11 Temmuz 2025

,

Sosyalist Hareketin İç Cephesi


Eskiden Doğudan diye bir dergi vardı. Yazılarımız üzerinden bize mesaj gönderdiler. “Tanışmak istediklerini” söylediler. Mekânlarını ziyaret ettik. Dergiyi çıkartan isimlerden biri, Mehmet Bekaroğlu’ydu. Gençlerin İştiraki’ye dönük ilgisini görmüş olacak ki o sohbet toplantısında bize, sahte bir gösterişle, “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nı kuracağız, di mi yoldaşlar?” diyordu. İfadesinde biraz da alaycılık vardı. Bunu diyen Bekaroğlu, önce Has Parti’ye sonra da CHP’ye gitti. O THKP’nin kuruluşuna inanmadığı, ona karşı olduğu açıktı. Karşı olduğu için yürüdüğü yolun yolcusu oldu.

Altmışlarda ve yetmişlerin başında açığa çıkan hareket ve eylemlilik süreci, kimilerince CHP üzerinden değerlendirildi. Taktik de strateji de CHP’den ibaretti. En fazla, CHP’nin stepnesi TİP üzerinde duruluyordu. Dev-Genç’in kısa tarihini ele alan Çayancılar ise o günlerde kaleme aldıkları broşürlerinde her olgu ve olayı, her gelişmeyi, her durumu yeni kurulacak parti için değerlendirdikleri imasında bulunuyorlardı.[1] İki yol, ayrı ve farklıydı.

Varolanı varolan bir partiye göre değerlendirenle, onu varolacak, ateşin içinde döve döve kurulacak partiye göre değerlendiren, farklı ve ayrı yollar yürüyorlardı.

İştiraki de hep o partiye işaret etti. Ne yaptıysa onun için yaptı, ne yazdıysa onun için yazdı. Herkes CHP’ye ve stepnesi HDP’ye koştukça o, her daim o partiyi vurguladı. Sonra CHP ve HDP, ajanlarını saldı üzerimize, bizi boğmaya çalıştı. İki düzen partisi de kendilerini boşa düşürecek partiye izin ve imkân vermedi.

Bundan on beş sene önce Erdal Eren belgeseli için düzenlenmiş bir sohbet toplantısına katıldık. Orada EMEP sorumlusu, “keşke TDKP’yi kurmakla, kafamızı duvarlara vurmakla uğraşmasaydık, keşke o gün TİP’i kursaydık” diyordu. Aslında Deniz Gezmiş’e ve “darağacında “Yaşasın partim TDKP!” diye bağıran Erdal Eren’e küfrediyordu. Sonra herkes, CHP’li oldu. Bugün herkes, Erdoğan’a yalandan sert laflar etti diye Özgür Özel’i Deniz Gezmiş zannediyor. Tüm olgu ve olaylar, CHP’nin ekmeğine sürülecek sinek yağı olarak değerlendiriliyor. Parti, anlam ve değere kavuşacağı bağlamdan kopartılıyor. “Kısa günün kârı” diyenler, CHP’ye hapsoluyorlar.

Bugün HDP, TV kanalında durmadan din düşmanlığı yaparak para kazandığını bilen, her meseleyi o düşmanlığa bağlayan Erdoğan Aydın’ı çıkartma ihtiyacı duyuyor. Herkes zincirlerinden memnun. O zincirlerin politik bağ olduğu zannediliyor.

Yıllar önce bir panelde Nihat Genç, “Kürdistan için bizden toprak alacaklarmış, onlar ancak benim t*şaklarımı alırlar” demiş, bu laf gerilime sebep olmuştu. Ertesi gün Kürt gençler, “o t*şakları almaya geldik” diye okulu bastılar.

Bugün Orhan Gökdemir, o Ermeni, Kürt ve Müslüman düşmanlığında yoldaş bildiği Nihat Genç’in arkasından ağıt yakıyor.[2] Engin Ardıç gibi küfürsüz anlatılamayacak bir isim olarak Gökdemir, Ulusal Parti-Zafer Partisi arasında salınıyor. Şakirtleri sosyalizm.org yazarları ile birlikte o t*şakları öpmeyi “sosyalizm” sanıyor. Sitenin bir yazarı, Nihat Genç’in “onurlu ve namuslu” olduğunu söylüyor.[3] Nihat Genç’in arkadaşları, ölmeden önce son sözünün “Cumhuriyeti koruyun” olduğunu söylüyorlar. O cumhuriyeti savunmak, yıllarca Kıvılcımlı satan üçkâğıtçılara kalıyor. (Bu sahtekâr, İştiraki dergisini takip eden gence, kendisinin hiç alakası olmamasına rağmen, “Ben de İştirakçiyim” diyor, arkadaşı “kafalamaya” çalışıyordu. İç CHP’lilerin ajanlığını ifşa etmek gerekiyor.)

Bahsi geçen sosyalizm.org yazarı, aslında Atatürkçü Düşünce Derneği yetiştirmesi. Hurşit Tolon’un ve Şener Eruygur’un yetiştirip sosyalist hareket içine saldığı ajanı. Ağzından ve kaleminden dökülen hiçbir şeye inanmamak gerek. Onun şahsında iç cephe ve içteki CHP konuşuyor. Yarın da pekâlâ Tarafçı liberal olabilir ki zaten bir ara Tarafçı liberal derginin mensubuydu. Yarın bu kişi, Yalçın Küçük tilmizi Yiğit Bulut’un ardından da ağıt yakabilir. Çünkü zaten onca tasavvuf incelemesi, meşrebi genişletmek içindi.

Bizzat emperyalizmin kurduğu bir cumhuriyetin emperyalizmden ari bir şeymiş gibi sunulması, satılması işini gene sosyalistler üstleniyorlar. Sosyalistler, tüm birikimi CHP’ye peşkeş çekiyorlar. Sosyalist hareketin iç cephesi, bu isimlerce teşkil ediliyor. Bunlar, her türlü sapmaya savaş açıyorlar.

Sosyalizm.org, bu sebeple kuruluyor. Partiye izin vermemek, ezilenin-sömürülenin yeni bir yol açmasına imkân tanımamak için varlar.

Bu sitenin çevirmenlerinden biri, yıllar önce İskenderun’da Türk kızını kaçırdı diye isyana sebep olmuş bir Arap Alevi’nin yeğeni. Yıllarca ne Araplığını ne de Aleviliğini bilmiş. Anne tarafı, kendisini baba tarafından kopartmış. Biraz da sayemizde, babaannesinin Arapça konuştuğu bir kaseti yıllar sonra dinleme fırsatı bulmuş. Arap ve Alevi olduğunu öğrenmiş.

Oysa şimdi biliyoruz ki otuzlarda cumhuriyetin ana planı, o Arap Alevilerini asimile etmek. Halkevleri’ne Türk kızlarını Arap Alevisi delikanlılarla evlendirme görevi veriliyor. Ne tesadüf ki bu sosyalizmorgcu, o Arap Alevisi adamın yeğeni de bugün geçimini Araplara Türkçe öğreterek sağlıyor. Biraz zenginleşince yoksul arkadaşlarını sırtından bıçaklıyor, onlara sırtını dönüyor. Bu alçaklığa “onur ve namus” diyorlar. Sonra da “ama sen de yoksulluğunu çok dayatıyorsun, ben zengin olacağım, o yoksulluğun enerjisiyle hayatımı kirletmek istemiyorum” gibi laflar sarf ediyorlar. Sosyalizmi bu lafların sahipleri tanımlamaya çalışıyorlar. Nasıl oluyorsa, karısını her fırsatta aldatanlar, “namustan-onurdan” bahsediyorlar.

Şimdilerde bu iç CHP’lilerin tek lafı şu: “AKP, Britanya’nın peşinden gidiyor, altemperyalizme oynuyor. Zaten Ekim Devrimi, Çin Devrimi ve İran Devrimi de İngilizlerin oyunu. Amerika’ya karşı İngiltere’yi savunacak değiliz. Maksimalist miyiz kardeşim?”

Mahir Çayan, düşmanı büyük, sosyalist hareketi küçük gösteren yaklaşımları “sağ oportünizm” olarak niteliyordu. Bu tür solcular, herkesi CHP’ye ram ve kul etmek için türlü taklalar atıyorlar. Dertleri, İngiltere veya Amerika da değil. Bu coğrafyada Husiler ve Hizbullah gibi emperyalizme-Siyonizme kök söktüren bir hareketin açığa çıkmasına, efendilerinin ağızlarının tadının bozulmasına mani olmak. İştiraki’ye o yüzden düşmanlar. O yüzden içe sızıp İştiraki gibi konuşup yalanlar söyleme, onun önünü alma gereği duydular.

