19 Şubat 2025

,

Papaz Gapon


Çözüm süreciyle başlayan yeni aşamada her gün yeni bir gözaltı furyası yaşanıyor. Bugün içinde reformistlerin de bulunduğu bir gözaltı dalgası gündeme geldi. İçlerinde EMEP’in eski başkanı Ercüment Akdeniz de var. Bu durumda soruşturma gerekçesi geçmişe dayanıyor, vekilleri İskender Bayhan ise altı bin kişilik bir soruşturma olacağı iddiasında bulunuyor ve HDK bileşenlerinin gözaltına alındığını vurguluyor. Bu, bir kenara yazılabilir.

İkinci nokta, çözüm sürecine rağmen bu gündemin yaşanması ve kayyumların atanmasıdır.

Her iki nokta da birbiriyle bağlantılıdır. Dikkat edilirse, soruşturma süreçleri son üç aya dayanıyor. Öncelikle bu sürecin kabul ettirilmesi yönünde bir hamle yapılıyor fakat bu hamle, Kürt milliyetçilerinin peşinden giden solun ve radikal demokrasi hareketinin sürece uygun duruma getirilmesi. Zaten eleştiremezler, çünkü onlara vekillik ve sendika yönetimi veren de peşlerinden gittikleridir ama bu çevrelerin taban denilen insanlarının yeni kıvama getirilmesi söz konusu. Bu bağlamda solun itilmek istendiği yer, Eğitim Sen olağan genel kongresinde dağıtılan broşürün atıf yaptığı kişinin yanıdır ki o kişi de Türk solunun başıboş bırakılmaması gerektiğini söyleyendir. Bu bağlamda, atanan kayyumlar yeni kıvamın tarifini açığa çıkarır.

Tarihe düşmek istediğimiz notlar arasında, solun peşinden gittiği politik çevrenin kendisini eritip bitireceğiydi, öyle de oluyor. Bu gelişmeler yaşanırken Suriye’nin kuzeyindeki yapının yeni Suriye ordusuna katılma kararı aldığı bilgisi gündeme geliyor. Bu gelişmelerden bağımsız düşünülemez. Eski IŞİD’lilerle aynı orduda yer almak çarpıtılan tarihin ve Kürd'ün nasıl bir zemine çekildiğinin kanıtıdır.

Bugün yaşanan gözaltıların nedeni sınıf mücadelesi değil. HDK bileşeni olduğu iddia edilen parti ve çevrelerin bugünkü mağduriyetinin, sınıf mücadelesinin verdiği meşruluğa sahip olduğu söylenemez. Zincir market ve enerji giderlerine yönelik yapmadıkları boykot, uyuşturucu ve yozlaştırmaya karşı yürütmedikleri mücadele, barınma krizine karşı örülemeyen çalışma, deprem bölgesinde halka seçimden sonra sırt dönme, geliştiremedikleri genel grev, sınıf mücadelesinin meşruiyet zeminini kaybettiklerinin göstergesidir. Evet, tarihsel ve nesnel olarak bir bedel ödeniyor fakat bu bedel kimlik mücadelesinin gereğidir.

Tokatköy’de, Fetihtepe’de, Tozkoparan’da, depremlerde, göçüklerde, fabrikalarda, tarlalarda, üniversitelerde ve yaşamın her alanında yanında yer almadıkları halk sınıfları da bu bedeli sahiplenmeyecektir. Bu bedelin diğer yönü de delegesiz ve kitlesiz şekilde sendika yönetimlerini ve vekilliği almanın gereğidir. Kürd’ün iradesiyle verilen köşelerin bedelidir.

Bugün madalyonun iki yüzü vardır: Ümit Özdağ’ın tutuklanmasıyla HDK gözaltıları madalyonun yüzleridir. Bu gerçeği kabul etmeyenler varsa Mayıs seçimlerinde Ümit Özdağ ile aynı ittifakta yer aldıklarını hatırlayabilirler. Sınıf için ödenmeyen bedele sınıfın ortak olması söz konusu olamaz. İskender Bayhan’ın iddiası doğruysa son on yıldır Papaz Gapon rolünü yeniden üstlenen reformistler gün yüzüne çıkacaktır. Bu rolün gereği olarak emekçiler, kimlik temelli grevlere çağrılıp ihraç ettirildi, sendikalar, pasifize edilip tabela ve dernek hâline getirildi, işçi, grev yaparken belediye yönetimiyle sendikalar anlaşmaya vardı, salgın döneminde yerli aşının bilimselliği tartışılırken Alman aşısının getirilmesi için propaganda yapıldı, bugün oluşan Suriye için 6-8 Ekim’de insanlar sokağa döküldü.

Tarih, fermente bir yapıya sahiptir. Erken davranıp günün çıkarlarına uygun hareket edenler, zaman ilerledikçe keskin sirkeye maruz kalırlar. Son on yıldır yaşanan her gerilemenin nedeni, HDK bileşeni solun oportünizmi ve üstlendiği Papaz Gapon rolüdür.

On yıl önce bu çevrelerin insanlarına, bu rahatlığın ve sorumsuzluğun normal olmadığını söylediğimizde alaycı yaklaşımlara ve aforoz girişimlerine maruz kalıyorduk. Bugün ise yeni çözüm sürecinin on yıl önce sahip olduğu alanı tanımaması karşısında şok geçirenler, dönüp on yıl önceki “rahatlıklarını” ideolojik politik olarak çözümlerse bugün yaşadıkları süreci anlamlandırabilirler.

Evet, solun değil on yıllık, on aylık bir programı, mücadele örgüsü ve öngörüsü yok. Buradan emekçiler olarak çıkaracağımız ders ise kurtuluşumuzun bu politikalar, sendikalar ve çevreler ile olmayıp kendi meşru mücadelemiz olan sınıf gerçeğinde olduğudur. Gerisi marjinalliğe sürüklenen, halkını yüzüstü bırakan, mücadeleyi kapı kapı dolaşarak, evlere girerek, insanlara değerek, işyerlerine nüfuz ederek örmeyen solun sorunudur.

S. Adalı
19 Şubat 2025

15 Şubat 2025

, ,

Hristiyanlara Mesaj

Son dönemde yaşanan politik, dini ve toplumsal olaylar, Kolombiya’da Hristiyanları epey sarstı sürükledi. Tarihimizin seyrine karar veren bu tür önemli momentlerde biz Hristiyanlar, dinimizin ana esaslarına sıkı sıkıya sarılmak zorundayız.

Katoliklikte esas olan, “komşunu sevmek”tir. Kutsal Kitap’ta “Komşusunu seven, şeriatı ifa etmiş sayılır” [Romalılar 13:8] denilir. Bu sevginin gerçek olabilmesi için onun belirli bir etkiye sahip olması, belirli sonuçlara yol açması gerekir. 

Onca iyilik, onca sadaka, karşılığında az sayıda ücretsiz okul ve ücretsiz ev üretiyorsa o “yardımseverlik” denilen şey, demek ki açları doyurmuyor, çıplakları giydirmiyor, eğitimsizleri eğitmiyor, demek ki bizim halkın çoğunluğunu esenliğe kavuşturabilmek için etkili araçlar arayıp bulmamız gerekiyor.

İktidarı elinde bulunduran imtiyazlı azınlıklar bulmayacak bu araçları, çünkü genel manada bu araçlar, azınlıkların ellerindeki imtiyazlarından mahrum kalmalarını talep ediyor. Örneğin Kolombiya’da daha fazla iş imkânı yaratmak istiyorsak, sermayenin dolara teslim olmaması, o paranın ülkede yatırıma dönüşmesi gerekiyor. Oysa pezo her gün değer kaybediyor, parayı ve iktidarı ellerinde bulunduranlar, paranın ülkeden çıkmasına yasak getirmiyorlar, çünkü böylelikle paranın değer kaybettiği sürecin etkilerinden kurtulma imkânı buluyorlar. O hâlde demek ki bizim iktidarı imtiyazlı azınlığın elinden alıp onu yoksul çoğunluğa vermemiz gerekiyor. Bu devrimin ana unsurudur. Devrim, azınlıklar şiddet araçlarına başvurmak suretiyle çoğunluğun iradesine direnmemeleri durumunda, barış içerisinde gerçekleşebilecek bir şeydir.

Devrim, açları doyuracak, çıplakları giydirecek, eğitimsizleri eğitecek, yardım faaliyetleri yürütecek, geçici süreliğine, ara sıra değil, her daim komşularını, birkaç komşusunu değil, büyük bir kısmını sevecek bir hükümete kavuşmanın aracıdır. Bu sebeple devrim, herkes için sevgi üretmenin en etkin ve en eksiksiz yolunun devrim olduğunu gören Hristiyanlar için hem caiz hem de zaruridir.

Şurası kesin ki “Tanrı’nın şeriatından gayrı şeriat yoktur.” [Romalılar 13:1] Fakat öte yandan, Aziz Thomas’ın da dediği gibi somutta gerekli otoritenin kaynağı halktır. Halka dışarıdan dayatılan otorite gayrimeşrudur ve zorbalıktır. Biz Hristiyanlar, zorbalıkla mücadele edebiliriz, etmeliyiz de. Mevcut hükümet zorbadır, çünkü seçmen kitlesinin sadece yüzde 20’sinin desteğine sahiptir ve aldığı kararların kaynağı imtiyazlı azınlıktır.

Kilisenin dünyevi kusurları hiçbirimizin yüzünü yere düşürmesin. Neticede kilise de insan elinden çıkmış bir kurumdur. Asıl önemli olan, kilisenin aynı zamanda kutsal olduğunu ve biz Hristiyanlar “Komşunu sev” emrine uyduğumuzda kiliseyi güçlendireceğimizi bilmektir.

Din adamlığımın bana bahşettiği görevleri de imtiyazları da geride bıraktım, artık rahip değilim. “Komşunu sev” emri uyarınca gidip devrimin safına katıldım. Bu ekonomik, dünyevi ve toplumsal dünyada bu “Komşunu sev” emrini yerine getirebilmek için o ekmek-şarap ayininde dua okumaya bir son verdim. Komşum benim yüzüme vuracak bir şey bulamadığında, devrim tamama erdiğinde Tanrı’nın izniyle, ayine geri döneceğim. Ben, bu sayede “Adaklarınızı sunağa takdim etmek için geldiğinizde kardeşinizin yüzünüze vuracağı bir şeyler kaldığını hatırladığınız an o adağınızı da alıp gidin. Önce kardeşinizle barışın, sonra gelip adağınızı sunağa bırakın” [Matta 5:23-24] sözü uyarınca hareket etmiş oluyorum. Devrimden sonra biz Hristiyanlar, komşumuzu sevmemizle ilgili emir uyarınca hareket eden bir sistem kurduğumuzu göreceğiz. Mücadele uzun ve artık başlamanın vaktidir.

Camilo Torres

[Kaynak: Revolutionary Writings, Herder and Herder, 1969, s. 172-173.]

14 Şubat 2025

Geçmiş Olsun

Hasta ziyaretinde bulunmak ya da günümüz teknolojisinde telefon açıp “geçmiş olsun” demek gibi dayanışma bildiren sözler, içinde yetiştiğimiz halkın gelenekleri arasındadır. Hastalığın ve kötü durumların geçmiş olmasını dilemek, aynı zamanda muhatabınızın sizin için değerli olduğunun beyan edilmesidir.

Şimdi bu sözün neden bir yazı konusuna dönüştüğünü açıklamak gerekir. “Radikal” demokrasi partisi “eşbaşkanı” milliyetçi parti liderini telefonla arayıp geçmiş olsun dileklerinde bulunuyor. Ülkemizin ona ihtiyacı olduğunu söylüyor. Aslında bu, yeni bir durum değil. Bugün, dünün tekrarıdır ve fotoğrafa yansıyan kare 15 yıl öncesine aittir.

Yıllar önce radikal demokrasi hareketine kendi içinden geliştirilen ilkesel muhalefetçiler birer birer tasfiye edilmişti. Bu süreç, yirmi yıl öncesine kadar sürdürüldü. Her tasfiye edilen grup, görüşlerinin yaşam tarafından doğrulanacağını, orta vadede haklılıklarının tarihe geçeceğini belirtmişti. Öyle de oldu.

