06 Aralık 2025

, ,

Cezayir Bakanına Mektup


 

Cezayir Genel Valisi
Cezayir Bakanı’na

Sayın Bakan,

Kamu Sağlığı ve Nüfus Bakanlığı, 22 Ekim 1953 günü kendi isteğim ve kararım üzerine beni Cezayir Valiliği bünyesinde Cezayir’de faaliyet yürüten Psikiyatri Hastanesi’nde görevlendirdi.

Blida-Joinville Psikiyatri Hastanesi’nde 23 Kasım 1953 günü çalışmaya başladım. O günden itibaren tıbbi direktör olarak bana verilen görevleri yerine getirdim.

Psikiyatrinin Cezayir’de uygulandığı nesnel koşullar, sağduyuyu zedeleyecek nitelikte. Buna karşın ben, öğreti düzeyinde hakiki insani bakışı her gün redde tabi tutan sistemdeki kötü ahlakı zayıflatabileceğimizi düşünüyorum.

Yaklaşık üç yılımı bu ülkenin, bu ülkede yaşayan insanların hizmetine sundum. Her türlü çabayı ortaya koydum, coşkum zerre azalmadı. Daha iyi bir dünyanın kurulacağına dair herkesçe dillendirilen umudu hedef olarak görmeyen hiçbir faaliyette bulunmadım.

Fakat gündelik hayat, yalanlarla, korkaklıkla ve insana yönelik nefretle dokunmuşsa insandaki o coşku ve adanmışlık ne yapabilir ki?

Kalp fukaraysa, akıl kısırsa, bir de bu ülkenin halkından nefret ediliyorsa, hangi iyi niyet, coşkunun ve adanmışlığın gerçekleşmesini sağlayabilir ki?

Delilik, insanın özgürlüğünü yitirmesine sebep olan araçlardan biridir. Bu bakış açısı üzerinden görebildiklerim bana, bu ülke halkındaki yabancılaşma düzeyinin korkutucu düzeylere ulaştığını söylüyor.

Psikiyatri, insanın içinde bulunduğu ortama artık yabancı kalmamasını sağlamayı amaç edinmiş bir tıbbi teknikse, kendi yaşadıklarım üzerinden söyleyebilirim ki bu ülkede sürekli el gibi yaşayan Araplar, kendilerini her yönden kişiliksiz kılan bir gerçekliğin içerisinde yaşıyorlar.

Cezayir’in toplumsal halini nasıl tanımlamak gerek? Sistematikleşmiş insansızlaşma, o hali en iyi tarif eden ifade galiba.

Hukuksuzluğun, eşitsizliğin, her gün çok sayıda insanın öldürüldüğü gerçeğin yasal zemine kavuştuğu bir yerde, ne pahasına olursa olsun, belirli değerleri uygulama çabasının saçma ve anlamsız bir kumar olduğunu görmek gerek.

Cezayir’deki toplumsal yapı, bireyi gerisin geri ait olduğu yere taşımaya dönük her türden gayrete düşmandır.

Sayın Bakan, bir an gelir, sebat, marazi bir dirayetlilik halini alır. Artık o noktada umut, geleceğe açılan kapı değil, gerçeklikle örgütlü bir hal dâhilinde çelişen öznel davranışın mantığa aykırı bir biçimde sürdürülmesi gayretidir.

Sayın Bakan, bugün Cezayir’i kana bulayan olaylar, gözlemleyenlerin utanacağı bir rezillik değil. Olan biten her şey, mekanizmadaki bozulmanın ya da yaşanan bir kazanın sonucu da değil.

Cezayir’deki olaylar, bir halkı aklından beyninden mahrum kılmaya dönük beyhude bir çabanın sonucudur.

Cezayirlinin alçakgönüllü ve iyi niyetli görünümü altında onurlu bir hayata dair köklü arzunun yattığını görmek için psikolog olmaya gerek yok. Yurttaşlara has bir tür vicdana seslenmek suretiyle, basitleştirilemeyecek tezahürlere saygı gösterdiğimizde elimize hiçbir şey geçmeyecek.

Toplumsal yapı, insanın ihtiyaçlarına hizmet edecek kurumlar oluşturarak işler. Kendi parçası olan insanları bir çare ve ümit sunmayan çözümlere yönlendiren bir toplumun yaşaması mümkün değildir. Onun yerine başka bir toplum inşa edilmelidir.

Bu gerçeği dillendirmek, yurttaşların görevidir. Herhangi bir mesleğe ait ahlak da sınıf dayanışması da ailenin kirli çamaşırlarını sırda yıkama arzusu da bu konuda önceden bir hakka sahip değildir. Milli olduğunu iddia eden hiçbir gizemlileştirme girişimi, akla olan ihtiyaca galebe çalamaz.

Sayın Bakan, 5 Temmuz 1956 günü greve giden işçileri cezalandırma kararı, akıl dışı bir girişim olarak, beni epey etkileyen bir tedbir.

Grevci işçiler de aileleri de yıldırılmaya, korkutulmaya çalışıldılar. Oysa yaptıkları eylem idrak edilmeli, mevcut gerçeklik ışığında olağan bir şey olarak görülmeliydi.

Ya da o işçilerin işten el çekmiş olmaları, ortak bir görüşün ifade edilme biçimi olarak değerlendirilmeli, o sarsılmaz inanç karşısında her türden cezanın beyhude, gereksiz ve işlevsiz olduğu anlaşılmalıydı.

Gerçek şunu söylüyor: grevci işçilere hâkim olan ruh hali korkuyla tanımlı ve o, beni de işçileri de pek o kadar etkilemiyor. İşçiler, tüm sakinlikleri ve sessizlikleri ile barış ve onurla tanımlı yeni bir çağı inşa etme kararlığına sahipler.

Ülkede yaşayan işçiler, toplumsal pratik düzleminde işbirliği yapmalılar. Ama önce işçiler, içinde yaşadıkları toplumun izzetli ve seçkin bir toplum olduğuna ikna edilmelidirler. Bir an gelir, sessizlik samimiyetsizlik haline gelir.

Kişilerde hâkim olan niyetler, en yaygın değerlere yönelik kesintisiz saldırıyla çelişiyorlar.

Birkaç aydır vicdanım, mazur görülemeyecek bir yığın tartışmanın gerçekleştiği bir yere dönüştü. O tartışmaların neticesinde, “insandan, başka bir ifadeyle, kendimden ümidi kesmemem gerek” sonucuna ulaştım.

Buradan bedeli ne olursa olsun, “yapacak bir şey yok” türünden yalandan bir bahaneye sırtımı yaslayarak, bir sorumluluğu üstlenmeye devam etmemeye karar verdim.

Sayın Bakan, tüm bu sebeplere bağlı olarak sizden istifamı kabul etmenizi, Cezayir’deki görevimi sonlandırmanızı rica ediyorum.

Saygılarımla.

Dr. Frantz Fanon
Psikiyatri Hastanesi Hekimi
Blida-Joinville Psikiyatri Hastanesi Başhekimi

1956

[Kaynak: Toward the African Revolution: Political Essays, Fransızcadan Çeviren: Haakon Chevalier, Grove Press, 1967, s. 52-54.]

05 Aralık 2025

Öjeni ve Sömürgecilik


Batılı medya organlarının önemli bir bölümü, Gazzelilerin yaklaşık üç yıldır maruz kaldıkları korkunç durumu İsrail’de cisimleşmiş olan demokrasinin hayatta kalma mücadelesi olarak tasvir ediyor. Bu mücadele, bugünün kana susamış teröristlerine ve yarının potansiyel teröristlerine (çocuklara) ve doğmamış terörist yetiştiren kadınlara karşı veriliyor.

Bu noktada tartışmalı bir meseleye atıfta bulunuluyor: Nazilerin Yahudilere yönelik vahşeti.

Yahudi bir din devletinin vatandaşları olan İsrailliler, bugün Nazilerin soykırım yoluyla etnik temizlik programını yürütmek için kullandıklarına benzer araç ve hedeflere başvuruyorlar.

Bugün Filistinlilerin imhası denilen olgu, soykırıma evet veya hayır demeyle sınırlı tutulabilecek bir şey değil. Esas olarak, bu barbarlığın ardındaki gerçek motivasyona ve Batılı elitlerin ona bağnazlıkla verdikleri onay ve desteğe bakılmalı.

Nazilerin programı, Batı’da yaygın olarak kabul gören bir sözde bilim olan “ırksal saflık” veya “öjeni” tarafından desteklenen ölümcül bir etnik temizliği esas alıyordu. Öjeni teorilerinin, en azından “bilimsel olarak tanımlanmış” haliyle, Charles Darwin’in kuzeni Sir Francis Galton’ın çalışmalarını takiben İngiltere’de ortaya çıktığını hatırlamakta fayda var. Zamanla Galton Derneği, aristokratlar, din adamları, Nobel ödüllü isimler, ünlü bilim insanları, tanınmış aydınlar ve zengin girişimciler de dâhil olmak üzere İngiliz toplumunun elit kesimini örgütledi. Yıllar içinde Galton’ın öjeni fikirlerini paylaşan birçok kişi arasında özellikle tanınmış isimlerden sadece birkaçını saymak gerekirse, ünlü ekonomist John Maynard Keynes, James Meade (1977 Nobel Ekonomi Ödülü), Peter Medaware (1987 Nobel İmmünoloji Ödülü) ve ünlü istatistikçi (zeka testi ve faktör analizinin kurucularından biri olan) Charles Spearman’ı sayabiliriz. Winston Churchill de oyun yazarı George Bernard Shaw ile birlikte öjeni teorilerine hayranlık duyan isimlerdendi.