Nihat Genç’e “onurlu namuslu” diyen zat, eskiden “laiklik burjuva cumhuriyetinin zırhıdır, sosyalizmle bir alakası yoktur” diye yazılar döşeniyordu, tıpkı Orhan abisi gibi. Tasavvufa dair gevezeliklerine daldırdığı yazılarında, güya Müslüman pozlar kesiyor, sohbet ortamlarında Fethullahçılarla bir araya geliyordu. Şimdi nihatgenççi oldu! Türklük kurgusu üzerinden Yahudi avına girişti. “Devrim mevrim boş iş. En iyisi, hiçbir şey yapmamak” ana düsturu oldu. Şimdi onun şahsında “Kemalist Türkiye Faşist İtalya’ya selam söylüyor.” Kürd’ün susturulduğu momentte çakallar uluyor.

Bu solcular, iç cepheyi tahkim ediyorlar. Başaran Aksu gibi CHP’nin sosyalist hareketin içine gönderdiği ajanlarıyla iş tutuyorlar. CHP’lilerden iş alıyorlar. CHP’li şirketlere çalışıyorlar. İnsan, barakada başka sarayda başka düşünüyor. Ekmek teknesi kime aitse onun gibi düşünülüyor. Bu iç CHP’liler, komünist harekete fırsat, aman ve imkân vermemek için uğraşıyorlar.

Savundukları cumhuriyet, Amerika’ya eğitim için kadrolarını yolluyor. Bu kadrolardan biri, Yalçın Küçük. Ondaki demans, bu sosyalizm.orgculara sirayet etmiş. Üç paragraf önce söylediklerini unutuyorlar. Birbiriyle çelişen laflar sıralıyorlar. Birden Yalçın Küçükçü oluveriyorlar. Onun açtığı imkânlardan, misal Mehmet Ağar’la akşam yemeği yeme imkânından faydalanmak istiyorlar. O sofralara yoksulları tabii ki almıyorlar.

Ama Nihat Genç’i alıyorlar. Çünkü Nihat Genç ve Cezmi Ersöz gibi isimler, Leman dergisinin Kürt göçüne küfürler bileylediği gerçeklikte piyasaya girdiler. Cezmi Ersöz, bir İletişim yayınları sohbet toplantısında, solla ilişkisini şu cümleyle anlatıyordu: “Üniversite yıllarında bir kızı gördüm. Peşinden gittim. Bir odaya girdi. Meğer örgüt toplantısıymış. Ben de kızı tavlamak için örgüte girdim.” Herkesin Berlin Duvarı’nın yıkıldığı momentte burjuvaziye ve emperyalizme yaranma çabası içine girdiği dönemde Ersöz gibiler, sosyalizme küfretmeyi tek çıkar yol bellediler. “Küfür Romanları” diye kitap yazan Yalçın Küçük’ün ömrü, sosyalizm mücadelesine küfrederek, partinin oluşma imkânlarını boğarak geçti.

Charlie Hebdo dergisi, bir devlet operasyonu olarak, Cezayir’den göç eden Arap Müslümanlara yönelik saldırıya örgütlendi. Aynı şekilde, Leman dergisi de Kürt göçüne yönelik saldırının parçasıydı.[4] Nihat Genç, o kapıdan içeri girdi. Engürü kahvesinde insanların kendisine anlattığı hikâyeleri satarak yol aldı. Dümdüz MHP’liydi. Sakarya çay ocağından çıkan sağcılar, Nihat Genç’in de kendi ekiplerinden olduğunu söylüyorlardı. Bu isimlerden biri Hakan Albayrak’tı. O ekip, devletçe özel yerlerde konuşlandırıldı. Şimdilerde Bahçeli’nin elini tutanlar, bu ekibin reklâmını yapıyorlar TV kanallarında.

Neticede emperyalizmin kurduğu cumhuriyetin aklanması, antiemperyalistmiş gibi satılması gerekiyordu. Bu zokayı herkes yuttu. O cumhuriyeti yıkıp Mustafa Suphi’nin bahsini ettiği “amele ve rençberin cumhuriyeti”ni kuracak iradeyi yok etmek için uğraştı. Biz, hâlâ o iradeye tabiyiz.

Eren Balkır
11 Temmuz 2025

Dipnotlar:
[1] Kurtuluş Yayınları, 1965-1971 Arası Dönemde Türkiye’de Devrimci Mücadele ve Dev-Genç, Mart 1971.

[2] Orhan Gökdemir, “Farozlu Delikanlının Ardından”, 4 Temmuz 2025, Sol.

[3] Umut Doğan, “Kafiye Çağında Tarihten Bir Sayfa: Kırım Savaşı”, 4 Temmuz 2025, Org.

[4] Eren Balkır, “Hangi Charlie?”, 9 Ocak 2015, İştiraki.

10 Temmuz 2025

Yeşil Kölelik



İklim Kanunu, bugün Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.

Kanunun ruhunu ve amacını oluşturan “yeşil büyüme”, “yeşil dönüşüm”, “temiz teknoloji” gibi ifadeler, topyekûn bir dönüşümün ve topyekûn bir izlemenin gerçekleştirileceği şeklinde anlaşılmalıdır.

Tarım, gıda ve hayvancılıktan ulaşıma, sağlıktan sanayiye, eğitimden hukuka köklü bir dönüşüm bu. “Yeşil Dönüşüm” kavramının “Dijital Dönüşüm” şartına bağlandığını unutmayınız (Bu dönüşümün yol haritasını görmek için Avrupa Yeşil Mutabakatı Eylem Planı kapsamında TÜBİTAK tarafından yayınlanan “Yeşil Büyüme Teknoloji Yol Haritası” belgelerini inceleyebilirsiniz).

Bu kanun, her şeyden önce kolektif Batı’nın insanı dönüştürme çabasının bir ürünüdür. Kanunun arkasında çeşitli uluslararası belgeler yatmaktadır. Bunlardan biri de Avrupa Yeşil Mutabakat belgesidir. Bu belgenin Avrupa Komisyonu Başkanı soykırımcı Ursula von der Leyen tarafından deklare edilmiş olmasını bir kenara bırakıyorum; bu belgenin merkezinde yer alan “Çiftlikten Çatala Stratejisi”ni incelemek bile nasıl bir dünya öngörüldüğü hakkında bir fikir verir (Ticaret Bakanlığı’nın sitesinde bulabilirsiniz).

Bu kanunla birlikte Batı’nın insana ve evrene müdahalesi -her zaman olduğu gibi- süslü kavramlarla meşrulaştırılıyor. Amacın çevre vs. olmadığını anlamak zor değil. Çünkü çevre felaketlerinin temel dinamiği olan kapitalist “büyüme” nosyonuna dokunulmuyor. Büyüme virüsü, “yeşil büyüme” adı altında devam edecek. Bu, bir aldatmacadan başka bir şey değil.

Batı, insana ve evrene yönelik sömürüsünü güncellemekle kalmıyor, aynı zamanda derinleştiriyor. Bu kanunla ne çevreyi koruyabilirsiniz ne de doğanın talan edilmesini önleyebilirsiniz. Sebebi çok açık: Çözümü, bu felaketleri yaratan zihniyette arıyorsunuz.

Bu riyakarlığı yansıtan iki örnek vereyim: Yeni bir araştırmaya göre, İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşının ilk 15 ayındaki karbon ayak izi, yüz ülkenin yıllık gezegen ısınmasına neden olan emisyonlarından daha fazla olacağını ortaya çıkardı (Neimark ve ekibinin 30 Mayıs 2025’te yayımlanan araştırması).

Guardian, aynen şu ifadeleri kullanıyor:

“Gazze’nin yıkılması, temizlenmesi ve yeniden inşasının uzun vadeli iklim maliyetinin 31 milyon ton karbondioksit eşdeğerini (tCO2e) aşabileceğini ortaya koydu. Bu, Kosta Rika ve Estonya’nın 2023 yılındaki toplam sera gazı emisyonundan daha fazla. Ancak devletlerin askeri emisyonlarını BM iklim kuruluşuna bildirme zorunluluğu bulunmuyor.”

Diğer örnek şu: NATO üyeleri savunmaya ayrılacak payı %2’den %5’e (%3,5 savunma giderleri, %1,5 alt yapı) çıkardı. Transnational Institute’nün yaptığı bir çalışmaya göre, iklim açısından bunun anlamı şu:

“NATO’nun yeni %3,5 harcama hedefi, 2030 yılına kadar toplam karbon emisyonunun 2.330 MtCO2e’ye ulaşmasına da yol açacaktır. Bu miktar, Brezilya ve Japonya’nın toplam yıllık sera gazı emisyonlarına neredeyse eşittir; mevcut seviyelerin üzerinde 692 MtCO2e ek emisyon anlamına gelir. Ayrıca, AB’nin 2030 yılında sera gazı emisyonlarını 1990 seviyelerine kıyasla en az %55 oranında azaltma hedefine ulaşması için gereken yıllık 134 MtCO2e’lik emisyon azaltımını da ortadan kaldıracaktır. Her NATO üye devleti, her yıl GSYİH harcamalarının %5’i hedefine ulaşırsa, NATO’nun 2030’daki askeri karbon ayak izi toplamda 2.760 MtCO2e olacaktır. Bu, askeri harcamaların önümüzdeki 6 yıl boyunca mevcut 2024 seviyesinde tutulması durumundan 1122 MtCO2e daha fazlasına denk gelir, 2030’a kadar dört yıllık fazladan askeri sera gazı emisyonuna eşdeğerdir.”