45 yılda neler geçti? Artık hiçbir Kürt sol siyaset çevresi kalmadı. Bölgede sol adına hiçbir çevreye siyaset hakkı tanınmadı. İstanbul’da solun kendi kurduğu mahallelere kadar müdahale edilmeye çalışıldı, sol çevreler IŞİD’le ve faşistlerle bir tutuldu. 2005 sonrası süreçte sendikalar delege üstünlüğüyle bitirildi. Bu siyasi çevrenin sendikal bürokrasisiyle ve aldıkları grev kararlarıyla kamu emekçileri ihraç edildi.

Kürtler, umutsuzluğa ve güvensizliğe sürüklendiler. Peşine taktığı sol yüzünden bugün Karadeniz’de halk, sola karşı güvensizlik duyuyor.

Adını koymak gerek: Solun topyekûn tasfiyesi, adım adım bu şekilde gerçekleşti. Hem sol hem de Kürtler, yanlış siyasetin peşinde, tüm demokratik ve mücadeleci dinamizmini yitirdiler. Peşine takılmayan sol “ulusalcı, şoven, Kemalist” ilan edilirken, bugün gelinen nokta, milliyetçi partiye tespih hediye etmek ve ülkenin ihtiyacı diye onlara moral aşılamak.

Bugün Eğitim Sen’e her emekçi şunu sormalıdır: 10 Ekim sonrası işyeri panolarına Ankara Garı önünde katledilen insanların fotoğraflarının yer aldığı afişler asılırken, Kamu Sen buna hangi afişlerle karşılık verdi?

Evet, geçmiş olsun, radikal demokrasi hareketinin, sendikalarının ve solun ideolojik-politik iflası gerçekleşti. Ortada hasta siyaset var.

İlkeli olmak ve ilkesel duruşla öngörüde bulunmak, orta ve uzun vadede kazandırır. Durduğumuz yerden eminiz. Sürekli güncellenen ittifaklara sahip değiliz. Ülkemizi seviyoruz ve ittifakımız ise din, dil, kültür, mezhep, yöre fark etmeksizin, ülkemizin emekçileriyledir. Radikal bir demokrasiye, değil adil ve eşit düzene ihtiyaç duyuyoruz. Bu çevrelerin ittifakları bitmez. Keçiburcu’nda renkli tabutlarla hafıza sergisi açılır, TÜSİAD’da halay çekilir, İmamoğlu’na ve Kılıçdaroğlu’na oy istenir, İdris-i Bitlisi ve Malazgirt üzerinden ittifak güncellenir, Gezi’de tüm STK’lar alana çağrılıp sonra ortadan kaybolunur, hiçbir güvenlik önlemi alınmadan, üç aylık güvensizlik ortamına rağmen, insanlar Ankara Garı önüne çağrılır.

Tüm bu sürece rağmen yaşanan güncel durum itibariyle emek ve özgürlük ittifakında yer alıp kendilerine “sol ve sosyalist” diyen partiler bu ittifaktan çıkmazlarsa, sınıf uzlaşmacısı ve burjuvazinin ortaklarıdır. Ki zaten çıkamazlar. O zaman onlara da geçmiş olsun.

Hâlen bu sendikalarda, partilerde, çevrelerde kalan insanlar varsa ve bu kadarına “tamam” diyorlarsa, bu çevrelerle yan yana gelmek sınıfa ihanettir. Yan yana gelmeyeceğiz.

Çözüm, emekçilerin kendi ellerindedir. Bu çözümün gerçekleşmesi için de önce gerçek kabul edilmelidir. Tarihe ve güncel duruma rağmen birileri hâlen çıkıp solculuk oynamaya çalışıyorsa, sınıf bilinci olan her emekçinin tarihsel sorumluluğu bu gerçeği her platformda dile getirmektir.

S. Adalı
14 Şubat 2025

13 Şubat 2025

Dibe Vurma Pratikleri

Türkiye Kamu Sen’in Niğde temsilciliği tarafından kadınlar buluşması düzenlenecek. Erkek üyelere kapalı bu etkinlik, kadınlara yönelik. 

Etkinliğin katılımcısı da Ankaralı Yasemin.

İlk başta bunun ne olduğu, sendikacılık mı yapıldığı, haremlik selamlık sendikal etkinlik mi yapıldığı sorusu yöneltilebilir. 

Gerçek, eksik değerlendirilmemeli.

Neden-sonuç ilişkisi, tartışma dışı bırakılmamalı. Evet, bu yapılan da sendikacılık değil. İlgili sendikanın ideolojik olarak ülkücü hatta durması, bu etkinliği açıklamakta yetersiz kalır. Bu yolu solun ve Kürt milliyetçilerinin biricik sendikası KESK açtı.

KESK, kadınlara yönelik ayrı etkinlikler ve dergiler çıkarıyor. Kaç yazıda öğretmenlerin kültür, sanat ve politik düzlemde yazı gönderebileceği bir dergiyi Eğitim Sen yayımlamalı demiştik fakat bu dergiyi şu an Eğitim İş “Ekenek” adıyla yayımlıyor. KESK ve Eğitim Sen ise akademik teşviğe uygun hakemli akademik dergi, Kadın dergisi ve bülteni yayımlıyor. Kadınlar için giysi takası, kahvaltı buluşması, beden atölyesi, kitap okuma etkinlikleri düzenliyor. 

Kadın meclisi istediği politik ittifakı radikal demokrasi partisinin politikalarına uygun şekilde kuruyor, sendikanın bu anarşizme müdahalesi devre dışı bırakılıyor. Sirtaki ve yoga atölyeleri, kadınların film izleme etkinliği... Teknelerde, otel lobilerinde, termal otellerde, şubelerde alkollü kokteyller düzenleniyor.

Sendika içindeki sol partiye yakın grup Meclis Meyhanesi adlı yerde dayanışma gecesi düzenleyip davetiyeye Gülten Akın’dan dizeler yazıyor. Diğer sol bir sendikal grup da şube yöneticileriyle ortak bar ve meyhane açıyor. Tüm bunlar, Gezi sonrasının Taksim’inde gerçekleşiyor.

Yol bir kere açılınca gerisini Eğitim İş getiriyor. O da teknede kokteyl, kadınlara özel etkinlikler düzenliyor. Solun liberalleşme sürecinde post Marksist ve liberal tezleri Birikim boca ederken, bunun pratiğini KESK üretiyor. Biri teorik diğeri pratik bir dibe vuruşun yolunu açıp emekçiyi oraya sürüklüyor.

Bu yolun kapısını Gezi açtı. Kimse de Gezi'nin sivil toplumcu zaferini tartışmıyor. Öyle olmasa neden Kavala ve onun gibi liberaller tutuklansın? Gezi'den dolayı bunların hapiste olmasını kimse sorgulamıyor. Liberal bir gösterinin kanaat önderleri de liberal olmak zorunda çünkü Gezi’den tutuklanan tek sosyalist yok.

Yol bir kez açılınca Sol Parti, dayanışma konserine Gazapizm’i davet ediyor, bira satıyor. 1 Mayıs sahnesine Bandista çağrılıyor. Mustafa Ceceli’ye Ankara’da 1 Mayıs sahnesi veren konfederasyonla KESK ve DİSK arasında fark olmadığını sınıf görmek zorunda. Sınıf mücadelesinde sanat, spor, müzik, logo, slogan, amblem kitleye gösterilen kimlik ve değerler toplamıdır.

Yola düşenler arasında radikal sol diye kendini tarif edenler de var. Onlar da Avrupa’da düzenledikleri gençlik festivalinde dansöz oynatıyor, hem de canıyla bedel ödemiş insanlarının fotoğraflarının önünde.

Ahlak da bu, siyasetleri de. Buradan ileriye bir adım gelişmez. İdeolojik savrulma en çok da ahlakı bozuyor. Bu sendikalar arasında biçimde farklılık olsa da özde aynılık gün gibi gerçektir. Bu gerçek yerle bir edilmedikçe sömürülmek kaçınılmazdır.

Şimdi duvarlara yazılan o faşist ırkçı sloganları KESK’in niye silmediği daha rahat anlaşılabilir. Kutsadığı radikal demokrasi partisi, Ankaralı Yasemin’e sahne veren sendikanın peşinden gittiği partiye tespih hediye eder. DİSK’in peşinden gittiği CHP belediyesi de Tarkan’a ve Gülşen’e sahne verir.

Sahne de duvar da işçi emekçinin olacak. Bizi sömürenlere tespih diye hediye etmek isteyenler bilmeli ki emekçilerin içine çıkacak yüzünüz olmayacak. Her platformda ve iş yerinde bu gerçeği dile getireceğiz.

Tarihe Not: Gizli gizli İştiraki okuduklarını biliyoruz. Bugün seçmeli Kürtçe dersi için Hüdapar’a dilekçe kampanyası düzenletiliyorsa, Eğitim İş kültür ve sanat dergisi çıkarıyorsa, Yeni Yaşam göstermelik bir özürle Nazım konulu yazı için açıklama yapıyorsa, 25 Kasım’da Filistin direnişçisi kadınların fotoğrafları taşınıyorsa bu Eğitim Sen’in, solun, KESK’in ve onların biricik yayınlarının sessiz kalmalarının suçu olup İştiraki’nin bu müdahaleyi ilkesel olarak anında gerçekleştirmesindendir. Bu müdahale aforoza, saldırıya, algı çarpıtmasına rağmen, mücadelemizin ideolojik gereği olarak devam edecek.

S. Adalı
11 Şubat 2025

12 Şubat 2025

,

Eleştiriye Dair


Bize mevcut sendikaların, partilerin, çevrelerin güvenilir oldukları, her birinin de geçmişte ödedikleri bedellerle bugüne geldikleri, temellerinin sağlam oldukları, bu yüzden de eleştiri oklarını sivriltmenin mücadeleye zarar verdiği söyleniyor. Bu tam bir safsatadır. Öncelikle bir sınıf hareketinin umut ve güven vermesi iki noktadan anlaşılabilir. Doğrudan pratik açısından üretimlerine bakmak gerekir.

Sendikal bürokratların ördüğü ve öremediği sendikal eylem pratikleri, o sendikanın yukarıdan aşağıya mücadele biçimini ve hattını ortaya çıkarır. İkinci nokta ise bir sınıf hareketinin insan yapısıdır ki onu da o çevre verir.

Artık Marksist bir ölçüde ideolojik hattı tartışmanın zamanı çoktan geçti. Diyalektik gereği ahlak da ideolojiktir. Ortada ahlaki bir sorun var. Bizim dertlerimizle solun ve sendikalarının dertleri arasında uçurum var. Nedir bu ahlak sorunu?

Bir sendikanın yöneticisi, bar-meyhane açıyorsa bu ahlaki bir sorundur. Sendika üyesi, özel ders peşinden koşup sınıf mücadelesine güven duymuyorsa da bu da bir sorundur. Sendika üyesi, ev alıp onu da eşyalı duruma getirdikten sonra ev kiralarının 15-16 bin bandında olduğu dönemde “25 bin ama bizim üyelere 20 bin” diyorsa ki bunu da sendika WP grubunda açıkça yapıyorsa, o dönem maaşın yarısını kira olarak talep ediyorsa bu ahlaki sorundur. Sendika üyesi ya da partiliye “yoldaş” dediği insan evini “kiracı” olarak bile açmıyorsa bu yozlaşmadır.

Ülkede açlığın sefaletin kol gezdiği ortamda teknede ve otelde kokteylle dünya öğretmenler günü kutlanıyorsa, alkolsüz hiçbir etkinlik düzenlenemiyorsa, sendika şubeleri feminizm ve yoga salonuna dönüştürülüyorsa bu yozlaşmadır. Yoldaşlıktan yozdaşlığa geçiş böyle gerçekleşiyor.

Ortak ev satın alıp Airbnb denilen kiralama uygulamasıyla para kazanan şube yöneticilerinin olduğu yerde program değil ahlak tartışmaya açılmalıdır. Birey ayrı, yönetici ayrı ele alınmalıdır. Birinde kendi yaşamı, diğerinde temsiliyet devreye girer. Birbirine araç satanlar, kafe açıp sendikal çevreyi oraya çekenler, ev alıp ev satarak para kazananlarla değil yoldaşlık, aynı yola bile çıkılamaz.

