1976’da
Marksist sosyologlar Barbara ve John Ehrenreich, “Profesyonel-Yönetici Sınıfı”
(PYS) olarak adlandırdıkları sınıf hakkında iki makale yayınladılar. Bu
sınıfın, klasik Marksist burjuvazi ve proletarya kategorilerinden,
genelde orta sınıfla ilişkilendirilen, küçük iş sahiplerinden oluşan eski küçük
burjuvazi kavramından farklı olduğunu savundular.
Bu
PYS, yeni orta sınıfa denk düşüyor. İşçi sınıfıyla (geçimini sağlamak için
emeğini satmak gibi) birçok ortak özelliğe sahip olmasına karşın, eğitimleri
sayesinde farklı sınıf çıkarlarının yanı sıra bir hak sahibi olma ve
seçkincilik duygusuna da sahiptir.
Ehrenreich’lar,
sosyalizmin ABD’de mevzi kazanamaması, “ilerici” siyasetin sınıf siyaseti
üzerindeki hâkimiyeti ve Amerika’daki politik solun genel yozlaşmış hali
konusunda, PYS ile işçi sınıfının birbiriyle çatışan dünya görüşlerine ve
hedeflere sahip olduğu gerçeğini sorumlu tutuyorlar. Bugün soldaki birçok kişi
(kimi sağcılar), Ehrenreich’ların geliştirdiği bu kategoriyi kimlik siyaseti ve
“duyarcılık” gibi konularda başkalarını suçlamak için kullanıyor.
Ehrenreich’ların
ileri sürdükleri argüman, Amerikan solundaki gerçek siyasi ayrışmaları ve
çatışmaları tespit ettiği için birçok güçlü noktaya sahip. Bu açıklama becerisi
teoriye güç kazandırmış, dolayısıyla, günümüze kadar siyasi söylemde yaygın bir
etkiye sahip olmuştur. Ancak PYS, ayrı bir sınıf değil, vasıflı kafa emekçilerini,
yöneticileri, idarecileri ve profesyonel küçük burjuvaziyi bir araya getiren
bir kategoridir. Ehrenreich’ların sınıf olarak tanımladığı şey, daha ziyade farklı
sınıfları içeren bir kültürel ortamdır. Yazarların PYS’yi suçlarken işaret
ettikleri siyasi meselelerse, büyük ölçüde (ama tamamen değil) işçi sınıfı içerisinde
yaşanan bir çatışmanın somut ifadeleridir. Bu sınıf içi çatışmalar yaygın olarak
görülürler ve genelde çıkar konusunda yaşanan gerçek ayrışmaların ürünüdürler.
Kategori
Ehrenreich’ların
tanımladığı “PYS” kategorisi, toplumumuzun eğitimli profesyonel elitine işaret eder:
“Bu anlamda PYS, bilim
insanları, mühendisler, öğretmenler, sosyal hizmet uzmanları, yazarlar,
muhasebeciler, alt ve orta düzey yöneticiler ve idareciler gibi grupları
içerir; yani ABD nüfusunun yaklaşık yüzde yirmi ila yirmi beşini oluşturur.”
Bu
insanların çoğu, Marx’ın proletaryasının ayırt edici özelliği uyarınca, geçimlerini
sağlamak için emeklerini satarlar. Marx’ın Kapital’inin üçüncü cildinin
sınıflarla ilgili bölümü hiçbir zaman tamamlanmamış olsa da, yazılarını
derinlemesine inceleyen herkes, proletaryanın “emeğini onu yöneten ve bundan
kâr eden başkalarına satan kişi” olduğunu görecektir.
Ancak
Marx’ın eserinde “üretken emek”le “üretken olmayan emek” ayrım yapılır. Bu
önemli ayrım (proletarya veya burjuvazi terimleri gibi) Marx’a ait değil. Adam
Smith gibi düşünürlerden miras. Ekonomik anlamda üretken emek, satış için meta
üreten emektir. Dolayısıyla üretken olmak, yalnızca güzel bir şey üretmekle
ilgili değildir. Evsizler için yemek pişirip bedava dağıtmak, bir şey ürettiği
anlamında “üretken”dir, ancak meta üretmediği için ekonomik anlamda üretken
değildir.
Bir
öğretmen üretken midir? Özel okulda öğretmenlik yapıyorsa evet, çünkü eğitim
denilen metaı üretir. Devlet okulunda öğretmenlik yapıyorsa hayır, çünkü
sundukları hizmetler meta değildir. Ancak her zaman diyalektikçi olan Marx, bu
ayrımı daha da karmaşıklaştırmak zorundadır. Bir öğretmen, emtianın
yaratılmasına doğrudan katkıda bulunmasa bile, öğrencilere daha üretken ve
becerikli yetişkinler olmayı öğrettiği için üretim sürecinde gerekli bir adımı
teşkil eder. Dolayısıyla, tekil bir işletmenin bakış açısından bakıldığında
öğretmenler, üretken görünmeseler de, toplumun bir bütün olarak gözünden bakıldığında
öğretmen, toplumun büyük proleter makinesinin bir parçasıdır.
Ehrenreich’lar,
PYS’nin emeğinin üretken değil, yeniden üreten emek ortaya koyduğunu,
yani toplumsal yeniden üretim hedeflerine hizmet ettiğini savunuyorlar. Meta
üretmiyorlar, ama ideolojik düzenin tamamını yeniden üretiyorlar:
“[...] burjuvazi ile
proletarya arasındaki ilişki, kapitalist sınıf ilişkilerinin yeniden üretiminde
uzmanlaşmış bir sınıfın kapitalist sınıf için bir zorunluluk haline geldiği
noktaya kadar gelişmiştir. Yani, düzenin sağlanması, artık ara sıra uygulanan
polis şiddetine terk edilemez.”
Yazarların
görüşüne göre PYS, eğitim, yönetim, bürokrasi, mühendislik ve kültür üretimi
alanlarında faaliyet göstermektedir çünkü bu roller, toplumsal düzenimizin
sürdürülmesi için zaruridir. Bir sınıf olarak varlığı ve büyümesi, büyük ölçüde
bu işçileri işe almak için toplumsal fazladan vergi alan devlet yanında, bu
görevlerde yer alan özel kurumlar tarafından da desteklenmektedir.
Daha
başta teorinin sorunlu bir boşlukla malul olduğu görülüyor. PYS, meta üreten
kültür işçilerini de kapsıyor. Film stüdyoları, filme dönüşecek senaryolar
yazmaları veya düzenlemeleri için üniversite mezunu kişileri işe alıyor ve bu
filmler, daha sonra sinema bileti, internetten indirme gibi biçimler altında “satılıyor”.