Soruyorum: Çevre felaketlerini Gazze savaşını finanse edenlerin zihniyetine tabi olmakla ve NATO’nun korkunç silahlanma yarışına destek vermekle mi önleyeceksiniz?

“Yeşil Dönüşüm” kavramını nasıl bir aldatmaca içerdiğini anlamak istiyorsanız, Kovacic ve arkadaşlarının yaptığı şu araştırmaya bir bakmanızı öneririm: “The Twin Green and Digital Transition: High-Level Policy or Science Fiction?” (“İkiz Yeşil ve Dijital Dönüşüm: Üst Düzey Politika mı Yoksa Bilim Kurgu mu?”)

Bu konuda söylenecek çok şey var, söyleyeceğiz de inşallah. Fakat şimdilik şunu da belirtelim: Lafa geldi mi “yerli ve milli” olduğunu iddia edenler, uygulamaya geldiğinde Avrupa’nın peşinden gitmeye devam ediyorlar.

Yeşil köleliğe hoş geldiniz.

Mücahit Gültekin
9 Temmuz 2025
Kaynak

ABD Tarifeleri, Aşırı Birikim ve Bağımlı Dünyadaki Borç Krizi


Kapitalizmin tarihsel kriz döngüsü, dünya çapında sermaye birikiminin sınırlarına ulaşmasıyla yeni bir evreye giriyor. ABD’nin son dönemde uyguladığı gümrük tarifeleri, ana akım ekonomi yorumcuları tarafından kaotik ve irrasyonel bir politika olarak ele alınsa da, Marksist-Leninist bir perspektiften bakıldığında, bu adımlar, emperyalizmin küresel hâkimiyetini pekiştirmek için yürüttüğü bilinçli bir saldırının parçası olarak okunabilir. Tarifeler, yalnızca ABD’ye sermaye çekme girişimi değil, aynı zamanda bağımlı[*] dünyadaki ülkeleri borç ve ekonomik bağımlılık yoluyla daha da zayıflatmayı amaçlayan bir politikanın aracıdır.

Tarifeler ve Bağımlı Dünyanın Borç Kıskacı

ABD’nin tarifeleri hesaplama yöntemi, ticaret açığını temel alarak belirlenir. Bunun, ABD’ye ihracat bağımlılığı yüksek olan bağımlı ülkeler için yıkıcı sonuçlar doğuracağı açıktır. Zira 2023 itibarıyla, bağımlı ülkelerin dış borcu 11,4 trilyon dolara ulaşarak ihracatlarının %99’u seviyesine yükselmiştir. Üstelik bu borçların büyük bir kısmı dolar cinsindendir ve ABD’nin tarifeler yoluyla bu ülkelerin ihracat gelirlerini azaltması, onların borçlarını ödeyemez hâle gelmesine neden olmaktadır.

Bu ekonomik kuşatma, emperyalizmin bağımlı dünyaya dayattığı yeni bir sömürü biçimidir. Tarifeleri azaltmak isteyen ülkelerin, ABD sermayesinin taleplerine boyun eğmek dışında bir seçeneği yok denecek kadar azdır. Alternatif olarak, borçlarını finanse edebilmek için başka piyasalara yönelmeye çalışsalar bile, bu durum pratikte neredeyse imkânsızdır. Zira hiçbir pazar, ABD’nin sunduğu ekonomik hacmi ve hızını tam anlamıyla karşılayamaz. Neticede, emperyalist kapitalizmin inşa ettiği borç sistemi, bu ülkeleri sürekli bir bağımlılık çemberinde tutarak ABD’ye ve Batılı finans çevrelerine ekonomik tavizler vermeye mecburiyetinde bırakır.

Aşırı Birikim ve Sermayenin Değersizleşmesi

Marx’ın Kapital’in üçüncü cildinde özellikle vurguladığı, kapitalist üretimin yapısal krizlerinin temelinde aşırı birikim sorununun yattığı gerçeği bugünün dünyası için çok daha yalın ve anlaşılabilir haldedir. Bu savları basitleştirilmiş bir şekilde özetlersek:

* Emek gücü, maliyetinden daha fazla değer üretebilen tek metadır. Metaların değeri, onların üretimi için toplumsal olarak gerekli ortalama emek miktarıyla belirlenir ve işçiler bir günde çalışmak için ihtiyaç duyduklarından daha fazla üretim yapabilir.

* Pazar rekabeti ve daha fazla emek sömürme gerekliliği, üretim araçlarına yatırımı teşvik eder. Bu durum, ilk hamleyi yapan kapitalistler için avantajlıdır ancak zamanla üretimde kullanılan emek miktarının makinelere kıyasla azalmasına yol açar.

* Üretkenlik ve teknoloji kullanımı ortalamalaşırken üretimdeki emek azalır, bu da yatırımlardan elde edilen kâr oranının düşmesine sebep olur. Daha büyük yatırımlar gerektikçe ve büyük yatırımlar daha fazla risk taşıdıkça, kapitalistler yatırım yapmaktan kaçınır veya borç alarak yatırımlarını sürdürmeye çalışır. Sonuç olarak, kârsız işletmelerin ve yatırım yapılacak alan bulamayan sermayenin yol açtığı bir ekonomik durgunluk ortaya çıkar.

* Krizin çözümü, kapitalist sınıf açısından ancak ücretleri düşürmek, sermayeyi daha düşük arazi ve emek maliyetine sahip pazarlara ihraç etmek, üretici güçlere daha fazla yatırım yapmak ve sermayenin fiziksel veya piyasa yoluyla imha edilmesiyle değer kaybetmesini sağlamak gibi yollarla mümkündür. Ancak, bu karşı eğilimlerin de bağlamsal ve mutlak sınırları vardır.

Bugün bütün veriler gösteriyor ki küresel kapitalizm, tarihinin en büyük aşırı birikim krizlerinden biriyle karşı karşıyadır:

* Küresel borç 250 trilyon dolara ulaşarak dünya GSYH’sinin %237’sine denk gelmiştir.

* Gelişmiş ekonomilerde üretkenlik artışı %1’in altına düşmüş, gelişmekte olan ekonomilerde ise önceki on yıla kıyasla ciddi bir gerileme yaşanmıştır.

* ABD şirketlerinin %50’si kârsız hâle gelmiş ve milyarderlerin üçte biri, varlıklarının büyük bir kısmını nakitte tutmaya başlamıştır.

Bu bağlamda, ABD’nin tarifeleri, yalnızca rakip emperyalist devletleri değil, aynı zamanda aşırı birikmiş sermayeyi değersizleştirerek yeni bir sermaye birikim döngüsünü başlatmayı amaçlamaktadır. Trump yönetiminin tarifeleri duyurduğu günden itibaren ABD borsasından trilyonlarca dolar silinmesi beklenmedik ve şaşırtıcı bir sonuç değildir. Örneğin, S&P 500 endeksinin sadece iki gün içinde 5 trilyon dolar kaybetmesi ciddi bir gerilemedir. Ancak bu süreç, sistemin yeniden yapılanması açısından bilinçli bir sermaye imha stratejisi olarak da değerlendirilebilir. Kapitalizmin, geçmiş krizlerde olduğu gibi, değersizleşen sermaye üzerinden yeni bir birikim sürecine girmeye çalışması, yabancısı olduğumuz bir olgu değildir.

Emperyalist Rekabetin Yeni Evresi

Tarihsel olarak, emperyalist devletler arasındaki rekabetin yalnızca ekonomik araçlarla sınırlı kaldığı bir aralık var mı bilmiyorum. Aksine, genellikle bu rekabetin kaçınılmaz olarak savaşlar ve çatışmalarla sonuçlandığı defalarca kanıtlandı. Bugün de bakıldığında ABD, emperyalist rakiplerine karşı ekonomik baskı araçlarını devreye sokarken, bağımlı ülkeleri de daha fazla borçlandırarak emperyalist sistemin sürdürülebilirliğini garanti altına almaya çalışıyor. Bu politikanın tarih sahnesine neler getireceğini hep birlikte göreceğiz fakat zaten dünyanın önemli ve coğrafi olarak bize yakın bir kısmı uzun yıllardır bu rekabetin dolaylı savaşlarına ve çatışmalarına sahne olmaktadır.

Sürdürülen bu yeni politikanın diğer bir ekonomik yanı da Trump yönetiminin faiz oranlarını düşürme çağrısıdır. Bunu ülkemizde yaşanan o travmatik ‘faiz düşmanlığı’ ‘nas politikalarıyla’ karıştırmamak gerektiğini düşünüyorum. Her ne kadar özneler bazında iki ülkenin baş karakterinde de “Mesih Kompleksi” olsa da, bu çağrının aynı çağrı olmadığını ekonomi veri ve ölçütler açık biçimde gösteriyor.

