937 olayları, bu gerçeğin teyididir. Devlet yıkılmadan devrim olmuş sayılmaz. İspanya’da yaşanan trajedi, “Marksistlerin” %99’unun unuttuğu bu “bariz” Marksist gerçeğin ispatıdır.

“Devrimlerin tuhaflıklarından biri de halkın büyük bir başlangıç yapıp yeni bir çağ açacakmış gibi göründüğü anda, geçmişin yanılsamalarının kendisini yönetmesine izin vermesi, büyük bir bedel ödeyerek elde ettiği tüm gücü ve nüfuzu, geçmiş bir dönemin halk hareketini temsil eden ya da temsil ettiği varsayılan kişilerin eline teslim etmesidir.” (Marx)[12]

1936’nın ikinci yarısındaki silahlı işçi birliklerini, sonrasında askeri unsurlara dönüştürülüp burjuva ordusuna bağlı yapılara dönüştürülmüş olan halleriyle kıyaslamak mümkün değil. Bu iki evre arasında önemli bir fark vardı, ancak bu fark, devrimci bir evreyi devrimci olmayan bir evre izlemesi anlamında değildi: İlk olarak, işçi hareketinin belli bir özerklik, belli bir coşku, hatta Orwell’ın çok iyi betimlediği, komünist bir tavır sergilediği, devrimci uyanışın bastırıldığı bir evre söz konusuydu.[13] Sonra, yüzeysel olarak devrimci görünen ama aslında klasik bir anti-proleter savaş için gerekli koşulları yaratan bu evre, doğal olarak hazırladığı şeye yol verdi.

Bu askeri birlikler, başta Zaragoza olmak üzere, diğer şehirlerde faşizme karşı savaşmak için Barselona’dan yola koyuldular. Devrimi cumhuriyetçi bölgelerin ötesine yaymaya çalışıyor olsalardı, o cumhuriyetçi bölgeleri önceden veya eş zamanlı olarak devrimcileştirmek gerekirdi.[14]

Durruti, devletin yıkılmadığını biliyordu, ancak bu gerçeği görmezden geldi. Başında olduğu, yüzde yetmişi anarşistlerden oluşan birlikle ilerlerken kolektivizasyonu savundu. Milisler köylülere yardım etti ve onlara devrimci fikirler öğretti. Ama bir yandan da “Tek bir amacımız var, o da faşistleri yok etmek” diyorlardı. Bu düzlemde Durruti, meramını gayet güzel dile getiriyordu: “Milislerimiz burjuvaziyi asla savunmayacak, ama ona saldırmayacak da.” Ölümünden iki hafta önce (21 Kasım 1936’da) Durruti şunu söylüyordu:

“Tek bir düşüncemiz, tek bir hedefimi var, o da faşizmi yok etmek. [...] Şu anda hiç kimse, ücretleri artırmak veya çalışma saatlerini azaltmakla ilgilenmiyor. [...] Kendini feda etmek, gerektiği kadar çalışmak, tek derdimiz. Granit gibi sağlam bir blok oluşturmalıyız. Sendikaların ve siyasi örgütlerin düşmanın işini sonsuza dek bitirmelerinin vakti geldi. Cephe gerisinde idari becerilere sahip olmamız gerekiyor. [...] Bu savaş bittikten sonra, beceriksizliğimizle kendi aramızda yeni bir iç savaş başlatmayalım. [...] Faşist istibdadın karşısına tek bir güç olarak çıkmalıyız: Sadece tek bir örgüt, tek bir disiplinli yapı olmalı.”

Mücadele iradesi, devrimci bir mücadelenin yerini asla tutamaz. Dahası, siyasi şiddet kapitalist amaçlara kolayca uyarlanabilir (son terör olayı bunun kanıtı). “Silahlı mücadele”nin cazibesi, darbelerini devletin kendisine değil, yalnızca belirli bir devlet biçimine indirdiği vakit, proleterler üzerinde hızla olumsuz sonuçlar doğurmaya başlar.

Farklı koşullar altında antifaşist kampın askeri evrimi (ayaklanma, ardından milisler, en sonunda düzenli ordu) Marx’ın anlattığı Napolyon karşıtı gerilla savaşını hatırlatmaktadır:

“Gerilla savaşının üç dönemini İspanya’nın siyasi tarihiyle karşılaştırdığımızda, hükümetin karşı-devrimci ruhunun halkın ruhunu dinginleştirme konusunda ne kadar başarılı olduğu görülür. Tüm nüfusun ayağa kalkmasıyla başlayan partizan savaşını sonrasında gerilla çeteleri sürdürdü. Bu çeteler, tüm bölgelerde yedek kuvvetler meydana getirdi. Bu çeteler sonunda ya gönüllü birliklerine ya da belirli bir mevkiye yerleşmiş alaya evrildi.”[15]

Koşullar birbiriyle karşılaştırılamaz. 1936’da olduğu gibi 1808’de de askeri evrim yalnızca askeri sanatla ilgili “teknik” değerlendirmelerle açıklanamaz: siyasi ve toplumsal güçlerin ilişkisi ve bunların karşı-devrimcilik açısından yol açtığı değişim de dikkate alınmalıdır. 1936’daki birliklerin düzensiz birlikler olarak savaşamadıkları görüldü. Bu birlikler, neticede Zaragoza önlerinde durdu.

Yukarıda Durruti’nin bahsettiği (“ne pahasına olursa olsun birlik şart” diyen) uzlaşmacı tavır sadece, önce cumhuriyetçi devlete (proletarya karşısında), sonra Franco’ya (cumhuriyetçi devlet karşısında) zafer kazandırabilirdi.

İspanya’da bir devrimin başladığı açıktı, ancak proleterler, mevcut devlete güvendikleri anda başarısızlığa uğradılar. Niyetlerinin ne olduğu pek önemli değildi. Devletin önderliğinde Franco’ya karşı mücadele etmeye hazır olan proleterlerin büyük çoğunluğu, her şeye rağmen gerçek iktidara tutunmayı tercih etmiş, devleti yalnızca bir çıkar uğruna desteklemiş olsalar da, belirleyici olan niyetleri değil, eylemleriydi.

Darbeyi püskürtmek için örgütlendikten ve kendilerine özerk bir askeri yapının (milisler) temellerini attıktan sonra işçiler, yasal devletin otoritesini kabul eden (çoğunlukla açıktan karşı-devrimci olan) bir “işçi örgütleri" koalisyonunun yönetimi altına girmeyi kabul ettiler. Proleterlerin en azından bir kısmının, resmi devlete yalnızca iktidarın görüntüsünü bırakarak gerçek iktidarı (kısa bir süre için de olsa fiilen ele geçirmişlerdi) ellerinde tutmayı umdukları kesin. Bu, gerçekten de ağır bir bedel ödedikleri bir hataydı.

Önceki analizi eleştiren bazı isimler, İspanya Savaşı’na dair açıklamalarımıza katılsa da durumun belirli kapıları “açık” bıraktığını, başka yönde gelişebileceğini söylüyorlar. Bu nedenle, İspanyol proleterlerinin özerk hareketini (en azından Mayıs 1937’ye kadar), bu hareket gerçek duruma oldukça yetersiz biçimler vermiş olsa bile, desteklemek gerektiğini iddia ediyorlar. Bir hareket gelişiyordu ve olgunlaşmasına tabii ki katkıda bulunmak gerekiyordu.

Proletaryanın özerk hareketi, herhangi bir radikal eğilimi bastırmakta gecikmeyen devlet yapısınca özümsendikçe hızla yok olur. Bu durum, 1937’nin ortalarında herkes tarafından anlaşılmıştı. “Barselona’nın kanlı günleri”, Temmuz 1936’nın sonundan beri var olan gerçeğin maskesini düşürmekten başka bir işe yaramadı: fiili iktidar, işçilerin elinden kapitalist devlete geçti. Faşizmi burjuva diktatörlüğüne indirgeyenlere, cumhuriyetçi hükümetin işçilere karşı “faşist yöntemler” kullandığını söylemek gerekiyor. Elbette kurban sayısı Franco’nun zulmüne kıyasla çok daha azdı, ancak bu durum, iki baskının, demokratik ve faşist baskıların farklı işlevleriyle bağlantılıydı. Temel bir işbölümü söz konusuydu: Cumhuriyetçi hükümetin hedef kitlesi çok daha küçüktü (bu kitle, Marksist Birlikçi İşçi Partisi (POUM)) gibi CNT’nin solunda yer alan kontrol edilemeyen unsurları içeriyordu).

Ekim 1917 ve Temmuz 1936

Bir devrimin bir günde gelişmediği apaçık ortada. Her zaman karmaşık ve çok biçimli bir hareket söz konusu. Asıl sorun, devrimci hareketin giderek daha net bir şekilde eylem ortaya koyma ve geri dönülmez bir şekilde ilerleme becerisidir. Rusya ve İspanya arasında, çoğu zaman kötü yapılan karşılaştırma bunu açıkça göstermektedir.

Şubat ve Ekim 1917 arasında sovyetler, devlete paralel bir güç meydana getirdiler. Uzun bir süre yasal devleti destekleyen bu yapılar, hiçbir şekilde devrimci bir tavır sergilemediler. Hatta sovyetlerin karşı-devrimci olduğu bile söylenebilir. Ancak bu, onların kendi yürüdükleri yolda hiç değişmedikleri anlamına gelmez; aslında salt Bolşeviklerce temsil edilmeyen ama Bolşeviklerin önemli bir ağırlığa sahip olduğu devrimci akım sovyetler bünyesinde uzlaşmacılarla uzun ve çetin bir mücadele yürüttü. Sovyetler ancak bu mücadelenin sonunda devlete karşı bir tavır alabildi.[16]

Bir komünistin Şubat 1917’de “Bu sovyetler devrimci bir şekilde hareket etmiyor, onları kınayacağım ve onlarla savaşacağım” demesi saçma olurdu. Çünkü o zamanlar sovyetler istikrarlı bir yapı değildi. Sovyetlerin canına aylarca can katan çatışma, bir fikir mücadelesi değil, gerçek çıkarların çatışmasının bir yansımasıydı.