Dolayısıyla, bu durumda “PYS”, meta yaratma sürecinin gerekli bir parçası
oldukları için üretkendir. Dahası, her film stüdyosunun bu filmleri çekmek için
bir grup başka insanı da işe alması gerekir. Bu diğer insanların çoğu,
stüdyoları temizleyen hademeler veya setleri kuran marangozlar gibi alenen “işçi
sınıfı”na mensuptur. Tüm bu insanlar, filmin yapım sürecine dâhil olurlar,
hepsi de emeklerinin film yapım sürecinde stüdyolar tarafından sömürüldüğüne (dolayısıyla
bu filmlerden kâr elde edildiğine) bizzat şahit olurlar.
Film
stüdyoları örneği, üretken emek ve yeniden üreten emek arasında ayrım yapılması
gerektiği iddiasını çürütür. Ehrenreich’lar gibi birçok Marksist için “kültür
endüstrisi” üretimle değil, yeniden üretimle ilgilenir, çünkü toplumsal
düzenimizin ürettiği hikâyeler, örtük değerleri ve fikirleri, kültür endüstrisinden
istifade edenler nezdinde pekişir. Filmler, toplumumuzun ideolojik
bağlılıklarını, değerlerini ve pratiklerini yeniden teyit eder. Bir Ulusun
Doğuşu, Potemkin Zırhlısı, İradenin Zaferi ve Bay Smith Vaşington’a
Gidiyor gibi filmler, belirli öznellik biçimlerini normalleştirme işlevi
görmüşlerdir. Dolayısıyla bu tür filmler, ideolojik yeniden üretimde bir rol
oynarlar. Ancak yine de meta yaratırlar ve dolayısıyla üretkendirler.
Film,
keyfini çıkarma hakkını satın almam gereken bir şey olduğu sürece, bir somun
ekmek yiyen kişi kadar kültürel bir meta tüketmiş olurum. Gerçekte, üretken emek
ve yeniden üreten emek arasında kesin bir ayrım söz konusu değildir, çoğu emek,
bir şekilde her ikisini de yapabilir. Fırıncının ürettiği ekmek, işçileri
doyuran zorunlu bir yeniden üreten emek eylemi olduğu kadar, ekmek üreten bir
üretken emek eylemidir de. Yeniden üreten emeğin çok daha büyük bir kısmının
metalaştırılmak yerine tüketici için ücretsiz olduğu doğru olsa da, bu tüm yeniden
üreten emek için geçerli değildir.
Ben,
PYS’yi ayrı bir sınıf olarak ayırmaktan ziyade, en azından iki grubun bir araya
gelmesiyle oluşan bir topluluk olarak anlamayı tercih ediyorum.
İlk
grup, işçileri ve üretim amaçlarını denetlemek ve gözetlemekle, nispi
ölçütlerin karşılanıp karşılanmadığını izlemekle görevli bir yönetici ve idari
elitten oluşur.
İkinci
grup ise, hemşireler, memurlar, muhasebeciler, gazeteciler, doktorlar,
öğretmenler, profesörler, avukatlar, yazarlar ve diğer uzman mesleklerden
oluşan büyük bir kitleyi içerir.
Bu
mesleklerden gelenler, bir zamanlar çoğunlukla ya uzman firmalarda çalışmış
kişilerdir ya da küçük iş adamı (küçük burjuvazi) olarak çalışmışlardır. Akla
bu noktada özel muayenehanesi olan doktor veya küçük, elit bir özel okuldaki
öğretmen gelsin. Bazıları, devlet kurumları veya büyük üniversiteler gibi daha
büyük, kâr amacı gütmeyen kurumlarda çalışmıştır.
Daha
da önemlisi, bu profesyoneller, birkaç farklı sınıfa mensup bir kişi olarak
yaşabilirler. Vivek Chibber’ın da belirttiği gibi, avukatlar, meslekleri
nedeniyle net bir sınıf kategorisine uymazlar:
“Bunu aklımızda tutarak, bir
de profesyonellere bakalım. Aynı profesyonel, farklı sınıflara mensup olabilir.
Bir avukat, bir hukuk kurumunda, bir hukuk bürosunda, çok düşük bir ücret
karşılığında çalışıyor olabilir. Aynı zamanda büronun ortağı olarak, başka
avukatlar çalıştıran biri de olabilir. Ya da kendi tabelasını asıp kendi hukuk
işini yapan biri de olabilir. Dolayısıyla, yalnızca profesyonel olmasına
dayanarak, hangi sınıfta yer aldığına karar vermek, Marksist açıdan oldukça
zordur. Durum böyle olunca, bir profesyonelin kapitalist sömürü sürecinin bir
parçası olacağını söylemek çok ama çok zordur; sadece çoğu profesyonelin bundan
birkaç adım uzakta olması nedeniyle değil, aynı zamanda profesyonellerin
aslında herhangi bir sınıfa ait olabilmesi nedeniyle de.”
Chibber’ın
röportajında öne sürdüğü gibi, PYS,
bir kategori olarak önemli bir
kusurla malul: O, esasında farklı sınıfları dikine kesen, kuşatan bir kategoridir.
Bir işletmenin sahibi olanların emrinde çalışan işçileri de
bağımsız iş insanı olarak işlerini yapan profesyonelleri de kapsar.
Marx,
sınıfı kişinin
geliriyle değil, üretim araçlarıyla ilişkisi üzerinden
tanımlar. Geliri bu temel ilişkinin salt bir belirtisi olarak ele alır. Sınıfı bu şekilde
anladığımızda, bağımsız çalışan bir
profesyonel ile bir şirkette
çalışan kişi arasında ne kadar fark olduğunu görebiliriz.
Çoğunlukla
bu yetenekli profesyoneller, toplumun geri kalanından daha iyi ücretler alırlar,
çünkü bu tür işlerin nasıl yapılacağını çok az kişi bilmektedir. Dahası, 1900’lere
gelindiğinde, bu işlerin giderek artan bir kısmı kimlik belgesi gerektirmeye
başlamıştır. 1800’lerde elinde kemik testeresi ve anatomi bilgisi olan herkesin
kendine “doktor” diyebilmesi mümkünken, 1950’lere gelindiğinde, resmi kimlik
belgesini ve ehliyeti zorunlu kılan karmaşık bir sistem ortaya çıkmıştır.
Kimlik belgelerinin rolü, Ehrenreich’lar tarafından özetlenen PYS kategorisinin
önemli bir parçasıdır.
Ancak,
akreditasyonu merkeze koyan yaklaşım, Ehrenreich’ların düşündüğü kadar çok şey anlatmıyor.