Trump yönetiminin yaptığı faiz düşürme çağrısı taşıyan hamle de aslında emperyalist politikanın diğer bir boyutunu ortaya koymaktadır. Çünkü faiz oranları, özellikle borçla yaşayan sermaye için kritik bir faktör olduğu bilinen bir gerçektir. Burada amaç, kriz sürecinde düşük faiz politikasıyla yatırım maliyetlerini azaltmak ve sermayenin yeni birikim alanlarına yönelmesini sağlamaktır. Tabii ki, küresel petrol fiyatlarındaki büyük düşüş de bu politikaların başka bir parçası olarak okunmalıdır. 3 ve 4 Nisan tarihlerinde petrol fiyatlarının sırasıyla %6 ve %7 oranında gerilemesi, sermaye yatırım maliyetlerini düşürmeye yönelik bilinçli bir girişim olarak önümüzde duruyor, verileri birleştirdiğinizde, böyle bir tanımlamanın yanlış bir tahlil olmayacağı kanısındayım.

Emperyalist Krizin Derinleşmesi

ABD’nin tarifeler yoluyla yürüttüğü ekonomik saldırının, emperyalist kriz dinamiklerinin bir yansıması olduğu su götürmez bir gerçekliktir. Bu süreç, yalnızca rakip emperyalist güçleri değil, aynı zamanda emperyalizmin tahakkümü altındaki diğer ülkeleri borçlandırıp, bağımlı hâle getirerek yeni bir sömürü mekanizması yaratmayı amaçlamaktadır. Lenin’in de vurguladığı gibi, emperyalizm yalnızca ekonomik rekabetle değil, aynı zamanda sermayenin krizlerini yönetme ve yeni sömürü alanları yaratma çabalarıyla da şekillenir.

“Tekeller, oligarşi, özgürlük için değil, tahakküm için çabalar, artan sayıda küçük veya zayıf ulusun en zengin veya en güçlü ulus tarafından sömürülmesi - tüm bunlar bizi parazit veya bozan kapitalizm olarak tanımlamaya zorlayan emperyalizmin bu ayırt edici özelliklerini doğurdu.” [V. İ. Lenin, Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, 1916]

Bakıldığında, bugün dünya kapitalizminin içine girdiği kriz, geçmişteki krizlerden çok daha derin ve yıkıcıdır. Demek gerekir ki; emperyalist devletler arasındaki çelişkiler giderek keskinleşmekte ve şiddetlendirmektedir. Görülüyor ki bağımlı ülkeler açısından da bu durum, bağımsız bir sosyalist ekonomi inşa etme ihtiyacını daha da acil hâle getirmiştir. Çünkü ne anlatılırsa anlatılsın, hangi söylemle sunulursa sunulsun, her dönem kapitalizmin krizlerini aşma stratejileri, en nihayetinde işçi sınıfının ve ezilen halkların daha fazla yoksullaşması/sömürülmesi durumunu beraberinde getiriyor.

Bu bağlamda, sosyalist bir dünya düzeni için mücadele tek gerçek alternatif olarak önümüzde dururken, emperyalist tahakküme karşı örgütlü bir direnişin de bu mücadelenin ayrılmaz bir parçası olduğu, her geçen gün daha şiddetli bir biçimde yüzümüze çarpmaktadır.

C. Boran
9 Nisan 2025
Kaynak

Dipnot:
[*] Yazıda kullandığım “bağımlı dünya-bağımlı ülkeler” tanımı için “sömürge ve yarı-sömürge ülkeler” veya “emperyalizmin tahakkümü altındaki ülkeler” de uygun olabilir. “Ezilen dünya”, “çevre ülkeler” “küresel güney” gibi kavramsallaştırmaları doğru bulmadığımdan, benimsediklerim arasında en yalın olanı olan “bağımlı” kelimesini kullanmayı tercih ettim.

Kaynakça:
IMF, 2024 Global Debt Monitor, Aralık 2024, PDF.

Jan Mischke vd., “Investing in Productivity Growth”, 27 Mart 2024, Mckinsey.

Goldman Sachs, “The Risks of a Higher Rate Regime”, 8 Ekim 2023, PDF.

Robert Frank, “Millionaires are Hoarding Cash, Betting on Higher Rates, CNBC Survey Says”, 7 Haziran 2023, CNBC.

Peter Gratton, This Chart Could Explain Why Warren Buffett Is Holding $325 Billion in Cash”, 31 Ocak 2025, Investopedia.

“United States Private Debt to GDP”, Tradingeconomics.

Caroline Valetkevitch, “S&P 500 Loses $5 Trillion in Two Days in Trump Tariff Selloff”, 5 Nisan 2025, Reuters.

“Trump Says ‘Perfect Time’ for Fed to Cut Interest Rates”, 4 Nisan 2025, Reuters.

Erwin Seba, “Oil Dives More Than 6%, Steepest Fall in 3 Years on Tariffs, OPEC+ Supply Boost”, 3 Nisan 2025, Reuters.

Arathy Somasekhar, “Oil Dives 7% to Lowest in over 3 Years on China's Tariffs”, 4 Nisan 2025, Reuters.

“Debt Crisis: Developing Countries’ External Debt Hits Record $11.4 Trillion”, 17 Mart 2025, Unctad.

Richard Partington, “Trump’s ‘idiotic’ and flawed tariff calculations stun economists”, 3 Nisan 2025, Guardian.

09 Temmuz 2025

,

Urum

11 Eylül, önemli bir moment. Amerika’da liberallerin sosyalistleri ve feministleri Müslüman’a ve Doğu’ya yönelik savaşta devlete örgütlediklerinden söz ediliyor. Bu fikir ve pratik, Türkiye’ye de ithal edildi. Kadrolar ve program, 11 Eylül’e göre şekillendi. 11 Eylül, kimi solcuları satın aldı.

Misal, Mehmet Güneş’in Mayacılarla çıkarttığı Bilinç ve Eylem dergisi ve onun “Doğu Devrimi” ile alakalı gevezelikleri, bu saldırıya uyum sağlama, saldırıyı gerçekleştirenlerden rol dilenme çabasının ürünüydü.[1] Şimdi Güneş, “kimse bizim İran’da devrim yapmamıza mani olamaz, Amerika’yla devrim yapcaaz!” diyor.[2] Mossad ajanlarıyla “sıçrayacağını” söylüyor. Amerikan devrimine bağlanıyor. 2000’lerin başında “Doğu devrimi” ya da “Avrasya devrimi” diyenlerin hep birlikte emperyalizme örgütlendikleri görülüyor.

Metin Kayaoğlu’nun yetiştirdiği bir kadrosu var. Avrupa’ya iltica etmek için çabaladığı süreçte Rum olduğunu keşfetti. Bugün Amerikan işgalini savunuyor. İstanbul’un Yunan’a ait olmasını istiyor. Tüm Anadolu’nun “Müslüman Romalılar” olduğunu söylüyor. Tabii egemenlere yaranmak için son vurucu cümleyi dile dökmeden edemiyor: “Mustafa Kemal de Rum’du.” O da kendisini kurucu ideolojiyle meşrulaştırmaya çalışıyor. Her solcu gibi, sahiplerinin önüne koyduğu çanağa göre konuşuyor.

Hem Alevi, hem Sünni, hem Kürt hem Rum hem Türk hem agnostik hem sosyalist, hem şirket yöneticisi hem de liberal olan Mustafa Kemal, herkesçe bir kılıf ve zırh olarak kullanılıyor. Herkes, o mumyanın içini kendi malzemesiyle dolduruyor. Nâzım Bey’i “dış mihrak” olarak görüp, ona ve partisine düşmanlık eden irade, bugün kendi dişine uygun bir komünist hareket inşa ediyor.[3] Resmi komünist partisi, tüm hareketi ele geçiriyor. Bugün her örgütte TKP’nin “kurucu önderi olarak Atatürk” konuşuyor. Herkes, onun elindeki pergele uygun bir kafatasına sahip olmak için uğraşıyor.

Bu Alayoğlu, abuk subuk DNA haritaları üzerinden, bilimle ve Marksizmle alakası olmayan gevezelikler ediyor. Aslında atasının izinde o da “pergelle kafatası ölçüyor”. Önder paşası gibi “burası pek Türk değil, dışarıdan Türk getirelim” diyor. Arap Alevisini asimile etmek istiyor. Anadolu’yu, Rum ilini Müslüman’dan arındırıyor.

Aslında Alayoğlu, İsmet Özel ile aynı şeyi söylüyor. “Ülkede bir millet varsa onu var eden, Müslümanlıktır” diyor. Dolayısıyla, Müslümanlıktan arındırıldığında, basit bir işlemle, milleti ortadan kaldırdığımızda, geriye sevip sayacağı, Batı emperyalizminin bağrına basacağı bir ülkenin ortaya çıkacağını düşünüyor.[4] Müslüman’a düşmanlığı, Batı emperyalizminden öğreniyor. O Müslümanlıktaki kolektivizmi, halk iradesini ve eşitleyiciliği sevmiyor. Tarağın dişleri gibi olmak istemediği için burjuvazinin kokulu saçlarına toka oluyor. Efendileri adına trollük yapıyor.