“Devrimi harekete geçirecek olan, çıkarlar olacaktır, ilkeler değil. Aslında ilkeler, tam da çıkarların, sadece çıkarların ürünüdür; yani devrim, yalnızca siyasi değil, aynı zamanda toplumsal bir nitelik de arz edecektir.” (Marx)[17]

Rus işçileri ve köylüleri, hükümetin onaylamadığı barış, toprak ve demokratik reformlar talep ediyorlardı. Bu karşıtlık, hükümeti kitlelerden ayıran ve çatışmaya yol açan düşmanlığı izah ediyor. Dahası, daha önceki sınıf mücadeleleri, ne istediğini az çok bilen (bkz. Şubat’tan sonra Bolşevik liderliğinin kararsızlıkları) ve bu amaçlar doğrultusunda örgütlenen, hükümete karşı kullanmak üzere halkın taleplerini benimseyen devrimci bir azınlığın oluşmasına yol açmıştı. Nisan 1917’de Lenin şunu söylüyordu:

“Hiç şüphe yok ki insanların iç savaşın gerekli olduğu gerçeğini idrak etmesinden evvel iç savaştan bahsetmek, Blankizm bataklığına saplanmaktır. [...] Artık silahlar ve tüfekler kapitalistlerin değil, askerlerin elinde; kapitalistler artık istediklerini zorla değil, aldatmacayla elde ediyorlar ve şimdi şiddetten bahsetmek anlamsız. [...] Şimdilik bu ‘iç savaş’ sloganını geri çekiyoruz, ama sadece şimdilik.”[18]

Sovyetlerde çoğunluk Eylül ayı içerisinde el değiştirir değiştirmez Lenin, iktidarın silahla ele geçirilmesi çağrısında bulundu.

İspanya’da ise böyle bir şey yaşanmadı. Sıklığına ve şiddetine rağmen, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan bir dizi çatışma, proleterleri bir sınıf olarak birleştirmeye hizmet etmedi. Reformist hareketin baskısı nedeniyle şiddetli mücadeleyle sınırlı kalan proleterler, aralıksız savaştılar, ancak darbelerini düşmana karşı yoğunlaştırmayı başaramadılar. Bu anlamda, İspanya’da devrimci bir “parti” yoktu. Bunun sebebi, devrimci bir azınlığın kendisini örgütlemeyi başaramaması değildi: bu, soruna tersten bakmak olurdu. Aksine, mücadeleler, ne kadar şiddetli olursa olsun, proletarya ile sermaye arasında net bir sınıfsal karşıtlıkla neticelenmediği için parti yoktu.

Bir “parti”den bahsetmek, ancak onu komünist hareketin örgütü olarak anlarsak bir anlam ifade eder. Ancak bu hareket her zaman çok zayıf, (coğrafi olarak değil, darbelerini dağıtma derecesi açısından) çok dağınıktı, düşmanın kalbine hiç vurmadı. Radikal militanların baskısına rağmen, tüm sendikal örgütlerin mahkûm olduğu gibi, özünde reformist bir örgüt olan CNT’nin vesayetinden kurtulamadı. Hâsılı, bu hareket, komünist bir tarzda örgütlenmedi, çünkü komünist bir şekilde hareket etmiyordu.

İspanya örneği, İspanya’da sınıf mücadelesinin yoğunluğunun, otomatik olarak komünist eylemi, dolayısıyla, devrimci partiyi eylemi sürdürmeye teşvik etmediğinin delilidir. İspanyol proleterleri, hayatlarını feda etmekten asla çekinmediler (bazen hiçbir amaç gütmeden), ancak onları sermayeye (devlete, ticari ekonomik sisteme) karşı bir saldırıdan ayıran engeli asla aşamadılar. Silahlandılar, kendiliğinden inisiyatifler aldılar (1936’dan önce liberter komünler, sonrasında kolektifleştirmeler), ancak daha ileri gitmediler. Çok kısa bir sürede milisler, dizginlerini Milis Merkez Komitesi’ne teslim ettiler. Bu komiteyi de İspanya’da ilgili dönemde ortaya çıkmış hiçbir yapıyı da Rusya’daki sovyetlerle kıyaslayamayız.

“Milis Merkez Komitesi’nin muğlak konumu”, aynı zamanda “Katalan hükümetinin önemli bir uzantısı” ve “çeşitli antifaşist askeri örgütleri içeren bir tür koordinasyon komitesi” olması, (kapitalist) devlet iktidarı için dövüşen örgütlere karşı savunmasız olması nedeniyle devlete entegre olması ile ilgiliydi.[19]

Rusya’da ise, örgütlü ve devrimci perspektifi formüle edebilen radikal bir azınlık ile sovyetlerdeki çoğunluk arasında bir mücadele söz konusuydu. İspanya’da radikal unsurlar, neye inanmış olurlarsa olsunlar, çoğunluğun tutumunu benimsediler: Durruti, Franco’ya karşı mücadele etmek için harekete geçti, ama devlete dokunmadı. Radikaller devlete karşı çıktıklarında, kendilerine “ihanet eden” (CNT ve POUM türünden) “işçi” örgütlerini yok etmeye çalışmadılar. “İspanya’nın Ekim’inin” olmamasının asli sebebi, İspanya’da proleterler ile devlet arasında gerçek bir çıkar çatışmasının yaşanmamasıydı.

"Nesnel olarak” proletarya ve sermaye birbirine karşıdır, ancak bu karşıtlık, ilkeler düzeyinde mevcuttur ve bu durum gerçeklikle örtüşmemektedir. Etkili toplumsal hareketinde İspanyol proletaryası, bir blok olarak sermayeye ve devlete karşı çıkma zorunluluğuyla yüzleşmedi. İspanya’da işçileri devlete saldırmaya zorlayabilecek, kesinlikle gerekli görülen barış, toprak gibi yakıcı, acilen karşılanması gereken talepler gündemde değildi. Bu uzlaşmaz çelişkilerle tanımlı olmayan durum, bir “parti”nin yokluğuyla bağlantılıydı; bu yokluk, olaylara ağır bir yük bindirerek, uzlaşmazlığın daha sonra olgunlaşıp patlamasını engelliyordu. Şubat ve Ekim ayları arasında Rusya’daki istikrarsızlıkla karşılaştırıldığında, İspanya, Ağustos 1936’nın başından itibaren normalleşme yolunda ilerleyen bir süreçle tanımlıydı. Rus devletinin ordusu Şubat 1917’den sonra dağılırken, İspanyol devletinin ordusu, Temmuz 1936’dan sonra, yeni ve “halkçı” bir biçimde de olsa, yeniden toparlandı.

Paris Komünü

Dikkatle yapılması gereken bu türden kıyaslamalar, bizi bir ara Marx’ın da benimsediği, kanıksanmış Marksist görüşü eleştirmek zorunda bırakmaktadır. Paris Komünü’nden sonra Marx, şu meşhur dersi çıkarmıştı: “İşçi sınıfı, hazır devlet mekanizmasını öylece ele geçirip kendi amaçları doğrultusunda kullanamaz.”[20] Ancak Marx, 18 Mart 1871’de başlayan ayaklanma hareketi ile 26 Mart’ta “Komün”ün seçilmesiyle sonuçlanan daha sonraki dönüşümü arasındaki ayrımı net bir şekilde ortaya koyamamıştı. “Paris Komünü” formülü, her ikisini de içerir ve evrimi gizler. Başlangıçtaki hareket, karışıklığına rağmen kesinlikle devrimciydi ve imparatorluğun toplumsal mücadelelerini genişletti. Ancak bu hareket, daha sonra kendisine siyasi bir yapı ve kapitalist bir toplumsal içerik kazandırmaya istekliydi. Aslında seçilen Komün, burjuva demokrasisinin yalnızca dış biçimlerini değiştirdi. Bürokrasi ve daimi ordu, kapitalist devletin karakteristik özellikleri haline gelmiş olsalar da, gene de özünü teşkil etmiyorlardı. Marx’ın tespiti şu yöndeydi:

“Komün, burjuva devrimlerinin sloganı olan ucuz yönetimi gerçeğe dönüştürdü ve harcamaların en büyük iki kaynağını, yani sürekli orduyu ve devlet bürokrasisini ortadan kaldırdı.”[21]

Bilindiği gibi, seçimle tayin edilmiş olan Komün, büyük ölçüde burjuva cumhuriyetçilerin egemenliğindeydi. Temkinli hareket eden örgütleri zayıf, nüfusları az olan, eskiden beri kendilerini cumhuriyetçi basın yoluyla ifade etmek zorunda kalan komünistler, seçimle tayin edilmiş Komün’ün hayatında önemli bir ağırlığa sahip değillerdi. Komün programı, belirleyici bir ölçüt olarak esasen Üçüncü Cumhuriyet’in programının habercisiydi.

Burjuvazi makyavelist davranmamış olsa bile, Paris’in Versay’a karşı savaşı (çok kötü icra edilmiş ve tesadüfi olmayan bir şekilde) devrimci içeriğin tükenmesine ve ilk hareketin salt askeri faaliyete yönlendirilmesine katkıda bulundu.

Marx’ın Komün’ün yönetim biçimini, fiilen yaptıklarından ziyade, her şeyden önce işleyiş biçimiyle tanımlaması ilginçtir. Gerçekten de Komün, “Fransız toplumunun tüm sağlıklı unsurlarının gerçek temsiliydi, dolayısıyla gerçek ulusal hükümetti”, ancak neticede kapitalist bir hükümetti, kesinlikle bir “işçi hükümeti” değildi.[22]

Marx kamuoyu nezdinde, Birinci Enternasyonal bünyesinde Komün’ü sahiplenirken özel sohbetlerinde onu açıktan eleştiriyordu.[23] Ama burada bu çelişkili konumu ele almayacağız.

Her halükârda, devrimci hareketi bastırma mekanizması 1936’dakine benziyordu. 1871’de olduğu gibi, İspanya Cumhuriyeti, İspanyol ve yabancı radikal unsurları (doğal olarak faşizmi yok etmeye en yatkın olanları) ciddi bir mücadele vermeden, elindeki tüm kaynakları kullanmadan, birer “mayın eşeği” olarak kullandı. 1871’de olduğu gibi bu devlet gücü sınıfsal analize tabi tutulmadığında, tüm gerçekler birer “hata” hatta “ihanet”miş gibi görünür. Ama dayandıkları mantık ele alınmaz.