1906’da Stockholm’de kurulan İsveç Irk Hijyeni Derneği, 1922’de Avrupa’nın en etkili ırk hijyeni enstitülerinden biri olan İsveç Irk Biyolojisi Enstitüsü’nün kurulmasının temellerini attı. İkinci Dünya Savaşı’na uzanan dönemde, Alva ve Gunnar Myrdal, öjeni teorileriyle tanımlanan “yeni hümanizm”in teorisyenleri oldular. Gunnar, daha sonra 1974’te Nobel Ekonomi Ödülü’ne layık görülürken, eşi, silahsızlanma alanındaki çalışmalarından dolayı 1982’de Nobel Barış Ödülü’nü aldı. Myrdal’lar, “uygun olmayan ebeveynlerin üremesine izin vermenin, hiçbir açıdan savunulamaz bir argüman olduğuna” inanıyorlardı. Lebensborn’un (Nazi “Aryanlaştırma” programının) Alman Nasyonal Sosyalist sözlüğünde özellikle geçerli olan “insan malzemesi” terimini ortaya attılar . “Nihai çözüm” terimi de Naziler arasında benzer bir geçerliliğe sahipti, ancak bu da Üçüncü Reich’ın bir ayrıcalığı olmaktan uzaktı. 1913-1932 yılları arasında Kanada Kızılderili İşleri Bakanlığı’nın Müdür Yardımcısı olan Campbell Scott, 1910 tarihli bir mektupta Britanya Kolombiyası Kızılderili temsilcisine şunları söylüyordu:

“Bu okullara giden Kızılderili çocuklarının hastalıklara karşı doğal direnç yeteneklerini yitirdikleri ve bunun sonucunda kendi köylerindekinden daha fazla sayıda öldükleri iyi bilinmektedir. Ancak bu, Kızılderili sorununun nihai çözümünü amaçlayan Bakanlığın politikasına uygundur.”

Duncan Campbell Scott, 1948’de Ulusal Tarihi Kişi unvanını aldı. Dolayısıyla, siyasi muhaliflerin, akıl hastalarının, komünistlerin, sosyalistlerin, sendikacıların, Romanların, eşcinsellerin, etnik azınlıkların ve 1940’tan sonra Yahudilerin sistematik olarak yok edilmesinin, Naziler tarafından gerçekleştirilen çoklu soykırımla ilişkilendirilen terimlerin kullanımında bile özgünlüğünü büyük ölçüde yitirdiği açıktır.

1920’lerin Amerika’sında öjeni savunucuları, Kızılderililer, Meksikalılar, İtalyanlar ve engelliler gibi aşağı ırklar pahasına üstün bir İskandinav ırkının gelişimini teşvik etmeye çalıştılar. Stratejileri arasında zorunlu kısırlaştırma, evlilik kısıtlamaları ve uygunsuz görülen herkesin özel kolonilere kapatılması vardı.

Amerikan öjeni kampanyası, bu ülkenin sınırlarını aştı, Nazi Almanyası da dâhil olmak üzere tüm dünyaya yayıldı ve burada Ari ırkın üstünlüğü teorilerinin ve soykırımın “bilimsel” olarak örtbas edilmesinin temeli haline geldi. Naziler, İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesine kadar Amerikan bilim insanları ve kurumları tarafından açıkça desteklenen Amerikan öjeni ilkelerini tamamen ve kısıtlamasız bir şekilde benimsedi. Hitler, Amerikalı öjenist Madison Grant’in 1916 tarihli Büyük Irk’ın Ölümü adlı makalesine “İncil’im” adını vermişti. Amerikan toplumunun tepesindeki elitler, banka sahipleri, üniversite rektörleri, seçkin bilim insanları ve bilimsel araştırmaların hayırsever finansörleri, 1900’lerin başından İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllara kadar toplumun tüm “kabul edilemez” görülen üyelerinin ortadan kaldırılmasını istediler. Savaştan önceki yıllarda ve sonrasında Rockefeller Vakfı, Psikiyatrik Genetik adı verilen yeni bir tıp uzmanlığının kurulmasını finanse etti ve Psikiyatri, Antropoloji, Öjeni ve İnsan Kalıtımı için Alman “Kayzer Wilhelm Enstitüleri”ni (şimdiki Max Planck Enstitüsü’nü) finanse etti.

Bugün bile Hillary Clinton, 1937-1957 yılları arasında Galton ve Amerikan Öjeni Derneği tarafından kurulan Öjeni Derneği’nin üyesi olan Amerikalı Margaret Sanger’dan övgüyle söz ediyor. Sanger, 1942 yılında Amerika Planlı Ebeveynlik Federasyonu’nu kurmuş, yayınlarında ırkçı öjeni fikirlerini dile getirmiş, faaliyetlerine bu fikirler yön vermiştir.

Batı propagandası, büyük ölçüde savunmasız olan ve silahlandıklarında, ABD ve İtalya da dâhil olmak üzere, Batılı müttefikleri tarafından sağlanan askeri malzemelerle ilgilenmeyen, en modern silahlarla donatılmış bir orduya kıyasla açıkça daha zayıf olan Filistin halkına yönelik zulmün altında yatan nedeni gizlemek için elinden gelen her şeyi yapıyor.

İsrail’i ve hedeflerini savunmak için saf tutan, sözde kolektif Batı tarafından temsil edilen bağnaz güç blokunun niyetinin kesin bir tanımı var: sömürgecilik.

Batılı güçler, sömürgecilik bayrağı etrafında birleşir, o bayrak altında yürürler. İsrail’in tüm destekçilerini birbirine bağlayan, dinmeyen sömürgecilik ruhudur. İngiliz sömürgeciliğinin işgali altında iken Bengal’in Hindistan bölgesinde 1796’dan 1900’e kadar yaklaşık 27 milyon kişinin ölmesine, son derece medeni olan Belçikalıların kontrol ettikleri Kongo’da 1885’ten 1908’e kadar 10 milyon insanın ölümüne sebep olan, sömürgeciliktir. 1943’ten 1944’e kadar uzanan dönemde Bengal’i bir de kıtlık vurdu, bu olay, 2 ila 3 milyon arasında ölüme neden oldu. Bu trajedinin sorumlusu, kendi itirafıyla, daha ilkel bir halka ait toprakların, onları daha iyi sömürebilecek daha gelişmiş bir halk tarafından gasp edilmesini yanlış bulmayan Winston Churchill’di.

Afrika’da, 1962-2005 yılları arasında Batılı güçlerin desteklediği savaşlarda yaklaşık 12 milyon kişi öldü. 1961-2011 yılları arasında en az yedi Afrikalı lider, Batılı güçler tarafından doğrudan veya gizli operasyonlarla katledildi. Patrice Lumumba (Demokratik Kongo Cumhuriyeti Başbakanı, 1961’de öldürüldü), Sylvanius Olympio (Togo’nun ilk Cumhurbaşkanı, 1963’te öldürüldü), Amilcar Cabral (Gine-Bissaulu devrimci lider, 1973’te öldürüldü), Murtala Muhammed (Nijerya Cumhurbaşkanı, 1976’da öldürüldü), Thomas Sankara (Burkina Faso Cumhurbaşkanı, 1987’de öldürüldü), Laurent-Désiré Kabilia (Demokratik Kongo Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, 2001’de öldürüldü), Muammer Kaddafi (Libya Cumhurbaşkanı, 2011’de öldürüldü). Tüm bu liderler, farklı ideolojilere ve farklı bağlamlara sahip olsalar da, sömürgeciliği ve ülkelerinin yabancı güçler tarafından sömürülmesini reddetmek gibi bir ortak özelliğe sahiplerdi.

Tüm Batı, Uganda’da İdi Amin Dada, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde Jean Bédel Bokassa, Zaire’de Mobutu Sese Seko ve Ekvator Ginesi’nde Macias Nguema gibi kana susamış diktatörlere koşulsuz destek sundu.

Afrika kıtasında kalabilmek için, Batılı güçlerin sömürge sonrası dönemd ekontrolü ele geçirme çabalarıyla kışkırttıkları sayısız devletler arası savaşa ve iç savaşa tanıklık edildi. Bunlara, ilerici liderleri devirmeyi amaçlayan darbeler de eklenmeli. Unutulmuş savaşların yol açtığı milyonlarca unutulmuş ölüm de cabası. Bunlardan sadece birkaçını saymak gerekirse, Cezayir (1992-2002), Lübnan (1975-1990), Sudan (1955’ten günümüze), Biafra (1966-1970), Etiyopya (1974-1991), Mozambik (1975-1992), Angola (1975-1994), Uganda (1979-1986), Ruanda (1994), Kongo (1997-2003) iç savaşları (ki bunlar tek başına doğrudan ve dolaylı olarak 5,4 milyon ölüme neden olmuştur), Suriye (2011 -henüz sonuçlanmadı), Libya (2012 -henüz sonuçlanmadı), Irak-İran savaşı (1980-1988) ve ABD’nin Irak’a karşı yürüttüğü “Körfez Savaşı” (1990-2003) hatırlanmalıdır.

Bu bağlamda, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın Irak’a uygulanan aşırı sıkı ambargonun yol açtığı ölümlerle ilgili meşhur sözünü hatırlamakta fayda var. Röportajcı, ambargo nedeniyle Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombalardan daha fazla çocuğun öldüğünü belirttiğinde, Albright buna değdiğini söyledi.

Joseph Conrad’ın ünlü romanı Karanlığın Yüreği’nde yazdığı gibi: “Temelde dünyayı bizden farklı tene sahip olan veya burnu biraz daha yassı olanlardan almak anlamına gelen fetih, çok yakından bakıldığında pek de hoş bir manzara sunmaz.”

Dolayısıyla Gazze’de yaşananlar, sömürgeci kibrin tüm acımasızlığıyla ve tüm sonuçlarıyla harekete geçmiş halidir. Etnik temizlik, sömürgeci çıkarların altında yatan ideolojidir ve Nazilerin tabiriyle, egemenlik planlarına karşı çıkan herkesi “untermensch (alt-insan) olarak kabul eder; bu ideoloji, hiçbir zaman terk edilmemiş olan öjeni teorileriyle tam bir uyum içindedir.

Filistin meselesi ile Cezayir’in Fransız egemenliğinden kurtuluş yılı olan 1954 ile 1962 yılları arasında faaliyet gösteren Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’ni kuşatan, o büyük ölçüde unutulmuş olaylar arasında rahatsız edici benzerlikler bulunmaktadır. Cezayir’in bağımsızlık mücadelesinin tarihi, Gazze’de tanık olduğumuz olaylara çok benzemektedir. Sömürgeci güçlerin baskıcı yöntemleri her zaman aynı vahşetle tanımlıdır.