Pax-Americana” ve “Pax-Romana” bu tür ajanlar şahsında birleşiyor. Bazı solcular, Amerikan barışı ile Roma barışı arasında bağ kuruyorlar. Spartaküsleri tasfiye ettikten, örgütleri böldükten, hareketi kısırlaştırdıktan sonra Roma özlemlerine gerekli zemini oluşturuyorlar. Roma’nın her yeri düzleyip huzuru getirmesini barış zannediyorlar.

Bu Bütünsel Marksist Ali Osman Alayoğlu’nun sahiplendiği Bizans düzeni, köyü boşlayıp kente çekildi. Doğudan gelen göçler, önce o kırsal alanı ele geçirdi. Üretimi kontrol eden kavimler, tarihsel devrimcilik gereği, Bizans ilini İstanbul yaptılar.

“[…] sonra Bizans’a neoliberal fikirler sızdı; zira […] bu fikirler, insanlığın icat ettiği, vebaya benzer bir hastalıktı, tıpkı tefecilik gibi. Bizanslı neoliberaller, asilzadelere ve yükselen kapitalistlere Anadolu topraklarının özelleştirilmesi gerektiğini anlattılar; dağlardaki iktisaden verimsiz tarım da sona erdirilmeliydi ve bunun yerine büyük çapta koyun yetiştiriciliği başlatılmalıydı. Zengin ve güçlüler bu öğüdü dinlediler. Topraklara el koydular, onları çayıra çevirdiler ve iyi kâr ettiler. İşsiz ve topraksız köylüler Konstantinopol’e toplandılar, dağlarını ıssız bıraktılar. Neoliberal fikriyat değerini ispatladı: Boğaziçi kenarındaki Büyük Şehir, çok miktarda koyun eti ve bir o kadar da ucuz işgücü elde etti. O sırada Türkmen kabileleri sınırlardan Anadolu’ya baktılar ve güzel bir sürprizle karşılaştılar: Küçük Asya bomboştu; sürülerle koyun ve birkaç koyun çobanı vardı. İçeri girdiler, koyunlardan güzel kebap yaptılar, buldukları çobanları da kendilerine kattılar ve Osmanlı Devleti’ni kurdular. Kısa süre sonra Büyük Şehir’i de aldılar, çünkü hinterlandsız bir şehir yaşayamazdı.”[5]

Alayoğlu dün, tıpkı Mehmet Güneş gibi, hiç alakası olmadığı Hikmet Kıvılcımlıcılığı satıyordu, şimdi Venizelosçuluğu satıyor. Neoliberal ağalara uşaklık ediyor. Derdi, Rumluk, Yunan veya ezilen Pontos da değil. Kendi bireyliği ile neoliberalizm arasında bağ kurmuş. Kendisini orada tarif etmiş. Eski asker olarak yeni ordulara dâhil edilmiş. Asker olarak sırtının sıvazlanmasını, boş beleş yaşamının birilerince beslenmesini istiyor. Hepsi bu.

Vaktiyle Alayoğlu’nun önderi Venizelos’a İngilizler, İstanbul’u öneriyorlar, ama o, İzmir’i istiyor. Çünkü İzmir, ticaret ve ekonomi açısından İstanbul’dan daha önemli. O gün Yunan’a Lloyd George’un verdiği destek, Filistin’den Hindistan’a uzanan ticaret yoluyla ilgili.

“Lloyd George’un stratejik amacı, Doğu Akdeniz’de kurulacak büyük Yunanistan ile Filistin’deki emperyalist projeyi birbirine bağlamak, buradan da bu iki İngiliz yanlısı (ona tabi) Hristiyan devletiyle Hindistan ve Güney Asya’da İngilizlere ait topraklar arasında bağ kurmaktı.”[6]

Bugün bu türden Mossad ajanları, aynı hat için çalışıyorlar. Rum postu ardına saklanan kripto Yahudiler, halklara düşmanlık ediyorlar. Halkı Müslüman yükünden, dikeninden, çapağından kurtarmak için uğraşıyorlar. Irkçı bir yerden saldırdıkları Müslüman’ı emperyalizm ve devlet için dövüyorlar. AKP denilen partinin Müslümanlıkla bir alakasının olmadığını bal gibi biliyorlar. Onu bahane edip Müslüman kitleye saldırıyorlar. Görevlerini ifa ediyorlar.

Charlie Hebdo saldırısının gerçekleştirildiği gün bir İngiliz sosyalisti, “Müslümanlara karşı kaçınılmaz devletçi saldırının safına geçmemeliyiz, bir fetiş hâline getirilmiş, ırkçılaştırılmış bir ‘sekülerizm’i savunmak denilen o ideolojik vazifeyi üstlenmemeliyiz ve bizi ırkçı bir kurumla dayanışma içine girmeye zorlayan o şantaja asla boyun eğmemeliyiz” diyordu.[7] O saldırı sonrası korkup kenara çekilen ama sonra bir şekilde aparatlaşan Leman dergisine yönelik saldırının ardından hiçbir sosyalist, böyle cümleler kurmadı. “Gazze’ye yağan bombaların sebebi dindir” diyen, iki dinin peygamberini alaya alan karikatüre sahip çıktı. İttihada milliyetçiliğin; terakkiye dinin mani olduğunu düşünen solcular, Talat Paşa çizgisine örgütlendiler. Paşa da İngiliz çizgisine bağlıydı.

Solun dili de fikri de esir. Çünkü sosyalist hareket, 2007 sonrası o safa geçti, o vazifeyi üstlendi, o şantaja boyun eğdi. Sırf CHP’nin çanaklarını yalayacağım diye, hem Müslüman içi sınıf mücadelesinden koptu hem de Müslüman’ın sınıf mücadelesinden uzaklaştı. Devletin de sermayenin de istediği buydu.

Eren Balkır
4 Temmuz 2025

Dipnotlar:
[1] Bu derginin yürüttüğü tartışma, şu yazıda eleştirilmişti: Eren Balkır, “Ekim’in Doğusu, Doğu’nun Ekim’i”, 2005, İştiraki.

[2] Mehmet Güneş, “İran-İsrail Savaşı ve Türkiye Solunun Hal-i Pür Melali”, 18 Haziran 2025, Justpaste.

[3] Mustafa Kemal Atatürk, “Nâzım Bey Vakası”, 1927, İştiraki.

[4] Elias Ypsilantidis, “Constantinople Türk işgali altında”, 30 Haziran 2025, X.

[5] İsrail Şamir, “Sumud ve Akış”, 23 Ağustos 2003, İştiraki.

[6] Vasilis K. Fuskas ve Bülent Gökay, “Lenin’in ‘Doğu Politikası’, Türkiye ve Yunanistan’da Komünizm”, 2020, İştiraki.

[7] Richard Seymour, “Charlie Hebdo”, 7 Ocak 2015, İştiraki.

08 Temmuz 2025

, ,

Eleştirmen Olarak Devrimci


Gassân Kenefâni’nin Siyonist Edebiyat Üzerine Çalışması

 

Gassân Kenefâni, kolay kolay kategorize edilebilecek bir isim değil. Filistinlilerin ve Filistin’le ilgilenen kişilerin gayet iyi tanıdığı bir isim olarak Kenefâni, münferit bir kişilik değil. O Marksist devrimci, bir partinin sözcüsü, romancı, politik teorisyen, öğretmen, sanatçı, gazete yayın yönetmeni ve kendisini davasına adamış bir enternasyonalist.

Kenefâni, farklı renklere sahip hayatında farklı roller üstlenmiş ve hepsinin de üstesinden başarıyla gelmiş. Onun pek bilinmeyen, dolayısıyla övülmeyen bir başka mesleği daha var: edebiyat eleştirmenliği.

O kısa ömrü boyunca Kenefâni, altmışlarda ve yetmişlerde önemli bir büyüklüğe ve nüfuza sahip bir Marksist-Leninist örgüt olarak FHKC’yi kurmuş olan, akıl hocası Corç Habeş’le tanıştığı Şam Üniversitesi’nde edebiyat öğrencisi olması hasebiyle çok farklı türlerle ilgili eleştiriler ve analizler kaleme aldı. Siyonist Edebiyat Üzerine kitabına ek olarak Kenefâni, Filistin edebiyatını eleştiren iki kitap yazdı. Romanlarından ve hikâyelerinden ayrı olarak bu kitaplar, İngilizceye tercüme edilmedi.

Siyonist Edebiyat Üzerine isimli çalışmasında da görüldüğü üzere Kenefâni, kalemi keskin, dili sert bir eleştirmendi. Duyguyu ve biçimi anlama konusunda gayet cömert bir tutum içine girebilen Kenefâni, politika ve efsaneleri değerlendirirken de aynı ölçüde acımasız olabiliyordu.

Kenefâni’nin edebiyat eleştirisi sahasına taşıdığı politik hassasiyeti anlamadan, onun bu eleştiri pratiğini yeterince idrak edemeyiz. Politik hassasiyeti, aynı zamanda onun edebiyat eleştirilerini incelememize de katkı sunacaktır.