Meksika

Başka benzer bir örneğe de bakılabilir. Meksika burjuva devrimi sırasında örgütlü işçi sınıfının büyük bir kısmı, burjuvaziyi ileri taşımak ve sermaye içinde ücretli işçiler olarak kendi çıkarlarını güvence altına almak için bir süre demokratik ve ilerici devletle ilişki kurmuştu. 1915-1916 yıllarındaki “kızıl taburlar”, o dönemde Carranza’nın başında olduğu devletle sendika hareketi arasındaki askeri ittifakı temsil ediyordu. 1912’de kurulan Casa del Obrero Mundial [“Dünya İşçileri Evi”], “mesleki sendika örgütlenmesini askıya almaya” ve cumhuriyetçi devletle birlikte “burjuvazi ve onun yakın müttefikleri olan askerler ve din adamlarına” karşı mücadele etmeye karar verdi. İşçi hareketinin bir kesimi, Dünya İşçileri Evi’ne (COM) ve müttefiki devlete şiddetle karşı çıktı. COM, “ordunun desteğiyle anayasal bölgelerdeki her türden işçiyi sendikalaştırmaya çalıştı.” Kızıl taburlar, kapitalist devleti kontrol etmeyi hedefleyen diğer siyasi güçlere (“gericiler”e), bunun yanında, isyancı köylülere ve radikal işçilere karşı aynı anda mücadele yürüttü.[24]

Bu taburların matbaacılar, demiryolu işçileri türünden işkoluna ve mesleğe göre örgütlenmiş olması, ilginç bir durum. İspanya Savaşı’nda bazı milisler de meslek adlarını taşıyorlardı. Benzer şekilde, 1832’deki Lyon ayaklanmasında tekstil işçileri, emek sahasındaki cari hiyerarşiye göre gruplara ayrılmış, işçiler, ustabaşlarının komuta ettiği atölye gruplarında bir araya gelmişlerdi. Bu şekilde, ücretliler, mevcut emek sistemini sermayenin “tecavüzlerine” (Marx) karşı savunmak için ücretliler olarak silaha sarıldılar.

Devlete karşı gerçekleştirilen 1832 isyanı, örgütlü işçilerin devleti desteklediği Meksika ve İspanya örneklerinden farklı. Ancak asıl mesele, işçi sınıfı mücadelesinin emeğin örgütlenmesi temelinde sürdüğünü idrak etmekte.

Devletle bütünleşsin ya da bütünleşmesin, böylesi bir mücadele, ya devlet tarafından yutulur ya da onun altında ezilir. Bu anlamda, başarısızlığa mahkûmdur. Komünist hareket, ancak proleterler ücretli emek düzenine silahla saldırdığı ilkel ayaklanma tarzının ötesine geçtikleri vakit zafere ulaşabilir. İşçiler, silahlı mücadeleye ancak ücretli emekçi olarak kendilerini yok ettikleri takdirde önderlik edebilirler.

Emperyalist Savaş

Devrim yapabilmek için en azından toplumun köklerine, devlete ve ekonomik örgütlenmeye karşı bir saldırının başlaması gerekir. Rusya’da Şubat 1917’de böylesi bir saldırı başlamıştı. Mücadele sonrasında hızla gelişti.

Proleterlerin devlete boyun eğdikleri İspanya’da ise böyle bir başlangıçtan söz edilemez. Başından beri yaptıkları her şey (Franco’ya karşı askeri mücadele, toplumsal dönüşümler) sermayenin himayesinde yürütüldü. Bunun en iyi kanıtı, solcu anti-faşistlerin açıklayamadığı faaliyetlerin hızla gelişmesidir. Askeri mücadele hızla, aşırı sol tarafından verimlilik gerekçesiyle kabul edilen (ve neredeyse her zaman etkisiz oldukları kanıtlanan) devletçi burjuva yöntemlerine yöneldi.

Demokratik devlet, faşizme karşı silahlı mücadele yürütemeyeceği gibi, faşizmin barışçıl yollarla iktidara gelmesini de engelleyemez. Burjuva cumhuriyetçi bir devletin, düşmanı demoralize etmek için gereken toplumsal mücadele yöntemlerini kullanmayı reddetmesi ve bunun yerine, bu tür bir mücadele için daha iyi donatılmış ve eğitilmiş modern bir ordu karşısında hiçbir şansı olmayan geleneksel bir cephe savaşına razı olması, son derece normaldir.

Toplumsallaştırma ve kolektifleştirme çabalarına gelince, bunlar da komünizmin itici gücünden yoksundu; özellikle de devletin yıkılmaması, onları toplumun tamamı düzeyinde ticaret karşıtı bir ekonomi örgütlemekten alıkoyuyor, bu girişimleri ortak eylemden yoksun, izole yapılara dönüştürüyordu. Devlet, kısa sürede otoritesini yeniden tesis etti. Sonuç olarak, Ağustos 1936’dan sonra İspanya’da ne bir devrim oldu ne de devrimin yola koyulduğuna şahit olundu. Aksine, devrime doğru ilerleyen hareket, giderek daha fazla engelle karşılaştı, yenilenmesine dönük adımlar giderek daha da imkânsızlaştı.

Mayıs 1937’de proleterlerin, silahlı ayaklanma yoluyla devlete (bu sefer demokratik devlete) karşı tekrar bir araya gelmeleri, ancak mücadeleyi devletle bağlarını koparacak noktaya kadar uzatmayı başaramamaları dikkat çekici bir gelişmedir. 1936’da yasal devlete boyun eğen proleterler, Mayıs 1937’de bu devletin temellerini sarsmayı başardılar, ancak silahlarını bırakmaları için onları teşvik eden “temsilci” örgütlerin karşısında boyun eğdiler. Proleterler, devlete karşı çıktılar, ancak onu yıkmadılar. POUM ve CNT’nin ılımlılık tavsiyelerini kabul ettiler. “Durruti’nin Dostları” isimli radikal örgüt bile bu karşı-devrimci örgütlerin yıkılması çağrısında bulunmadı.

İspanya’da savaştan bahsedebiliriz, ancak devrimden değil. Bu savaş İspanya’da, proletaryayı devletle bütünleştirirken, ulusal sermayeyi en verimli şekilde geliştirecek, meşru bir devletin inşası konusunda önemli bir işlev gördü. Bu açıdan bakıldığında, iki karşıt ordunun sosyolojik bileşimine dair analizler, tıpkı bir partinin “proleter” karakterini üyeleri arasındaki işçi oranına göre ölçen analizler gibi, bize hiçbir şey söylemezler. Bu tür olgulardan tabii ki bahsedilebilir ama bunlar, anlamaya çalıştığımız, parti denilen meselenin toplumsal işleviyle kıyaslandığında, talidirler.

Kapitalizmi destekleyen, işçi sınıfından üyelere sahip bir parti, karşı-devrimcidir. Çok sayıda işçiyi bünyesinde barındıran ancak kapitalist hedefler için savaşan İspanyol cumhuriyetçi ordusu, Franco’nun ordusundan daha devrimci değildi.

Söz konusu çatışmaya uygulanan “emperyalist savaş” formülü, emperyalizmi salt ekonomik egemenlik mücadelesiyle ilişkilendirenleri şoke edecektir. Ancak 1914-1918’den günümüze emperyalist savaşların temel amacı, sermayenin hem ekonomik hem de sosyal çelişkilerini çözmek ve kitlelerin komünist harekete yönelme potansiyelini ortadan kaldırmaktır.

İspanya’da savaşın doğrudan pazarlar için mücadeleyle ilgili olmaması pek de önemli değildir. Savaş, hem faşist hem de demokratik ülkelerdeki tüm dünya proleterlerini, faşizm-antifaşizm karşıtlığı etrafında kutuplaştırmaya hizmet etti. 1939-1945 arası dönemin Kutsal İttifak’ının zemini bu koşullarda hazırlandı. Ancak ekonomik ve stratejik güdüler de eksik değildi. Henüz tam olarak tanımlanmamış olan karşıt kampların kendilerine müttefikler edinmeleri veya kendilerine cömert yardımlar sunacak tarafsız bir kesim oluşturmaları, ayrıca ittifakların sağlamlığını sınamaları gerekiyordu. Ayrıca İspanya’nın İkinci Dünya Savaşı’na katılmaması da oldukça olağan bir gelişmeydi. İspanya’nın buna ihtiyacı yoktu, çünkü kendi toplumsal sorununu kendi savaşında proleterlerin demokrasi ve faşizm yoluyla ezilmesiyle çözmüştü; ekonomik sorunu ise, toplumsal bir patlamayı önlemek için üretim güçlerinin gelişimini sınırlamaya devam eden muhafazakâr kapitalist güçlerin zaferiyle çözüme kavuşturdu. Ancak gene de, ideolojisi hilafına, bu anti-kapitalist, “feodal” faşizm, altmışlı yıllarda, kendi iradesine rağmen, İspanyol ekonomisini geliştirmeye başladı.

Gilles Dauvé
1979
Kaynak

Dipnotlar:
[9] Rejime aşırı sağdan sola herkesin destek vermiş olmasında şaşılacak bir yan yok. Latin Amerika’daki komünist partiler, İkinci Dünya Savaşı süresince Müttefiklere destek sunan, ulusal kapitalizmi geliştiren veya işçilere tavizler veren diktatörlük rejimlerine ya da askeri rejimlere arka çıkmışlardır. Bkz.: Victor Alba, Politics & the Labor Movement in Latin America, Stanford (1968). Bolivya gibi örneklerde Maoistler ve Troçkistler sıklıkla aynı tavrı sergilemişlerdir.

[10] Le Monde, 7-8 Şubat 1971.

[11] Marx, The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte, International, New York (1972), s. 54.

[12] Marx & Engels, Collected Works, Cilt. 13, Lawrence & Wishart, Londra (1980), s. 340.

[13] George Orwell, Homage to Catalonia, Londra (1938).

[14] Abel Paz, Durruti: The People Armed, Black Rose Books, Montreal (1976).

[15] Marx & Engels, Collected Works, Cilt. 13, Londra (1980), s. 422.

[16] Oskar Anweiler, The Soviets: The Russian Workers, Peasants, and Soldiers Councils 1905-1921, New York (1974).

[17] Marx & Engels, Ecrits militaires, L’Herne (1970), s. 143.

[18] V. I. Lenin, Collected Works, Cilt. 24, Moskova (1964), s. 236.

[19] C. Semprun-Maura, Revolution et contre-revolution en Catalogne, Mame (1974), s, 53-60.

[20] Marx & Engels, Writings on the Paris Commune, Monthly Review, New York (1971), s. 70.

[21] A.g.e., s. 75-76.

[22] A.g.e., s. 80.

[23] Yayına Hz.: Saul K. Padover, The Letters of Karl Marx, Prentice-Hall (1979), s. 333-335.

[24] A. Nunes, Les revolutions du Mexique, Flammarion (1975), s. 101-2.