Kurtuluş mücadelesinin kökenleri, 5 Mayıs ayaklanmalarını takip eden günlerde, bağımsızlıkçı militanların Fransız işgalinin sona ermesini talep ettiği ve yeşil-beyaz zemin üzerine kızıl hilal taşıyan bayraklar salladığı Sétif ve Guelma şehirlerinde 1945'teki kanlı olaylara kadar uzanmaktadır. Binlerce Cezayirli, Fransız polisi, askerleri ve silahlı yerleşimciler tarafından öldürüldü. Kurbanların kesin sayısı hiçbir zaman belirlenemedi. İngiliz istihbarat servisleri, ölü sayısını yaklaşık 6.000 ve yaklaşık 14.000 yaralı olarak tahmin etti. Bugün bu tahminler revize edilmiştir; bazı Fransız tarihçiler, ölü sayısının 20.000 olduğuna inanırken, Cezayir hükümeti, 45.000 olduğunu tahmin etmektedir.

1 Kasım 1954’te Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) gerillaları, Cezayir’in çeşitli bölgelerinde askeri tesislere, polis karakollarına, depolara ve iletişim tesislerine yönelik organize saldırılar düzenledi. FLN, Kahire’den radyo aracılığıyla Cezayir halkına ve ulusal davaya bağlı militanlara “ırk veya din ayrımı gözetmeksizin, İslam ilkelerine ve tüm temel özgürlüklere saygılı, egemen, demokratik ve sosyal bir Cezayir devletinin yeniden kurulması” çağrısında bulundu.

Fransız silahlı kuvvetleri, gerillalara barınak ve ikmal sağladığından veya onlarla herhangi bir şekilde iş birliği yaptığından şüphelenilen köylere kolektif sorumluluk ilkesini acımasızca uygulayarak amansız bir savaş yürüttü. Çok sayıda köy, fosfor bombaları da dâhil olmak üzere, hava bombardımanına maruz bırakıldı, tarlalar ve meyve bahçeleri yok edilerek çiftçiler, her türlü geçim kaynağından mahrum bırakıldı. Fransızlar, isyancılarla iş birliğini önlemek veya resmi açıklamalara göre onları Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin şiddetinden korumak için kırsal nüfusun büyük bir bölümünü, hatta bazen tüm köyleri askeri gözetim altındaki özel kamplarda topladı. İki milyondan fazla Cezayirli, evlerinden sökülüp atıldı.

“Cezayir Muharebesi”, 30 Eylül 1956’da üç kadının Fransız sivillerin yoğun olarak bulunduğu üç farklı noktaya bomba yerleştirmesiyle patlak verdi. Üç kişi öldü, elli kişi yaralandı. Fransızların tepkisi, şiddetli ve acımasızdı. Fransız yerleşimci grupları tarafından polisin de desteğiyle Cezayirli sivillere yönelik terör saldırılarını, 5.000 kişilik seçkin bir paraşütçü birliğinin konuşlandırılması izledi. Bu birlikler, insanları işkenceden geçirdi, kadınlara tecavüz etti. Hesaplamalara göre savaş sırasında tutuklanan 24.000 Cezayirliden yaklaşık 3.000’i Fransız güçleri tarafından işkenceye uğrayarak hayatını kaybetti.

Sayısız işkence yönteminin yanı sıra, Cezayirli kadınlara yönelik tecavüz, baskıcı ve acımasız bir savaş stratejisinin gerçek bir aracıydı. Askeri yetkililer tarafından her zaman reddedilen tecavüz, Fransız birliklerinin Cezayirli kadın nüfusuna karşı kullandığı bir cezalandırma ve terör aracıydı. Bu tür uygulamaların zirvesi, özellikle kırsal kesimlerde, 1959 ve 1960 yılları arasında yaşandı. Fransız birlikleri ayrıca, gözaltı kamplarında tutulan kadınları askerler ve subaylar için seks kölesi olarak kullanarak kötü şöhretli bir eylem daha gerçekleştirdiler.

FLN, 17 Ekim 1961’de Paris’te yaklaşık 30.000 Cezayirlinin katıldığı barışçıl bir gösteri düzenledi. Fransız polisi, kalabalığa ateş açarak gösteriyi dağıttı. 14.000 kişi tutuklandı ve 200 kişi öldürüldü; bunların çoğu Seine Nehri’ne atıldı. Fransız hükümeti yalnızca 32 kurbanı kabul etti.

Cezayir, 1962’de bağımsızlığını kazandı. Savaşın bilançosu çok ağırdı. 10 milyonluk nüfusun yaklaşık 300.000 ila 1.000.000 Cezayirli sivili öldürüldü (Cezayir hükümetine göre 1,5 milyon) ve yaklaşık 3.000.000’i toplama kamplarına gönderildi. Ayrıca, 28.500 Fransız askeri, 30.000 ila 90.000 Fransa’ya sadık Cezayirli asker, 4.000 ila 6.000 Avrupalı sivil hayatını kaybetti, yaklaşık 65.000 kişi yaralandı.

Fransa’daki sosyalist ve komünist partilerin, Fransız emperyalizminin Cezayir devrimine karşı savaşını etkin bir şekilde desteklediği unutulmamalıdır. Dönemin Sosyalist Başbakanı Guy Mollet, Cezayir’deki baskıların tırmanmasını siyasi olarak yönetirken, komünist milletvekilleri katliamı durdurmak için hiçbir şey yapmadılar. Tek istisna, Cezayir bağımsızlık hareketini istikrarlı ve tavizsiz bir şekilde destekleyen Jean-Paul Sartre’dı.

Sartre, Ocak 1956’da Cezayir'de bir barış toplantısına katıldı ve en ünlü metinlerinden biri haline gelecek olan “Sömürgecilik Bir Sistemdir” başlıklı bir konuşma yaptı. Bugün Fransa’da “kötü öğretmen” olarak anılıyor. Bir felsefeci öldüğünde, hemen bir diğeri yaratılır. Sartre’ın yerini hemen “iyi öğretmen” Bernard Henry-Lévy aldı. Bu zat, kısa süre önce La Stampa gazetesinde yayınlanan bir röportajında, Gazze’deki işgal, kıtlık ve soykırımın çürütülmesi gereken üç yalan olduğunu söyledi.

Ulusal Kurtuluş Cephesi, ünlü bir bildirisinde şöyle yazıyordu: “Sömürgecilik, ancak boğazına bıçak dayandığında teslim olur.” Bundan daha uygun ve daha yerinde bir ifade olamazdı. Bu nedenle, Gazze için önerilen her türden barış planı başarısızlığa mahkûmdur. Bu trajediyi körükleyen sömürgeciliğin boğazına bıçak dayanmadı. Bıçağın sapı onun elinde.

Stefano Dumontet
11 Kasım 2025
Kaynak

04 Aralık 2025

Emperyalizm ve Anti-emperyalizm


Emperyalizm, yirminci yüzyılın o radikal eylemlere tanık olunan dönem boyunca Marksist ve solcu yazının merkezinde yer almış bir kavramdır. Ancak yetmişlerden bu yana uzanan süreçte kavram, önemini yitirmiştir.

Sol siyasetin tarihine aşina olan okular, bir dizi akademisyenin ve eylemcinin “emperyalizm” fikrinin ölümünü ilan ettiğini fark edecektir. Bu eleştirilerin yöneldiği çeşitli akademik disiplinlere rağmen, genellikle kapitalizmin şimdilik neredeyse yenilmez olduğuna, en iyi ilerici siyasetin, kapitalizmin daha iyi versiyonlarını dünya çapında yaymak ve her türlü “otoriter” veya “baskıcı” rejime son vermek olduğuna dair temel siyasi anlayışını paylaşırlar. Bu eleştirileri iki düzeyde ele alacağım.

Öncelikle şu sorulmalı: “Emperyalizm” kavramı, günümüz dünya kapitalizmini anlamak için hâlâ geçerli mi? Yirminci yüzyılın ilk yarısında dünya savaşları dönemini geride bıraktık. Batı ve Üçüncü Dünya’daki anti-emperyalist mücadeleler sayesinde Batılı güçler, ülkeler üzerindeki hâkimiyetlerinin büyük bir bölümünü kaybettiler.

Lenin döneminde emperyalizm, en az iki ana temayı ifade ediyordu: kapitalistler arası rekabet ve savaş, ayrıca bir avuç Batılı devlet ile dünyanın geri kalanı arasındaki hiyerarşik ilişki. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden, Rus ve Çin devrimlerinden ve bağımsızlık hareketinden bu yana eski siyasi harita kökten değişti, bu düzlemde, Lenin’in analizlerinin çoğu anlamsızlaştı. Örneğin, ulusal kurtuluş mücadelelerinin ardından tekelleşme veya üretim, finans ve ticaretin merkezileşmesi, Üçüncü Dünya ülkelerinin çoğunda yaygınlaştı. Dolayısıyla, emperyalist devletleri emperyalist olmayan devletlerden ayırmak artık işe yarar bir yöntem değil. Bu anlamda, ABD-Çin veya ABD-Rusya ilişkileri konusunda “emperyalistler arası rekabet” ifadesinin kullanılmasına karşı olduğumu belirtmeliyim.

Gelgelelim, dünya kapitalizmi, az sayıda ülkenin diğerlerini kontrol ettiği bir sistem olmaya devam ediyor ve bu nedenle “emperyalizm” halen daha önemli bir kavram. Emperyalizm, dün olduğu gibi bugün de salt “sınıf temelli” bir olgu değildir. Kapitalist dönemde emperyalizmin ortaya çıkışı, emperyalist ülkelerdeki ulus inşası ve refah devleti politikalarının büyük bir kısmını içeriyordu. Kapitalistlerin emperyalist uluslarını (öncelikle emekçileri) yönetme kapasiteleri, genellikle emperyalist olmayan uluslardan çaldıkları, gasp ettikleri veya “barışçıl” bir şekilde el koydukları fazlalık üzerinden işçi aristokrasisini ne kadar besleyebildiklerine bağlıydı.