İhraçlara neden dayanışma fonu açılıyor tartışmasını sınıf temeli üzerinden açanların yönettiği sendikalarda sendikal bir hat oluşturup mücadele edilmedikçe o sendikalarda kalmanın da bir anlamı yok. Birileri ilkesel şekilde açlık grevi yaparken teknelerde alkol alanlar çöldeki insanın karşısında su içiyorlardır.

Ortada ahlaki bir sorun var. Dört üyenin bir delege seçip de genel oyun olmadığı yerde politik mülkiyetçilik ve yasakçılık vardır. Üyelerini ihraca götürecek grevin imzasını atan sendika başkanı “âkil insan” zoru görünce çareyi mültecilikte buluyorsa bunun adı üyeyi tuzağa çekmektir. Sınıf hareketi açısından hendek sürecinin de anlamı burada aranmalıdır. Mesele Kürtlükse, kaçan sendika başkanı kendi davasının kaçağıdır/kaçkınıdır.

Evet, ortada ahlaki bir sorun var. Sol ve sendikalar aracılığıyla emekçi sınıflar on yılı aşkın bir süredir tuzağa çekildiler. Marketler boykot edilmedi. Seküler kesimin ev sahibi olduğu semtler bir kamu emekçisinin maaşına denk kiralara ulaştırıldı, neden sol ses çıkarsın ki kira zammına!

Uyuşturucu kullanımına karşı rapor ve çalışma hazırlamayan sol ve sendikaların asıl gerçeği yozlaştırma politikalarının ucunun kendilerine dokunacağıdır. Nasıl bir laiklik kaygısı var ki solun ve seküler kesimin tüm meyhane ve barları açık. Kaldırıma masa atma üzerinden zabıtayla çıkan tartışmanın özü de sekülerlik-muhafazakârlık zemininden değil, rant üzerinden ele alınmadıkça emekçileri savunduğunu söyleyenlerin gerçek yüzü ortaya çıkarılamayacaktır.

Ortadaki ahlaki sorun, bir insanın arkadaşının kavgasına iştirak ettiğinde bile zordaki arkadaşı onu terk ederse bunun adı ihanettir. İnsanları Saraçhane’ye çağıran sendikalar, CHP’nin peşinden giderek alanı terk edip yuhalanmıştır. OHAL’de de Saraçhane’de emekçileri dövdüren bu sendikalardır. Bunun adı ihanettir. Eleştiri yapıcı değilmiş ama yapıcı eleştiri dosta sunulur. Sınıf ihaneti içinde debelenen bir avuç sendika bürokratına karşı eleştiri yapıcı olursa bunun adı da iç reformizmdir. O sendikalarda neler tartışıldığı ve ne ayak oyunları döndüğü açığa çıksa sorunun ne kadar ahlaki olduğu daha net anlaşılır. İnsanca yaşayacağımız düzenin gelmesini geciktiren her çevre ve sendika reformisttir.

Ahlak ve ilke sınırını aşanlara karşı hiçbir şekilde sessiz kalmayacağız. Geçmişin bedellerini çiğneyenler, eleştirdiklerimizdir. Sınıf mücadelesinin ilkeleri ve bedellerle ürettiği değerler, bizim ahlak yasamızdır.

S. Adalı
11 Şubat 2025

11 Şubat 2025

Potansiyel, Tasfiye, Yenilgi


Giriş

1. On beş yıl önce Ahmet Türk, sorun çözülebilecekse ancak kendi kuşağıyla çözülebileceğini, genç kuşağın uzlaşmaya uzak olduğunu ve kontrolünün zor olduğunu söylemişti.

2. 2011-2012 sürecinde Kürt siyasi partisi hem meclisteydi hem de belediyeleri yönetiyordu.

3. 2012 sürecine kadar KESK’in, sendikaların ve solun tüm eleştirilere rağmen sınıflar mücadelesinde etkisi vardı.

4. 2012’de 4+4+4 getirilirken Eğitim Sen, başlayacak çözüm sürecine “zarar vermemek” için eğitime dair pedagojik ilkelerinden vazgeçti.

5. Gezi başlamadan çevrecilerin eylemlerinde bir vekil öne çıkıp tüm sivil toplum kuruluşlarını Taksim’e çağırdı, sonra kitleler sokağa çıkınca bu vekil ortadan kayboldu. Şimdi de Gezi nedeniyle açılan davalarda adı bile geçmiyor.

6. 2013’te Ahmet Türk’ün bahsettiği gençliğin “potansiyeli” önce solun, müzik gruplarının ve eleştiri kültürünü geliştirmeye çalışan çevrelerin üzerine yönlendirildi. Linç, saldırı, aforoz pratikleri bu gençler üzerinden yeniden üretildi.

7. Çözüm sürecinin bittiği dönemi kadar anadil dersleri açılması için bölge halkına boykot düzenletildi.

8. 2014’te Suriye’nin kuzeyine IŞİD çeteleri saldırınca Kürt siyasi partisinin başkanı halkı sokağa çıkmaya çağırdı, halk sokağa çıktı, elli insan yaşamını yitirdi.

9. Gezi’de öne çıkan vekil, çözüm sürecinin müzakere heyetinde yer aldı ve Kavala’nın selamını iletiyordu. Kavala şimdi mahpus, vekil aynı yolda ilerliyor.

10. Haziran 2015 seçimlerinde Kürt siyasi partisi tek başına barajı aşarak 82 vekil çıkardı, önceki belediye seçiminde yüz civarı belediyenin yönetimini kazandı.

11. Çözüm süreci sona erince hendekler kazıldı. Bu hendekleri “kimin” kazdırdığı hâlen “muamma”. Gençlerin kendi başına bu işlere kalkıştığı söylendi. Kimse sorumluluk almadı ama belediyenin iş makineleri hendek kazdı. Ahmet Türk’ün bahsettiği gençlik buydu galiba!

12. Sendika bu süreçte grev kararı aldı, akademisyenler bildiri imzaladı. Her ikisi de tek taraflı çağrı yaptı. Sur’da çatışmalar sürerken Ofis semtindeki kafeler dolup taşıyor, insanlar bu duruma aldırış etmiyordu çünkü kimse onlara düşüncesini sormamıştı. Erk Acarer bir yazısında bahsetmişti, Sur’a yakın bir çay bahçesinde insanların Survivor izlediğini. Bu durumu işletmeciye sorunca mealen şu yanıtı alıyordu: “N’apalım Erk Bey, bizim de canımız yanıyor ama acımıza da Survivor iyi geliyor.” Öyle ya aynı belediye Sur’a yakın semtlerde bisiklet yolu inşa ediyordu aynı dönemde.

13. Duraklarda, otobüste, yolda yürürken insanlar Kürt milliyetçiliğinin saldırılarında yaşamını yitirdi.

Gelişme

14. OHAL geldi. Sendikanın grevine katılan emekçiler işinden oldu. Bu süreçte neden böyle hareket edildiğinin hesabını kimse vermedi. Bu konuda sendika, sol ve Kürt milliyetçileri tek sözcük eleştiri kabul etmediği gibi özür de dilemedi, ağzını açanı da “Kemalist, şoven, ulusalcı” diye yaftaladı.

15. Bölgenin birçok kenti, ilçesi ve beldesi zarar gördü. İnsan, tarih, coğrafya, Kürt milliyetçilerinin politik açmazı yüzünden yerle yeksan oldu. Bölgede belediye otobüslerine dilinin ve kültürünün kimliği olduğunu yazan Kürt siyasi partisi halkın yaşadığı evlerin arasına belediyenin iş makinelerini yolladı. Ne Bağdat ne de Basra kaldı.

16. Sendikalar grev ilan edemez, üye de greve katılamaz noktaya getirildi. Bu da yetmiyormuş gibi sendikanın olağan genel kongresinde “Demokratik Uygarlık” adı altında sınıfı reddeden broşür dağıtıldı. Şu an KESK’in fiili tüzüğü ve programı o broşürdür.

17. Ahmet Türk’ün bahsettiği o gençlik kalmadı. Bölgede eğitimli orta sınıf ailelerin bile evlerinde çocuklara Kürtçe öğretilmiyor, Kürtçe konuşulmuyor.

18. Kürtçe dersler için boykot düzenleyen halk, artık seçmeli Kürtçe dersi için bile dilekçe vermiyor. O dersin açılması için Hüdapar stant açıp imza topluyor. Şu meşhur paradigma kavramının değişimi ve acı sonuçları.

19. Artık belediyelere atanan kayyumlara bile ses çıkarılmıyor.

20. Kürt siyasi partisinin ne 82 vekili ne 100 civarı belediyesi ne Kürtçe dersler için boykot düzenleyecek bir halk dinamizmi ne de o gençliği kaldı. Yanında sendikacılığı ve solu bitirdi. Bölgedeki öğretmenlere sendikanın bir sivil toplum kuruluşu olduğunun propagandasını yapan sendika bürokratları, her kimlik politikasına dayanan güncel siyasetin sorununda protesto amaçlı grev yapılmasının talep edilmesine neden oldu, amaçları da buydu zaten: İşçi sınıfı tarihi özne olma özelliğini yitirmişti! O işçi sınıfı OHAL şartlarında bile greve çıkmıştı.

21. Bugün en ağır sınıfsal koşullarda bile tüm toplumsal dinamikler ve potansiyel yerle bir edildiğinden sömürülmeye devam ediyoruz. Buna rağmen, hâlen sömürülenlerin ve ezilenlerin durumunu buraya taşıyan sol ve Kürt siyasetinin politikacıları dönüp halkı suçluyor.

22. Halk sınıflarının yozlaştırılması da hız kesmiyor.

Sonuç

Bugün demokratik siyasetin yolunun açılmasını talep edenler, ne belediyelere atanan kayyumu ne o açılan hendeklerin hesabını ne sömürülmeyi ve ezilmeyi ne Kürtçeyi ve Kürtçe dersleri ne de ihraçları önemseyip umursuyor. Ahmet Türk o gençlikten hiç bahsetmiyor, yönettiği belediyeye kayyum atanmasının önemli olmadığını çünkü makam derdi olmadığını söylüyor. Şu açıklamada bile halk gerçeğinden uzaklık var. Makam, halka değil bireye indirgeniyor, temsille kariyer takas ediliyor.

Özetlemeye çalıştığımız sürecin hesabını vermeyenlerle nasıl bir yol alınacağını hâlen bilmeyenler varsa kendi siyasetini ve ideolojisini bitirmek istiyordur. Bu ittifaklar bitmez.

80 sürecinde Taner Akçam’a mektup yazılıp sol-Kürt ittifakı talep edilir. Önce Kürt solları tarih sahnesinden silinir, 90 sonrası da ülke solu biat ettirilir, sonra da “Türk solunu başıboş bırakmayın, sorun çıkaran varsa vekillik verin, aşın bu sorunları” denir. Sonra CHP ile Kemalizm ittifakı kurulur, ikinci çözüm süreci başlayınca CHP ile kavgaya tutuşulur. İdris-i Bitlisi-Yavuz ittifakı güncellenmek istenir, o da olmazsa Malazgirt ittifakı güncellenir. Çanakkale’de birlikte savaştıklarını söyleyenler o zaman bu coğrafyada gerçekleşen tüm ezme pratiklerinin de ortak sorumlusudur. Tarih, bugün ezilenin dün muktedir bileşeni olduğu gerçeğini değiştirmez. “Ermeni lobisi” dediğiniz Ermenilere dönüp 150 öncesinin hesabını veremiyorsunuz. Bu ittifaklardan bir şey çıkmaz halk sınıfları adına. Her ittifakınızda sola vurursunuz.

Tarih geriye dönmüyor. O gençlere ne olduğu, kimlerin onları kendi politikasına göre öne sürdüğü, neden her siyasetçiye ideolojik ayrım yapılmadan tespih edildiği, ihraçların işe geri alınmasının neden talep edilmediği Ahmet Türk’ün ve Gezi’deki o vekilin şahsında Kürt siyasetine sorulmadan dönüp bizlere eleştiri getirilmemelidir. Varsın “Kemalist, işçici, ulusalcı, şovenist, Türk solu” desinler. Bilinmesi gerekir: bugün dünün tekrarıdır. Bu tekrara düşmeden tarihin akışına ayak uydurmak zorundayız.