Kuaförlerden berberlere, kaynakçılardan masözlere ve yoga eğitmenlerine kadar
çeşitli bedensel işlerde çalışan birçok akreditasyonlu profesyonel çalışan mevcut.
Taksi şoförlerinin ve kamyon şoförlerinin bile ehliyete ihtiyacı var. Bu
grupların hiçbiri, kapitalizmin yönetimi veya yeniden üretimiyle ilgilenmiyor,
bunun yerine, emtia (ya da en azından yoga dersi gibi metalaştırılmış
hizmetler) üretiyorlar.
Kategorinin
Kaderi
Argümanlarının
önemli bir kısmı, PYS’nin gücünün demografik büyümeyle birlikte arttığı
yönünde. Toplumun daha fazla PYS yetiştirmek için daha fazla üniversiteye
ihtiyacı vardı. Daha fazla üniversite kuruldukça, PYS’nin gücü de arttı, olumlu
gelişme dâhilinde, daha fazla üniversite kuruldu:
“Altmışlı yıllarda PYS,
sınıfın maddi konumunun hızla gelişme kaydettiği dönemde radikalleşti. PYS
kapsamına giren mesleklerdeki istihdam hızla arttı, maaşlar da buna paralel yükseldi.
Büyüme o kadar hızlıydı ki, iş açıklarını doldurmak için işçi sınıfından geniş
çaplı eleman alımı zorunlu hale geldi. (Altmışların başında yapılan bir
çalışma, vasıflı mavi yakalı işçilerin oğullarının en az dörtte birinin ve yarı
vasıflı işçilerin oğullarının neredeyse beşte birinin PYS’ye dâhil olduğunu
ortaya koyuyordu. (1) Mühendislerin, öğretmenlerin, sosyal hizmet uzmanlarının
ve benzerlerinin “proleterleştiği”, Marx’ın orta sınıf için öngördüğü kaderi
paylaştığı görüşünü savunmak moda haline geldi. (2) Ancak proleterleşmenin bir
belirtisi olarak görülen şey, örneğin üniversitelerdeki artış ve
bürokratikleşme, çoğu durumda aslında sınıfın hızlı genişlemesinin bir
göstergesiydi. Ellili yılların sonu ve altmışlı yılların başı, PYS için
fırsatların azaldığı, proleter kalıba sıkıştırıldığı bir dönem değil, altın bir
çağdı.”
Ancak
Ehrenreich’ların “PYS” kategorisini ilk önerdikleri zamandan bu yana gerçeklik
oldukça değişti. Üniversite eğitimi yaygınlaştıkça, üniversite eğitiminin
getirdiği değer azaldı. Sadece ABD’de değil, gelişmiş dünyadaki diğer ülkelerde
de giderek daha fazla insan, üniversite eğitimi aldı. Bunun nedeni, üniversite
mezunu çalışanların daha yüksek gelir elde etmesi, dolayısıyla, daha eğitimli
bir iş gücünün daha zengin bir nüfusu üreteceğinin düşünülmesiydi. Ancak
madalyonun diğer yüzünü ele aldığımızda buradaki mantık iflas ediyor.
Üniversite mezunu çalışanlar daha iyi ücret alıyordu, çünkü sayıları daha azdı,
bu da onlara daha fazla pazarlık gücü sağlıyor, işleri için rekabeti çok daha
emek dostu kılıyordu. Kapitalist firmalar, üniversite eğitimini finanse etmek
için daha yüksek vergiler ödemekten çekinmiyorlardı çünkü bu, nitelikli işçi
arzını artırıyordu.
Burada
piyasanın mantıklı tepki verdiğini görüyoruz: bu çalışanların arzı, talepte
orantılı bir artış olmadan arttıkça, piyasa değerleri düşer. Üniversite mezunu
Amerikalıların arzını göz önünde bulundurursak, bu, mantıklı bir gelişmedir:
Ehrenreich’ın
teorisi, bir bakıma, Profesyonel-Yönetici Sınıfı (PYS) olarak adlandırdıkları kişilere
yönelik talebin sürekli artmasını temel alıyordu. Bu, 1800’lerdeki sanayileşme
döneminden beri görülen, oldukça istikrarlı bir eğilimdi.
Teknolojik
açıdan gelişmiş ve üretken (dolayısıyla zengin) bir toplum, modern ekonominin
işleyebilmesi için giderek daha fazla sayıda eğitimli işçiye ihtiyaç duyar.
Ancak birçok ekonomik eğilim gibi, bu da sonsuza kadar devam edemez.
Eğitimli
profesyoneller için şişkin bir işgücü piyasası, ücret ve yan hakların
azalmasıyla ortaya çıktı. Bu durum, Ehrenreich’ların çalıştığı üniversite
sisteminde de görülebilir. Nitelikli doktoralıların sayısı, ihtiyaç duydukları
profesör sayısından daha hızlı arttıkça, üniversiteler ve kolejler, geçimini
sağlamak için genellikle birden fazla okulda çalışmak zorunda kalan ve tam
zamanlı olarak yeterli ders alamayan düşük ücretli yarı zamanlı öğretim
görevlileri karşılığında, iyi maaşlı, tam zamanlı kadrolu öğretim
görevlilerinin sayısını giderek azalttılar. Bu durum, akademik emeğin önlenemez
bir şekilde proleterleşmesine yol açtı; çünkü artık tam zamanlı öğretim
görevlisi olarak iş bulacak kadar şanslı olanlar bile yarı zamanlı öğretim
görevlilerinin rekabetiyle karşı karşıyaydı.
Dahası,
bu profesyonel çalışanların arzı arttıkça, düşük ücretli profesyonellerin özel
muayenehane açma tehdidi ortadan kalktı. Üniversite profesörleri gibi bazı
profesyoneller, hiçbir zaman özel muayenehane açma seçeneğine sahip olmasa da
(kimse, onlara gerçek bir diploma kazandırmayan bağımsız felsefe dersleri için
para ödemez), doktorlar, diş hekimleri, avukatlar, muhasebeciler gibi kişiler,
düşük ücret almaları durumunda kendi başlarına çalışma seçeneğine sahiplerdi.
Küçük burjuva olma seçeneği, profesyonellere pazarlık gücü sağladı. Ancak bu
seçenek, çoğu kişi için gerçekçi değildi.