Marx ve Engels, emperyalizmin İngiliz işçi sınıfını yozlaştırmasından defalarca bahsetmişlerdir. Lenin’in sözleriyle, emperyalizmin tanımlayıcı bir özelliği, “bir avuç zengin veya güçlü ulus tarafından giderek artan sayıda küçük veya zayıf ulusun sömürülmesi”dir. Ayrıntılardaki birçok değişikliğe rağmen, dünya kapitalizminin hiyerarşisi çok az değişmiştir. Örneğin, ülke düzeyinde kişi başına düşen gelirlerin sıralaması on dokuzuncu yüzyılın sonlarından günümüze kadar nispeten istikrarlıydı.

Son otuz-kırk yıllık dönemde küreselleşme, özünde dünya kapitalizminin üçüncü dünya ve eski sosyalist devletlere yayılmasına dayanıyordu. Sözde “kurallara dayalı”/ABD merkezli küresel düzende dünya kapitalizmi, bir süre dünyanın dört bir yanından kapitalistlerin katılımıyla oldukça sorunsuz bir şekilde işledi. Ancak Soğuk Savaş sonrası dönemin balayı evresinde bile, dünya kapitalizminin hiyerarşisi belirgindi; Batı, Çin de dâhil olmak üzere, sözde geçiş ve gelişmekte olan pazarlar ve üçüncü dünyanın geri kalanı, dünya işbölümünde farklı konumlarda yer alıyordu. Yirmi birinci yüzyıl ile bağımsızlık öncesi kapitalist dünya düzenleri arasındaki çarpıcı benzerlikler göz önüne alındığında, “emperyalistler” ve “kompradorlar” gibi terimleri kullanmak halen daha mantıklı ve anlamlı.

Böylesi bir düzen, sorgulanamaz kabul edilen ABD hegemonyasıyla kurulmuş özel tarihsel bağı temel alır. Batı ve kapitalist dünyanın geri kalanındaki kapitalist krizlerle birlikte, küreselleşmenin bir zamanlar geliştiği koşullar çökmeye başladı. Avrupa, Ortadoğu ve Latin Amerika’da devam eden çatışmalar, Pax Americana’nın zayıflamasının işaretleri olarak görülmeli. Özellikle Rusya, Soğuk Savaş sonrası Batı’ya yeniden katılma çabasından vazgeçti ve hatta Batı’ya karşı askeri ve ekonomik olarak üstünlük sağlamayı başardı.

Dünya hızla değişiyor. Batılı elitler, ticaret savaşları, riskten kaçınma ve ayrışma ile ilgili fikirler dillendiriyorlar. Buradan, “ulusötesi kapitalist sınıfın” dünya kapitalizminde önemli bir güç olduğu günlerin artık sayılı olduğunu anlıyoruz.

Bu noktada sosyalist strateji meselesine geçebiliriz. Strateji, akademik araştırmalarla ilişkilidir, ancak onlardan oldukça farklıdır. Salt bir avuç azınlık için düşünsel-teorik çalışmalar yürütmekten bahsedemeyiz. Hâkim kapitalist ideolojinin, piyasaların ve şiddetin beslediği dünya kapitalizminin olağan seyrinde ilerlediği gerçeklikte etkili bir sosyalist hareketten söz edemeyiz.

Böyle bir stratejiyi formüle etmek için, en azından ilk kıvılcım için, dünya kapitalizminin dinamiklerini kapsamlı ve gerçekçi bir şekilde anlamamız gerekir. Kapitalizmden sosyalizme geçişte tüm çelişkiler aynı stratejik öneme sahip değildir. Kapitalizmin her köşesinde sayısız sorun vardır. Ancak karşılaştırmalı olarak, gelişmiş kapitalist devletler (dünya kapitalizmindeki konumları sebebiyle) daha fazla pazarlık kozuna sahiptirler, sınıfsal taviz kopartma konusunda daha iyi maddi koşullar sağlayabilmektedirler. Dolayısıyla, yalnızca kapitalizmdeki somut sorunlara odaklanırsak, reformizm bizi için için tüketir, “müstebit, otoriter, zorba” gibi üçüncü dünyaya has kabul edilen vasıflara dair Avrupamerkezci suçlamaları kolaylıkla benimseriz. Kapitalizmin tüm içsel sorunlarını açığa çıkarmak ve bunlarla mücadele etmek tabii ki yanlış değildir, ancak bu, kendi başına sosyalist bir strateji olarak görülemez.

Lenin ve Mao’nun bir asır önce karşı karşıya kaldığı soruyu yeniden sormalıyız: “Dünya kapitalizmindeki zayıf halkalar hangi ülkelerdir?”

Hem Rusya’da hem de Çin’de sosyalistler, görece geri ekonomilere sahip, çok zayıflamış devletlerde benzeri görülmemiş ilerlemeler kaydettiler. Egemen sınıflar, genellikle savaşlar yüzünden felç olmuş durumdaydı ve anlamlı mücadeleler yürütecek ve/veya emekçi halkı kandıracak kadar güçlü değillerdi. Çin gibi sömürge ve yarı sömürge ülkelerde anti-emperyalizm, geniş bir cazibeye sahipti ve milyonları harekete geçiriyordu. Emperyalist güçlerin ve onların işbirlikçilerinin önemli ölçüde zayıflaması, bu gibi durumlarda başlangıçtaki ilerici toplumsal değişimler için genellikle önemli ön koşullardı. Önemli bir örnek olarak, Çin komünistleri, Japon emperyalizmine karşı uzun ve başarılı mücadeleleri sırasında milliyetçi hükümetle birleşik cephe altında siyasi ve askeri güçlerini büyük ölçüde güçlendirdiler.

Lenin ve Mao, farklı tarihsel koşullarda çalışmış olsalar da, hem Üçüncü Dünya devrimlerini hem de komünistlerin önderlik etmediği ulusal bağımsızlık hareketlerini desteklediler. Üçüncü Dünya’daki genel sömürü ve baskının varlığını elbette biliyorlardı, ancak emperyalizme karşı genel eğilimin, dünya devriminin ivme kazanmasında stratejik öneme sahip olduğunu düşünüyorlardı.

Günümüz dünya kapitalizmi, askeri ve ideolojik düzlemde, ABD önderliğindeki Batılı ülkeler tarafından güvence altına alınırken, ekonomik olarak küresel sermaye tarafından, Çin gibi gelişmekte olan ekonomilerin ve geçiş ekonomilerinin katkılarıyla desteklenmektedir. ABD hegemonyasını çeşitli düzeylerde hedef alan anti-emperyalist güçler, dünyada kapitalizmi sona erdirmeye yönelik her sosyalist stratejinin vazgeçilmez bir parçasıdır. Bununla karşılaştırıldığında, Üçüncü Dünya’da her gün gördüğümüz birçok çatışma ve çelişkinin her zaman aynı önemde olmadığını savunuyorum.

Dünyada kapitalizmi sona erdirme çabası, dünya çapında işbirliği girişimlerini zorunlu kılıyor. İnsanlar, bu tür işbirliklerinin birleşik bir cephe mi yoksa sol içinde bir işbölümü olarak mı teorize edilmesi gerektiği konusunda tartışabilirler. Gene de, anti-emperyalizm (özellikle ABD hegemonyası) konusunda ortak bir anlayışın aciliyetini günümüz sosyalist mücadelelerinin özü olarak görüyorum. İnsanlar, hâlâ önemli fikir ayrılıklarına sahip olabilir ve olmalıdırlar, ancak bir dizi uygulamayla birlikte saygı temelinde çalışma yürütebiliriz. Yüzlerce çiçek açsın!

Zhun Xu
26 Eylül 2025
Kaynak

03 Aralık 2025

,

HDK Konferansı Üzerine


Halkların Demokratik Kongresi’nin 8–9 Kasım tarihlerinde düzenlediği “Sosyalizm Yeniden” başlıklı konferans, ilk bakışta sosyalizmin tarihsel birikimini tartışma, sınıf mücadelesinin güncel sorunlarına yanıt üretme ve Marksist-Leninist kuramın bugünkü koşullardaki anlamını değerlendirme iddiası taşıyor görünse de, konferansın fiilî içeriği, bu izlenimden bütünüyle uzaktı.

Program incelendiğinde, tartışmaların ağırlık merkezini Abdullah Öcalan’ın “yeni paradigma” olarak formüle ettiği ve İmralı merkezli olarak şekillenen, düzenle uyum arayan ideolojik hattın oluşturduğu açık biçimde görülmektedir. Konferansın, bu hattı meşrulaştırmak ve sol hareketin geniş kesimlerini bu çerçeveye eklemlemek amacıyla, özel olarak kurgulandığı anlaşılmaktadır.

Sol hareketin bazı temsilcileri -kendilerini Marksist-Leninist geleneğin devamı saymalarına rağmen- konferansta ortaya koydukları söylemlerle Öcalan’ın Marksizm-Leninizm’i “aşılması gereken dogma” olarak sunan yaklaşımının âdeta dolgu malzemesi hâline gelmiştir. Bu tablo, uzun yıllara yayılan ideolojik tasfiyeciliğin yeni bir evresine işaret etmektedir.

Konuşmalarda “yeni paradigmanın” sınıf dışı “demokratik toplum” anlayışı, devlet ve devrim kavramının reddi, sınıf mücadelesini merkezden düşüren tezler ve sosyalizmin tarihsel deneyimlerine yönelik yüzeysel ya da bilinçli çarpıtmalar neredeyse tartışmasız biçimde yeniden üretilmiştir.

Konferans boyunca pek çok konuşmacı, Marksist-Leninist kuramın temel kavramlarını tarihsel bağlamından kopararak ele almış; sosyalist devrim teorisinin zorunlu öğelerini ya belirsizleştirmiş ya da tümüyle reddetmiştir. Bu, bir “yöntem hatası” değil, bilinçli bir yönelimdir. Çünkü “yeni paradigma”, sınıf mücadelesi yerine sınıflar-arası uzlaşıyı, devlet iktidarının parçalanması yerine devlet-dışı toplumsal ağların kurucu rolünü, devrimci kopuş yerine müzakereci dönüşümü merkezine alan bir ideolojik çerçevedir. Bu nedenle, Marksist-Leninist teoriyle uzlaştırılması mümkün değildir; “yeni paradigma”, ancak onu reddederek var olabilir.