Gerçekle yüzleşmek çok ağırdır. O gerçeğin içinde bedeller ödenen tarih varsa bu daha da ağırlaşır. Tüm bedellere ve değerlere rağmen bugün Kürt siyasi hareketinin, onun peşine takılan solun, sendikaların ideolojik-politik iflası gerçekleşti. Bugün sendikal üyeliği ve sınıf mücadelesini tasfiye edenler bu sendikalar ve onları yöneten soldur.

TKP özelinde bir gerçek vardır: Kitlesel genişleme sağlanınca ardından tasfiye gelir. Önce balon uçacak kadar şişirilir, sonra da o balonun uçmaması için havası indirilir. Bugün yaşanan elli yıllık sürecin özeti ve sonucu budur. Ezilenin ve sömürülenin mücadelesi ve potansiyeli tasfiye edilmiştir. Bu süreçte ezilenin ve sömürülenin talebi değil, onlar lehine karar alanların hesapları adına mücadele ters yüz edilmiştir. Şimdi “KESK’e çökeceklerdi ben kurtardım” diyenle tespih hediye eden aynı fotoğraftadır. Eşit ve adil bir yaşam mücadelesinde bu sürecin mimarları ideolojik olarak reddedilmelidir.

23. O gençlerin ardılları olan kuşak şimdi milliyetçi, nasyonal-ırkçı, Barzanici anlayışa sürüklendi.

24. Bu süreç başarısız olursa on binlerce insan öleceğini, solu başıboş bırakılmaması, darbeyi önlediğini söyleyenlerin dedikleri gerçek oldu. Geriye sadece acılar ve muammalar kaldı.

S. Adalı
10 Şubat 2025

10 Şubat 2025

,

Kaba Brecht

Bertolt Brecht’in asarı, iki açıdan kaba bulunur. İlki, onun toplumsal gerçekliği sahnede tüm açıklığıyla aktarırken alt sınıfların dilini kullanmasıyla alakalıdır. İkincisi ise Marksizmi estetik ve incelikli yorumlar değil, basit ve kaba sorular üzerinden dile dökmesiyle bağlantılıdır. Brecht, “Kimler neye sahip?”, “Kimlerin faydasına?”, “Bedeli kim ödüyor?” gibi sorular sorar.

Brecht, Pozitivizm ve Frankfurt Okulu

Batı Marksizminin genel anlatısında Brecht, sadece tiyatro eserleriyle değil, radikal pozitivizmin destekçisi olarak da önemli bir yer işgal eder. Brecht, her şeyin bilinebileceği konusunda zerre şüpheye sahip değildir. Sosyal adalet, sömürü ve savaşlardan istifade edenler, kendilerini ortaya koydukları vakit gözle görülür olan şeylerdir. Bu anlamda, Brecht’in asarının didaktik bir işlevi vardır.

Brecht, ürettiği eserlerle aydınlatma işine ortak olmak istiyordu. Onun “epik” veya “diyalektik” tiyatrosunda amaç, seyirciyi analize teşvik etmekti. Özdeşleşmeye, karakterlerle fazla empati kurulmasına mani olmak adına yabancılaştırma efektlerine başvuruluyordu. Oyunun içeriği ile kişinin hayatının içeriği arasındaki duvar kaldırılıyordu ki hem izleyiciler hem de karakterler için alternatif yollar dile dökülebilsin.

Bu pozitivizm spektrumunun diğer ucunda ise Frankfurt Okulu duruyordu. Okula göre, tüm bilginin üzerini mevcut koşullar örtmüştü. Buradan da okul mensupları, burada ve şimdide olan üzerinden burayı ve şimdiyi nasıl aşacağız sorusunu soruyorlardı.

Solcu, eleştirel, hatta devrimci oyunlarda bile Adorno, çoğunlukla şeyleşmenin ve yabancılaşmanın yeniden üretildiğini görüyordu. İzleyen kişi, bir eseri tükettiğinde gündelik tüketimci ideoloji yaşama imkânı buluyordu. Bu anlamda, kapitalist bütünlük kendi düşmanlarını kucaklamaktaydı. Sadece kendi temellerinin bilincinde olan bir toplumu değiştiren pratik içerisinde özgürlük için mücadele edilebilirdi.

Brecht, Frankfurt Okulu’na hiçbir zaman dost olmadı. Sırdaşı olan Walter Benjamin bile kafası karışık biri olarak görülüyordu. Zira eleştirel teori denilen şey, öğrettiklerinden daha çoğunu gizleyen bir teorik faaliyetti.

Frankfurt Okulu, sanatın araçsallığını onun kültür endüstrisinin bir kopyası hâline gelmesi üzerinden eleştirirken, Brecht araçlara değinme ihtiyacı duymuyordu. Onun derdi başkaydı. O, sanatı sıradan insanlara taşımak istiyordu.

Brecht’in Mirası

Sanatı sıradan insanlara taşıma iradesi, Brecht’in mirasını bugün de özel kılan ana husustur. Tarihçi Todd Cronan’ın da dile getirdiği biçimiyle, bugün sol, Adorno’dan çok Brecht’e ihtiyaç duymaktadır.

Cronan’a göre, Adorno ve Horkheimer, Alman solunun Holokost öncesi Hitler faşizminin merkezinde duran antisemitizme dair yanlış değerlendirmesinin ekmeğini fazlasıyla yedi. Bu yazarlar, somut teorik yanlışlarına eğilmek yerine başkalarının idrak etme becerisini sorguladılar. Belirgin bir kibirle hareket etme imkânı buldular.

Brecht ise sağlam bir faşizm teorisi ortaya koyamasa da antisemitizmin ve ırkçılığın temel niteliğini, kitleleri sınıf mücadelesinden uzaklaştıran yönlerini görmeyi bildi.

Rethinking Marxism dergisinde çıkan yazısında Neil Levi, bu değerlendirmeye katılmıyor. Adorno’nun yanında Brecht’e de şu soruyu soruyor: “Bir kişi sahnede öğretmen gibi dururken seyircinin pasif kalmasına nasıl mani olacak?”

Brecht, sporu çok severdi. Taraftarların kendilerini atletlerle veya takımlarla özdeşleşmesine önem verirdi. Aynı duygunun sahneye de taşınmasını isterdi. İnsanların boks maçındaki gibi tiyatroda sigara içmesine ses etmezdi. Duygu ve dürtülerin değerini görürdü.

Futboldaki durum, atletizmdeki durumdan farklı. Maçı izleyen, durumunun farkındadır. Bağırır, öfkeli bir kalabalık olarak hareket eder. Maçın ardından günlerce maçla ilgili yorumda bulunur. Futbolcuları ve teknik direktörü eleştirir.

Levi, Brecht’in büyük bir dava için bireyin kendisini feda etmesi fikrini fetişleştirdiğini söyler. Bu noktada 1930 tarihli Karar isimli didaktik oyunundan bahseder. Oyunda devrimci komitenin bir yoldaşın kötü davranışı konusunda yürüttüğü yargılama sürecine yer verilir. Çile çeken halkla empati kurulur ama yoldaşlar ve üstlenilen görevin başarısı bir biçimde tehlikeye atılır. Neticede yargılanan yoldaş idam edilir.

Oyunun amacı, kişinin yüce bir ideal uğruna kişisel duygularını bir kenara koyması fikrini aktarmaktır. Oysa Marx, büyük bir dava için bireyin kendisini feda etmesini hiçbir vakit istememişti. Ona göre, devrimci dönemlerde feda olağan bir şeydi. Vakit geldiğinde, her gün sömürülen işçilerden kendilerini feda etmeleri tabii ki talep edilebilirdi.

Kaba Düşünme Pratiği

Brecht, genelde kaba düşünme pratiği üzerinden eleştirilir. Örneğin Frederic Jameson, bu düşünme pratiğinin maddi çıkarlar üzerinden hâkim ideolojiyi sorgularken başvurduğu yabancılaştırma tekniğinin bir başka biçimi olduğunu söyler.

Alain Badiou de “Acemi Düşünme Biçimi” başlıklı yazısında maddi çıkarları sorgulama pratiklerinin “kaba” olduğunu söyler. Brecht’in Okumuş Bir İşçi Soruyor şiiri buna örnek verilebilir:

Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız kralların adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
Bir de Babil varmış, boyuna yıkılan,
kim yapmış Babil'i her seferinde?
Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
altınlar içinde yüzen Lima'nın?
Ne oldular dersin duvarcılar Çin Seddi bitince?
Yüce Roma'da zafer anıtı ne kadar çok!
Kimler acaba bu anıtları diken?
Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri?
Yok muydu saraylardan başka oturacak yer
dillere destan olmuş koca Bizans'ta?

Atlantis’te, o masallar diyarında bile,
boğulurken insanlar uluyan denizde bir gece yarısı,
bağırıp imdat istedilerdi kölelerinden.
Hindistan'ı nasıl aldıydı tüysüz İskender?
Tek başına mı aldıydı orayı?
Nasıl yendiydi Galyalıları Sezar?
Bir ahçı olsun yok muydu yanında onun?
İspanyalı Filip ağladı derler
batınca tekmil filosu.
Ondan başkası acaba ağlamadı mı?
Yediyıl Savaşını İkinci Frederik kazanmış ha?
Yok muydu ondan başka kazanan?

Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı.
Ama pişiren kimler zafer aşını?
Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam.
Ama ödeyen kimler harcanan paraları?

İşte bir sürü olay sana.
Ve bir sürü soru.

[“Okumuş İşçinin Soruları” -1935/1936, Çeviri: A. Kadir]

Burada şair, basit sorular sorarak, büyük insanları ve savaşlardan zaferle çıkanları odağa yerleştiren, işçilerin rolünü görmeyen tarihyazımını ifşa ediyor ve zenginliği esas üretenlerin bilince çıkartılmasını sağlıyor. Okuldaki ve toplumdaki tarih algısıyla okumuş işçinin tarih algısı farklı. İşte tam da bu farklılık, basit sorularla açığa çıkartılmalı.

Brecht’in şiirinde ve düzyazılarında karşılık bulan “kaba düşünme pratiği”nin asıl kaynağı, esasında Walter Benjamin. “Tarih Anlayışı Üzerine” (1940) isimli makalesinde Benjamin, Marksistlerin geleneksel kabullere karşı gelip tarihin üzerindeki örtüyü kaldırmaları gerektiğini söylüyor. Ona göre, hâkim tarihyazımının gizlediği gerçekleri belirlemek için öncelikle Marksist yöntem ve içerik bilince çıkartılmalı. Brecht ise tarihteki çelişkilere dair nükteli sözler sarf ederek veya o çelişkilere dair sorular sorarak okurlarına ve seyircisine açık kapılar bırakıyor.

Benjamin, “kaba düşünme pratiği”ne dair fikriyatı isimsiz yayınladığı bir eleştirisiyle biçimlendiren isim. 1934 tarihli Üç Kuruşluk Roman’ı için yazdığı yazıda şunu söylüyordu: “Bugün asıl mesele, acemice, hoyratça düşünmeyi öğrenmektir.”

Benjamin’e göre, bu hoyratça ve acemice düşünme pratiği, teoriden pratiğe hızla geçişin yolu. Pratik, maddi dünyayı, dolayısıyla bilinci değiştiriyor. Ardından kendisini eksik teoriye hâkim bilinç olarak dayatıyor. İşte tam da bu yüzden “hoyratça düşünme” bu denli etkili.

Spectrum of Communism
16 Kasım 2023
Kaynak

07 Şubat 2025

,

BSW, Sol-Muhafazakarlık ve Ulusal Aidiyet


Bu yazıda sol-muhafazakârlık olarak adlandırılan çizgi üzerine bir tartışmaya girişeceğim. Sol-muhafazakârlık, “sol” ve “muhafazakârlık” gibi uzlaştırılması pek mümkün olmayacak iki kavramı bir araya getiriyor. Solun devrimcilikle olan tarihsel-küresel özdeşliği düşünüldüğünde ilk başta âdeta bir kavramsal zorlama, hatta oksimoron ile karşı karşıya olduğumuz düşünülebilir. Keza ülke bağlamımızda solun gelişim tarihinin özgünlüğü de (Kemalist “Devrimcilik” ve Sosyalist “Devrimcilik” arasındaki süreklilik ve kopuş) bu kavramın ne demeye geldiğine dair soru işaretlerini doğal olarak artıracaktır.