15 Kasım 2025

,

Faşizm ve Antifaşizm


Totalitarizm ve Faşizm

Faşizmin yol açtığı dehşet, ne ilk ne de sondu. Kim ne derse desin, en kötüsü de değildi.[1] faşizmin sebep olduğu dehşet, savaşlar ve kıtlıklar gibi olaylar sebebiyle yaşanan “normal” katliamlardan daha beter değildi. Proleterler içinse, 1832, 1848, 1871, 1919’da yaşanan dehşetin daha sistematik bir versiyonuydu...

Gelgelelim faşizm, dehşet gösterisinde özel bir yere sahiptir. Bu sefer, gerçekten de bazı kapitalistler ve siyasi sınıfın önemli bir kısmı, resmi işçi sınıfı örgütlerinin liderleri ve tabanlarıyla birlikte baskı altına alındı. Burjuvazi ve küçük burjuvazi için faşizm, ancak psikolojik açıklamalara başvurularak açıklanabilen anormal bir olgu, demokratik değerlerin yozlaşmasıydı.

Liberal antifaşizm, faşizmi Batı medeniyetindeki bir sapma olarak ele aldı, böylece olumsuz bir sonuca, Nazi dönemine ait antika eşyaları toplayanlarda görülen, faşizme yönelik sado-mazoşist bir hayranlığa yol açtı.

Batı hümanizmi, Cehennem Melekleri'nin taktığı gamalı haçların, kendi faşizm vizyonunun ters görüntüsünü yansıttığını hiçbir zaman anlayamadı. Bu tutumdaki mantığı şu şekilde özetlemek mümkün: Eğer faşizm nihai Kötülükse, o zaman kötülüğü seçelim, tüm değerleri tersyüz edelim. Bu olgu, yönünü şaşırmış bir çağın tipik bir örneğidir.

Marksist analizse psikolojiye saplanıp kalamaz. Faşizmin büyük işletmelerin bir aracı olarak yorumlanması, Daniel Guerin’den beri kabul gören bir anlayıştır.[2] Ancak Guerin’in analizindeki ciddilik, temel bir hatayı gizler. “Marksist” çalışmaların çoğu, her şeye rağmen faşizmin 1922 veya 1933’te önlenebilir olduğu fikrini savunur. Faşizm, kapitalizmin belirli bir anda kullandığı bir silaha indirgenir. Bu çalışmalar, “işçi hareketi sekterlik yapmak yerine baskı uygulasaydı, kapitalizm faşizme yönelmezdi” derler. “Elbette bir ‘devrim’ yaşanmazdı, ama en azından Avrupa, Nazizmden, kamplardan vb. kurtulmuş olurdu” diye düşünülür.

İlgili bakış açısı, toplumsal sınıflar, devlet ve faşizmle büyük işletmeler arasındaki bağlantı konusunda doğru tespitler dile getirse de faşizmin iki başarısızlığın ürünü olduğu noktasını gözden kaçırmaktadır: Sosyal demokratlar ve liberal müttefikleri tarafından ezilen devrimcilerin yenilgisi; Liberallerin ve sosyal demokratların sermayeyi etkili bir şekilde yönetememesiyle sonuçlanan süreç.

Faşizmin doğası ve iktidara yükselişi, önceki dönemin sınıf mücadeleleri ve bunların sınırlılıkları incelenmeden anlaşılamaz. Biri olmadan diğeri idrak edilemez. Guerin’in yalnızca faşizmin önemi konusunda değil, aynı zamanda “kaçırılmış bir devrim” olarak gördüğü Fransız Halk Cephesi konusunda da yanılması tesadüf değil.

Antifaşistler, meselenin özü konusunda kafayı bulandıran sözler sarf ederler. Bu noktada demokratların faşizmin doğasını mümkün olduğunca gizlediklerini, ama onu her yerde kınamak suretiyle radikal pozu kestiklerini anlamazlar. Bu, elli yıldır böyle devam ediyor.

Boris Souvarine, 1925’te şunları söylüyordu:

“Faşizm her yerde. Action Française’a bakın, alın size faşizm. Ulusal Blok’tan mı söz ediyorsunuz, o da faşizm... Son altı aydır Humanite gazetesi, her gün faşizme işaret ediyor. Bir gün gazete, altı sütuna manşet, şu şekilde bağırıyor: ‘Senato iliğine kadar faşist.’ Başka bir gün, komünist bir gazeteyi basmayı reddeden bir matbaacı kınanıyor: ‘Faşistlerin darbesi bu’. [...] Bugün Fransa’da ne Bolşevizm ne de faşizm var, Kerenskicilikten hallice bir düzen bu. Liberte ve Humanite boş laflar ediyor: Hayallerindeki faşizmin uygulanma ihtimali yok, varoluşunun nesnel koşulları henüz oluşmadı. [...] Sahayı gericiliğe bırakamayız. Ama bu gericilikle mücadele etmek için onu faşizm olarak adlandırmaya da gerek yok.”[3]

Kelime zenginliğinin arttığı bir dönemde, “faşizm”, solcuların radikalliklerini göstermek için kullandıkları moda bir kelimeden ibaret. Ancak bu kullanım, hem bir kafa karışıklığını hem de devlete ve sermayeye teorik alanda sunulmuş bir tavizi ifade ediyor.

Antifaşizmin özü, demokrasiyi desteklerken faşizmle mücadele etmekten, yani kapitalizmin yıkılması için değil, totaliter biçiminden vazgeçmesi için mücadele etmekten ibaret. Sosyalizm tam demokrasiyle, kapitalizm ise faşizmin büyümesiyle özdeşleştirildiğinden, proletarya/sermaye, komünizm/ücretli emek, proletarya/devlet karşıtlıkları bir kenara atılıyor, öte yandan, devrimci bakış açısının özü olarak sunulan “Demokrasi”/”Faşizm” karşıtlığı öne çıkartılıyor.

Antifaşizm, yalnızca iki olguyu bir araya getirme konusunda başarılı. Antifaşizm, “faşizm” denilen şeyle sermaye ile devletin totalitarizme doğru evrimini birlikte ele alma konusunda önemli bir birikim ortaya koyuyor. Bu iki olguyu birbirine karıştırıp, bütünün yerine parçayı koyarak, faşizm ve totalitarizmin davasını gizemli kılan antifaşizm, esasında mücadele edilmek istenen şeyi güçlendiriyor.

Sermayenin ve totaliter biçimlerinin evrimini, “gizli faşizmi” kınayarak kavrayamayız. Faşizm, sermayenin totalitarizme doğru evriminin belirli bir aşamasıydı; demokrasinin faşizm kadar karşı-devrimci bir rol oynadığı ve oynamaya devam ettiği bir evrim bu. Bugün, işçi hareketinin geleneksel kurumlarına dokunmayacak, şiddeti dışlayan, “dostane” bir faşizmden bahsedenler, yanlıştalar.

Faşizm, zaman ve mekânla sınırlı bir hareketti. 1918’den sonra Avrupa’da oluşan durum, faşizme tekrarlanması mümkün olmayan, ona has özellikler kazandırdı.

1914’ten itibaren yaygınlaşan bir eğilim, faşizmi sermayenin ekonomik ve siyasi birliğini sağlamakla ilişkilendirdi. Faşizm, devrimi ezmiş olmasına rağmen, devletin düzeni sağlama konusunda aciz kaldığı İtalya ve Almanya gibi kimi ülkelerde bu düzeni sağlama hedefini gerçekleştirme konusunda başvurulan özel bir yoluydu. Faşizmin özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkün:

1. Sokakta doğar;

2. Düzen vaaz ederken düzensizliği körükler;

3. Az ya da çok şiddetli bir yıkımla sonuçlanan, orta sınıflara ait bir harekettir;

4. Kapitalist krizi çözme yeteneğinden yoksun olan geleneksel devleti hariçten yeniden canlandırır.

Faşizm, sermayenin toplum üzerindeki mutlak egemenliğine geçiş döneminde yaşanan devlet krizine bir çözümdü. Devrimi bastırmak için belirli türde işçi örgütlerine, düzensizliğe son vermek içinse faşizm ihtiyaç vardı.

Faşizm, krizi hiçbir vakit gerçek manada aşamadı: Faşist devlet, işçi sınıfının toplumsal yaşamdan sistematik olarak dışlanmasına dayandığı için yalnızca yüzeysel bir şekilde etkili oldu. Bu kriz, günümüzde devlet tarafından daha başarılı bir şekilde aşıldı.

Demokratik devlet, faşizmin tüm araçlarını, hatta daha fazlasını kullanır zira o, işçi örgütlerini yok etmez, onları bütünleştirir. Toplumsal birlik, faşizmin sağladığının ötesine geçer, ancak özgül bir hareket olarak faşizm ortadan kalkmıştır. Faşizm, devletin baskısıyla yüzleşildiği koşullarda, burjuvazinin gerçekten benzersiz bir durumda uyguladığı zorunlu disipline denk düşer.

Burjuvazi, esasında “faşizm” adını İtalya’daki işçi örgütlerinden almıştır; bu örgütler, kendilerine sıklıkla “fasces” olarak nitelerdi. Faşizmin kendisini öncelikle bir program olarak değil, bir örgütlenme biçimi olarak tanımlaması önemlidir. Tek programı, herkesi fasces’te (demet halinde) birleştirmek, toplumu oluşturan tüm unsurları bir araya getirmekti:

“Faşizm, proletaryanın gücünün ardındaki sırrı, örgütlenme anlayışını çalıyor. [...] Liberalizm, örgütü olmayan, salt ideolojiden ibaret bir olgu iken faşizm, ideolojiden arınmış örgütlenme pratiğidir.” (Bordiga)

Diktatörlük, sermayenin bir silahı değil, onda gerektiğinde ortaya çıkan bir eğilimdir. 1945’ten sonra Almanya’da olduğu gibi, bir diktatörlük döneminden sonra parlamenter demokrasiye geri dönüş, yalnızca diktatörlüğün (bir sonraki döneme kadar) kitleleri devlete entegre etmede işe yaramadığını ifade eder. Demokrasinin diktatörlükten daha yumuşak bir sömürü imkânı sunduğunu kimse inkâr edemez: Herkes bir Brezilyalı gibi sömürülmektense bir İsveçli gibi sömürülmeyi tercih eder. Peki bir tercih hakkımız var mı?