Konferanstaki sol-sosyalist katılımcıların önemli bir bölümü, Kürt hareketiyle yıllara yayılan pragmatik ilişkilerin sonucu olarak bu ideolojik yönelime açık ya da örtük onay vermiştir. Bu tutum, Kürt halkının meşru demokratik haklarıyla dayanışma ile Kürt hareketinin programatik çizgisine eklemlenme arasındaki farkın bilinçli biçimde bulanıklaştırılmasından kaynaklanmaktadır. Oysa anti-emperyalist ve anti-kapitalist dayanışma, ulusal hakların savunulması ve faşist saldırılar karşısında ortak mücadele, herhangi bir hareketin ideolojik programına bağlanmayı zorunlu kılmaz. Fakat bugün solun önemli bir kesimi, bu ayrımı gözetmez hâle gelmiştir.

Marksist-Leninist olduğunu iddia eden çevrelerin konferansta karşılarına çıkan ideolojik saldırılar karşısında neredeyse bütünüyle sessiz kalmaları, yalnızca taktiksel bir suskunluk değil; solun kendi tarihsel birikiminden kopuşunun açık bir göstergesidir. Marksizmin “eskidiği”, “yanlışlandığı” ya da “aşıldığı” yönündeki iddialar; sınıflar mücadelesi teorisinin geçersiz ilan edilmesi; Ekim Devrimi’nin tarihsel öneminin reddi; bilimsel sosyalizmin yerine sınıf dışı “demokratik modernite”nin geçirilmesi gibi saldırılar karşısında neredeyse hiçbir ideolojik yanıt verilmemiş olması, soldaki teorik erozyonun geldiği düzeyi göstermektedir.

Konuşmalarda Marksist yöntemin yerine eklektik bir düşünsel yapı geçirilmiş; tarihsel ve toplumsal analizler sınıfsal temelden koparılarak, kültürel ve kimlik merkezli bir yaklaşıma indirgenmiştir. Örneğin, konferans boyunca sıkça kullanılan “komün” kavramı, toplumsal üretim ilişkileri içinde kolektif bir örgütlenme formu olarak değil, kimi durumlarda aşiret benzeri yapılarla özdeş bir toplumsal birliktelik olarak sunulmuştur. Kavramların bu şekilde boşaltılması, yeni ideolojik yönelimin karakterini bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır.

Marksizm-Leninizm bir dogma değil, toplumsal gelişmenin yasalarını bilimsel biçimde kavrayan ve somut koşulların somut tahlili üzerine kurulu devrimci bir yöntemdir. Sorun Marksizmin “güncelliğini yitirmesi” değil, onu mekanik, şematik ve yaratıcı olmayan biçimlerde uygulayanların yetersizliğidir.

Kapitalist-emperyalist sistemin dünya çapında derinleşen krizleri, savaş ve sömürünün yeni biçimleri, bağımlılık ilişkilerinin ağırlaşması ve emperyalist tahakküm mekanizmalarının genişlemesi, bugünün gerçekliğinin sosyalist devrim perspektifi olmadan kavranamayacağını her geçen gün daha fazla göstermektedir.

Emperyalist çağda ulusal özgürlük mücadelesi nesnel olarak anti-kapitalist bir karakter taşır; bu nedenle, sosyalist devrim perspektifiyle bağ kurulmadan başarıya ulaşması mümkün değildir.

Sosyalizmin yerine reformu ikame etmeye çalışan tüm teoriler, kapitalizmin özünü değiştirmeden çelişkileri yumuşatma hayaline dayanır. Tarihsel deneyim, bu tür yaklaşımların her seferinde burjuva düzeninin yeniden üretimine hizmet ettiğini göstermiştir.

Bugün “demokratik sosyalizm”, “demokratik modernite”, “devlet-dışı toplumsal örgütlenme” gibi söylemlerle sunulan formüller de bu geleneğin yeni biçimleridir. Sermaye iktidarını yıkma hedefini dışlayan hiçbir yaklaşım, ezilen sınıfların kurtuluşuna hizmet edemez.

Türkiye’de emperyalizme bağımlılık ilişkilerinin yarattığı yapısal tıkanma, demokrasi ve özgürlük sorunlarının kapitalist düzen koşullarında çözümlenemeyeceğini açıkça göstermektedir. Dolayısıyla, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi dahi sosyalist devrim perspektifiyle bütünleşmek zorundadır. Bu gerçeklik, Marksizm-Leninizmin güncelliğini değil, zorunlu tarihsel rolünü doğrulamaktadır.

Sonuç olarak, HDK konferansı, sosyalizmi tartışmak bir yana, sosyalizmin bilimsel temellerine yönelmiş sistematik bir tasfiye sürecinin ideolojik platformu olarak işlemiştir. Sol hareketin bu sürece edilgen biçimde eklemlenmesi, yalnızca teorik bir zayıflığın değil, tarihsel misyonundan uzaklaşmanın ifadesidir.

Bugün devrimci görevin özü, sınıf mücadelesini yeniden merkeze alan, bilimsel sosyalizmin yöntemini savunan ve burjuva ideolojisinin tüm varyantlarına karşı keskin bir ideolojik mücadeleyi yeniden örgütlemektir. Bunun dışındaki tüm arayışlar, düzenle uylaşmanın farklı biçimlerinden ibarettir.

Kolektif Mücadele
2 Aralık 2025
Kaynak

,

Bir Komünist Nasıl Olmalı?



Hepimiz, o onurlu “komünist” unvanına sahip olmak istiyoruz. Peki, bu unvanın değerini azaltmadan onu nasıl pratiğe dökebiliriz? Mao Zedong, komünist olmanın ve yaşamanın talep ettiği kimi hususları daha önceden ortaya koymuştu.

1.

Bir komünist, kitlelere örnek olmalı. Mao, bu konuyla şunları dile getirmişti:

“Sekizinci Hat ve Yeni Dördüncü Ordu’da faaliyet yürüten komünistler, cesurca savaşma, emirleri yerine getirme, disiplini koruma, siyasi çalışma yapma, içteki birliği ve dayanışmayı geliştirme konusunda örnek olmalıdırlar.”[1]

Rol model olma işlevini yerine getirmeden kimse, bizi samimi bulmayacak, dolayısıyla, hiçbir şey başaramayacağız. Co Enlay da bu hususa vurgu yapıyordu:

“Hiçbir zaman kitlelerden uzaklaşmayın; onlardan öğrenin ve onlara yardımcı olun. Kolektif bir yaşam sürün, çevrenizdeki insanların dertlerini araştırın, sorunlarını inceleyin ve disiplin kurallarına uyun.”[2]

Hiçbir zaman kitlelerden uzaklaşmamalıyız. Kitleden kopan, topraksız ağaç gibidir.

2.

Tüm komünistler, eğitim konusunda rol model olabilmelidir. Mao şöyle demiştir:

“Bu nedenle komünistler, eğitim çalışmaları konusunda örnek olmalılar; her zaman kitlelerden öğrenmeli, onlara öğretmelidirler.”[3]

Tembellik, eğitim çalışmaları için zararlıdır. Çalışmazsak, hazırlıksız ve eğitimsiz, özetle, beceriksiz oluruz. Kitlelere gerçeklere dayalı bir şeyler anlatacak hiçbir şeyimiz olmaz. Böylesi bir durum, genel manada bir siyasi hareketi ölüme sürükler. Öyleyse, Co Enlay’ın dediği yapılmalı:

“Çalışkan olun, temel bilgileri kavrayın, birçok konu hakkında yüzeysel bilgi edinmek yerine tek bir konuya yoğunlaşın.”[4]

3.

Hiçbir komünist, başkalarına patronluk taslamamalı veya kendi çıkarlarını toplumun çıkarlarının önüne koymamalıdır. Mao, şöyle demişti:

“Kitleler içinde çalışma yürüten her komünist, onların dostu olmalı, onlara patronluk taslamamalı, bürokrat bir politikacı değil, yorulmak bilmez bir öğretmen olabilmelidir. Hiçbir zaman ve hiçbir koşulda bir komünist, kişisel çıkarlarını ön planda tutmamalı, kendi çıkarlarını ulusun ve kitlelerin çıkarlarına tabi kılmalıdır.”[5]

Haklar söz konusu olduğunda, kendimizi kolektifin eşit parçaları olarak görmeli, ancak kitlelere liderlik etme sorumluluğuna sahip olmalıyız. Bu sorumluluğa sahipsek demek ki kitlelerin seslerini ciddiye alırken onlara önderlik etmekle ilgili siyasi iddiaya sahibiz. Kitleler bize bu sayede güvenecek, mütevazı halimizle halk içerisinde kök salacağız. Ayrıca bu sorumluluk, yolsuzluğa yol açma potansiyeli taşıyan bencillikten uzak durmamızı sağlayacaktır.

4.

Tüm komünistler, Marksizmin sözünü her yana yaymalıdır. Mao şöyle demiştir:

“Biz komünistler tohum gibiyiz, halk da toprak. Nereye gidersek gidelim, halkla cem olmalı, onun içinde kök salmalı, orada yeşermeliyiz. Yoldaşlarımız nereye giderse gitsin, kitlelerle iyi ilişkiler kurmalı, onlarla ilgilenmeli, zorluklarının üstesinden gelmelerine yardımcı olmalıdır. Kitlelerle bir olmalıyız. Ne kadar çok kitleyle birleşirsek o kadar iyi. Kitleleri harekete geçirmek, halk güçlerini genişletmek ve partimizin önderliğinde bunu başarmak için elimizden geleni yapmalıyız.”[6]

Halkı örgütlemek ve en ileri unsurları toparlamak için Marksizm tohumlarını halkın arasına ekmeliyiz. Biz, ancak bu sayede büyüyüp gelişeceğiz.

5.