Sol-muhafazakârlık kavramı, Almanya’nın yeni sol-popülist partisi BSW’nin (Bündnis Sahra Wagenknecht, Sahra Wagenknecht İttifakı) lideri Sahra Wagenknecht ve partiye yakın entelektüeller tarafından kullanılıyor. Kavram, BSW’nin kendi özgün platformunu oluşturma, Sol Parti ve Yeşiller gibi küçük-burjuva “ilerici” blokla arasında bir fark koyma çabasının ürünü. Kavramı bu tartışma açısından önemli kılan yanı, salt Almanya muhalefeti içinde yeni bir çizgiyi tanımlıyor oluşu değil; daha önemli olan, bu çizginin bir toplumsal-siyasal karşılığı olabileceğine dair alametlerin beliriyor oluşu. Sol Parti’den (Die Linke) Sahra Wagenknecht öncülüğünde ayrılan bir ekip tarafından kurulan BSW, önce Avrupa Parlamentosu ve daha sonra da Thüringen, Sachsen ve Brandenburg gibi Doğu Almanya eyalet seçimlerinde kayda değer bir başarı yakaladı. Son derece yeni bir parti olmasına rağmen BSW, Doğu Almanya’da %10-15 bandına yerleşti ve ülke genelinde de %10’a doğru bir gelişme gösteriyor.

Peki kavram, mucitleri ve icracıları tarafından nasıl tanımlanıyor? Partinin önemli fikri ilham kaynaklarından biri olan ve kapitalizmin siyasal iktisadı üzerine çok sayıda eseri ile tanınan akademisyen Wolfgang Streeck, sitemizde de yer verdiğimiz mülakatta şunu söylüyor:

“BSW ile ilgili olarak da şunu ekleyeyim: siyasi hareketleri, kültürel olarak özgürlükçü veya muhafazakâr ve sosyo-politik olarak ilerici veya liberal olmak üzere iki boyutta kategorize edebilirsiniz. Bu dört siyasal alana tekabül eder ve bunlardan üçü hâlihazırda doludur. Kültürel olarak muhafazakâr ve sosyo-politik olarak ilerici siyasal alan ise henüz boştur. BSW’nin kalıcı olarak yerleşebileceği ve benim de kendimi rahat hissettiğim yer burasıdır.”[1]

Streeck, kültürel özgürlükçü cepheye karşı kültürel muhafazakâr tarafta yer almayı önerdiğinde, belirli bir tarihsel süreç içinde ortaya çıkan toplumsal ortaklaşmaların, değerlerin, normların çözülmesi tehdidine karşı toplumun direncinden yana tavır almak gerektiğini ifade eder. Bu ortaklaşmaların çözülmesinin, birbirine ilgisiz ve duyarsız bireylerden ve paralel topluluklardan oluşan bir anonim toplama yol vereceği ve bunun da ulusal/kolektif “biz” duygusunu ortadan kaldıracağı uyarısını yapar Streeck. Bu uyarının Almanya bağlamındaki arka planını ise süregiden kitlesel göçün yarattığı riskler oluşturmaktadır.

Tam da bu noktada son derece kritik bir farkın altı kalınca çizilmeli. Streeck’in yazıyor olduğu bağlamda, hâkim toplumsal normların değişen düzeylerde dışladığı gruplar en temel hakları ve tanınma talepleri düzeyinde hukuki-siyasal güvencelere sahiptir. Streeck, kültürel sürekliliklere ve ortaklaşmalara duyulan arzuyu “kültürel muhafazakârlık” olarak adlandırırken, bu grupların sahip olduğu hukuki ve kurumsal güvenceleri sorunsallaştıran değil, verili alan bir yerden konuşmaktadır. Dolayısıyla Streeck’in ve aslında BSW’nin kültürel muhafazakâr konumu, azınlıkların, kadınların, LGBTİ+ topluluğunun, göçmenlerin eşitlik taleplerini bastırmaya yönelik bir otoriter çağrı içermiyor.

Sahra Wagenknecht, aşağıdaki satırlarda tam da bu olası yanlış anlamaya karşı konumlarını netleştirmektedir:

Burada, toplum odaklı muhafazakâr değerlere dayanan bir programın ilerici ve çoğunluğa hitap eden bir gelecek tasarımı olarak önerilmesinden bahsedildiğinde, kadınları eve hapseden, eşcinselliği bir hastalık olarak gören, egzotik görünümlü insanlara temelde şüpheyle yaklaşan ve en soylu vatandaşlık erdemini otoritelere boyun eğmekte gören eski, bağnaz bir dünya görüşünü diriltmekten söz edilmiyor. Bugünkü mülkiyet ve servet dağılımını kutsal ilan etmek ise hiç söz konusu değil. Asıl mesele, bir toplumun bir arada kalabilmesi için hayati öneme sahip olan ve bu nedenle mutlaka korunması gereken adil birlikte yaşama değerlerine odaklanmaktır. Ancak bu değerler, küresel piyasaların serbestçe hareket etme baskısı altında giderek daha fazla geri plana itilmektedir.

Bu, birçok insanın neden yürekten muhafazakâr olduğunu ve neden böyle olmakta haklı olduklarını anlamakla ilgilidir. Neden eski işçi sınıfı çevrelerini de karakterize eden bir aidiyet duygusuna ve istikrarlı topluluklara özlem duyduklarını anlamakla ilgilidir. Ve düzenli bir dünyanın, yaşamda istikrar ve güvenliğin, gerçek bir birliktelik duygusuna ve diğer insanlara güvene sahip demokratik toplumların -tüm bunların sadece geçmişte kalmadığını, aynı zamanda gelecekte de olabileceğini fark etmekle ilgilidir.

[…] Onlar istikrar, güvenlik ve dayanışma isterler ve tam da bu nedenle daha fazla sosyal denge ve daha az bölüşüm adaletsizliği talep ederler. Küreselleşmiş bir piyasa toplumunun, onlar için önemli olan toplumsal bağları, değerleri ve gelenekleri yok ettiğini hissederler.”[2]

Şu husus açıklığa kavuşmuş olmalıdır: BSW çizgisinin muhafazakârlık vurgusu; tarihsel süreçteki kutuplaşmalar, dolayısıyla muhafazakâr-milliyetçi karşı-devrimci siyasetle özdeşleşen istikrar, güvenlik, dayanışma, düzen, öngörülebilirlik, aidiyet, aşinalık talebini bu siyasal hattan koparmaya yönelik bir hamledir. Bu hamlenin varsayımı şudur: Bu talebin kendisi, doğası itibariyle muhafazakâr-milliyetçi bir karşı-devrimcilik içermez. Katı olan her şeyi buharlaştıran, emekçi kitleleri salt yoksullaştırmakla kalmayıp onları oradan oraya rüzgâr gibi savuran, kolektivitelerini çözen, tarihlerini dağıtan, tarihsizleştiren, sersemleten, aidiyetsizleştiren, güvencesizleştiren, sürekli endişeye gark eden kapitalizme ve onun bugünkü küresel ve neoliberal hâline karşı kitlelerin ontolojik bir güvenlik talebiyle tutunabilecekleri bazı sabitler arama çabası tamamıyla meşru ve anlaşılırdır. Bu talebi temsil etmek ve yanıt olmaya çalışmak, anti-kapitalist siyasetin temel bir görevi olmalıdır.

Burada önemli bir denge bulma çabasının altı çizilmeli:

a) BSW, esasen toplumsal merkezin içinden doğru konuşmaya çalışır ve siyasal özneyi ulus olarak tanımlar; dolayısıyla BSW, toplumu bir arada tutan ortaklaşmaların /geleneklerin/sürekliliklerin ve bir bütün olarak ulusal asabiyenin muhafazası ve yeniden üretiminden yanadır.

b) BSW, hâkim toplumsal normların değişik düzeylerde dışladığı grupların temel haklarının hukuki ve siyasal olarak tanınması gerektiği konusunda nettir.

c) Dolayısıyla BSW, toplumsal merkezin değişen düzeylerde dışladığı grupların tanınma biçimi ve siyasetinin ulusal asabiye ve kolektif aidiyet pahasına gerçekleşmemesi gibi bir hassas denge tutma çabasıyla belirlenir.

BSW çizgisi açısından bu hassas dengeden bir liberal anayasal vatandaşlık kurgusu üzerinden kaçınmak bir alternatif değildir, zira bu çizgi açısından ulus, her şeyden önce bir ulusal asabiye ve kolektif aidiyet meselesidir: “Bizler ‘Homo Habermasiens’ değiliz; salt ortak bir anayasanın dayanıksız temeli üzerinde sosyalleşmiyoruz.”[3]

Wagenknecht, bu noktada çoğunluğun iradesini gözeten cumhuriyetçi demokrasi ile azınlıkların korunmasını gözeten liberal demokrasi arasındaki çelişkinin kaçınılmaz olabileceğini kabul eder. Azınlık haklarının her durumda korunması gerektiğini tanımakla beraber, “[e]ski cumhuriyetçi demokrasi anlayışını rehabilite etmenin zamanı gelmiştir”[4] der. Tam da bu nedenle, Wagenknecht, dengeyi sol liberalizm üzerinden bozan ve toplumsal merkez pahasına marjini temsil etmeye meyleden çizgilerle arasında net bir ayrım tanımlar:

“Mesele Die Linke’nin kendisinin değişmiş olmasıydı. Artık Yeşiller’den daha yeşil olmak istiyor ve kendisine onları örnek alıyor. Kimlik siyaseti ağır basıyor ve sosyal meseleler bir kenara itilmiş durumda. Die Linke önceden oldukça başarılıydı. 2009’da yüzde 12 ile 5 milyonun üzerinde oy almıştı, ancak 2021’e gelindiğinde oyları yüzde 5 barajının altına düştü ve sadece 2,2 milyon oy alabildi. Tabiri caizse bu ‘elit söylemler’, metropol akademik çevrelerde popülerdir, ancak sola oy vere gelen sıradan insanlar bu söylemleri pek de tutmaz. Dolayısıyla onları uzaklaştırıyorsunuz. Die Linke, eskiden Doğu Almanya’da güçlü bir tabana sahipti, ancak bu insanlar, farklılıklar etrafındaki tartışmalarla, en azından bu tartışmaların yapıldığı şekliyle, baş edemiyorlar. Bu tartışmalar, doğru düzgün emeklilik maaşları, ücretler ve elbette eşit haklar isteyen seçmenleri yabancılaştırıyor. Biz, herkesin dilediği hayatı ve aşkı yaşayabilmesinden yanayız. Ancak, göçmen kökeniniz yoksa veya heteroseksüelseniz, bir konu hakkında konuştuğunuzda özür dilemek zorunda olduğunuz abartılı bir kimlik siyaseti türü var. Die Linke, bu tür bir söyleme kendini kaptırdı ve bunun sonucunda oy kaybetti. Seçmenlerinin bir kısmı oy vermeyenler kampına, bazıları da sağa kaydı.”[5]

Die Linke için “kimlik siyaseti ağır basıyor ve sosyal meseleler bir kenara itilmiş durumda” derken, Wagenknecht için mesele, salt yeniden bölüşümcü sınıfsal siyasetin terki değildir; buradaki asıl mesele, siyasal öznenin nasıl tanımlanacağına dair esaslı bir anlaşmazlıkta yatmaktadır. Wagenknecht’in asıl eleştirisi, Die Linke’nin toplumsal merkezi temsil iddiasından vazgeçmesine yöneliktir: Die Linke, burjuva özerk-birey özneyi merkez alan bir sol-liberalizmle, toplumsal merkezi tahakkümle, gericilikle özdeşleştirmeye meyleden bir küçük-burjuva kendini beğenmiş tavır almaktadır. Buradaki mesele, sadece Die Linke’nin siyasal mesaisinin esasını toplumsal merkezin dışındakilerin tanınması mücadelesinin oluşturması değildir. Mesele, daha ziyade bu tanınma mücadelesinin bir egemenlik iddiasında bulunabilecek kolektif siyasal özne olarak ulus fikrini, paralel topluluklar ve atomize burjuva özerk-birey özneler toplamıyla ikame çabasından kaynaklanmaktadır.