Barbara
Ehrenreich, Dissent dergisine verdiği bir röportajda bu eğilimleri kabul
etti ve ekonomideki ayrıcalıklı statüsünü koruyan tek PYS grubunun üst düzey
yöneticiler ve idari personel olduğunu söyledi:
“Basın: 2013’te PYS
ile ilgili değerlendirmenizde, ‘Merkez tutunamadı. »Orta sınıf« olarak
tasarlanan ve sözde yurttaşlık erdemi ve mesleki adanmışlığın deposu olarak
görülen PYS, harap oldu’ diyorsunuz. ‘PYS’nin başlangıçta sahip olduğu, aklın
yönettiği, kamu yararına çalışan profesyonellerin önderlik ettiği toplum hayali
itibarsızlaştırıldı’ diye ekliyorsunuz. Bu PYS’ye ne oldu?
Ehrenreich: Alabildiğine
ezildiğini düşünüyorum. Rosa Luxemburg Vakfı için yazdığımız makalede, John ve
ben, hukuk gibi temel ve görünüşte ebedi mesleklerden bahsediyoruz. Bu mesleklerin
altı oyuldu: Hukuk fakülteleri, hukukla ilgili işlere bile giren mezunların
sayısını yüksek gösterme gereği duyuyor. Gazetecilere ne olduğunu siz zaten
biliyorsunuz; maaş almıyoruz. Üniversite öğretimi, esasen asgari ücretli
yardımcı öğretim görevlileri tarafından tamamen baltalandı. Dolayısıyla, mavi
yakalı işçi sınıfının sanayisizleşmeyle yaşadığı şeyin şimdi Profesyonel-Yönetici
Sınıfı’nın da yaşadığını söyleyebilirim; bu noktada üst düzey yöneticileri
hariç tutmak gerekiyor. Nüfusun yaklaşık %20'sini oluşturan bu kesim, hâlâ çok
iyi durumda.”
Bu
tespit, önerdikleri sınıf kategorisindeki yukarıda bahsedilen ayrışmayı akla
getiriyor. Profesyoneller giderek işçi sınıfı saflarına katılırken, yöneticiler
ve idareciler, egemen sınıf (devlet ve kapitalistler) ile işçiler arasında
doğrudan aracılar olarak, ekonomide farklı bir rol üstleniyorlar. Yöneticinin
sorumluluğu, ölçütlere ve bu ölçütleri karşılayacak politikaların uygulanmasına
odaklanıyor. Örneğin, bir üniversite yöneticisi, eyalet hükümeti bu hedefi
önceliklendirmeye karar verdiği için, okulu terk eden öğrencilerin oranlarını
azaltma ölçütünü benimsiyor. Bunu, üniversitelerinin eyalet fonları ve
sıralamalarının yanı sıra daha fazla kayıt için diğer üniversitelerle rekabet
etmesi nedeniyle yapıyorlar. Yöneticilere ihtiyaç duyuluyor çünkü şirketler,
özel işletmeler ve eyalet hükümetleri, büyümeye devam ettikçe, mülk sahipleri
ve devlet, sahadaki günlük işlerden giderek daha fazla uzaklaşıyor.
Her
bir çalışanı veya tüketiciyi geniş ölçekte izlemek imkânsız olduğundan,
paydaşların işletmelerinin ne kadar başarılı ve verimli olduğunu belirlemek
için genelleştirilmiş ölçütlere ihtiyaçları vardır. Dolayısıyla, yöneticinin
varoluş amacı, iş yerinin verimliliğini en üst düzeye çıkarmaktır. Yönetici, artan
verimlilikten elde edilen kazançlardan pay alır. Ama yönetici, çıkar
çatışmasından da istifade eder, çünkü bir dereceye kadar, ölçütleri, neticede
kendi başarılarını belirleyen ve izleyen, yöneticidir. Dolayısıyla, yöneticiler
ve üst düzey yönetim, onları bu ölçütlere tabi olan profesyonellerden ve diğer
çalışanlardan ayıran, sosyal ve ekonomik bir güce sahiptir.
Vasıflı
ve “Vasıfsız”
Kısa
süre önce yazdığım bir blog yazısında da belirttiğim gibi, “vasıfsız emek”
kategorisi, daha çok işleyişle alakalı bir konu. Çoğu, hatta belki de tüm
emekler, en azından asgari düzeyde, belirli bir beceri gerektiriyor. Bu işleyiş
uyarınca çoğu insan, belirli becerilere sahip olmak zorunda.
1910’da
profesyonel bir şoför vasıflı bir işçiydi, ancak günümüzdeki bir araç paylaşım
şoförü vasıflı bir işçi değil, çünkü çoğu insan, artık araba kullanmayı
biliyor.
Ehrenreich’ların
sınıf ayrımı olarak tanımladığı şey, aslında bir beceri ayrımıdır. Kafa emeği,
ilgili alanda yeterli düzeyde eğitim gerektiren belirli becerilere ihtiyaç
duyar. Muhasebeciler, matematikte çok iyi olmalı, felsefe profesörleri, Kant’ın
kategorik buyruğunu bir derste tekrarlayabilmelidir. Bu beceriler, günümüzde
genellikle üniversite eğitimiyle edinilir, ancak bu, her zaman böyle değildi.
Gördüğümüz gibi bu, eğitimin daha az yaygın olduğu bir dönemde profesyoneller
için daha fazla pazarlık gücü anlamına geliyordu, ancak üniversite eğitimi
oranları arttıkça pazarlık gücü azaldı.
Bunu
bugün kodlayıcılarda görüyoruz. Clinton ve Obama yılları arasında, siyasi
elitler (ve geniş halk kitleleri) arasında daha fazla kodlayıcıya ihtiyacımız
olduğu yönünde bir ön kabul vardı. Teknoloji sektörü hızla gelişti. Amerika’da
Python veya HTML satırlarını bir araya getirebilecek yeterli sayıda insan yoktu.
Sanayisizleşmeyle karşı karşıya kalan işçilere, işsizlere iş imkânı sağlayacağı,
büyüyen teknoloji sektörü için daha fazla işçi bulacağı için kod yazmayı
öğrenmeleri telkin edildi. Ancak 2010’lara gelindiğinde, bol miktarda kodlayıcı
vardı ve bu, çalışanlar için giderek daha az kazançlı bir seçenek haline geldi.
Bu,
1700’ler ve 1800’lerde İngiltere’de zanaatkâr işçiler arasında gördüğümüz,
yüksek vasıflı işgücünün yerini makinelerin aldığı sürece çok benziyor. 1750’de
bir palto dikmek için yüksek vasıflı bir terziye ihtiyaç duyulurken, 1850’ye
gelindiğinde, düşük vasıflı işçilerin kullandığı bir dizi makine, aynı paltoyu
çok daha kısa sürede üretebiliyordu. Makine aracılığıyla emeğin bu şekilde
vasıfsızlaştırılması (ve bunun işçilerin pazarlık gücü üzerinde yol açtığı etki),
1800’lerin başlarında İngiltere’de ortaya çıkan Luddcu hareketinin temel meselelerinden
biriydi.