Demokrasi, gerekli olduğu anda kendini diktatörlüğe dönüştürecektir. Devlet, tek bir işleve sahiptir ve bu işlevi ya demokrasi ya da diktatörlük yoluyla yerine getirir. Kişi, ilk yöntemi ikinci yönteme tercih edebilir, ancak devleti demokratik kalmaya zorlayamaz. Sermayenin kendine kattığı siyasi biçimler, burjuvazinin niyetlerine bağlı olmadığı gibi, işçi sınıfının eylemine de bağlı değildir.

Weimar Cumhuriyeti, Hitler’e teslim oldu, hatta onu açık kollarla karşıladı. Fransa’daki Halk Cephesi ise faşizmi “önleyemedi”, çünkü Fransa’nın 1936’da sermayesini birleştirmesi veya orta sınıflarını küçültmesi gerekmiyordu. Bu tür dönüşümler, proletaryanın herhangi bir siyasi tercihte bulunmasını gerekli kılmaz.

Genelde Hitler, gençliğinde Viyana sosyal demokrasisinden salt propaganda yöntemlerini aldığı için küçümsenir. Bunda küçümsenecek bir yan yok aslında. Neticede sosyalizmin “özü”, Avusturya Marksizminin seçkin yazılarından ziyade, bu yöntemlerde mevcuttu. Sosyal demokrasi ve Nazizmin ortak sorunu, kitlelerin nasıl örgütleneceği ve gerekirse nasıl bastırılacağıydı.

Proleter ayaklanmaları bastıranlar, Naziler değil, sosyalistlerdi. (Bu, 1919’da olduğu gibi yeniden iktidara gelen mevcut Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) 1919’da öldürdüğü Rosa Luxemburg onuruna bir posta pulu bastırmasına mani değil.)

Diktatörlük her zaman, proleterlerin sendikaların ve sol partilerin yardımıyla demokrasi tarafından yenilgiye uğratılmasının ardından gelir. Öte yandan, hem sosyalizm hem de Nazizm, yaşam standartlarında (geçici) bir iyileşmeye katkıda bulunmuştur. SPD gibi Hitler de, içeriğini anlayamadığı bir toplumsal hareketin aracı haline gelmiştir. SPD gibi o da iktidar için, işçilerle sermaye arasında arabuluculuk yapma hakkı için mücadele etmiştir. Hem Hitler hem de SPD, sermayenin araçları haline gelmiş, görevlerini ifa ettikten sonra bir kenara atılmıştır.

Antifaşizm: Faşizmin En Kötü Ürünü

“Faşizm” terimi, iki dünya savaşı arasında tanık olduğumuz faşizmden bu yana revaçta. Hangi siyasi grup, rakiplerini “faşist yöntemler” kullanmakla suçlamadı ki? Sol, yeniden dirilen faşizmi kınamaktan asla vazgeçmiyor, Sağ ise Fransız Komünist Partisi’ni “faşist parti” olarak yaftalamaktan geri kalmıyor. Her şeyi ifade eden bu kelime, uluslararası liberal görüş her türden güçlü devleti “faşist” olarak tanımladığı için anlamını yitirdi. Otuzlu yılların faşistlerinin vehimlerinin yeniden dirilmesinin, günümüze ait gerçeklermiş gibi takdim edilmelerinin sebebi bu. Franco, akıl hocaları Hitler ve Mussolini gibi faşist olduğunu iddia etti, ancak hiçbir zaman faşist bir Enternasyonal kurulmadı.

Bugün Yunan albayları ve Şilili generaller, egemen ideoloji tarafından faşist olarak adlandırılsalar da, gene de kapitalist devletin birer türevini temsil ederler. Devlete “Faşist” etiketi yapıştırmak, o devletin başındaki partileri kınamakla eşdeğerdir. Dolayısıyla, onu yönetenleri kınamak suretiyle devlet eleştirisinden kaçınılır.

Solcular, devlet eleştirisini ihmal ederken, faşizm hakkındaki yaygaralarıyla aşırılıklarını kanıtlamaya çalışırlar. Pratikte ise mevcut devletin yerine başka bir devlet biçimini (demokratik veya halkçı bir biçimini) önermekten başka bir şey yapmazlar.

Komünist ve sosyalist partilerin devrimci harekete karşı ileride kurulacak devlette merkezi bir rol oynayacakları gelişmiş kapitalist toplumlarda “faşizm” terimini kullanmanın bir anlamı yok. Bu durumda, salt devletten bahsetmek ve faşizmi onun haricinde tutmak, çok daha doğrudur. Faşizm, sermaye ve etkin devletin birleşmesi gibi ilkeleri genele teşmil ettiği için başarılı oldu. Ancak günümüzde faşizm, hem siyasi bir hareket hem de bir devlet biçimi olarak ortadan kalktı. Bazı benzerliklere rağmen, 1945’ten beri faşist olarak kabul edilen partiler (örneğin Fransa’daki Fransız Halkının Buluşması-RPF, sağcı popülist lider Pierre Poujade’a atfen Pujadizm, bugün bir dereceye kadar Dögolcü Cumhuriyetçi Seferberlik-RPR), güçsüz bir devleti dışarıdan fethetmeyi hedeflememiştir.[4]

Faşizm tehdidinin tekrar tekrar ortaya çıktığını söyleyenler, gerçek faşizmin üstlendiği göreve pek uygun olmadığı ve başarısız olduğu gerçeğini görmezden geliyorlar: gerçek faşizm anlamında Nazizm, Alman ulusal sermayesini güçlendirmek yerine, onu ikiye böldü. Bugün faşizmden ve hakkında sürekli övgüler işittiğimiz demokrasiden çok uzak duran başka devlet biçimleri ortaya çıktı.

İkinci Dünya Savaşı ile birlikte faşizm mitolojisi, yeni bir anlayışla zenginleştirildi. Bu anlayışa göre savaş, hem ekonomik (1929 çöküşü) hem de toplumsal (devrimci olmasa da disiplin altına alınması gereken isyankâr işçi sınıfı) sorunlara sunulmuş bir çözümdü. İkinci Dünya Savaşı, faşizm biçimini almış totalitarizme savaş olarak tasvir ediliyordu. Bu yorum, günümüze kadar geldi. 1945’te savaştan galip olarak çıkanlar, Nazi zulmünü sürekli hatırlatarak, savaşa insani bir haçlı seferi niteliği kazandırdılar, böylelikle savaşı meşrulaştırdılar. Atom bombası da dâhil olmak üzere her şey, böylesine barbar bir düşmana karşı meşrulaştırılabilirdi. Ancak bu meşrulaştırma, kapitalizme ve Batı plütokrasisi ile mücadele ettiğini iddia eden Nazilerin demagojisinden daha inandırıcı değildi.

“Demokratik” güçler, saflarına Hitler Almanyası kadar totaliter ve kanlı bir devlet olarak görülen, ceza kanununda on iki yaşından büyük kişilere ölüm cezası veren Sovyetler’i dâhil etti. Müttefiklerin ihtiyaç duyduklarında stratejik bombalama gibi benzer terör ve imha yöntemlerine başvurduklarını herkes bilir. Batı, Sovyet kamplarını kınamak için Soğuk Savaş’ı bekledi. Ancak her kapitalist ülke, kendi özel sorunlarıyla uğraşmak zorunda kaldı; İngiltere’nin başa çıkması gereken bir Cezayir savaşı yoktu, ancak Hindistan’ın bölünmesi milyonlarca kurbana mal oldu. ABD, işçilerini susturmak ve küçük burjuvaziden kurtulmak için toplama kampları kurmak zorunda kalmadı[5] ancak Vietnam’da kendi sömürgeci savaşını yürüttü. Bugün tüm dünyada kınanan Gulag’ıyla Sovyetler Birliği ise, eski kapitalist ülkelerde yüzyıllara yayılan dehşeti birkaç on yıla sığdırmakla yetindi. Ama Batı, yalnızca Siyahlara yönelik zulmünde milyonlarca insanı öldürdü. Sermayenin gelişimi, şu türden sonuçlara yol açar:

1. İşçi sınıfı üzerinde egemenlik tesis edilir, devrimci hareket, sert ve yumuşak yollardan ortadan kaldırılır;

2. Diğer ulusal başkentlerle rekabet, savaşa yol açar.

İktidara “işçi” partileri geldiğinde ise sadece tek bir şey değişir: İşçici demagoji daha belirgin hale gelir, ama gerekli görüldüğü hallerde işçilere en ağır baskılar uygulanır. Sermayenin zaferi, işçiler “daha iyi bir yaşam” arayışıyla kendi hesaplarına harekete geçene dek tamamlanmış sayılmaz.

Antifaşizm, bizi sermayenin aşırılıklarından korumak için, doğalında devletin müdahalesine başvurur. Paradoksal olarak, antifaşizm, güçlü bir devletin savunucusu haline gelir. Örneğin, FKP bize şunu sorar: “Bugün Fransa’da nasıl bir devlete ihtiyaç var? Devletimiz, Cumhurbaşkanı’nın iddia ettiği gibi istikrarlı ve güçlü mü? Hayır, zayıftır, ülkeyi içinde bulunduğu toplumsal ve politik krizden çıkaracak güçte değildir. Aksine, düzensizliği teşvik etmektedir.”[6]

Diktatörlüğün de demokrasinin de amacı, devleti güçlendirmektir. Diktatörlükte bu güçlendirme bir ilke meselesi iken demokrasi bizi korumak ister. Ama sonuç ikisinde de aynıdır. İkisi de aynı hedefe, totalitarizme doğru yürür. Her iki durumda da mesele, herkesin “yukarıdan aşağıya” ya da “aşağıdan yukarıya” doğru topluma katılmasını sağlamaktır. İlki diktatörlüğün; ikincisi demokrasinin işidir.

Diktatörlük ve demokrasi derken, bunların sermayenin sosyolojik olarak farklılaşmış iki fraksiyonu olduğunu söyleyebilir miyiz? Aslında diktatörlük de demokrasi de proletaryayı disiplin altına almanın iki farklı yoludur. İlki işçi sınıfını zorla bütünleştirir, ikincisi “kendi” örgütleri üzerinden bir araya getirir. Sermaye, anın ihtiyaçlarına göre bu çözümlerden birini veya diğerini tercih eder.