Tüm komünistler, kadrolar ve kitlelerin benimsedikleri yanlış fikirlerle mücadele etmelidirler. Co Enlay şöyle demiştir:

“İlkeler temelinde, başkalarındaki ve kendimdeki her türlü yanlış ideolojiyle kararlılıkla mücadele edeceğim.”[7]

Yanlış görüşler düzeltilmeden ilerlemek imkânsızdır. Yanlış görüşler ortadan kaldırılmazsa hareket durur, hatta geriler. Bu durum, hem günlük işlerimiz hem de nihayetinde davamız için zararlıdır.

Komünistlerin sahip olmaları gereken başka vasıflar da var ama bu beşi bizim odaklanmamız gerekenlerdir.

Kızıl Cephe
Kaynak

02 Aralık 2025

,

Profesyonel-Yönetici Sınıfı Teorisinin Sorunları


1976’da Marksist sosyologlar Barbara ve John Ehrenreich, “Profesyonel-Yönetici Sınıfı” (PYS) olarak adlandırdıkları sınıf hakkında iki makale yayınladılar. Bu sınıfın, klasik Marksist burjuvazi ve proletarya kategorilerinden, genelde orta sınıfla ilişkilendirilen, küçük iş sahiplerinden oluşan eski küçük burjuvazi kavramından farklı olduğunu savundular.

Bu PYS, yeni orta sınıfa denk düşüyor. İşçi sınıfıyla (geçimini sağlamak için emeğini satmak gibi) birçok ortak özelliğe sahip olmasına karşın, eğitimleri sayesinde farklı sınıf çıkarlarının yanı sıra bir hak sahibi olma ve seçkincilik duygusuna da sahiptir.

Ehrenreich’lar, sosyalizmin ABD’de mevzi kazanamaması, “ilerici” siyasetin sınıf siyaseti üzerindeki hâkimiyeti ve Amerika’daki politik solun genel yozlaşmış hali konusunda, PYS ile işçi sınıfının birbiriyle çatışan dünya görüşlerine ve hedeflere sahip olduğu gerçeğini sorumlu tutuyorlar. Bugün soldaki birçok kişi (kimi sağcılar), Ehrenreich’ların geliştirdiği bu kategoriyi kimlik siyaseti ve “duyarcılık” gibi konularda başkalarını suçlamak için kullanıyor.

Ehrenreich’ların ileri sürdükleri argüman, Amerikan solundaki gerçek siyasi ayrışmaları ve çatışmaları tespit ettiği için birçok güçlü noktaya sahip. Bu açıklama becerisi teoriye güç kazandırmış, dolayısıyla, günümüze kadar siyasi söylemde yaygın bir etkiye sahip olmuştur. Ancak PYS, ayrı bir sınıf değil, vasıflı kafa emekçilerini, yöneticileri, idarecileri ve profesyonel küçük burjuvaziyi bir araya getiren bir kategoridir. Ehrenreich’ların sınıf olarak tanımladığı şey, daha ziyade farklı sınıfları içeren bir kültürel ortamdır. Yazarların PYS’yi suçlarken işaret ettikleri siyasi meselelerse, büyük ölçüde (ama tamamen değil) işçi sınıfı içerisinde yaşanan bir çatışmanın somut ifadeleridir. Bu sınıf içi çatışmalar yaygın olarak görülürler ve genelde çıkar konusunda yaşanan gerçek ayrışmaların ürünüdürler.

Kategori

Ehrenreich’ların tanımladığı “PYS” kategorisi, toplumumuzun eğitimli profesyonel elitine işaret eder:

“Bu anlamda PYS, bilim insanları, mühendisler, öğretmenler, sosyal hizmet uzmanları, yazarlar, muhasebeciler, alt ve orta düzey yöneticiler ve idareciler gibi grupları içerir; yani ABD nüfusunun yaklaşık yüzde yirmi ila yirmi beşini oluşturur.”

Bu insanların çoğu, Marx’ın proletaryasının ayırt edici özelliği uyarınca, geçimlerini sağlamak için emeklerini satarlar. Marx’ın Kapital’inin üçüncü cildinin sınıflarla ilgili bölümü hiçbir zaman tamamlanmamış olsa da, yazılarını derinlemesine inceleyen herkes, proletaryanın “emeğini onu yöneten ve bundan kâr eden başkalarına satan kişi” olduğunu görecektir.

Ancak Marx’ın eserinde “üretken emek”le “üretken olmayan emek” ayrım yapılır. Bu önemli ayrım (proletarya veya burjuvazi terimleri gibi) Marx’a ait değil. Adam Smith gibi düşünürlerden miras. Ekonomik anlamda üretken emek, satış için meta üreten emektir. Dolayısıyla üretken olmak, yalnızca güzel bir şey üretmekle ilgili değildir. Evsizler için yemek pişirip bedava dağıtmak, bir şey ürettiği anlamında “üretken”dir, ancak meta üretmediği için ekonomik anlamda üretken değildir.

Bir öğretmen üretken midir? Özel okulda öğretmenlik yapıyorsa evet, çünkü eğitim denilen metaı üretir. Devlet okulunda öğretmenlik yapıyorsa hayır, çünkü sundukları hizmetler meta değildir. Ancak her zaman diyalektikçi olan Marx, bu ayrımı daha da karmaşıklaştırmak zorundadır. Bir öğretmen, emtianın yaratılmasına doğrudan katkıda bulunmasa bile, öğrencilere daha üretken ve becerikli yetişkinler olmayı öğrettiği için üretim sürecinde gerekli bir adımı teşkil eder. Dolayısıyla, tekil bir işletmenin bakış açısından bakıldığında öğretmenler, üretken görünmeseler de, toplumun bir bütün olarak gözünden bakıldığında öğretmen, toplumun büyük proleter makinesinin bir parçasıdır.

Ehrenreich’lar, PYS’nin emeğinin üretken değil, yeniden üreten emek ortaya koyduğunu, yani toplumsal yeniden üretim hedeflerine hizmet ettiğini savunuyorlar. Meta üretmiyorlar, ama ideolojik düzenin tamamını yeniden üretiyorlar:

“[...] burjuvazi ile proletarya arasındaki ilişki, kapitalist sınıf ilişkilerinin yeniden üretiminde uzmanlaşmış bir sınıfın kapitalist sınıf için bir zorunluluk haline geldiği noktaya kadar gelişmiştir. Yani, düzenin sağlanması, artık ara sıra uygulanan polis şiddetine terk edilemez.”

Yazarların görüşüne göre PYS, eğitim, yönetim, bürokrasi, mühendislik ve kültür üretimi alanlarında faaliyet göstermektedir çünkü bu roller, toplumsal düzenimizin sürdürülmesi için zaruridir. Bir sınıf olarak varlığı ve büyümesi, büyük ölçüde bu işçileri işe almak için toplumsal fazladan vergi alan devlet yanında, bu görevlerde yer alan özel kurumlar tarafından da desteklenmektedir.

Daha başta teorinin sorunlu bir boşlukla malul olduğu görülüyor. PYS, meta üreten kültür işçilerini de kapsıyor. Film stüdyoları, filme dönüşecek senaryolar yazmaları veya düzenlemeleri için üniversite mezunu kişileri işe alıyor ve bu filmler, daha sonra sinema bileti, internetten indirme gibi biçimler altında “satılıyor”. Dolayısıyla, bu durumda “PYS”, meta yaratma sürecinin gerekli bir parçası oldukları için üretkendir. Dahası, her film stüdyosunun bu filmleri çekmek için bir grup başka insanı da işe alması gerekir. Bu diğer insanların çoğu, stüdyoları temizleyen hademeler veya setleri kuran marangozlar gibi alenen “işçi sınıfı”na mensuptur. Tüm bu insanlar, filmin yapım sürecine dâhil olurlar, hepsi de emeklerinin film yapım sürecinde stüdyolar tarafından sömürüldüğüne (dolayısıyla bu filmlerden kâr elde edildiğine) bizzat şahit olurlar.

Film stüdyoları örneği, üretken emek ve yeniden üreten emek arasında ayrım yapılması gerektiği iddiasını çürütür. Ehrenreich’lar gibi birçok Marksist için “kültür endüstrisi” üretimle değil, yeniden üretimle ilgilenir, çünkü toplumsal düzenimizin ürettiği hikâyeler, örtük değerleri ve fikirleri, kültür endüstrisinden istifade edenler nezdinde pekişir. Filmler, toplumumuzun ideolojik bağlılıklarını, değerlerini ve pratiklerini yeniden teyit eder. Bir Ulusun Doğuşu, Potemkin Zırhlısı, İradenin Zaferi ve Bay Smith Vaşington’a Gidiyor gibi filmler, belirli öznellik biçimlerini normalleştirme işlevi görmüşlerdir. Dolayısıyla bu tür filmler, ideolojik yeniden üretimde bir rol oynarlar. Ancak yine de meta yaratırlar ve dolayısıyla üretkendirler.

Film, keyfini çıkarma hakkını satın almam gereken bir şey olduğu sürece, bir somun ekmek yiyen kişi kadar kültürel bir meta tüketmiş olurum. Gerçekte, üretken emek ve yeniden üreten emek arasında kesin bir ayrım söz konusu değildir, çoğu emek, bir şekilde her ikisini de yapabilir. Fırıncının ürettiği ekmek, işçileri doyuran zorunlu bir yeniden üreten emek eylemi olduğu kadar, ekmek üreten bir üretken emek eylemidir de. Yeniden üreten emeğin çok daha büyük bir kısmının metalaştırılmak yerine tüketici için ücretsiz olduğu doğru olsa da, bu tüm yeniden üreten emek için geçerli değildir.

Ben, PYS’yi ayrı bir sınıf olarak ayırmaktan ziyade, en azından iki grubun bir araya gelmesiyle oluşan bir topluluk olarak anlamayı tercih ediyorum.

İlk grup, işçileri ve üretim amaçlarını denetlemek ve gözetlemekle, nispi ölçütlerin karşılanıp karşılanmadığını izlemekle görevli bir yönetici ve idari elitten oluşur.

İkinci grup ise, hemşireler, memurlar, muhasebeciler, gazeteciler, doktorlar, öğretmenler, profesörler, avukatlar, yazarlar ve diğer uzman mesleklerden oluşan büyük bir kitleyi içerir.