Ancak,
kaynakçılık veya elektrik mühendisliği gibi “mavi yakalı” vasıflı iş gücünün,
tüm iş açıklarını dolduracak yeterli sayıda insan olmaması nedeniyle değer
kazanması birlikte sürecin terse doğru işlediğine de tanık oluyoruz. Bugün
birçok kişi, üniversite öğrencilerine okulu bırakıp vasıflı el emeği gerektiren
bir işle ilgili, teknik üniversitelerden birinden diploma almalarını söylüyor.
Başka bir deyişle, Ehrenreich’ların profesyonellerde daha iyi ücretler için
bilgi ve becerilerini kullanma ayrıcalığı olarak belirlediği şey, esasında kafa
emeğinin değil, genel olarak vasıflı emeğin bir özelliğidir.
Ancak,
kaynakçılık veya elektrik mühendisliği gibi “mavi yakalı” vasıflı iş gücünün,
tüm iş açıklarını dolduracak yeterli sayıda insan olmaması nedeniyle değer
kazanması birlikte sürecin terse doğru işlediğine de tanık oluyoruz. Bugün
birçok kişi, üniversite öğrencilerine okulu bırakıp vasıflı el emeği gerektiren
bir işle ilgili, teknik üniversitelerden birinden diploma almalarını söylüyor.
Başka bir deyişle, Ehrenreich’ların profesyonellerde daha iyi ücretler için
bilgi ve becerilerini kullanma ayrıcalığı olarak belirlediği şey, esasında kafa
emeğinin değil, genel olarak vasıflı emeğin bir özelliğidir.
PYS
ve Kültürel Çatışma
Kol
ve kafa emeği arasında derin bir kültürel uçurum var. Üniversiteye gidenler,
antropoloji derslerinde öğretilen postkolonyal kesişimselci feminist analizden,
dünyanın dört bir yanından gelen öğrenciler arasında yaşamanın getirdiği açık
fikirliliğe ve kültürel çeşitliliğe duyulan takdire kadar, yeni ortamlarından
çeşitli değerler ve fikirler edinirler. Bu değerleri benimseyen profesyoneller,
genellikle daha az eğitimli olanların gerçek veya algılanan cehaletinden
rahatsız olurlar. Bu durum, bu gruplar arasındaki dayanışma imkânını ortadan
kaldıracak siyasi çatışmalara yol açar.
Örneğin,
işyerlerindeki “duyarcılık” ve ırkçılık karşıtlığı ile ilgili tartışmalar,
2010’larda bu türden bir tepkiye yol açtı. Üniversite mezunu öğrenciler, ırksal
ayrıcalık, kesişimsellik ve kimlik politikaları gibi belirli fikirlerin
aktarıldığı derslere girdiler. Aynı öğrenciler, bu akademik teorileri sıklıkla
bir tür ahlaki dogmaya dönüştürdüler ve çoğu, bu dogmayı, sosyal açıdan daha
muhafazakâr kırsal kesimdeki beyaz işçileri ahlaki olarak yargılamak için
kullandı. Bence bu kültür savaşı ve etkileri gereğinden fazla abartılıyor;
bunların çoğu, gerçek dünyadaki mücadeleler kadar sosyal medya algoritmalarının
da bir neticesiydi.
Olayların
bu seyrinde asıl hatayı, keskin ve yargılayıcı olan PYS’de bulmak gerekiyordu.
Görünüşe göre Ehrenreich’lar, kendi dönemlerindeki mücadeleler ve PYS’nin katı
elitizmi ile ilgili yazılarında tam da bunu ima ediyorlar.
Bu
profesyoneller (ve profesyonel olmaya çalışan öğrenciler), eğitimsiz
proleterlere tepeden baktılar. Bu, doğru bir tespit olsa da sahada işleyen
hikâye, esasında çok daha karmaşıktı. Örneğin, Vietnam Savaşı sırasında,
muhafazakâr beyaz inşaat işçilerinin Vietnam karşıtı protestocularla karşı
karşıya geldikleri “baretli isyanlar”a tanık olundu. Vietnam Savaşı
protestocularının çoğu, profesyonel işler için eğitim gören öğrencilerdi.
İşçilerin vatansever ve savaş yanlısı duyguları, onları savaş karşıtı protestolardan
koparmak için kullanıldı. Savaş yanlısı popülistler, bu gerilimi New York’un
savaş karşıtı belediye başkanına karşı kullanmaya çalıştılar. Peki, birçok
Amerikalı proleterin savaş karşıtı protestoculara karşı hissettiği düşmanlığı
nasıl yorumlamalıyız? İşçilerin haklı, savaş karşıtı eylemcilerin haksız
olduğunu mu düşüneceğiz?
Baretli
isyanının bize hatırlattığı şey, meselenin sıradan proleterlere tepeden bakan
züppe entelektüel elitlerden çok daha fazlası olduğudur. Bu, eğitimsiz
kitlelerin cehaletini gözlemleyen bilge akademisyenlerle ilgili olduğu anlamına
da gelmez. Aksine, işçi grupları arasında kültürel şikâyetlere, çıkarcı siyasi
liderlerin müdahalesine ve genel sınıf çıkarları yerine yakın, yerel çıkarlara
dayanan çok sayıda küçük çatışma yaşanır. Vatandaş ve vatandaş olmayan işçiler;
kırsal ve kentsel işçiler; Anglofon ve Hispanofon işçiler; siyah işçiler ve
beyaz işçiler; maden işçileri (madenciler vb.) ve yerli halklar; tarım ve
sanayi işçileri arasında çatışmalar yaşanır. Bu çatışmaların çoğunda bir
tarafın “işçi sınıfının çıkarlarını” temsil ettiğini, diğer tarafın etmediğini
söyleyemeyiz. Aksine, her iki taraf da kendi işleri veya yaşam standartları
gibi daha dar, yerel şikâyetler için mücadele ediyor. Bazen çatışma, kırsal ve
kentsel işçiler arasındaki büyük kızgınlık gibi, yalnızca karşılıklı cehaletten
ve kültürel klişelerden kaynaklanır.
Burası,
tam da “kesişimselci” analizin, işçileri kendi aralarında bölen diğer kültürel
ve politik güçleri görmemize yardımcı olmakta oldukça faydalı olabileceği yer.