Dolayısıyla, Wagenknecht, Die Linke için “kimlik siyaseti ağır basıyor ve sosyal meseleler bir kenara itilmiş durumda” derken, aslında kimlik siyasetinden azade bir yerden konuşuyor değildir. Adını koymadan yaptığı kimlik siyaseti, iktidarın ve kaynakların yeniden bölüşümü siyasetinin esas öznesi olarak kodladığı radikal cumhuriyetçi bir Almanya ulusal kimliğinin siyasetidir. Esasında “kimlik siyaseti mi sınıf siyaseti mi, tanınma mı yoksa yeniden bölüşüm mü” gibi bir kaba ikiliği mümkün kılanın da böyle bir ulus dolayımının devre dışı kalması olduğu tam da burada not edilmelidir.

Peki, bu sol-muhafazakâr vurgu, Türkiye bağlamına olduğu gibi taşınabilir mi? Bu soru, hem bir strateji tartışmasına girişmek hem de “Sol-Muhafazakârlık” kavramının iç gerilimlerini ve sınırlarını sergilemek ve bazı ayrımlar tanımlamak için açıcı olabilir. Burada en azından dört çıkarımda bulunmak mümkündür:

1. Neoliberal küreselleşmeye karşı mücadelenin söylemi salt yeniden bölüşümcü sınıf mücadelesi terimlerine kapatılamaz. Toplumun ontolojik güvenlik talebinin temsil edilebilmesi kitleselleşme iddiasındaki bir sol siyaset için bir zorunluluktur. Bu talebin temsilini sağ-muhafazakâr, sağ popülist ve mukaddesatçı siyasal çizgilere bırakmak için hiçbir makul neden yoktur. Wagenknecht’in bu önermesini Türkiye bağlamına olduğu gibi aktarmak mümkündür.

2. Dışlanan toplumsal grupların (Kürtler, Aleviler, göçmenler, kadınlar, LGBTİ+ topluluk) temel haklar düzeyinde tanınma sürecinin siyasi, toplumsal, kurumsal güvencelerden yoksun olduğu Türkiye bağlamında toplumsal merkezin güven, öngörü, düzen ve süreklilik talebinin konusu olan kurumlar, ilişkiler, gelenekler ve değerler, toplumsal güvencesi olmayan/zayıf gruplar üzerindeki tahakkümü derinleştirme riski barındırıyor. Dolayısıyla, toplumsal merkezin ontolojik güven talebinin meşruluğu ve bu talebin konusu olan kurumlar, ilişkiler, gelenekler ve değerlerin potansiyel riskleri arasındaki ayrımı tanımamıza yardımcı olmadığı oranda muhafazakârlık kavramından uzak durmakta fayda olduğu söylenebilir. Vurgu, güçlü ulusal kimliğe/kolektif aidiyete konulmalıdır.

3. Üstelik, toplumsal merkezin “muhafaza” talebini temsili öncelemek ve yine de solda kalmak arasındaki gerilim, azınlık güvencelerinin güçlü olduğu Almanya’ya kıyasla Türkiye bağlamında yönetilebilir seviyelerin ötesine geçer. Toplumsal merkezin ontolojik güven talebini temsil kabiliyetini yitirmemek adına, Kürtler, Aleviler, kadınlar, göçmenler, LGBT topluluklarının tanınma taleplerini sol siyasal mesainin görece ihmal edilebilir başlıkları olarak görmek kabul edilemez.

4. Ancak toplumsal marja itilen grupların tanınma taleplerine yer açmak için toplumsal merkezi gevşetmek, anayasal liberal bir vatandaşlık (“Türkiyelilik”) önermek, burjuva özerk-birey figürünü ve farkı fetişleştirmek, toplumsal merkezi, tahakküm ve gericilikle eşitleyen ve onun kurucu bloklarına karşı (aile, ulus, din) reaksiyoner-saldırgan çıkışlarda bulunmak iyi bir fikir değildir. Bu, hem ulusal ortaklaşmayı ve kolektif aksiyonu zedeler hem de tanınma talepleri için toplumsal merkezde bulunabilecek olası ittifakları ve güçleri yabancılaştırır. Toplumsal merkezin ve bir bütün olarak toplumun ontolojik güven talebi ve toplumsal marja itilen grupların tanınma talepleri, güçlü bir sol ulusal kimlik-kolektif aidiyet siyaseti (“Türkiye Halkı”) geliştirme mücadelesine tabi kılınmalıdır.

İlker Cörüt
15 Kasım 2024
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Wolfgang Streeck, “Kapitalizm Uysallaştırılmak Zorundadır”, 6 Ekim 2024, Yurtseverce.

[2] Sahra Wagenknecht, Die Selbst-Gerechten: Mein Gegenprogramm -für Gemeinsinn und Zusammenhalt (Campus Verlag: Frankfurt/New York, 2021), s. 225.

[3] Wolfgang Streeck, a.g.m.

[4] Wagenknecht, Die Selbst-Gerechten, s. 264.

[5] Sahra Wagenknecht, “Almanya’nın Hali 3”, 4 Ağustos 2024, Yurtseverce.

06 Şubat 2025

,

Liberal Sola Karşı


Sahra Wagenknecht’in Liberal Sola Karşı isimli kitabı, hiç kuşku yok ki son yıllarda yayımlanan, başta Batı Avrupa olmak üzere, “gelişmiş” denilen kapitalist toplumlara yönelik en önemli eleştirilerden biridir. Orijinal adı Die Selbstgerechten [“Kibirli”] olan kitabın Almanya’da uzun süredir satış listelerinin zirvesinde yer alması, asla tesadüf değil.

Metin, aslında çok basit bir dille kaleme alınmış. Ele alınan konular, karmaşık olsa bile, geniş bir kitle tarafından idrak edilebilecek şekilde aktarılmış. Kitabın asıl ilgilendiği husussa egemen solun eleştirisi. Kitapta gelişmiş kapitalist toplumların, solun ideolojisinin ve her şeyden önce son otuz-kırk yılın kapitalist modernleşmesinden kaynaklanan değişimlerden türeyen toplumsal sınıfların ana bileşiminin bir analizi aktarılıyor.

Bununla birlikte, söz konusu kitap, esas olarak yazarının sıradan bir aydın olması sebebiyle değil, onun Almanya’da tanınmış bir politikacı olması ve son zamanlarda inşa ettiği siyasi gücüyle olumlu sonuçlar elde etmesi üzerinden ilgiyi hak ediyor. BSW (Bündnis Sahra Wagenknecht – Vernunft und Gerechtigkeit, Sahra Wagenknecht İttifakı – Akıl ve Adalet), Die Linke partisinden ayrılan bir örgüt. 26 Eylül 2023 tarihinde dernek, 8 Ocak 2024 tarihinde ise parti olarak kuruldu. Sadece altı ay gibi kısa bir süre içerisinde BSW, beklenmedik bir şekilde, gurur verici sonuçlar elde edebilecek bir parti olduğunu ispatladı. Haziran 2024’teki Avrupa seçimlerinde oyların %6,2’sini alarak beşinci parti olurken, Die Linke’nin oy oranı %2,7’ye geriledi.

BSW’nin kaleleri, ülkenin en yoksul bölgesi olan ve Avrupa seçimlerinde %13,8 ile üçüncü parti olduğu eski Doğu Almanya’da bulunuyor. Eski Doğu Almanya’da elde edilen olumlu sonuç, Eylül ayında Thüringen’de (%15,8) ve Saksonya’da (%11,8) yapılan bölgesel seçimlerde tekrarlandı, böylelikle BSW, üçüncü siyasi güç hâline geldiğini dosta düşmana göstermiş oldu.

İtalyan radikal solunun elde ettiğinden çok farklı olan bu sonuçlar, BSW’nin bu sonuçları elde etmesine imkân sağlayan yaklaşım ve program, herkesin merakını celbediyor. Elbette şu, tartışılmayacak bir gerçeklik: İtalya Almanya değil, ayrıca iki ülke arasında önemli farklılıklar mevcut. Ama bu yazı boyunca göreceğimiz gibi, iki ülke arasında kimi dikkate değer benzerlikler de var, bu anlamda, Wagenknecht’in yazdıkları ilgiyi hak ediyor.

Yazar, aşırı sağcı AfD’nin, oyların %15,3’ünü alarak iktidardaki sol partileri, özellikle de SPD’nin sosyal demokratlarını (%13,9) ve Yeşiller’i (%11,9) geride bırakarak ikinci parti olduğu son Avrupa seçimlerinde elde ettiği başarıya değinerek başlıyor. Ona göre, AfD’nin bazılarının kınadığı gibi bir “neo-Nazi partisi” mi yoksa “sadece aşırı sağcı bir parti” mi olduğu tartışmasının bir anlamı yok. Partinin elde ettiği başarı, esasen Almanya’da devam eden siyasi depremin endişe verici ve önemli bir sonucu.

Medyadaki birçok gözlemci ve yorumcu, AfD’nin seçim sonuçlarını seçmenlerin sağa kaymasına bağlarken, Wagenknecht, bu yaklaşımla çelişen bir açıklama yapıyor: “Sağın yükselişinin zeminini ekonomi, politika ve kültür düzleminde bizzat sol hazırladı.”

Modaya Uygun Sol

Bu, solun son yıllarda genetik bir dönüşüm geçirmesi nedeniyle gerçekleşti. Bir zamanlar solun ana niteliği, alt sınıflara yönelik savunusuydu. Bugün Wagenknecht, solu, “Lifestyle-Linke” ifadesiyle tanımlıyor. “Yaşam tarzı solu” anlamına gelen bu ifade, modaya uygun solu tanımlamak için kullanılıyor, zira bugün artık solun eyleminin merkezinde, sosyal ve politik-ekonomik sorunlar değil, yaşam tarzı, tüketim alışkanlıkları ve davranışlarla ilgili ahlaki yargılar duruyor. Adil bir topluma giden yol, artık toplumsal mücadelelerden değil, her şeyden önce simgelerden ve dilden geçiyor, örneğin eril olandan kaçınmak, bu noktada eril-dişil ayrımını silmek adına, kelimelerin çoğul hâllerinde yıldız işareti kullanmak gibi yöntemlere başvuruyor.

1990 ve 2020 yılları arası dönemde sanayi işçileri ve sıradan memurlar, artık sosyo-ekonomik düzeyde kendilerini savunmadıklarını, kültürel düzlemde kendilerini temsil etmediklerini düşündükleri geleneksel sol partilere oy vermeyi bıraktılar. Bugün sola oy verenler, daha çok büyük şehirlerde yaşayan, iyi bir kültüre ve daha iyi maaşlara sahip insanlar.

Ellili ve yetmişli yıllar arası dönemde, topluluk yönelimi, dayanışma ve karşılıklı sorumluluğa dayanan işçi örgütlenmesi, alt sınıfların ekonomik durumunu kademeli olarak iyileştirmeyi mümkün kıldı. Durum, doksanlı yıllardaki ivme ile birlikte 1975’ten daha da kötüye gitmeye başladı ve bu da endüstriyel toplumdan üçüncül topluma geçişe yol açtı. Bu geçişte üç ana faktör rol oynadı: otomasyon, dış kaynak kullanımı ve hepsinden önemlisi, birçok endüstriyel üretimin yurtdışına taşınmasına yol açan küreselleşme.

Küreselleşmenin sorumluluğu, sermaye kontrollerinden vazgeçen siyasete aitti. Küreselleşme, en çok da işçi sınıfına zarar verdi. Buna karşılık, üst sınıfların servetinin muazzam bir şekilde büyümesine sebep oldu.

Üniversite Mezunu Yeni Orta Sınıf ve İdeolojileri

Bu noktada Wagenknecht, analizinin sosyolojik açıdan en ilginç yönlerinden birini ifade eden özgün bir kavram ortaya atıyor: Üniversite mezunu yeni orta sınıfın doğuşu.

Aslında, küreselleşme ve hizmet toplumu; yatırım bankacılığı, dijital hizmetler, pazarlama, reklâmcılık, danışmanlık ve hukuk alanlarında çalışan üniversite mezunları için yeni yüksek ücretli meslekler de üretti. Bu yeni orta sınıf, hem küçük burjuvaziden hem de işçi sınıfından yalnızca eğitim, iş profili ve ikamet yeri açısından değil, aynı zamanda özel bir ahlaki kimlik taşıyan ürünlerin satın alınmasına dayanan tutum, değerler ve yaşam tarzı açısından da farklıdır. Bu yeni sınıfın iş dünyasının taşıdığı ana duygu, özgürlük, bağsızlık ve dünya vatandaşlığı fikri, yani kozmopolitizm gibi bir mayaya sahiptir.