Edebiyat eleştirisi “politik” olmamalı. Bu, yüzeyden bakıldığında saçma görünecek bir söz. Öyle ki hiçbir ciddi edebiyat eleştirmeni, bu pratiğin politik olmasını mümkün görmez. Oysa bu söz, afili bir kelam değil, bir tür ideolojik kodlama.

Fikri ve ekonomik görüşlerdeki kitabiliği bu yaklaşım besliyor. “Politik” eleştiri, kültürel emeğe ait düşük düzeydeki bir kategori olarak görülüyor. Akademi ve sanat sahasının önderleri, devrimci düşünceyi kurumsal yapılar içine gömüyorlar. İktidar merkezini tehdit eden her şeye “politik” damgası vuruluyor. Olumsuz bir değer yükleniyor. Hemen itibarsızlaştırılıyor. Böylelikle iktidar, apolitik olanın cisimleşmiş hâliymiş gibi çıkıyor karşımıza. Bu tür bir ortam, Kenefâni gibi eleştirmenlerin hoş karşılamayacağı şeyler.

Kenefâni’nin burjuva adetleriyle zıt düşmek gibi bir derdi yok. Onun derdi, eleştirel yaklaşımıyla Filistin’in ulusal kurtuluş mücadelesini fikren beslemek. Kenefâni, basit ve keyfi bir tercihin değil, Siyonist edebiyatın alabildiğine politik olduğuna ilişkin tezi üzerinden belirli bir yaklaşım geliştiriyor.

Kenefâni, Siyonist liderlerin sömürgeci projelerine hizmet eden sanatsal faaliyetlerin ardındaki o “muazzam plan”ı görüyor. Tezini ispatlamak adına, bir dizi örnek sunuyor: Yail Dayan’ın Ürkmüş Kıskançlık, Ahad Haam’ın Siyonizm ve Yahudilikle ilgili denemeleri, Leon Uris’in Büyük Göç’ü ve yaratıcı içeriğe sahip, tarihsel daha birçok malzeme.

Kenefâni’nin eleştirisi, sadece metinlerle de sınırlı değil. Kenefâni, yayıncılık sektörünü ve onunla bağlantılı kültür kurumlarını emperyalist politikanın alanları olarak inceliyor. Bu noktada Nobel Ödülü komitesini özel olarak inceliyor:

“Nobel Ödülü komitesi, 1966 yılında Şmuel Yosef Agnon gibi böylesi bir ödül için gerekli edebiyat ölçütlerini yerine getirmeyen gerici ve şoven bir yazara neden ödül verdi?”

Kenefâni’ye göre Batı edebiyatı denilen alan, meritokrasiyi temel alan açık bir forum değil, açgözlü muktedir sınıfın tercihlerine göre biçim alan, onların kontrol ettiği bir pazar. Devrime bağlı olan birçok yazar adayı, bu sektöre girmek için uğraştı ama aynı akıbetle yüzleşti.

Kenefâni’nin net bir dille aktardığı biçimiyle, Siyonizmin ne Yahudilikle ne de Yahudi halkıyla bir alakası-bağı var. Bu noktada Kenefâni, Siyonist hareketin kendisini tarif ettiği süreçteki kopuklukları belirliyor ve bugün popüler olan tanımının kaynağının Batı emperyalizmi olduğunu söylüyor. Lafı dolandırmadan, meramını tüm yalınlığıyla aktaran Kenefâni, Filistin’in çilesi içerisinde Yahudilerin sahip olduğu yere işaret ediyor ve bu çilenin Filistin’in mülksüzleştirildiği süreçte Yahudileri Yahudiler adına masumlaştırmak için ortaya konulan fikri namussuzluk karşısında bir sapmayı ifade ettiği üzerinde duruyor. Bir yandan da Kenefâni, Yahudi halkıyla alakalı hâkim anlayışların Siyonizmi doğal bir oluşum olarak gören, gösteren normalleştirme çabalarının bir sonucu olduğunu ortaya koyuyor.

Siyonizm, kitabi bir geleneğin veya kültürel bir pratiğin ürünü olmamasına rağmen, ısrarla Yahudi halkının ana modeli ve nihai efendisi olduğunu, üstünlüğünü bu vasfının sağladığını söylüyor. Oysa bu, Yahudi halkının ayak bastığı tek toprak değil. Bu süreçte emperyalist güçler ve Sami ırkı sevicisi aydınları önemli bir rol üstlendiler.

Kenefâni, Siyonizmi Avrupa antisemitizmine karşı geliştirilmiş doğal bir cevap olarak görmüyor, bunun yerine, sınıf ve dini bağlılığı merkez alan, cemaat içi dinamikleri keşfediyor. Yahudilerin modern Avrupa’ya entegre edildiği sürece dair özeti, muhtemelen kitabın en fazla itirazla karşılaşacak bölümü. Ama gene de Siyonizmi varoluşsal zorunluluk olarak takdim eden yaygın hikâyeyi ters yüz eden yaklaşımı bize önemli kapılar açıyor.

Kenefâni’ye göre, Siyonizm nihayetinde içselleştirilmiş ırkçılığın ve sıradan Yahudi halkı hilafına emperyalizmin hâkimiyet ve birikim çabalarına hizmet edecek gücün peşinde koşmaya yönelik üstünlükçü eğilimin ürettiği bir tercihtir:

“Toplumsal bütünleşme ve asimilasyon ile ilgili fırsatların arttığı koşullarda biz, sosyo-ekonomik açıdan imtiyazlı olan Yahudi çevrelerinde şovenist akımın güçlendiğine şahit oluyoruz. Yüzyılın ortalarından itibaren kendisine alan bulan akım, sonrasında Siyonist edebiyat içerisinde ana akım hâline geldi ve 1897’de Basel’de düzenlenen Birinci Siyonist Kongresi’nde politik Siyonizmin birlik zeminine kavuşmasına öncülük etti.”

Bir yanıyla Hristiyan yazarları da içine alan bir kategori olarak Siyonist edebiyat haricinde Yahudi edebiyatına da hâkim olan Kenefâni, dini geleneklere, laik söylemlere ve dilsel gelişimlere dair çarpıcı bir anlayış geliştiriyor. Yahudilik çalışan hocaların, Kenefâni’nin her unsuru içeren tarihsel özetlerini provokatif bulmaları gayet doğal. Ama sömürülen tarafın gözüyle baktığımızda, ondaki keskin ferasetin kitabın en ikna edici niteliği olduğunu söyleyebiliyoruz.

Bu noktada bizim Kenefâni’nin “Siyonizm ne kültürel bir eğilim ne de politik bir zorunluluktur” cümlesine odaklanmamız gerekiyor. Kenefâni’ye göre Siyonizm, Avrupa’da Yahudiler arasında gelişen devrimci ve komünist politikayı susturmaya çalışan, kültür ve politikaya dair şoven fikirlerden kök alıyor. Kenefâni’nin tarihsel değerlendirmesi, Siyonizmin içine kök salmış çelişkileri ortaya koyuyor.

Demek ki Siyonist edebiyatı anlamak için eleştirmenin diğer toplumlarla uyuşmayan, onlardan ayrı, müstakil bir millilik anlayışını oluşturmak için işletilen zahmetli ve çoğunlukla çelişkilerle yüklü süreci analiz etmesi gerekiyor. Zira Siyonizmin ilk elden belirlediği politik hedefler, edebiyat gibi yaratıcı faaliyet alanlarındaki ustalık olmaksızın Batı’nın muhayyilesine hâkim olamazlar.

Yeniden yazma ve revize etme pratiği, Siyonizmin ve emperyalizmin Filistin’e hâkim olmak için belirlediği stratejinin en önemli özellikleridir. Hareketin liderleri, Doğu Akdeniz’e yerleşmek için geçerli bir bahane bulmak adına geçmişi eşeleyip durdular. Kaynak olarak yüzlerini kutsal kitaba döndüler. Bu, birçok akademisyene ilham veren bir pratikti. Fakat Kenefâni, bu alanda ortaya konulan ve belirleyici sonuçlar üreten icat pratiğinin kültürel ürünler üzerinden işletildiğini ortaya koyuyor. Yaratıcı yazım pratiği türünden kültürel ürünler, esas olarak ya Siyonist projeyi besledi ya da ideologlar ve muhtelif burjuvazi için eğilim belirleyen kişilerce Siyonizmin hizmetine sunuldu. Bu süreçte Benjamin Disraeli ve George Eliot gibi Viktorya döneminin o herkesçe bilinen isimleri bu davaya teksif edildiler. Kenefâni’nin üzerinde durduğu en çarpıcı örnekse, Eliot’ın Daniel Deronda isimli romanının bir yerinde karakterin ettiği laf. Orada romanın kahramanı, Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmazdan yetmiş yıldan fazla bir zaman önce bu gayeden söz ediyor:

“[…] İsrail kazanırsa dünya da kazanır. Böylelikle Doğu, her milletin beğenisini ve kültürünü sırtında taşıyacak bir hamala kavuşacak. Düşmanlıkların son bulduğu bir yurt, Batı için Belçika neyi ifade ediyorsa onu ifade edecek, tarafsız bir zemin oluşacak.”