1918’den sonra Almanya’da sosyal demokrasi ve sendikalar, işçileri kontrol etmek ve devrimcileri kitlelerden kopartmak için vazgeçilmez unsurlardı. Öte yandan, 1929’dan sonra Almanya, sanayisini yoğunlaştırmak, orta sınıfın bir bölümünü ortadan kaldırmak ve burjuvaziyi disiplin altına almak zorunda kaldı. Siyasi çoğulculuğu ve işçilerin acil çıkarlarını savunan aynı geleneksel işçi hareketi, daha fazla gelişmenin önünde bir engel haline gelmişti. “İşçi örgütleri”, kapitalizmi sadakatle desteklemiş, ancak özerkliklerini korumuşlardı; örgütler olarak her şeyden önce hayatta kalmayı amaçlamışlardı. Bu nedenle işçi örgütleri, Alman devriminin başarısızlığında da görüldüğü üzere, 1918-1921 arası dönemde karşı-devrimci bir rol oynadılar.

1920’de sosyal demokrat örgütler, faşizmin ismen var olmasından önce, anti-devrimci antifaşizmin ilk örneğini sundular.[7] Daha sonra bu örgütlerin hem toplumda hem de devletin kendisinde kazandığı ağırlık, onların toplumsal muhafazakârlık ve ekonomik Maltusçuluk rolü oynamalarına yol açtı. Ortadan kaldırılmaları gerekiyordu.

1918-1921’de ise anti-komünist bir işlev gördüler, çünkü ücretli emeğin savunusunun ifadesiydiler; ancak aynı gerekçe, onların, sermayenin bir bütün olarak yeniden örgütlenmesinin aleyhine olacak şekilde, ücretlilerin acil çıkarlarını temsil etmeye devam etmelerini gerektiriyordu.

Buradan Nazizmin, günümüzün sözde faşist partilerinin aksine, işçi hareketini şiddet yoluyla yok etmeyi neden hedeflediğini anlamak mümkün. İşte temel fark burada. Sosyal demokrasi, işçileri evcilleştirme görevini fazlasıyla yerine getirmişti. Sosyal demokrasi, devlette önemli bir konuma sahipti, ancak tüm Almanya’yı ardında birleştirememişti. İşsizlerden tekelci kapitalistlere kadar tüm sınıflara nasıl hitap edeceğini bilen Nazizmin görevi, birleştirmekti.

Benzer şekilde, Şili’deki Halk Birliği (Unidad Popular) işçileri kontrol edebildi, ancak tüm ulusu etrafında toplayamadı. Bu yüzden, onu zorla devirmek gerekli hale geldi. Aksine, Portekiz’de Kasım 1975’ten beri kitlesel bir baskı yaşanmadı ve mevcut rejim “subay devrimi”ni sürdürdüğünü iddia ediyorsa, bunun nedeni, işçi sınıfının ve demokratik örgütlerin sağdan gelecek bir darbeyi engellemesi değildi. Sol partiler ve sendikalar, darbenin erken olduğu durumlar (örneğin 1920’deki Kapp darbesi) dışında, böyle bir şeyi hiçbir zaman engellemediler. Portekiz’de Beyaz terör diye bir şey yaşanmadı, çünkü buna ihtiyaç yoktu. Sosyalist Parti, bugüne kadar tüm toplumu ardında birleştirmeyi bilmişti.

Kabul etsin ya da etmesin, antifaşizm, hem işçi sınıfı reformizminin hem de kapitalist reformizmin ihtiyaç duyduğu biçim haline gelmiştir. Antifaşizm, sermayenin ihanet ettiği burjuva devriminin gerçek idealini temsil ettiğini iddia ederek, bu iki reformizmi cem eder. Demokrasi, toplumumuzda zaten mevcut olan sosyalizmin bir unsuru olarak görülür. Sosyalizm ise tam demokrasi olarak tahayyül edilir. Sosyalizm mücadelesi, kapitalizm çerçevesinde giderek daha fazla demokratik hak kazanmaktan ibarettir. Faşist günah keçisinin yardımıyla demokratik aşamacılık, yeniden dirilir.

Faşizm ve antifaşizmin kökeni de programı da birdir, ancak ilki sermayenin ve sınıfların ötesine geçtiğini iddia ederken, antifaşizm, demokrasi ilâcının verilmesiyle sonsuza dek mükemmelleştirilebilecek “gerçek” burjuva demokrasisine ulaşmaya çalışır. Oysa gerçekte burjuva demokrasisi, sermayenin iktidarı ele geçirmesinde bir aşamadır. Bu devrimin tüm yirminci yüzyılı kuşatması neticesinde bireyler, giderek daha fazla yalnızlaşmıştır.

İnsan faaliyeti ile toplum arasındaki ayrım sorununa yönelik yanıltıcı bir çözüm olarak ortaya çıkan demokrasi, tarihin en fazla ayrışmış toplumu denilen soruna asla çözüm sunamaz. Antifaşizm, her daim totalitarizmdeki artışla neticelenecektir. Antifaşizmin “demokratik” bir devlet için verdiği mücadele, devleti güçlendirecektir.

Faşizm ve antifaşizmin devrimci analizleri, özellikle de daha karmaşık bir örnek olan İspanya İç Savaşı’nın analizi, muhtelif sebeplere bağlı olarak, sürekli göz ardı ediliyor, yanlış anlaşılıyor veya her daim çarpıtılıyor. Bu türden analizler, en iyi ihtimalle idealist bir bakış açısını temel alıyor, en kötü ihtimalle ise faşizme dolaylı bir destek olarak görülüyorlar. Dikkat edilsin: bu türden analizler, İtalya Komünist Partisi’nin faşizmi ciddiye almayı reddederek ve özellikle de demokratik güçlerle ittifak kurmayarak Mussolini’ye yardım ettiğini veya Alman Komünist Partisi’nin SPD’yi “baş düşman” olarak görmek suretiyle Hitler’in iktidara gelmesine izin verdiğini söylüyorlar. İspanya’da ise, tam aksine, Stalinistlerin, sosyalistlerin ve anarşistlerin eksiklikleri olmasaydı başarılı olabilecek kararlı bir antifaşist mücadeleye tanık olunduğundan bahsediliyor. Bu tür ifadeler, gerçekleri çarpıtıyor.

İtalya ve Almanya

1918-1922 arası dönemde İtalya’da proletaryanın önemli bir kısmı, faşizme karşı kendi yöntem ve hedefleriyle mücadele etti. Bu mücadele antifaşist değildi: Sermayeye karşı mücadele etmek, parlamenter demokrasiye karşı olduğu kadar faşizme karşı da mücadele etmek anlamına geliyordu. Bu bölüm önemli, çünkü söz konusu hareket, Komintern’e katılan reform sosyalistler (örneğin FKP) veya Nazilerle milliyetçi demagoji düzleminde rekabet eden (otuzların başında “ulusal devrim” söylemine başvuran AKP türünden) Stalinistler değil, komünistler tarafından yönetiliyordu.

Tuhaf bir şekilde, mücadelenin proleter karakteri, antifaşistlerin İtalyan deneyimindeki her türlü devrimciliği reddetmelerine imkân sağladı: Bordiga ve dönemin sol komünistlerinin liderliğindeki İKP, Mussolini’nin iktidara gelişine destek sunmakla suçlandı. Bu bölümü romantikleştirmeden, incelemeye değer, çünkü bu tarihsel kesit, devrimcilerin “demokrasi” ile “faşizm” arasındaki savaşa (İspanya İç Savaşı veya İkinci Dünya Savaşı’na) dair geliştirdikleri, yenilgici yaklaşımın, o büyük güne dek taviz vermeyen, saf devrimcilerin “devrim” ısrarındaki tutumuna benzemediğini ortaya koyuyordu. Bu yenilgicilik, yirmilerde ve otuzlarda proletaryanın Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda kendisini kısmen teşkil etmesi ardından uğradığı yenilgi sonrası tarihsel bir güç olarak ortadan kaybolduğu gerçekliğin eseriydi.

Faşist baskı, ancak proletaryanın yenilgisinden sonra gündeme gelebildi. Faşizm, geleneksel işçi hareketinin hem doğrudan hem de dolaylı yöntemlerle kontrol altına alabildiği devrimci güçleri yok etmedi. Devrimcileri askeri müdahale de dâhil olmak üzere, mevcut tüm araçlara başvurmaktan çekinmeyen demokrasi mağlup etti.

Faşizm, daha fazla gelişmenin önünde engel haline gelen reformist işçi hareketi de dâhil olmak üzere, yalnızca küçük muhalifleri yok etti. Faşizmin iktidara gelişini, faşistlerin işçileri yendiği sokak çatışmalarının sonucu olarak görenler, yalan söylüyorlar.

Diğer birçok ülkede olduğu gibi İtalya’da da 1919 önemli bir yıldı. Proleter mücadele, hem devletin doğrudan eylemiyle hem de seçim siyasetiyle tam da bu yılda mağlup edildi. 1922’ye dek devlet, faşistlere en geniş hareket özgürlüğünü tanıdı: yargı süreçlerinde faşistlere hoşgörü gösterildi, işçiler tek taraflı olarak silahsızlandırıldı, zaman zaman faşistlere silahlı destek sunuldu, ayrıca Ekim 1921’de faşist saldırı gruplarına liderlik etmek üzere 60.000 subay gönderilmesini öngören Bonomi Muhtırası yayınlandı.

Silahlı faşist saldırıdan önce devlet, sandığa başvurdu. 1920’deki atölye işgalleri sırasında devlet, proleterlere saldırmaktan kaçındı ve grevleri kıran Genel İşçi Konfederasyonu’nun (CGL) yardımıyla mücadelelerinin kendi kendine tükenmesini sağladı. “Demokratlar” ise, Mayıs 1921 seçimleri için faşistleri de içeren, (liberaller ve sağcılardan müteşekkil) bir “ulusal blok” oluşturmaktan çekinmediler. Haziran-Temmuz 1921’de İtalyan Sosyalist Partisi (PSI), faşistlerle hiçbir işe yaramayacak, altı boş bir “barış paktı” imzaladı.

1922’de bir darbe yaşandığını kimse söyleyemez. Yaşanan, bir iktidar devriydi. Trenle yolculuğu tercih eden Mussolini’nin “Roma Yürüyüşü”, yasal hükümete baskı yapma aracı değil, bir reklâm kampanyasıydı. 24 Ekim’de hükümete verdiği ültimatom iç savaş tehdidi taşımıyordu: Bu, kapitalist devlete yapılmış, bundan böyle devletin birliğini sağlamada en etkili gücün Ulusal Faşist Parti (PNF) olduğuna dair bir uyarıydı. Devlet de meseleyi bu şekilde görüyordu.