Bu mesleklerden gelenler, bir zamanlar çoğunlukla ya uzman firmalarda çalışmış kişilerdir ya da küçük iş adamı (küçük burjuvazi) olarak çalışmışlardır. Akla bu noktada özel muayenehanesi olan doktor veya küçük, elit bir özel okuldaki öğretmen gelsin. Bazıları, devlet kurumları veya büyük üniversiteler gibi daha büyük, kâr amacı gütmeyen kurumlarda çalışmıştır.

Daha da önemlisi, bu profesyoneller, birkaç farklı sınıfa mensup bir kişi olarak yaşabilirler. Vivek Chibber’ın da belirttiği gibi, avukatlar, meslekleri nedeniyle net bir sınıf kategorisine uymazlar:

“Bunu aklımızda tutarak, bir de profesyonellere bakalım. Aynı profesyonel, farklı sınıflara mensup olabilir. Bir avukat, bir hukuk kurumunda, bir hukuk bürosunda, çok düşük bir ücret karşılığında çalışıyor olabilir. Aynı zamanda büronun ortağı olarak, başka avukatlar çalıştıran biri de olabilir. Ya da kendi tabelasını asıp kendi hukuk işini yapan biri de olabilir. Dolayısıyla, yalnızca profesyonel olmasına dayanarak, hangi sınıfta yer aldığına karar vermek, Marksist açıdan oldukça zordur. Durum böyle olunca, bir profesyonelin kapitalist sömürü sürecinin bir parçası olacağını söylemek çok ama çok zordur; sadece çoğu profesyonelin bundan birkaç adım uzakta olması nedeniyle değil, aynı zamanda profesyonellerin aslında herhangi bir sınıfa ait olabilmesi nedeniyle de.”

Chibber’ın röportajında öne sürdüğü gibi, PYS, bir kategori olarak önemli bir kusurla malul: O, esasında farklı sınıfları dikine kesen, kuşatan bir kategoridir. Bir işletmenin sahibi olanların emrinde çalışan işçileri de bağımsız iş insanı olarak işlerini yapan profesyonelleri de kapsar.

Marx, sınıfı kişinin geliriyle değil, üretim araçlarıyla ilişkisi üzerinden tanımlar. Geliri bu temel ilişkinin salt bir belirtisi olarak ele alır. Sınıfı bu şekilde anladığımızda, bağımsız çalışan bir profesyonel ile bir şirkette çalışan kişi arasında ne kadar fark olduğunu görebiliriz.

Çoğunlukla bu yetenekli profesyoneller, toplumun geri kalanından daha iyi ücretler alırlar, çünkü bu tür işlerin nasıl yapılacağını çok az kişi bilmektedir. Dahası, 1900’lere gelindiğinde, bu işlerin giderek artan bir kısmı kimlik belgesi gerektirmeye başlamıştır. 1800’lerde elinde kemik testeresi ve anatomi bilgisi olan herkesin kendine “doktor” diyebilmesi mümkünken, 1950’lere gelindiğinde, resmi kimlik belgesini ve ehliyeti zorunlu kılan karmaşık bir sistem ortaya çıkmıştır. Kimlik belgelerinin rolü, Ehrenreich’lar tarafından özetlenen PYS kategorisinin önemli bir parçasıdır.

Ancak, akreditasyonu merkeze koyan yaklaşım, Ehrenreich’ların düşündüğü kadar çok şey anlatmıyor. Kuaförlerden berberlere, kaynakçılardan masözlere ve yoga eğitmenlerine kadar çeşitli bedensel işlerde çalışan birçok akreditasyonlu profesyonel çalışan mevcut. Taksi şoförlerinin ve kamyon şoförlerinin bile ehliyete ihtiyacı var. Bu grupların hiçbiri, kapitalizmin yönetimi veya yeniden üretimiyle ilgilenmiyor, bunun yerine, emtia (ya da en azından yoga dersi gibi metalaştırılmış hizmetler) üretiyorlar.

Kategorinin Kaderi

Argümanlarının önemli bir kısmı, PYS’nin gücünün demografik büyümeyle birlikte arttığı yönünde. Toplumun daha fazla PYS yetiştirmek için daha fazla üniversiteye ihtiyacı vardı. Daha fazla üniversite kuruldukça, PYS’nin gücü de arttı, olumlu gelişme dâhilinde, daha fazla üniversite kuruldu:

“Altmışlı yıllarda PYS, sınıfın maddi konumunun hızla gelişme kaydettiği dönemde radikalleşti. PYS kapsamına giren mesleklerdeki istihdam hızla arttı, maaşlar da buna paralel yükseldi. Büyüme o kadar hızlıydı ki, iş açıklarını doldurmak için işçi sınıfından geniş çaplı eleman alımı zorunlu hale geldi. (Altmışların başında yapılan bir çalışma, vasıflı mavi yakalı işçilerin oğullarının en az dörtte birinin ve yarı vasıflı işçilerin oğullarının neredeyse beşte birinin PYS’ye dâhil olduğunu ortaya koyuyordu. (1) Mühendislerin, öğretmenlerin, sosyal hizmet uzmanlarının ve benzerlerinin “proleterleştiği”, Marx’ın orta sınıf için öngördüğü kaderi paylaştığı görüşünü savunmak moda haline geldi. (2) Ancak proleterleşmenin bir belirtisi olarak görülen şey, örneğin üniversitelerdeki artış ve bürokratikleşme, çoğu durumda aslında sınıfın hızlı genişlemesinin bir göstergesiydi. Ellili yılların sonu ve altmışlı yılların başı, PYS için fırsatların azaldığı, proleter kalıba sıkıştırıldığı bir dönem değil, altın bir çağdı.”

Ancak Ehrenreich’ların “PYS” kategorisini ilk önerdikleri zamandan bu yana gerçeklik oldukça değişti. Üniversite eğitimi yaygınlaştıkça, üniversite eğitiminin getirdiği değer azaldı. Sadece ABD’de değil, gelişmiş dünyadaki diğer ülkelerde de giderek daha fazla insan, üniversite eğitimi aldı. Bunun nedeni, üniversite mezunu çalışanların daha yüksek gelir elde etmesi, dolayısıyla, daha eğitimli bir iş gücünün daha zengin bir nüfusu üreteceğinin düşünülmesiydi. Ancak madalyonun diğer yüzünü ele aldığımızda buradaki mantık iflas ediyor. Üniversite mezunu çalışanlar daha iyi ücret alıyordu, çünkü sayıları daha azdı, bu da onlara daha fazla pazarlık gücü sağlıyor, işleri için rekabeti çok daha emek dostu kılıyordu. Kapitalist firmalar, üniversite eğitimini finanse etmek için daha yüksek vergiler ödemekten çekinmiyorlardı çünkü bu, nitelikli işçi arzını artırıyordu.

Burada piyasanın mantıklı tepki verdiğini görüyoruz: bu çalışanların arzı, talepte orantılı bir artış olmadan arttıkça, piyasa değerleri düşer. Üniversite mezunu Amerikalıların arzını göz önünde bulundurursak, bu, mantıklı bir gelişmedir:


Ehrenreich’ın teorisi, bir bakıma, Profesyonel-Yönetici Sınıfı (PYS) olarak adlandırdıkları kişilere yönelik talebin sürekli artmasını temel alıyordu. Bu, 1800’lerdeki sanayileşme döneminden beri görülen, oldukça istikrarlı bir eğilimdi.

Teknolojik açıdan gelişmiş ve üretken (dolayısıyla zengin) bir toplum, modern ekonominin işleyebilmesi için giderek daha fazla sayıda eğitimli işçiye ihtiyaç duyar. Ancak birçok ekonomik eğilim gibi, bu da sonsuza kadar devam edemez.

Eğitimli profesyoneller için şişkin bir işgücü piyasası, ücret ve yan hakların azalmasıyla ortaya çıktı. Bu durum, Ehrenreich’ların çalıştığı üniversite sisteminde de görülebilir. Nitelikli doktoralıların sayısı, ihtiyaç duydukları profesör sayısından daha hızlı arttıkça, üniversiteler ve kolejler, geçimini sağlamak için genellikle birden fazla okulda çalışmak zorunda kalan ve tam zamanlı olarak yeterli ders alamayan düşük ücretli yarı zamanlı öğretim görevlileri karşılığında, iyi maaşlı, tam zamanlı kadrolu öğretim görevlilerinin sayısını giderek azalttılar. Bu durum, akademik emeğin önlenemez bir şekilde proleterleşmesine yol açtı; çünkü artık tam zamanlı öğretim görevlisi olarak iş bulacak kadar şanslı olanlar bile yarı zamanlı öğretim görevlilerinin rekabetiyle karşı karşıyaydı.

Dahası, bu profesyonel çalışanların arzı arttıkça, düşük ücretli profesyonellerin özel muayenehane açma tehdidi ortadan kalktı. Üniversite profesörleri gibi bazı profesyoneller, hiçbir zaman özel muayenehane açma seçeneğine sahip olmasa da (kimse, onlara gerçek bir diploma kazandırmayan bağımsız felsefe dersleri için para ödemez), doktorlar, diş hekimleri, avukatlar, muhasebeciler gibi kişiler, düşük ücret almaları durumunda kendi başlarına çalışma seçeneğine sahiplerdi. Küçük burjuva olma seçeneği, profesyonellere pazarlık gücü sağladı. Ancak bu seçenek, çoğu kişi için gerçekçi değildi.

Barbara Ehrenreich, Dissent dergisine verdiği bir röportajda bu eğilimleri kabul etti ve ekonomideki ayrıcalıklı statüsünü koruyan tek PYS grubunun üst düzey yöneticiler ve idari personel olduğunu söyledi:

Basın: 2013’te PYS ile ilgili değerlendirmenizde, ‘Merkez tutunamadı. »Orta sınıf« olarak tasarlanan ve sözde yurttaşlık erdemi ve mesleki adanmışlığın deposu olarak görülen PYS, harap oldu’ diyorsunuz. ‘PYS’nin başlangıçta sahip olduğu, aklın yönettiği, kamu yararına çalışan profesyonellerin önderlik ettiği toplum hayali itibarsızlaştırıldı’ diye ekliyorsunuz. Bu PYS’ye ne oldu?