Kimi yönlerden Kenefâni, takip eden on yıllık dönem boyunca özellikle İngiltere’de ortaya çıkan kültür çalışmalarını önceden haber veren bir yaklaşım ortaya koyuyor. Stuart Hall ve Raymond Williams gibi Marksist eleştirmenlerin biçimlendirdiği bu eleştiri, nesnellik iddialarının kısıtlamalarına pek aldırış etmiyor, edebiyatı bilhassa komünizme karşı yürütülen propaganda faaliyetlerinde kullanılan ideolojik bir meta olarak ele alıyor. Siyonist Edebiyat Üzerine isimli çalışma, tarafsız bir kültür pazarı olduğu görüşünü reddediyor. Bunu aptalca ve ciddiyetsiz bir yaklaşım olarak görüyor. Kitaba göre kültür pazarı, sadece kapitalist endüstrinin ürünlerinin girdiği bir birikim alanı. Bu pazarda hegemonyanın estetik temeli, politik sağduyunun hammaddesi konuşuyor.

Bu temel üzerinden Kenefâni, Siyonizme bağlı olanların Siyonist edebiyatı idrak edemeyeceklerini söylüyor. Hatta bu kategorinin düşünceyi yeniden koşullandırdığı üzerinde duruyor.

Siyonist edebiyattaki asıl tuhaflık, onun ancak Siyonizmi reddetmek suretiyle okunur olması ile ilgili. Aksi takdirde bu edebiyat, modern dünyada doğal bir şeymiş gibi çıkıyor karşımıza. Siyonist edebiyat, amacına ulaşmak için amaçsızmış gibi görünmek zorunda. Kenefâni, onun yüzündeki maskeyi söküp almak için epey zaman harcıyor ve ideolojik içeriğini ifşa ediyor. Siyonist edebiyat, sömürgeci projenin hem başında hem de sonunda düşülmüş bir not. Bu iki vasfı birbirini inşa ediyor. Birini anlamak istiyorsanız, ikisini birden idrak etmek zorundasınız.

Peki böylesi bir yaklaşım, bizi düşünsel ve politik emek düzleminde nereye götürür? Muhtemelen okur, kitap boyunca bu soruyu soracak.

Kenefâni, kurtuluşa dair meseleleri tefekkür etmekten başka bir seçenek bırakmıyor bize. Uyguladığı tazyik, ara sıra sertleşen üslubu, bizim meselelere kayıtsız veya ilgisiz kalmamıza asla fırsat vermiyor. Kullandığı yöntem, tarafsız kalmamıza mani oluyor. Tarafsızlık, 1967 Savaşı sonrası Filistinlilerde ve Araplarda oluşan devrimci ruh haline yabancı olan bir anlayış.

Filistinliler, bu yaşanan yenilginin acısını direnişi yeni ve önemli biçimlere evrilterek yaşadı. FHKC, kurulalı daha birkaç ay olmuştu. Kenefâni, henüz 31 yaşındaydı. Hemen kollarını sıvadı.

Sadece politik malzemeyi değil, politikanın kendisini de analize tabi tuttu. Siyonist Edebiyat Üzerine isimli çalışması, bugünün okurunu da ilgilendiren bir çalışma. Filistin’de ve Filistin sınırlarının ötesinde karşılığı olan, önemli bir kitap. O, aynı zamanda kendi dönemini belgeliyor. Saldırgan Arapların kuşatması altında olan İsrail’in azimli insanları ile ilgili efsaneyi boşa düşürüyor.

Kenefâni’nin ele aldığı koşullar bugün de mevcut. Hatta daha ağırlaşmış halde. Bu anlamda, söz konusu kitabı basit bir eser olarak görmemeli. Kendi döneminin ürünü olsa da, Kenefâni’nin yaşadığı dönemde hüküm süren politik ve ekonomik koşullar üzerinde duruyor ama bugün yaşanan sömürgeci şiddetinden ve mülksüzleştirme pratiklerinden de bahsediyor.

Bugün yaşanan da dün yaşanan da deneyim olarak evrensel bir niteliğe sahip. Kenefâni’nin Siyonist edebiyatla ilgili değerlendirmelerinde amaç, Filistinlilerdeki devrimci duygunun ve milli kurtuluş mücadelesinin iyi bir dünya yaratma çabasından ayrıştırılamayacağını ortaya koymak. Kenefâni bunu, Siyonizmin zafer naraları attığı bir dönemde, Kuzey’de solcuların İsrail’in mağdur olduğuna dair hikâyeye kandıkları koşullarda yapıyor.

Ama Kenefâni ve Filistin davası, Güney’de müttefiksiz değil. Siyonist Edebiyat Üzerine kitabının yazıldığı ve yayımlandığı yıl Kenefâni’nin 1960 yılına dek yaşadığı Beyrut şehri, Üçüncü Afrikalı Asyalı Yazarlar Konferansı’na ev sahipliği yaptı. Kenefâni’nin de katıldığı bu etkinliğin[1] sonunda Filistin’le ilgili bir karar alındı. Kararda, dünyadaki tüm ilerici Afrikalı ve Asyalı yazarlara “Siyonist hareketin kurduğu kapsamlı kültürel komploya karşı durmaları çağrısı” yapıldı. Alınan başka bir kararda ise kültür sahasına sızan emperyalist ve yeni sömürgeci unsurlarla mücadele etme gerekliliğine vurgu yapılıyor, bu unsurlardan biri olan Siyonist hareketin “saldırı sürecinde emperyalistlerin çıkarlarına hizmet eden emperyalist bir araç” olduğuna işaret ediliyordu.[2]

Bu anlamda, Kenefâni’nin bu kitabın çevirisi üzerinden İngilizcede ve Batı dünyasında belirli bir anlama kavuşması çok önemli bir gelişme. Ama tercüme edilmiş olan kitabın farklı bir dile ait olduğunu bilmek, onun özgün dilindeki yankısını dikkate almak gerek. Asıl metne en fazla sadık kalan çeviride bile belirli kelimelerin ve ifadelerin bağlamı tam olarak aktarılamaz. Arapça yazılmış, İngilizceye aktarılmış, Filistin’e hasım olan bir dil ve coğrafya zeminine taşınmış Filistin’e ait bir yazıda mesele daha da çetrefilli bir hal alıyor.

Bu demek değil ki Siyonist Edebiyat Üzerine kitabı, tercüme edilmemeliydi. Bilâkis, kitabın tercüme edilmiş olması, onu özgün dilinde okuma imkânı bulunmayan insanların hayrınadır. Kenefâni’nin okur kitlesi genişledikçe diasporada azalma ihtimali bulunan, Filistin’in ulusal kurtuluş mücadelesine dair hassasiyet de artacaktır.

Kenefâni, Filistin toplumunu aktaran devrimci bir dile sahipti. Haysiyetli duruşundan zerre ödün vermeyen, kendi halkını yansıtan bu dil, okura kavrama gücü ve zengin bilgi birikimi sunuyor.

Kenefâni’nin derdi, ABD veya Filistin’deki liberallerin hassas yüreklerini hoş etmek değildi. O, Filistin davasına yoldaş olan insanlardan ve Filistinlilerden oluşan bir okur kitlesine sahipti. Bu kitap çevirisi, yeni kuşağın bu dava uğruna mücadele etmesini sağlayacak.

Bu, Kenefâni’nin okur kitlesi için hiç de ufak bir mesele değil. Kenefâni, Siyonizm konusuna uzun zaman kafa yormuş bir isim, ama zeki bir okur, kitabın gerçekte Filistin ve Filistinlilerle alakalı olduğunu anlayacak.

Kenefâni, İsrail denilen yerde yaşayan halka değinmeden İsrail’e dair bir şeyler yazılamayacağını biliyordu. Siyonist yazarlar, o toprakların yerlisi olan halkı kabul ediyor, Arapların orada yaşamaya hakkı olmadığını söylüyorlardı. Böylelikle Filistinli, insanlık dışı bir varlık olarak görülüyordu.

Asıl olaya geçmeden önce yazarla ilgili birkaç kelam edelim. 1972’de 36 yaşındayken İsrail tarafından katledilmeden önce Kenefâni, önemli bir isim olarak görülüyordu. Bugün sosyal medyada fotoğrafları ve videoları dolaşıyor. Filistin’in kültürel ve politik tahayyülünde halen daha canlı. Buna karşın Kenefâni, eserlerini ve ideolojisini şekillendirmiş olan devrimci ilkelerini tanımlayan maddi koşullardan kopuk, soyut bir olgu olarak ele alınıyor.

Altmışlarda ve yetmişlerde en şanlı dönemini geçiren FKHC, bugün o kadar ön planda değil. Ama gene de sahada ve Filistin’in milli sorununa dair analiz çalışmalarında halen daha belirli bir ağırlığa sahip.