Devlet, çok çabuk teslim oldu. Uzlaşma girişiminin başarısızlığa uğramasının ardından ilan edilen sıkıyönetimi yürürlükten kaldıran kral, sonrasında Mussolini’den liberalleri de içeren yeni bir hükümet kurmasını istedi. İKP ve İSP haricindeki tüm partiler PNF ile anlaştı ve parlamentoda Mussolini’ye oy verdi. Böylelikle demokrasi, diktatörün iktidarını onayladı.

Aynı senaryo, Almanya’da da tekrarlandı. Hitler, 1932’de, kendisini Hitler’e karşı bir siper olarak gören sosyalistlerin desteğiyle seçilmiş olan devlet başkanı Hindenburg tarafından devletin başına geçirildi. Naziler, Hitler’in ilk kabinesinde azınlıktaydı. Sermaye, bir süre tereddüt ettikten sonra, Hitler’de devleti ve dolayısıyla toplumu birleştirmek için gerekli siyasi gücü gördüğü için onu destekledi. (Sermayenin, Nazi Devleti’nin ileride alacağı kimi biçimleri öngörmemiş olması, tali bir meseledir.)

Her iki ülkede de “işçi hareketi”, faşizm tarafından yenilgiye uğratılmaktan çok uzaktı. Proleter toplumsal hareketten tamamen bağımsız olan işçi örgütleri, yalnızca kurumsal varlıklarını korumak için faaliyet yürütüyor, kendilerine hoşgörü gösterecek sağ veya sol her türlü siyasi rejimi kabul etmeye hazır olduğunu ortaya koyuyordu.

İspanya Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) ve Genel İşçi Federasyonu (UGT), 1923-1930 yılları arasında Primo de Rivera diktatörlüğüyle işbirliği yaptı. 1932’de Alman sosyalist sendikalarının liderleri, her türlü siyasi partiden bağımsız olduklarını, devletin biçimiyle ilgilenmediklerini açıktan söyleyerek, önce Hitler’in talihsiz selefi Schleicher ile, ardından da bu liderleri Nasyonal Sosyalizmin yaşamalarına izin vereceğine ikna eden Hitler ile bir anlaşmaya varmaya çalıştılar. Ardından, 1 Mayıs 1933 tarihinin “Alman İşçi Bayramı” ilan edilmesiyle birlikte aynı dönemde Alman sendikacılar, gamalı haçların ardında yitip gittiler. Naziler, sendika liderlerini hapishanelere ve kamplara göndermeye devam ettiler, ve bu da geride kalanlara ilk andan itibaren kararlı “antifaşistler” olmanın itibarını kazandırdı.

İtalya’da sendika liderleri, faşistlerle karşılıklı hoşgörü anlaşmasına varmak istiyordu. 1922’nin sonlarında ve 1923’te Mussolini’nin partisiyle temasa geçtiler. Mussolini, iktidara gelmeden kısa bir süre önce bu liderler şunu söylediler:

“Siyasi ihtirasların alevlendiği ve sendikal harekete yabancı iki gücün (İKP ve UFP’nin) iktidar için kıyasıya rekabet ettiği bu dönemde, Genel İşçi Konfederasyonu, işçileri, proletaryayı, bağımsızlığından ödün vermek istemiyorsa kesinlikle uzak durması gereken bir mücadeleye dâhil etmeyi amaçlayan partilerin veya yeni siyasi gruplaşmaların müdahaleleri konusunda uyarmanın görevi olduğunu düşünmektedir.”

Öte yandan, Şubat 1934’te Avusturya’da, Sosyal Demokrat Parti’nin sol kanadı, faşistlere karşı giderek diktatörce ve uzlaşmacı bir tavır sergileyen devlet güçlerine karşı silahlı bir direniş başlattı. Bu mücadele, devrimci nitelikte değildi, ancak 1918’den sonra Avusturya’da neredeyse hiç sokak çatışması yaşanmadığına dair o gerçekten neşet etmişti. En hırçın proleterler (komünist olmasalar da) yenilmemiş ve sosyal demokrasi içinde kalmış, bu da bazı devrimci eğilimlerin varlığını sürdürmesini sağlamıştı. Elbette bu direniş, kendiliğinden patlak verdi ve koordine olmayı başaramadı.

Bu olayların devrimci eleştirisi ya hep ya hiç dememeli. “Sadece en saf, en sert komünistlerin safında, sadece “devrim” için mücadele edilir” denilemez. Devrimi yapmak mümkün olmadığında reformlar için de mücadele etmek gerektiği söyleniyor. reformlar için iyi yönetilen bir mücadelenin devrimin yolunu hazırladığından bahsediliyor. “Elinden daha fazlası gelen, yol alamayabilir. Daha aza razı olan, daha fazlasını yapamaz” veya “Kendisini nasıl savunacağını bilmeyen, nasıl saldıracağını da bilemez” deniliyor.

Tüm bu genellemeler, asıl meseleyi gözden kaçırıyor. İkinci Enternasyonal’den bu yana Marksistler arasında süren polemik, her halükarda bir gerçeklik olan reformist mücadelelere komünist katılımın gerekliliği veya değersizliğiyle ilgilenmez. Mesele, belirli bir mücadelenin işçileri sermayenin ve özellikle de devletin (doğrudan veya dolaylı) kontrolü altına sokup sokmadığını, bu durumda devrimcilerin hangi pozisyonu benimsemeleri gerektiğini bilmektir.

Bir devrimci için (solcuların hoşuna giden bir kelime olarak) “mücadele”nin kendi başına bir değeri yoktur; en şiddetli eylemler, çoğu zaman, daha sonra komünizmin düşmanı oldukları kanıtlacak olan parti ve sendikaların kurulmasıyla neticelenmiştir. Ne kadar kendiliğinden veya ne kadar enerjik olursa olsun, işçileri kapitalist devlete bağımlı kılan her mücadele, ancak karşı-devrimci bir işleve sahip olabilir. Ehven-i şer peşinde koşan (“kapitalist faşizmdense kapitalist demokrasi olsun” diyen) antifaşist mücadele, yanmak için tavadan aşağı atlayan balıktır. Dahası, devletin güdümüne giren kişi, devletin işçilere ve devrimcilere uygulayacağı baskı dâhil her türden sonucu kabullenmek zorundadır.

Mussolini’nin zaferinden Bordiga’yı ve 1921-1922 döneminin İKP’sini sorumlu tutmak yerine, sicili alabildiğine olumsuz olan antifaşizmin sürekli zayıf olduğu gerçeğini sorgulamak daha doğru olacaktır: Antifaşizm, ne zaman totalitarizmi engellemiş veya yavaşlatmıştır?

İkinci Dünya Savaşı’nın demokratik devletlerin varlığını güvence altına alması gerekiyordu, gelgelelim bugün parlamenter demokrasiler istisnaidir. Sosyalist olduğu söylenen ülkelerde, geleneksel burjuvazinin ortadan kalkması ve devlet kapitalizminin talepleri, eski Mihver ülkelerinin diktatörlüklerine hiçbir şekilde tercih edilemeyecek diktatörlüklerle neticelendi. Çin’e dair yanılsamaları besleyenler var, ancak mevcut bilgiler, daha önce yayınlanmış Marksist analizleri doğruluyor[8], son otuz yıldır Sovyet kamplarının varlığını inkâr eden Stalinistler gibi Maoistlerin de gerçekliğini hâlâ inkâr ettiği kampların var olduğunu ortaya koyuyor.

Afrika, Asya ve Latin Amerika, tek parti sistemleri veya askeri diktatörlükler altında yaşıyor. Brezilya’daki işkenceler insanı dehşete düşürüyor, ancak Meksika demokrasisi, 1968’de göstericilere ateş açmaktan ve 300 kişiyi öldürmekten çekinmedi. En azından Mihver Devletleri’nin yenilgisi barış getirdi... ama sadece Avrupalılar için, o zamandan beri aralıksız savaşlarda ve kronik kıtlıklarda ölen milyonlarca insan için değil. Hâsılı, tüm savaşları ve totalitarizmi sona erdirecek savaş, bir hataydı.

Antifaşistler, bu konuda otomatikleşmiş bir cevap veriyorlar: Bu Amerikan veya Sovyet emperyalizminin, ya da her ikisinin de suçudur; en radikaller bile, bunun kapitalizmin ve beraberindeki kötülüklerin hayatta kalmasından kaynaklandığını söylüyorlar. Kabul ediyorum. Ama sorun devam ediyor. Kapitalist devletler tarafından yaratılan bir savaşın, sermayenin güçlenmesinden başka nasıl bir sonucu olabilir ki?

Antifaşistler (özellikle “devrimciler”) tam tersi bir sonuca vararak, mümkün olduğunca ilerlemesi için sürekli radikalleştirilmesi gereken yeni bir antifaşizm dalgası çağrısında bulunurlar. Faşist “dirilişler”i veya “yöntemleri” kınamaktan asla vazgeçmezler, ancak buradan kötülüğün kökenini, yani sermayeyi yok etmenin gerektiği sonucuna ulaşmazlar. Aksine, “gerçek” antifaşizme geri dönmenin, onu proleterleştirmenin, Sisifos’un kapitalizmi demokratikleştirmekten ibaret olan işine yeniden başlamanın gerekli olduğu sonucuna varırlar. Bugün bir kişi, faşizmden nefret edebilir ve hümanizmden hoşlanabilir, ancak hiçbir şey, şu kritik noktayı değiştirmeyecektir:

1. Kapitalist devlet (yani her türden devlet), kendisini giderek daha fazla baskıcı ve totaliter bir yapı olarak ortaya koymaya mecburdur;

2. İşçiler veya “özgürlükler”den yana olsunlar diye devletlere baskı uygulamak, en iyi ihtimalle hiçbir sonuç vermeyecektir, en kötü ihtimalle, devletin toplum üzerinde bir hakem, sınıfların üstünde az çok tarafsız bir güç olduğuna dair o yanılsamayı güçlendirmekle sonuçlanacaktır.

Solcular, devletin sınıf egemenliğinin bir aracı olduğu yönündeki klasik Marksist analizi durmaksızın tekrarlamak ama öte yandan, aynı devleti “kullanmayı” önermek konusunda oldukça mahirdirler. Benzer şekilde, solcular, Marx’ın ücretli emeğin ve değişimin ortadan kaldırılması üzerine yazılarını inceler, ardından devrimi ücretli emeğin aşırı demokratikleşmesi olarak tasvir ederler.