Bu çatışan grupların kurtuluşa kavuşmasının tek yolu, dayanışma içerisinde
birleşmektir. Çevreciler ve kömür madencileri, fosil yakıt sanayicilerini ancak
birlikte çalışarak yenebilirler, bu da her iki kesimin ihtiyaçlarını karşılayan
bir proje tasarlamak için diyalog, dayanışma ve hayal gücünün bir birleşimini
gerektirir. Aksi takdirde sanayiciler, bu iki grubu birbirine düşürebilir,
böylece hiçbir grup hedeflerine ulaşamaz, biz de tonlarca karbon emisyonuna ve
çok sayıda sömürülen maden işçisine sahip oluruz.
Ehrenreich’lar
da bu tür bir diyalog, dayanışma ve hayal gücü talep ediyormuş gibi görünüyor.
İşçiler ve PYS’nin birlikte çalışamamasını eleştiren yazarlar, çalışmalarında
Yeni Sol’un altmışlardaki ve yetmişlerdeki başarısızlığını buna bağlıyorlardı.
Barbara Ehrenreich daha sonra, çeşitli Marksistlerin karşıt fikirleri “PYS”
olarak nitelendirerek işçi sınıfı kimliklerini parlatmaya çalıştıkları için,
“PYS”nin solda bir tür hakaret haline geldiğini söyleyecekti:
“Gabriel Winant’ın
makalesinden öğrendiklerim beni şaşırttı, epey afallattı. Örneğin Amerikalı
Demokratik Sosyalistler (DSA) içerisinde ‘PYS’nin bir tür hakaret haline
geldiği hissine kapıldım.
[...] Bu, aslında ilginç
bir durum. Ama ben, ‘PYS’nin aşırı solcuların başvurduğu bir hakarete
dönüşmesinden nefret ettiğimi belirtmeliyim. Birlikte daha çok çalışmamız
gerekecek! Muhtemelen siz de üniversite mezunusunuzdur.”
Sorun
şu ki, farklı eğitim seviyelerinin yarattığı kültürel farklılığı, temelde
farklı çıkar ve uygulamaları ifade eden bir sınıfsal farklılığa
dönüştürerek, PYS kavramı, kaçınılmaz olarak, kol ve kafa işçileri arasındaki
ayrımı derin bir ittifaka imkân sağlamak yerine derinleştirdi. Yetmişlerde
profesörleri ve işçileri bir araya getirmeye çalışırken yaşadıkları rahatsız
edici deneyimden bahseden Ehrenreich’lar, bazı beyaz işçileri kendi bakış
açılarını sunmaya davet ediyorlardı:
“Yeni Amerikan
Hareketi’nin (NAM) bir şubesi sık sık bizim evde toplantı yapardı. İlginç olan
şu ki toplantılarda farklı ırklara değil farklı sınıflara mensup insanlar
bulunuyordu. Örgütlenme çalışmalarına katılan bir grup depo işçisi geliyordu
mesela. Diğer uçta ise tam kadrolu bir profesör ve eşi vardı. Dolayısıyla,
etkileşimleri izlemek, hem büyüleyici hem de ürkütücüydü.
Sanırım, özellikle kendi
geçmişimden dolayı, bu konulara fazla hassas yaklaşıyordum. Babam aslen bir
bakır madencisiydi, ailedeki diğer erkekler demiryollarında ve başka türde
madenlerde çalışmışlardı. Ama ben üniversiteye gidip doktora yapmıştım, bu yüzden
aynı zamanda PYS’nin resmi üyesiydim. Gerilimin yükseldiğini görebiliyordum.
Grupta çok baskın hale gelen profesör ve eşi, işçi sınıfından insanlara karşı
büyük bir küçümseme besliyordu. Bu durum utanç vericiydi. Bana göre, insanların
iyi geçinmesi önemliydi. Üniversite hocalarını ve depo işçilerini de kapsayacak
bir hareket istiyorduk.
İşe yaramadı. Profesör ve
karısı bir ara dışarı çıktı. Dönüp beni eleştirdiler; Mao’nun Küçük Kırmızı
Kitabı’nın bir kopyasını getirmişlerdi yanlarında. Kitabı yüksek sesle
okurken, Mao’nun liberalleri eleştirdiği yerde ‘Barbara’dan bahsediyor burada’
diyorlardı. Bu, hem tuhaftı hem de acı verici.”
Hikâyede
sunulan profesörün aşırı sol dogmatizmi dayanılmaz ve tuhaf. Ehreinreich, bu
satırları yazarken, aktardığı olayın başka ortamlarda deneyimlediği daha geniş
bir kültürel olgunun göstergesi olduğunu düşünüyordu. Oysa aslında bunun PYS’ye
veya genel olarak profesörlere has bir şeyin ürünü olup olmadığı net değil. Bu
anekdot, birçok profesörün daha geniş bir toplulukla etkileşim kurmasını
engelleyen tuhaf ideolojik dogmalara kapıldığı gibi üzücü bir gerçeği ortaya
koyuyor. Gene de bu olayı basit bir kültürel ayrımla açıklamak mümkün.
Bu
bölünmenin kültürel kaynağının, özellikle hizmet sektöründe olmak üzere,
giderek artan sayıda üniversite mezunu çalışanın işçi sınıfına ait işlere
itilmesiyle nasıl ortaya çıktığını görebiliyoruz. Diplomalı insanlar için
yeterli profesyonel iş olmadığından, çoğu, bu işçi sınıfına ait işlerde zaman
geçirmek zorunda kalıyor. Eğitim aldıkları alanda bir iş ve pozisyon bulamayan
bazıları için bu, bir kariyere evriliyor. “Beşeri bilimleri alanında lisans
diploması olan mavi saçlı feminist barista” klişesi saçma bir klişe, ancak bu eğitimli
çalışanların çoğunun üniversite değerlerini işyerlerine getirdiği doğru.
Profesyonel sınıf kategorisinin dışına düştüler diye birdenbire “duyarcı
feminist” olmaktan çıkmıyorlar. O halde bu insanların davası, salt bir
profesyonel olma halinin sonucunda gelişmiş, ayrıksı bir çıkarlar kümesiyle
ilgili değil. Bu dava, daha çok kendilerine dair algılarının[1], sosyalleşme
süreçlerinin basit bir sonucu.
PYS
Sosyalist Hareket Yok Diye mi Var?
Bugün
solda PYS’ye yönelik geliştirilen (Barbara Ehrenreich’ın haklı olarak bir
hakaret şeklinde görüp eleştirdiği) en popüler eleştiri, solda liberalizmin
sosyalizm üzerindeki hâkimiyetinden profesyonel-yönetici sektörlerini sorumlu
tutar. Bu düşünceye göre, PYS’nin çıkarları, doğrudan mevcut sistemi sürdürmek
ama aynı zamanda iyileştirmek ve servetin yeniden dağıtılması politikası yerine
tanınma politikasını teşvik etmekle ilgilidir.