Uçak kaçırma ve gerilla savaşı ile önemli ve somut bir miras bırakmış olan FHKC, etkili olan kimi görüşler de geliştirdi. Bu görüşlerin büyük bir kısmı, bahsini ettiğimiz kitapta da çıkıyor karşımıza: Siyonizmin emperyalist niteliği, devletin şiddetinin onaylanmasında dilin sahip olduğu önem, Siyonist yerleşimcilikte ve Filistin direnişinde sınıfın sahip olduğu öncelikli konum.

İsrailliler, Kenefâni’yi farklı tanıyorlar. (Avrupalılar ve Kuzey Amerikalılar da ondan az çok haberdarlar.) Siyonist siyasetçiler ve aydınlar, onu sadece düşman olarak görmüyorlar, ayrıca onu Siyonizmin mağdur ettiği kişiler için kullanılan ağır sözlerle anıyorlar: “müfrit, barbar, terörist.”

Marksizme bağlı bir isim olmasına rağmen Kenefâni, İsrail işçi sınıfının gözünde bir kahraman değil. Hatta bu sınıf, ondan epey nefret ediyor.

Kenefâni, İsrail işçi sınıfını ülkedeki hukuk sisteminde mevcut olan yapısal eşitsizlik ve Nekbe’deki o büyük zulmün ürünü olan çatışkılı bir yapı olarak görüyor. İşçiler arasındaki dayanışmanın ancak sömürgelikten kurtuluşla ve emperyalist hâkimiyete son verilmesiyle yaşama imkânı bulacağını söylüyor.

Bugüne dek İsrailliler, Kenefâni’yi gerçek manada tanımıyorlardı. Sadece ismini biliyorlardı. Eylemlerinden haberdarlardı. Şöhretli biri olduğunu duymuşlardı. Onu bir aydın ve eylemci, bilhassa insanlara ilham veren bir kişi olarak görmüyorlardı.

İsraillilere göre Kenefâni, huzura dair hayallerini bozan bir öcüden başka bir şey değildi. Ama Kenefâni, İsraillileri gayet iyi tanıyordu.

Başka bir yeteneğe, o kaşları kalkık bürokratları ve burjuva kurumlarıyla ezenin resmi bilgilerinden farklı bilgilere sahip olan ezilende güçlü bir sezgi mevcut: o, kendisini adaletsizlikten ve boyunduruktan kurtulmak zorunda olduğunu biliyor. Zorunluluk gereği, ezilen, ezendeki engin bilgiye sahip. Bu kitap, bu sözün kusursuz bir örneği.

Kurulduğu günden itibaren FHKC, kendi fikirlerine bağlı kaldı, devrimci teorinin o canlı birikiminden hiç kopmadı, aynı zamanda Frantz Fanon ve Amílcar Cabral’ın geleneği olarak direniş süreci boyunca aktif askeri varlığını muhafaza etmeyi bildi.[3] Örgüt, şiddeti, sadece toprak ve siyaset üzerinde egemenlik tesis etmenin aracı değil, kurtuluş yoluna atılacak ilk psikolojik adım olarak devreye soktu.

Kenefâni’nin politik ve edebi çalışmaları, bu örgütün yolundan kopuk ve ayrı şeyler değil. Siyonist edebiyatla ilgili değerlendirmesi, bir bakıma Filistin’in geleceğine dair bir tasvir.

Kenefâni’yi anlamak istiyorsak, birbirinden kopuk ontolojik ve düşünsel kategorileri terk etmek, en azından bu kategorileri dinamik ve birbirleriyle etkileşim içerisinde olgular olarak ele almak zorundayız. Siyonist Edebiyat Üzerine, kültürü emperyalizmden ayrı bir şey olarak alan fikre karşı çıkan, “politik” bir edebiyat eleştirisi olarak görülmeli.

Filistin’deki düşünce geleneği gibi Kenefâni’nin politik yazıları da Arapçada ciddi bir etkiye sahip olmasına karşın İngilizce konuşan dünyada yeterince bilinmez. Siyonist Edebiyat Üzerine isimli kitabın çevrilmesi, bu anlamda söz konusu eksikliğin giderilmesine dönük bir çabadır. Kenefâni’nin sunduğu güvenilir bilgiler ve deneyim, biz okurlara Siyonizm ve Filistin’in direnişi konusunda çok şey öğretecektir. Kitabın açtığı yol, bize şu internet çağında politik malzemeyi efsanelere boğulmuş halinden kurtarıp, onu maddi politika alanına taşıma imkânı sunacaktır.

Steven Salaita
27 Haziran 2022
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Gassân’ın dul eşi Anni Kenefâni’nin bu çeviriyi yayına hazırlayan Louis Allday’e Mayıs 2022’de gönderdiği eposta. Anni, konferansın Filistin’le ilgili kararında Gassân’ın etkili olduğuna inanıyor.

[2] “Resolutions of the Third Afro-Asian Writers’ Conference” (25-30 Mart 1967, Beyrut, Lübnan). Kararlar, örgütün resmi yayın organı Lotus’ta aktarılıyor.

[1] Ocak 1973’te, Kenefâni cinayetinin üzerinden bir yıla bile geçmeden, Cabral da katledildi.

Kerbelâ Neden Unutturuldu?

“Gökkubbe Çöktü” [Hasan Ruhulemin -Tahran 2016]

 

Beş on yıl önce arkadaşlarla bir sohbet esnasında, yeri geldi Kerbelâ’dan bir örnek vermek istedim. Bir arkadaşımız sözümü kesti, “O konulara girme” dedi. Ben yine de devam etmek isteyince, sesi sertleşti. Devam etmemi istemedi; “dilimizi kirletmeyelim!” dedi.

Kerbelâ hadisesini çok geç öğrenmiş biri olarak bu “sansür” beni şaşırtmadı. Çünkü bireysel bir şey değildi. Hz. Hüseyin’in şehadeti, çok çeşitli teknikler kullanılarak, bir şekilde geri plana itilmişti.

Bu tekniklerden biri de bütün mutlu olayların bugüne denk getirilmesiydi. Hz. Yusuf’un kuyudan kurtulmasından tutun da, Yunus Aleyhisselam’ın balığın karnından kurtulmasına kadar hepsi 10 Muharrem’de olmuştu! Kızıldeniz bugünde yarılmış, Hz. Eyyüp bugün şifa bulmuş, Hz. Davud’un tevbesi bugün kabul edilmiş, Hz Nuh’un gemisi bugün Cudi’ye oturmuştu, Hz. İsmail bugün doğmuştu. Dolayısıyla “âşura” günü, böylelikle “aşure” gününe dönmüştü. Kerbelâ hadisesi de bu mutlu günler içinde bir detay olarak kalmıştı. Tarihimizin belki de bizim için en öğretici olayından mahrum bırakılmıştık.

Peki neden böyle yapılmıştı? Kerbelâ’yı hakkıyla öğrenseydik, Hz. Hüseyin’in neden şehid edildiğini bilseydik, ne olurdu?

Çok şey olurdu.

Her şeyden önce bugün Gazze’yi yalnız bırakmayı böylesine meşrulaştıramazdık. Bin bir mazeret bularak İsrail’le ilişkileri normalleştiremezdik.

Kendini “hadimül haremeyn” görenler saraylarda oturamazdı. Emperyalistlerin elini sıkamazdı.

Eğer Hz. Hüseyin’in “Kanım dökülmeden ayakta kalmayacaksa Muhammed’in dini, ey kılıçlar gelin alın beni! Parçalayın bedenimi!” sözü şiarımız olsaydı, kimse bize boyun eğdiremezdi.

Hz. Hüseyin’in bu şiar uğruna altı aylık yavrusunu feda ettiğini kalbimize yerleştirmiş olsaydık, bugün Siyonistler bu bölgede kimsenin kılına zarar veremezdi.

Büyük camiler yapmanın, büyük ihanetleri örtemeyeceğini bilirdik. Makam için, mevki için, para ve unvan için insanların nasıl dönüşebileceğini aklımızdan hiç çıkarmazdık.

Eğer Kerbelâ’yı hakkıyla öğrenseydik, zalim sultanların karşısında nasıl durulacağını, onların yüzüne hakkın nasıl haykırılacağını Hz. Zeyneb’ten öğrenirdik. Kerbelâ’nın misyonunu bir kadının tarihe nasıl taşıdığını bilirdik. Şiarlarımız uğruna en yakınlarımızı feda etmeyi felaket değil “güzellik” olarak görmeyi Zeyneb’in “Ben Kerbelâ’da güzellikten başka bir şey görmedim” sözünden öğrenirdik.

Kerbelâ’nın “almak değil, vermek olduğunu”; bir medeniyet dersi olduğunu, bir insanlık dersi olduğunu hakkıyla öğrenmiş olsaydık, bugün insanlığın umut meşalesi olabilirdik.

Eğer dersimizi Kerbelâ’dan almış olsaydık, kimseye aldanmaz, kimseyi de aldatmazdık.

Merhum Şeriati’nin söylediği gibi; ya Hüseyin gibi gider, ya da Zeyneb gibi kalırdık.

Mücahit Gültekin
7 Temmuz 2025
Kaynak