Daha da ileri gidenler var. Sermayenin “faşizm”le eşanlamlı olduğunu, dolayısıyla faşizme karşı demokrasi mücadelesinin sermayenin kendisine karşı mücadele anlamına geldiğini söyleyerek, devrimci tezin bir kısmını benimsiyorlar. Peki hangi alanda mücadele ediyorlar? Bir veya daha fazla kapitalist devletin liderliğinde mücadele etmenin kendisi, bunlar mücadeleyi kontrol edip sürdürdükleri için, sermayeye karşı mücadelede yenilgiyi garantilemek anlamına gelir.

Demokrasi mücadelesi, işçilerin farkına varmadan devrimi gerçekleştirmelerine imkân sağlayan kestirme yol değildir. Proletarya, totalitarizmi ancak demokrasiyi ve tüm siyasi biçimleri aynı anda yok ederek ortadan kaldıracaktır. O zamana kadar, zaman ve mekânda bir dizi “faşist” ve “demokratik” sistem kurulacaktır; diktatörlük rejimleri, ister istemez demokratik rejimlere dönüşecek, demokratik rejimler diktatörlüğe evrilecek, demokrasilerle birlikte var olan diktatörlükler, diğerinin tezatı olarak, kendisini haklı çıkarma işlevi görecektir.

Dolayısıyla, demokrasinin diktatörlükten devrimci faaliyete daha elverişli bir toplumsal sistem sağladığını söylemek saçmadır; çünkü demokrasi, devrim tehdidiyle karşılaştığında, hemen diktatörlük yöntemlerine başvurur, özellikle de “işçi partileri” iktidardayken. Antifaşizmi mantıksal sonucuna kadar götürmek istenseydi, bize şunu söyleyen bazı sol liberallerin şu akıl yürütmesini yinelemek gerekirdi: “Madem devrimci hareket Sermaye’yi diktatörlüğe doğru itiyor, o halde tüm devrimlerden vazgeçelim ve sermayeyi ürkütmeden, reform yolunda olabildiğince ileri gitmekle yetinelim.” Oysa bu ihtiyatlılık, başlı başına ütopiktir, çünkü kaçınmaya çalıştığı “faşistleşme”, yalnızca devrimci eylemin değil, aynı zamanda kapitalist yoğunlaşmanın da bir ürünüdür.

Yirminci yüzyılın başına dek devrimcilerin demokratik hareketlere katılımının zamanlaması ve pratik sonuçları hakkında tartışma yürütmek mümkünse de sermayenin toplum üzerinde mutlak egemenlik tesis etmesiyle birlikte bu seçenek ortadan kalkar, çünkü artık sadece tek bir siyaset türü mümkündür: demokrasi, dikkatsizler için bir mistifikasyon ve tuzak haline gelir.

Proleterler, sermayeye karşı bir silah olarak demokrasiye her bel bağladığında, demokrasi onların kontrolünden çıkar veya tam tersine dönüşür... Devrimciler, antifaşizmi reddederler çünkü politikanın diğer biçimlerini desteklemeden yalnızca tek bir biçimine karşı mücadele edilemez. Oysa antifaşizmin tanımı budur. Antifaşizmin hatası, faşizme karşı mücadele etmek değil, onu etkisiz kılan bu mücadeleye öncelik vermektir. Devrimciler, antifaşizmi “devrimi yapmamakla” değil, totalitarizmi durduramamakla ve isteyerek veya istemeyerek sermayeyi ve devleti güçlendirmekle suçlarlar.

Demokrasi her zaman, neredeyse hiç mücadele etmeden faşizme teslim olmakla kalmaz, aynı zamanda faşizm, sosyo-politik güçlerin durumunun gerektirdiği şekilde demokrasiyi kendi içinden yeniden üretir. Örneğin, 1943’te İtalya, galipler safına katılmak zorunda kaldı ve böylece lideri “diktatör” Mussolini, Faşist Büyük Konsey’de azınlıkta kaldı ve bu organın demokratik kararına boyun eğdi. Üst düzey faşist yetkililerden Mareşal Badoglio, demokratik muhalefeti toplayarak bir koalisyon hükümeti kurdu. Mussolini tutuklandı. Bu, İtalya’da “25 Ağustos 1943 Devrimi” olarak bilinir. Demokratlar tereddüt ettiler, ancak Ruslar ve İKP’nin baskısı onları, Togliatti ve Benedetto Croce’nin de üyesi olduğu, general Badoglio liderliğindeki ulusal birlik hükümetini Nisan 1944’te kabul etmeye zorladı. Haziran 1944’te sosyalist Bonomi, faşistleri dışlayan bir hükümet kurdu. Bu, savaş sonrası dönemin ilk yıllarına hâkim olan (İKP-İSP-Hristiyan Demokrasisi’nden oluşan) üçlü formülü meydana getirdi. Böylelikle, faşistler tarafından arzulanan ve kısmen de organize edilen bir geçişe tanık olduk. Tıpkı demokrasinin 1922’de devleti korumanın en iyi yolunun onu faşist partinin diktatörlüğüne emanet etmek olduğunu anlaması gibi, faşizm de 1943’te ulusun bütünlüğünü ve devletin devamlılığını korumanın tek yolunun devleti demokratik partilerin kontrolüne geri vermek olduğunu anlamıştı. Demokrasi, koşullara göre faşizme, faşizm de tam tersine dönüşüyordu: Söz konusu olan, kapitalizmin garantörü olarak devletin korunmasını güvence altına alan siyasi biçimlerin bir dizilimi veya birleşimiydi.

Demokrasiye “dönüş”ün kendi başına sınıf mücadelesinin yenilenmesini sağlamaktan uzak olduğunu belirtelim. Aslında iktidara gelen işçi partileri, ulusal sermaye adına mücadele eden ilk partilerdir. Böylece, “önce faşizmi yenmek gerekli” anlayışı üzerinden gerekçelendirilen maddi fedakârlıklar ve sınıf mücadelesinden vazgeçme, Mihver’in yenilgisinden sonra, her zaman Direniş ideali adına dayatıldı. Faşist ve antifaşist ideolojilerin her biri, koşullara göre, sermayenin anlık ve temel çıkarlarına uyarlanabilir.

Başından beri, ne vakit “faşizme geçit yok” sloganı atılsa faşizm geçiş yapıyor. Ama buna karşın, tuhaf bir şekilde faşizmle faşizm dışı arasındaki sınır çizgisi kesintisiz geleceğe uzanıyor. Örneğin, Fransız Solu, 13 Mayıs 1958’den sonra “faşist” tehlikeyi kınadı, ancak İşçi Enternasyonali Fransız Seksiyonu (SFIO) genel sekreteri, Beşinci Cumhuriyet’in anayasasının yazımına katkıda bulundu.

Portekiz ve Yunanistan, diktatörlüklerin demokrasiye dönüşmesinin yeni örneklerini sundular. Portekiz için sömürge sorunu, Yunanistan için Kıbrıs sorunu gibi dış koşulların yol açtığı şok karşısında ordunun bir bölümü, devleti kurtarmak için rejimi yıkmayı tercih etti.

Demokratlar da “faşistler” iktidara geldiğinde, aynı şekilde akıl yürütüp aynı şekilde hareket ediyorlar. Mevcut İspanyol Komünist Partisi, tam da bu görüşü dile getiriyor (İspanyol sermayesinin İspanya Komünist Partisi’ni (PCE) isteyip istemediği ve buna ihtiyaç duyup duymadığı henüz belli değil):

“İspanyol toplumu, devletin olağan işleyişinin sarsıntı veya toplumsal çalkantılara mahal vermeden sağlanmasını, buradan her şeyin dönüştürülmesini arzuluyor. Devletin sürekliliği, rejimin kesintiye uğramasını talep ediyor.”

Burada bir siyasi biçimden diğerine geçiş söz konusudur. Üstelik bu geçiş momentinde proletarya dışlanmıştır ve o moment üzerinde hiçbir denetime sahip değildir. Proletarya müdahale etmeye kalkarsa, sonunda devlete entegre olur, Portekiz örneğinin açıkça ortaya koyduğu üzere, sonraki mücadeleleri daha da güçleştirir.

Gilles Dauvé
1979
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Kamuoyu, Nazizmi yol açtığı dehşet sebebiyle kınamıyor, zira o günden beri diğer devletler, esasında dünya ekonomisinin kapitalist örgütlenmesi, savaşlar ve yapay kıtlıklar yoluyla insan yaşamına Naziler kadar zarar verdiklerini kanıtladılar. Aksine, Nazizm kasıtlı davrandığı, bilinçli olarak istediği ve Yahudileri yok etmeye karar verdiği için kınanıyor. Tüm halkları yok eden kıtlıklardan kimse sorumlu değil, Nazilerse yok etmek istediler. Bu saçma ahlakçılığı ortadan kaldırmak için, toplama kamplarına dair materyalist bir anlayışa sahip olmak gerekir. O kamplar aklını yitirmiş bir dünyanın ürünü değillerdi. Aksine, özel koşullarda uygulamaya konulan olağan kapitalist mantık uyarınca inşa edilmişlerdi. Hem kökenleri hem de işleyişleri itibarıyla kamplar, kapitalist dünyaya aitti.

[2] Daniel Guerin, Fascism and Big Business, New York (1973).

[3] Bulletin communiste, 27 Kasım 1925. 1895’te Kiev’de dünyaya gelen Boris Souvarine küçük yaşta Fransa’ya göç etti. Kendi kendisini eğitmeyi bilen bir işçi olarak Souvarine, Komintern ve FKP’nin kurucularından biri olmasına karşın 1924’te sol sapma iddiaları üzerinden her iki örgütten kovuldu.

[4] Rassemblement du Peuple Francais (Fransız Halkının Buluşması-RPF), Dögolcü parti (1947-1952). Pujadizm, Dördüncü Cumhuriyet’te kurulan sağcı küçük burjuva hareketi. Rassemblement pour la Republique (Cumhuriyetçi Seferberlik-RPR), hâlâ faal olan Dögolcü parti.

[5] İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD 100.000 Japonu kamplara yerleştirdi, oysa o insanları tasfiye etmeye gerek yoktu.

[6] Humanite, 6 Mart 1972.

[7] 1920 tarihli Kapp Darbesi’ni genel grev mağlup etti. Buna karşın, Ruhr bölgesinde darbeden hemen sonra patlak veren, demokrasinin savunulması iddiasının sınırlarını aşan ayaklanma bizzat devlet adına, o darbeye destek vermiş ordu tarafından bastırıldı.

[8] Simon Leys, The Chairman's New Clothes: Mao and the Cultural Revolution, Londra (1977).