PYS’ler,
üretim araçlarını ele geçirmekle değil, yalnızca kültürümüzü daha eşitlikçi ve
kapsayıcı olacak şekilde değiştirmekle ilgilenmektedirler. Ehrenreich’lar, asla
bu kadar ileri gitmediler ve PYS’nin çıkarlarının işçi sınıfıyla birleşmekte
olduğunu söylediler. Buna karşın ikilinin argümanları yüzeysel ele alınıyor.
Buradan da PYS’nin esas olarak insanlara “görüldüklerini” hissettirmekle
ilgilendiği sonucuna varılıyor.
Tanınma
siyaseti, Hegel’e dek uzanan solcu radikal düşünce geleneğinin bir parçasıdır.
Hegel’in Efendi-Köle diyalektiği, kısmen, efendinin insanlıktan çıkardığı bir
köleden tanınma talep ettiği bir tanınma hikâyesidir. Efendi, köleyi nesnesine
indirgediği için, efendi köleyi gerçek bir insan öznesi olarak tanıyamaz; ancak
köleyi salt bir nesneye indirgeyerek de efendiye tanınma hakkı veremez. Bu
mantık, ataerkillik, ırkçılık ve diğer hiyerarşilere yönelik birçok solcu
eleştiriyi besler. Kadınlar nesneleştirildiğinde, erkekler onların insanlığını
tanıyamaz, kadınlar da erkeklerle tam anlamıyla insani ilişkiler kurmaktan men
edilirler. Siyahları nesneleştirildiğinde, beyazlar, onların insanlığını
tanıyamaz vs.
Tanınma
mücadelesinin hukuki bir boyutu vardır; bu, Jim Crow yasalarına karşı verilen
insan hakları mücadelesi gibi, baskıcı hiyerarşileri hukuki zeminde teşkil eden
yasaları ortadan kaldırmaktır. Aynı zamanda kültürel bir boyutu da vardır; bu,
anlattığımız hikâyelerdeki önyargıları ortadan kaldırmak anlamına gelir. Bunun
sorunsuz olmayan bir örneği, sözde “ilk siyah süper kahraman” filmi Kara
Panter’dir.[2] Afrikalı Amerikalılar, Hollywood’un kültürel ürünlerinde haklı
olarak tanınmadıklarını hissettiler. Bu noktada, siyah aktörler ve siyahlara
ait hikâyeler içeren daha kapsayıcı filmler yapmak bir çözüm olarak görüldü.
Son olarak, bazı işyerlerinin belirli bir kimliğe sahip çalışanlara düşmanca
davrandığı düşünülen bir işyeri temsili boyutu mevcuttur. Hem Pozitif
Ayrımcılık hem de Çeşitlilik-Eşitlik-Kapsayıcılık, bunu uygulamaya koymayı
amaçlayan politikalardı (bunda başarıya ulaşıp ulaşmadıkları veya ilk etapta
iyi fikirler olup olmadıkları, burada tartışmak istediğim bir konu değil.)
İddiaya
göre PYS’ler, ekonomik hedefler yerine bu tanınma biçimiyle ilgileniyor çünkü
tehlikeli işyeri koşullarından, ekonomik güvencesizlikten ve işçi sınıfının
sömürülmesinden nispeten muaf durumdalar. Bu nedenle, ekonomik radikalizmi
toplumsal radikalizm lehine bir kenara bırakıyorlar. PYS’yi bir sınıf
kategorisi olarak eleştirmesine rağmen, Chibber, yüksek öğrenim ve
profesyonellerin ücretlerinin onları sınıf siyasetinden uzak bir siyasi
radikalizme götürdüğü tezini mütevazı bir şekilde destekliyor:
“Solun PYS’nin nüfuzuna
yönelik eleştirilerine baktığınızda, asıl bahsedilen kişilerin ve toplumsal
kesimlerin kimler olduğunu hemen anlıyorsunuz. Misal, PYS ve erdem sinyallemeyi
siyasi analizlerinde hâkim kılan yaklaşımlarıyla ilgili muhteşem yazılar yazan
Catherine Liu, bu isimlerden biri. Bu kişiler gerçekten var. Bu noktada,
Ehrenreich’lar bu şekilde kullanıyor diye ‘ilgili kavramı kullanmayı bırakın’
diyecek değilim. Onların kimlerden bahsettiğini hepimiz biliyoruz. Bence bu
ikili, kavramı analiz düzleminde yanlış kullanıyor, ama o kavramla
yaptıklarının anlamlı ve mantıklı olduğunu da söylemeliyim.”
Chibber,
PYS kategorisinin “bilimsel” bir Marksist sınıf kategorisinin standartlarını
karşılamadığını, ancak eğitimli seçkinlerin meşru kültürel eğilimlerini
yansıttığı ve bu nedenle “halka mal olmuş bir kavram” olarak iş gördüğünü
söylüyor. Ona göre PYS, yüksek toplumsal statüleri ve iş piyasasının en kötü
yönlerinden yalıtılmışlıkları nedeniyle kimlik politikaları ve erdem
sinyallemeyle daha fazla ilgilenme eğiliminde olan genel bir nüfusu ifade
ediyor.
Chibber’ın
argümanının sınırlarla malul olsa da kıymetli olduğunu düşünüyorum. Neticede
kafa işçileri farklı kesimlerden oluşur. Heteroseksüel beyaz işçiler, tanınma
siyasetini umursamasa da azınlık olanlar ona önem verebilir. Örneğin, eski
nesilden işçi Afrikalı Amerikalılar, ekonomik radikalizmle daha belirgin bir
şekilde ilgilenen Bernie Sanders gibi adaylar yerine, tanınma siyasetiyle
ilgilenen Hillary Clinton gibi ılımlı Demokratlara defalarca oy verdiler. Öte
yandan, iş yerinde cinsel tacizin ortadan kaldırılması profesyonel kadınlar
kadar işçi kadınların da çıkarınadır. Ben de kampanyasında aktrislerin
Weinstein’a saldırdıkları koşullarda birçok işçi kadın, patronlarına yönelik
benzer şikâyetler dillendiriyordu. Dolayısıyla, kimlik siyasetinin özellikle
eğitimli işçilerin müdahalesiyle ilişkili bir mesele olduğunu düşünmüyorum.
Bazı şikâyetlerin teorik değerlendirmesinin tartışılır olması, bu şikâyetlerin
meşruluğuna halel getirmez.