Bununla birlikte, mezun olan herkes, bu yeni orta sınıfın bir parçası değildir, çünkü klasik orta sınıfla birlikte küreselleşmenin kazananları arasında kesinlikle sayılamayacak yeni bir alt mezun sınıfı da vardır. Yeni orta sınıf mezunlar, eğitim ayrıcalığının geri dönüşünün ürünüdür. Aslında, en iyi ücretli işler, olağan halk eğitimi kursu ile elde edilebilecek becerilerle elde edilemez, ancak en iyi okullara devam etmeye, yurtdışında tekrarlanan dil eğitimi gezilerine ve önemli şirketlerde ücretsiz staj dönemlerine izin veren aile kaynaklı yüklü miktarları bulan mali desteklere sahip olmak germektedir. Bu açıdan, yeni orta sınıf mezunlar, daha dezavantajlı konumlarda olanların girmesinin imkânsız olduğu, insanların görüşleri üzerinde etkisi olan, medya ve siyasette kilit pozisyonları işgal eden özel bir ortamı ifade etmektedirler.

Bu yeni sınıfın ideolojisi, neoliberalizmden türeyen, onun değerleri ve duygularıyla bağlantılı olan sol liberalizmdir. Solcu liberalizm, hâkim dil hâline geldi. 68 kuşağıyla özdeşleşen bu düşüncenin temsilcilerinin devreye girmesiyle, SPD’nin sosyal demokrasisi, işçi sınıfından koptu ve kendisini bir kamu yönetimi, öğretmen ve sosyal hizmet uzmanları partisine dönüştürdü. Tüm Avrupa ülkelerindeki sol partiler, özellikle Yeşiller, mezunların kentsel çevresinin partileri hâline geldiler.

Solcu liberalizm, eşitsizliğin kutsallaştırılmasını amaçlayan, dikkatini daha küçük ve daha abartılı azınlıklara çeviren kimlik politikaları üzerine kuruludur. Altı oyulan şey, bireyler arasındaki farklılaşmanın yerini alan ve kota politikalarına dönüşen geleneksel sol eşitlik değeridir. Kimlik politikaları, dikkati mülkiyet ilişkilerinden ve sosyal yapılardan etnik köken, ten rengi ve cinsel yönelim gibi bireysel özelliklere yönlendirir.

Dünyanın en büyük finans şirketlerinden biri olan Blackstone bile, yönetim kurulunun en az üçte birinin artık beyaz, heteroseksüel erkekler tarafından temsil edilmemesini sağlamak istediğini söyleyerek bir kota politikası benimsedi. Oysa kotalar ve çeşitlilik, en yoksul ve en dezavantajlı kesimin mevcut durumlarında bir nebze değişikliğe yol açmıyor. Kimlik politikaları, esasen, küreselleşmenin sebep olduğu toplumsal değişimler neticesinde her şeyini kaybedecek olanlarda dayanışmaya ve öfkeye en çok ihtiyaç duyulduğu, yüksek gelirli özel bireylerin ayrımcılığa uğrayan kurbanlar rolü kestiği koşullarda ayrışmalara neden oluyor.

Kimlik politikaları, göçmenler bağlamında da felâketlere yol açtı. Sol liberaller, göçmenlerin entegrasyonuna yardım etmek yerine, önceliği çoğunluktan ve diğer etnik gruplardan farklı bir grubun kimliğini pekiştirmek olan İslami aşırılık yanlıları gibi örgütleri finanse etti. Çokkültürlülük, gerçekte, dayanışma ve sosyal adaletin en önemli ön koşulu olan bütünleşmenin başarısızlığı ve topluluğa aidiyet duygusunun yok edilmesinden gayrı bir anlama sahip değil.

Sol liberalizmin ideolojisi, bir ülkedeki aidiyet ve topluluk duygusunu sağcı ve gerici bir şey olarak görüyor. Buna ek olarak, sol liberalizm, korunması gereken başka bir azınlık daha ortaya koyuyor: yoksullar ve marjinalleştirilmiş kesimler. Bu şekilde, refah devletinin yoksullara yönelik insani yardım lehine iptal edilmesi söz konusudur ki bu, orta ve alt-orta sınıflar için pek yararlı olmayacak bir gelişmedir.

Sol liberalizmin önemli bir özelliği de, ulusal sınırların ötesine geçen, küresel veya en azından Avrupa vatandaşlığı (kozmopolitizm) iddiasının eşlik ettiği açık topluma onay vermesidir. “Dünyaya açık ol!” sloganı ve kozmopolit duruş, son yıllardaki liberal dönüşümlerin ve halkın sadece işlerinden değil, aynı zamanda sosyal güvencelerinden de mahrum bırakıldığı sürecin sorumluluğunu üstlenmeye yönelik isteksizliğin bir gerekçesinden ibarettir.

Gerçekte açık toplum, bir yandan belirli bir devlete ait olmayanlar için sınırların geçirgenliğine yol açarken, diğer yandan, üstesinden gelinmesi giderek zorlaşan toplumsal sınıflar arasında duvarlar örer. Kadınların o çok alkışlanan özgürleşme süreci bile aslında üst ya da üst orta sınıfa mensup üniversite mezunu kadının özgürleşmesine denk düşer.

Solcu neoliberalizm, her şeyden önce zenginler için yararlı olan bir politikaya katkıda bulunur, orta sınıfı politik-kültürel bir bakış açısıyla bölmeyi başarır ve gelecek için farklı bir proje arayan siyasi çoğunlukların doğuşunu önler.

Göçmenlik

Göç, tüm Avrupa ülkelerinde aşırı sağ tarafından tahrik edilen, hassas bir sorundur. Bu, özellikle, Suriye’deki savaşın patlak vermesinden sonra önemli sayıda göçmene kucak açan ve bu sorun sayesinde AfD’nin büyüdüğünü gören Almanya için geçerlidir.

BSW, bu konuda sol liberallerinkinden farklı bir pozisyon aldı ve bu da ona ırkçılık suçlaması yöneltilmesine neden oldu. Bu açıdan, Wagenknecht’in gerçek konumunun ne olduğunu görmek gerekiyor.

Öncelikle sol liberalizm, göçmenlerin kabulü fikrinin başkalarına yardım etme ve dayanışma da dâhil olmak üzere, en temel ahlaki emirlere aykırı olduğunu düşünür ve bu fikre destek sunar. Wagenknecht ise zengin ülkelerin, uzmanların eğitimi için tonla para harcayan, ama bu insanların kendi toplumlarına katkıda bulunmasına mani olan yoksul ülkelerden nitelikli işçi çektiği, bu anlamda, yalın ve aleni bir sömürgecilik pratiğine imza attığı düşüncesindedir. Örneğin, doktor ve hemşire sıkıntısı, Bulgaristan ve Romanya’daki birçok hastanenin kapanmasına yol açmış, bunun etkisi Kovid salgını sırasında bilfiil hissedilmiştir. Ayrıca, Uluslararası Para Fonu’nun tespitine göre, 1995 ve 2012 yılları arasında göç olmasaydı, Doğu Avrupa ülkeleri %7 daha fazla büyüme kaydedecekti.

Ekonomik nedenlerle göçenlerle savaş nedeniyle topraklarını terk etmek zorunda kalan, komşu ülkelere ve yoksul ülkelere giden mülteciler arasında da bir ayrım yapılmalıdır. Avrupa, 60 milyon mülteciyi kabul edemez, ancak bu insanlarla ilgilenen derneklere kaynak sağlayabilir. Bunun yerine, Wagenknecht, Avrupa fonlarının kıt olduğuna ve birçok Avrupa ülkesinin göçmenlerin entegrasyonu için yapılan harcamaları gelişmekte olan ülkelere yapılan yardımlardan kestiğine dikkat çekiyor.

Göçten yararlanan girişimciler, iki şeyle ilgileniyor: ucuz bir işgücüne sahip olmak ve çalışanlar arasında ayrışmaları tetiklemek. Bu nedenle, sol, geçmişte göçün azaltılması için savaştı. Bu, Weimar Cumhuriyeti sırasında ve 1973’te Sosyal Demokrat Şansölye Willy Brandt’ın yurtdışından işçi almayı bıraktığı zaman yaşandı. Wagenknecht’in belirttiği gibi, bugünkü SPD, muhtemelen o dönemki SPD’yi AfD’ye yakın bir parti olarak tanımlardı.

Bugün solcu liberal dilin yaygınlığı, sendikaların artık göçmen emeğinin istihdamını sorunsallaştırmaya cesaret edemediği anlamına geliyor: göç ve ücretlerdeki düşüş arasındaki bağlantıdan bahsetmek bile küfür olarak görülüyor. Yine de, Schröder hükümetinin işgücü piyasası reformlarına ek olarak, Almanya’da birçok sektörde ücretlerde kaydedilen %20’lik düşüş, yüksek göç oranına bağlanabilir. Göçmenlerin girişi, daha az varlıklı yerli nüfusun yaşadığı yerlerde kiraların artmasına da neden oluyor.

Wagenknecht, yoksul ülkelerin kalkınmasını gerçekten teşvik etmek isteyenlerin, Batı’nın müdahaleci savaşlarına ve iç savaşlara destek vermelerine son vermeleri, örneğin yoksul ülkelerden gerçekleşen beyin göçünü önleyerek, farklı bir ticaret politikası uygulamaya koymaları gerektiği sonucuna varıyor.

Gerçekten de Sağcı Bir Çağda mı Yaşıyoruz?

Almanya’da ve Avrupa’nın geri kalanında sağcı partilerin yükselişinin nedenleri nelerdir?

Bazılarına göre sağa oy verenler, liberal topluma karşı olan nüfusun beşte birini temsil ediyor. Ancak bu, daha önce sağcı partiler varken, seçmenlerin neden şimdi AfD’ye kitlesel olarak oy verdiğini açıklamıyor. Gerçek şu ki seçmenler, belirli bir kanaate bağlı olarak değil, protesto için oy veriyorlar. Toplumun son yıllarda siyasetten dezavantajlı duruma düşen kesimi, çıkarlarını görmezden gelen ve onların sosyal pratiklerini ve yaşam tarzı anlayışlarını küçümseyen, gerici ve taşralı olarak tanımlanan politikacılara oy vermeyi bıraktı. Sağcı seçmenler, işsizliğin yüksek, altyapının zayıf ve göçün yüksek olduğu kırsal kesimde ve küçük sanayi merkezlerinde yaşarken, şehirlerde sosyal sıkıntıların yoğun olduğu bölgelerde yaşıyorlar. Bu kesimler, önce çekimserlik kovuğuna sığındılar, ardından da sağa oy vererek, hayal kırıklıklarını ve öfkelerini açığa vurdular.

Modaya uygun solun neden bu seçmenlere ulaşamadığını anlattık, peki ama sağ, neden başarılı oldu?

İlk neden, Avrupalıların büyük bir kısmının kıtada çok fazla göçmen olduğuna inandığı koşullarda, tüm sağcıların programının merkezine göç eleştirisini yerleştirmeleridir. Bazı toplumsal kesimlerin kontrolsüz göçe karşı düşmanlığının arkasında elbette kültürel nedenler var, ancak burada her şeyden önce somut bir soruna işaret ediliyor: iş rekabeti, barınma ve sosyal yardımlar.

Wagenknecht, bu sorunları inkâr etmenin ve göç tartışmasını bir ahlaki tutum sorunu olarak yorumlamanın, modaya uygun sola oy vermeyi imkânsız hale getirdiğini savunuyor. Üstelik, eğer sadece sağ, göçle ilgili sorunları dikkate alır, sol da “öfkeli” yoksulları ahlaki olarak eleştirirse, tartışmanın gidişatı ve tonu, göçmenleri sadece kötü niyetli davetsiz misafirler olarak tasvir edecek olan sağ tarafından belirlenecektir.

Sağın başarısının bir başka nedeni de, neoliberalizme, refah devletinin parçalanmasına ve küreselleşmeye en büyük bağlılığı gösteren sol liberalizme yönelik muhalefetidir. Bu nedenle sağ, dezavantajlı kişilere sadece kültürel düzeyde değil, aynı zamanda maddi çıkar düzeyinde de seslenir. Örneğin Trump, küreselleşme yoluyla işlerin azalmasını konuşmalarının merkezine koydu, ithalata tarifeler uyguladı, bu anlamda, destekçilerinin çoğunun takdir ettiği önlemlere başvurdu.