Amerika’da
ekonomik radikalizmin ölümü, hem kafa hem de kol emeğini aynı ölçüde etkiledi.
Doksanlarda bir tür neoliberal orta yolculuğun işçiler ve profesyonellerce
kabul edildiğini unutmamak gerek. NAFTA karşıtı protesto dalgası ABD’yi
vurduğunda, muhalefet düzleminde bir araya gelen işçiler ve profesyoneller
arasında ilginç bir ittifak oluştu, ancak bu muhalefet, nihayetinde çok küçük,
kayıtsız ve siyasi olarak bölünmüş olduğundan fazla bir şey yapamadı.
Sovyetler
Birliği’nin çöküşü sonrası (aslında Doğu Almanya’nın ölümünden bu yana) zamanın
ruhu anti-komünistti, her türlü ekonomik radikalizmden korkuyordu. Çoğu
Amerikalı, serbest piyasanın, tüketimciliğin, gösterişçi tüketimin ve
teknolojik kapitalizmin cesur yeni dünyasının gücüne inanmıştı. Böylesi bir
ortamda birçok kişinin, liberal ekonominin aklına itiraz etmeyen bir tür
radikalizm vaat eden bir tanınma politikası etrafında toplanması kaçınılmazdı.
Nihayetinde
birçok profesyonel, dil polisliği, kimlik politikaları ve tanınmaya odaklanma
konusunda işçiler kadar şikâyetçi. Hatta bu insanlar daha fazla eleştiriyorlar.
Bilhassa muhafazakâr bir okuldan mezun olan, okulda beşeri bilimler veya sosyal
bilimler bölümlerinden daha az ders alan ya da daha eskiden bu okullarda okumuş
olan kişiler, bu tanınma meselesinin yabancılaştırıcı bir olgu olduğunu
düşünüyorlar.
Yaşlı,
beyaz, eğitimli erkeklerin, flört ettikleri bir kadını veya açık saçık bir şaka
yaptıkları siyahi iş arkadaşlarını gücendirmemek için “artık erkeklerin ne
söylemelerine izin verildiğini bilmediklerinden” şikâyet ettiklerini kaç kez
duymuşuzdur?
“PYS”ye
mensup insan hakları personeli, çalışanları “duyarcı” cinsel saldırı
eğitimleriyle taciz etmeyi ne kadar severse, diğer birçok “PYS” mensubu da iş
günlerindeki bu müdahalelerden şikâyet etmekten hoşlanır. Tekraren: bu durum,
tanınma politikalarıyla alakalı ayrışmaların belirli sınıfsal ayrımlardan
ziyade, başka türde kültürel bağlılıka ve kişisel deneyimlerle daha fazla
ilgili olduğunu ortaya koyuyor.
Çözüm
Ehrenreich’ların
teorik düzlemde ortaya koydukları PYS, bir sınıf kategorisi değildir, ayrıca
yazarlar, “sınıf” kategorisinin ne olması gerektiğini kavrama konusunda
başarısızdır. Yöneticiler ve üst düzey yönetim kademelerindeki
profesyonellerle, dolayısıyla üretkenlik ölçütlerini belirleyen, çalışanları
yöneten kişileri, üretken emeğin zihinsel yönüyle meşgul olanlarla birleştirir.
Eğer bu grup hakkında alaycı olmakta ısrarcıysanız, “Profesyonel-Yönetici Alt
Kültür” veya “PYAK” kavramına başvurulabilir.
Ehrenreich’ların
PYS teorisi, mesleki eğitim almış ve almamış çalışanlar arasındaki gerçek
kültürel farkı görür, oysa bu kültürel farklılıklar mutlak değildir, bu
kişilerin içinde bulundukları sınıfa aktarılmaz. Hatta bugün çalışanları ayıran
şey, önemli kültürel farklılıklar bile değildir. Vatandaş ve göçmen emek ile
kentsel ve kırsal emek arasındaki ayrımların, en azından üniversite eğitimi
almış ve almamış olanlar arasındaki ayrım kadar önemli olduğunu söyleyebiliriz.
Ehrenreich’lar,
kafa-kol emeği arasındaki ayrımı kendi müdahaleleriyle aşmak için iyi niyetli
bir çaba ortaya koydular. Çabaları birçok yönden takdire şayandı ve çok sayıda
faydalı sonuca ulaştılar. Ancak bu ayrım yanlış bir temele dayandığı için,
aşmaya çalıştıkları bölünmeleri körüklediler. Bugün ise PYS, farklı solcu
grupların diğer solcuları yerden yere vurmak için kullandığı ucuz bir hakarete
indirgendi. İlgi çekici olan her şeyden dikkati dağıtan ve sağcı popülistlerin
istismar edebileceği bölünmeleri körükleyen bir tür mantıksal safsata (ad
hominem) olarak kullanılıyor. Asıl tuhaf olansa başkalarına
“Profesyonel-Yönetici Sınıfı” mensubu oldukları için saldıranların çoğunun da
bu kesime mensup olması, bu anlamda, ciddi bir eleştiri ortaya koyarken kendi
kaygılarını yansıtmaları.
Ben,
kafa ve kol emekçilerinin kendilerini temel bir sınıfsal çıkarı paylaştıklarını
görmeleri gerektiği, her iki kesimin de sömürüldüğü fikrini savunuyorum.
Nihayetinde, Peter Thiel’den Larry Ellison’a, Elon Musk’tan Donald Trump’a ve
Wall Street'teki sayısız diğer yatırımcıya kadar, mesafeli ve kibirli bir mülk
sahibi sınıf tarafından, giderek daha fazla sömürülüyoruz. Dünyanın kafa ve kol
emekçileri birleşin, ortak zincirlerinizden başka kaybedeceğiniz hiçbir şey
yok!
Sam Badger
9 Ekim 2025
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Elbette, bu baristaların birçoğu “daha iyi bir hayat”a sahip olma
konusundaki hırslarını bir şekilde muhafaza ediyor, bu da onların hayatlarının
geri kalanını bu işi yaparak geçireceklerini bilen diğer çalışanlardan
ayrışmalarına sebep oluyor. Ancak çoğu kişi, bu iş piyasasında bundan daha
iyisine kavuşamayacaklarını gayet iyi biliyor.
[2]
Öncelikle şunu söylemek lazım: Kara Panter filminin ilk siyah süper
kahraman filmi olduğunu söyleyen kişiye, geçmişte bu türden birçok filmde
oynamış olan siyahi aktör Wesley Snipes’ın bir çift lafı illaki olacaktır.
Ayrıca, kurtuluş sembolümüz, gelenekçi bir monarşinin kurgusal kralı olmamalı.