Bu noktada 2015’teki zaferinden sonra Polonya tarihinin en görkemli sosyal programını formüle eden, sosyal ödenek olarak büyük bir meblağ veren ve böylece yoksulluğu %40 oranında azaltan aşırı sağcı parti de örnek verilebilir. Parti, sendikaların talep ettiğinin üzerinde asgari ücret getirdi, erkekler ve kadınlar için emeklilik yaşını düşürdü, sosyal demokrat ve ilerici partilerden bekleyeceğimiz bir politikanın ifadesi olan başka önlemlere başvurdu.

Sadece Polonya sağı için geçerli bir durum değil bu. Fransa’da Marine Le Pen’in Ulusal Birlik Partisi de sosyal harcamaların kısılması, varlık vergisinin yeniden getirilmesi, devlet yatırımlarının ve sosyal yardımların artırılması çağrısında bulunuyor. Hollanda’da Özgürlük Partisi (PVV), işten çıkarmaya karşı korumaların gevşetilmesine, emeklilik yaşının yükseltilmesine ve asgari ücretin düşürülmesine karşı mücadele ediyor.

Son olarak, Macaristan’da Orban’ın o çokça kötülenen Macar Yurttaş Birliği (Fidesz) isimli partisi, ekonomik liberalizmin ve Macar ekonomisinin yabancı yatırımcılar tarafından kontrol edilmesine dönük pratiklerin karşısına devlet egemenliği ve devlet müdahaleciliği fikrini çıkarttı. Fidesz’in stratejik enerji şirketlerinin yeniden ulusallaştırılması, çokuluslu şirketler ve mali işlemler için özel vergiler getirilmesi gibi aldığı önlemlerin tümü, Wagenknecht’in de belirttiği gibi, solcu olarak adlandırmakta tereddüt etmeyeceğimiz önlemler.

Son olarak, sağın başarısının üçüncü bir nedeni daha var: Avrupa Birliği’nin ve Brüksel’de oturan bürokratların eleştirilmesi.

AB’deki tüm sağcı partilerin programlarının merkezinde, ulusal egemenliğin savunulması ve halkın güvenmediği Brüksel’deki komisyon üyeleri tarafından yürütülen yetkilerin merkezileştirilmesine karşı muhalefet duruyor.

Misal, Avrupa Komisyonu, Avrupa ülkelerinden altmış üç kez sağlık hizmetlerini kesmelerini ve hastanelerin özelleştirilmesini hızlandırmalarını, elli kez ücret artışını frenlemek için önlemler almalarını ve otuz sekiz kez işten çıkarmaları kolaylaştırmak için önlemler almalarını istedi. Avrupa Adalet Divanı, büyük çokuluslu şirketlerin lehine karar veriyor ve işçilerin ve orta sınıfın koşullarını kötüleştiriyor.

Wagenknecht, defalarca “egemenlikçi” ve dolayısıyla “sağcı” olmakla suçlandı. Gerçekte, onun egemenliği milliyetçilik değil, karar verme gücünü demokratik olarak, yani ulusal düzeyde karar vermenin en mümkün olduğu yere yerleştirme talebidir. Bunun sonucu, AB’nin egemen demokrasiler konfederasyonu olarak yeniden yapılandırılması olacaktır. Bu şekilde, tek tek ülkelerde yalnızca ilgili ulusal parlamentolar tarafından kararlaştırılan şeyler geçerli hâle gelecektir.

Halkın Avrupa yanlısı yaklaşıma yönelik reddiyesini sağ, hemen benimseyip seçimlerde istismar ederken, sol liberaller, AB’yi eleştiren herkesi “Avrupa karşıtı” ve “milliyetçi” olarak damgalıyor, bu da onları yoksul sınıflardan giderek daha fazla uzaklaştırıyor.

Sağın yozlaşmış seçkinlere karşı halkın savunucuları olarak sunulması, sağın değişmez bir unsurudur. Bu değerlendirmede belirli bir haklılık payı mevcuttur. Zira Batı demokrasileri bugün işlememektedir. Kudretli lobiler, siyaset üzerinde sıradan vatandaşlardan çok daha fazla etkiye sahiptir. Dolayısıyla, sol liberallerin, tüm demokratların “demokrasinin sağcı düşmanları” karşısında birleşmesi gerektiğine dair nutukları, liberal solun politikalarından zarar görmüş olan halk kesimlerinin kulaklarında ikiyüzlü ve gerçekle çelişen bir tür gevezelik olarak çınlıyor. Oysa esasında aşırı sağ partiler, tam da müesses nizam ve diğer tüm partiler tarafından nefret ediliyor oldukları için güçleniyorlar.

Yine de vatandaşların çoğunluğu, solcu liberallerin fikirlerini reddetmelerine rağmen, sosyo-ekonomik açıdan solcu. Örneğin, Der Spiegel’in bir anketine katılanların %73’ü yüksek gelirliler için vergilerin artırılması ve düşük gelirliler için azaltılması gerektiğine inanıyor, %60’ı servet vergisi getirilmesi çağrısında bulunuyor. Bu nedenle, sağın çağının başladığından söz edemeyiz.

Çoğunluk sağcı değil, ancak sosyo-ekonomik açıdan inkâr edilemez bir şekilde solcu olan bu çoğunluğa hitap etmekte başarısız olan solcu liberallere güvenmiyor, onların kendisini hayal kırıklığına uğrattığını düşünüyor. Liberal olmayan tutumların bu insanları sağa oy vermeye yönlendirebileceği fikri de temelsiz: Almanya’da vatandaşların %95’i, eşcinselleri koruyan bir yasanın doğru olduğuna inanmaktadır.

Nüfusun büyük çoğunluğu gericilerden ve ırkçılardan oluşmuyor, ancak kamuoyunun dikkatinin odağında, her daim ve sadece azınlıkların ve bazen de küçük azınlıkların yaşam projelerinin durmasından rahatsız. Çoğunluk milliyetçi bile değil, ancak ulus devletin refah devletinin hayatta kalmasını garanti edebileceğini düşünüyor.

Sağın çağının başladığı iddiası, sağcı olmayı, onu geleneksel olarak karakterize eden özellikler temelinde değil, sol liberal ideolojinin reddi temelinde ölçtüğü, böylece nüfusun geniş kesimleri tarafından paylaşılan konumları sağcı olarak damgaladığı için devasa bir aldatmacadan ibarettir. Sol liberallerin sağa karşı kültürel savaşı bu fikri destekliyor. Üsluplar ne kadar saldırgan olursa ve ne kadar keskin pozisyonlar sağcı olarak tanımlanırsa, muhatabına etik düzeyde hakaret etmeyen veya onu küçümsemeyenlere o kadar fazla sempati duyulacaktır.

Özellikle iki konu bumerang etkisi yarattı: göç politikası ve iklim değişikliği.

Göç söz konusu olduğunda, pek çok kişi, çok büyük göç akışlarının sonuçlarını kendi derilerinde tecrübe etmiştir. İklim değişikliği konusunda, Gelecek için Cumalar hareketi ve sol liberaller, iklim tartışmasını bir yaşam tarzı tartışmasına dönüştürdüler. Karbon vergisi önerisini her şeyin merkezine koydular. Sonuç olarak, Alman hükümetinin iklim paketi, dizel, elektrik ve benzin fiyatlarındaki artışla birlikte alt orta sınıfı ve yoksulları orantısız bir şekilde etkiledi. Aynı önlemlerin “sarı yelekliler” protestosunun fitilini ateşlediği Fransa’da da benzer gelişmeler yaşandı.

Yarın korkusu, nüfusun geniş kesimleri arasında yayılıyor. Sol liberaller, sosyo-ekonomik açıdan solcu olan çoğunluğu bölen ve diploması olanlarla olmayanlar arasında düşmanlık duvarları ören kültürel savaşlarıyla bu korkunun yayılmasına katkıda bulunuyorlar. Burada amaç, anti-liberal çoğunlukların siyasi çoğunluğa dönüşmesini önlemek.

Sağın çağı başlamış değil. Toplumun sağa sürüklendiğinden de söz edilemez. Ortada sadece sol liberallerin davranışlarına bağlı olarak güç ve nüfuz kazanan kimi sağcı partiler var.

Wagenknecht, kitabının ilk bölümünü şu sözlerle bitiriyor:

“Ancak sol, yalnızca giderek artan sayıda daha az varlıklı üniversite mezunlarını değil, aynı zamanda işçilerin, hizmet sektörü çalışanlarının ve geleneksel orta sınıfın toplumsal çıkarlarını ve değerlerini de ele alan inandırıcı ve ilerici bir dil, ikna edici bir program sunana kadar, bu kesimlerden giderek daha fazla seçmen, siyasi yelpazenin karşı tarafına sığınacak. Bu durumda, bu seçmenlerin bir kısmı, o sığınılan yerdeki kişiler gibi konuşmaya ve düşünmeye başlayacak.[14]

Sonuç

İtalya, Fransa ve diğer Avrupa ülkeleri, Sahra Wagenknecht’in Almanya’yla ilgili aktardığı özelliklere sahiptir. Avrupa genelinde sol, refah devletinin ortadan kaldırılması, güvencesizlik, dış kaynak kullanımı ve hepsinden önemlisi, ücretleri büyük ölçüde azaltan küreselleşme ile sonuçlanan toplumsal değişimleri destekleyen ana siyasi güç olması sebebiyle seçimler düzleminde epey zayıfladı. Sonuç olarak, soldaki pek çok kişi de dâhil olmak üzere seçmenler, İtalya’da 2022’deki son genel seçimlerde 2018’e kıyasla dokuz puan daha fazla paya sahip olarak %36’lık orana ulaşan çekimserler kovuğuna ya da aşırı sağ kovuğuna sığındı.

Sahra Wagenknecht’e göre aşırı sağ partiler, üyeler olmasa da seçmenler için yeni işçi partileri hâline geldiler. Wagenknecht’in sözlerini, Draghi hükümetini desteklemeyen tek parti olarak seçmenlerin önemli bir bölümünün memnuniyetsizliğinden ve öfkesinden yararlanabilen İtalya’nın Kardeşleri isimli partinin tutum ve politikaları doğruluyor. Demokrat Parti, Avrupa’daki diğer sosyal demokrat partiler gibi, yıllardır, Wagenknecht'in kitabında kınanan sol liberalizmi temsil ediyordu. Beş Yıldız Hareketi, bir süredir seçmenlerin memnuniyetsizliğine ve öfkesine bir cevap sunuyordu. Bununla birlikte, tanımlanmış bir programın ve yeterli siyasi personelin olmaması, hepsinden önemlisi, Hareket’in Draghi hükümetine katılımı, Hareket’in güvenilirliğini sarstı ve bu güvensizlik, ancak Schlein’ın Demokrat Parti’si ile kucaklaşma ve Demokrat Parti’nin egemen olduğu, Prodi’nin geçmişindeki talihsiz seçimleri tekrarlayacak bir merkez solun yeniden inşası ile daha da azaltılabilecek bir şeydi. Ne de olsa, Schlein ve Meloni, savaştan başlayarak birçok konuda birbirlerinden çok uzak değillerdi. Her ikisi de NATO ile mükemmel bir uyum içinde ve Ukrayna’ya destek vermenin yanı sıra silah gönderme fikrinden yana.

Her ne kadar yeni kentli mezunlar sınıfı, İtalya’da muhtemelen Almanya’dakinden daha az yaygın olsa da, Demokrat Parti’den Yeşiller’e kadar İtalyan solunun toplumsal ve politik tabanını teşkil etmeye devam ediyor. Aynı şekilde, sol liberalizm, Schlein’in partiye dayattığı makyaja rağmen, Demokrat Parti’de baskın ideoloji olma vasfını hâlen daha koruyor.

Bu bahsini ettiğimiz nedenlere bağlı olarak, Wagenknecht’in kitabı, kökenleri açısından tümüyle tersyüz edilmiş olan sol kategorisinin radikal bir üslupla yeniden tanımlanması gerektiği, kafa karışıklığının hüküm sürdüğü bir aşamada sola yön verilmesi noktasında faydalı olabilecek bir araçtır.

Domenico Moro
31 Aralık 2024
Kaynak

Dipnot:
[1] Sahra Wagenknecht, Contro la sinistra liberale, Fazi editore, Roma 2022, s. 263.