Ehrenreich: Alabildiğine ezildiğini düşünüyorum. Rosa Luxemburg Vakfı için yazdığımız makalede, John ve ben, hukuk gibi temel ve görünüşte ebedi mesleklerden bahsediyoruz. Bu mesleklerin altı oyuldu: Hukuk fakülteleri, hukukla ilgili işlere bile giren mezunların sayısını yüksek gösterme gereği duyuyor. Gazetecilere ne olduğunu siz zaten biliyorsunuz; maaş almıyoruz. Üniversite öğretimi, esasen asgari ücretli yardımcı öğretim görevlileri tarafından tamamen baltalandı. Dolayısıyla, mavi yakalı işçi sınıfının sanayisizleşmeyle yaşadığı şeyin şimdi Profesyonel-Yönetici Sınıfı’nın da yaşadığını söyleyebilirim; bu noktada üst düzey yöneticileri hariç tutmak gerekiyor. Nüfusun yaklaşık %20'sini oluşturan bu kesim, hâlâ çok iyi durumda.”

Bu tespit, önerdikleri sınıf kategorisindeki yukarıda bahsedilen ayrışmayı akla getiriyor. Profesyoneller giderek işçi sınıfı saflarına katılırken, yöneticiler ve idareciler, egemen sınıf (devlet ve kapitalistler) ile işçiler arasında doğrudan aracılar olarak, ekonomide farklı bir rol üstleniyorlar. Yöneticinin sorumluluğu, ölçütlere ve bu ölçütleri karşılayacak politikaların uygulanmasına odaklanıyor. Örneğin, bir üniversite yöneticisi, eyalet hükümeti bu hedefi önceliklendirmeye karar verdiği için, okulu terk eden öğrencilerin oranlarını azaltma ölçütünü benimsiyor. Bunu, üniversitelerinin eyalet fonları ve sıralamalarının yanı sıra daha fazla kayıt için diğer üniversitelerle rekabet etmesi nedeniyle yapıyorlar. Yöneticilere ihtiyaç duyuluyor çünkü şirketler, özel işletmeler ve eyalet hükümetleri, büyümeye devam ettikçe, mülk sahipleri ve devlet, sahadaki günlük işlerden giderek daha fazla uzaklaşıyor.

Her bir çalışanı veya tüketiciyi geniş ölçekte izlemek imkânsız olduğundan, paydaşların işletmelerinin ne kadar başarılı ve verimli olduğunu belirlemek için genelleştirilmiş ölçütlere ihtiyaçları vardır. Dolayısıyla, yöneticinin varoluş amacı, iş yerinin verimliliğini en üst düzeye çıkarmaktır. Yönetici, artan verimlilikten elde edilen kazançlardan pay alır. Ama yönetici, çıkar çatışmasından da istifade eder, çünkü bir dereceye kadar, ölçütleri, neticede kendi başarılarını belirleyen ve izleyen, yöneticidir. Dolayısıyla, yöneticiler ve üst düzey yönetim, onları bu ölçütlere tabi olan profesyonellerden ve diğer çalışanlardan ayıran, sosyal ve ekonomik bir güce sahiptir.

Vasıflı ve “Vasıfsız”

Kısa süre önce yazdığım bir blog yazısında da belirttiğim gibi, “vasıfsız emek” kategorisi, daha çok işleyişle alakalı bir konu. Çoğu, hatta belki de tüm emekler, en azından asgari düzeyde, belirli bir beceri gerektiriyor. Bu işleyiş uyarınca çoğu insan, belirli becerilere sahip olmak zorunda.

1910’da profesyonel bir şoför vasıflı bir işçiydi, ancak günümüzdeki bir araç paylaşım şoförü vasıflı bir işçi değil, çünkü çoğu insan, artık araba kullanmayı biliyor.

Ehrenreich’ların sınıf ayrımı olarak tanımladığı şey, aslında bir beceri ayrımıdır. Kafa emeği, ilgili alanda yeterli düzeyde eğitim gerektiren belirli becerilere ihtiyaç duyar. Muhasebeciler, matematikte çok iyi olmalı, felsefe profesörleri, Kant’ın kategorik buyruğunu bir derste tekrarlayabilmelidir. Bu beceriler, günümüzde genellikle üniversite eğitimiyle edinilir, ancak bu, her zaman böyle değildi. Gördüğümüz gibi bu, eğitimin daha az yaygın olduğu bir dönemde profesyoneller için daha fazla pazarlık gücü anlamına geliyordu, ancak üniversite eğitimi oranları arttıkça pazarlık gücü azaldı.

Bunu bugün kodlayıcılarda görüyoruz. Clinton ve Obama yılları arasında, siyasi elitler (ve geniş halk kitleleri) arasında daha fazla kodlayıcıya ihtiyacımız olduğu yönünde bir ön kabul vardı. Teknoloji sektörü hızla gelişti. Amerika’da Python veya HTML satırlarını bir araya getirebilecek yeterli sayıda insan yoktu. Sanayisizleşmeyle karşı karşıya kalan işçilere, işsizlere iş imkânı sağlayacağı, büyüyen teknoloji sektörü için daha fazla işçi bulacağı için kod yazmayı öğrenmeleri telkin edildi. Ancak 2010’lara gelindiğinde, bol miktarda kodlayıcı vardı ve bu, çalışanlar için giderek daha az kazançlı bir seçenek haline geldi.

Bu, 1700’ler ve 1800’lerde İngiltere’de zanaatkâr işçiler arasında gördüğümüz, yüksek vasıflı işgücünün yerini makinelerin aldığı sürece çok benziyor. 1750’de bir palto dikmek için yüksek vasıflı bir terziye ihtiyaç duyulurken, 1850’ye gelindiğinde, düşük vasıflı işçilerin kullandığı bir dizi makine, aynı paltoyu çok daha kısa sürede üretebiliyordu. Makine aracılığıyla emeğin bu şekilde vasıfsızlaştırılması (ve bunun işçilerin pazarlık gücü üzerinde yol açtığı etki), 1800’lerin başlarında İngiltere’de ortaya çıkan Luddcu hareketinin temel meselelerinden biriydi.

Ancak, kaynakçılık veya elektrik mühendisliği gibi “mavi yakalı” vasıflı iş gücünün, tüm iş açıklarını dolduracak yeterli sayıda insan olmaması nedeniyle değer kazanması birlikte sürecin terse doğru işlediğine de tanık oluyoruz. Bugün birçok kişi, üniversite öğrencilerine okulu bırakıp vasıflı el emeği gerektiren bir işle ilgili, teknik üniversitelerden birinden diploma almalarını söylüyor. Başka bir deyişle, Ehrenreich’ların profesyonellerde daha iyi ücretler için bilgi ve becerilerini kullanma ayrıcalığı olarak belirlediği şey, esasında kafa emeğinin değil, genel olarak vasıflı emeğin bir özelliğidir.

Ancak, kaynakçılık veya elektrik mühendisliği gibi “mavi yakalı” vasıflı iş gücünün, tüm iş açıklarını dolduracak yeterli sayıda insan olmaması nedeniyle değer kazanması birlikte sürecin terse doğru işlediğine de tanık oluyoruz. Bugün birçok kişi, üniversite öğrencilerine okulu bırakıp vasıflı el emeği gerektiren bir işle ilgili, teknik üniversitelerden birinden diploma almalarını söylüyor. Başka bir deyişle, Ehrenreich’ların profesyonellerde daha iyi ücretler için bilgi ve becerilerini kullanma ayrıcalığı olarak belirlediği şey, esasında kafa emeğinin değil, genel olarak vasıflı emeğin bir özelliğidir.


PYS ve Kültürel Çatışma

Kol ve kafa emeği arasında derin bir kültürel uçurum var. Üniversiteye gidenler, antropoloji derslerinde öğretilen postkolonyal kesişimselci feminist analizden, dünyanın dört bir yanından gelen öğrenciler arasında yaşamanın getirdiği açık fikirliliğe ve kültürel çeşitliliğe duyulan takdire kadar, yeni ortamlarından çeşitli değerler ve fikirler edinirler. Bu değerleri benimseyen profesyoneller, genellikle daha az eğitimli olanların gerçek veya algılanan cehaletinden rahatsız olurlar. Bu durum, bu gruplar arasındaki dayanışma imkânını ortadan kaldıracak siyasi çatışmalara yol açar.

Örneğin, işyerlerindeki “duyarcılık” ve ırkçılık karşıtlığı ile ilgili tartışmalar, 2010’larda bu türden bir tepkiye yol açtı. Üniversite mezunu öğrenciler, ırksal ayrıcalık, kesişimsellik ve kimlik politikaları gibi belirli fikirlerin aktarıldığı derslere girdiler. Aynı öğrenciler, bu akademik teorileri sıklıkla bir tür ahlaki dogmaya dönüştürdüler ve çoğu, bu dogmayı, sosyal açıdan daha muhafazakâr kırsal kesimdeki beyaz işçileri ahlaki olarak yargılamak için kullandı. Bence bu kültür savaşı ve etkileri gereğinden fazla abartılıyor; bunların çoğu, gerçek dünyadaki mücadeleler kadar sosyal medya algoritmalarının da bir neticesiydi.

Olayların bu seyrinde asıl hatayı, keskin ve yargılayıcı olan PYS’de bulmak gerekiyordu. Görünüşe göre Ehrenreich’lar, kendi dönemlerindeki mücadeleler ve PYS’nin katı elitizmi ile ilgili yazılarında tam da bunu ima ediyorlar.

Bu profesyoneller (ve profesyonel olmaya çalışan öğrenciler), eğitimsiz proleterlere tepeden baktılar. Bu, doğru bir tespit olsa da sahada işleyen hikâye, esasında çok daha karmaşıktı. Örneğin, Vietnam Savaşı sırasında, muhafazakâr beyaz inşaat işçilerinin Vietnam karşıtı protestocularla karşı karşıya geldikleri “baretli isyanlar”a tanık olundu. Vietnam Savaşı protestocularının çoğu, profesyonel işler için eğitim gören öğrencilerdi. İşçilerin vatansever ve savaş yanlısı duyguları, onları savaş karşıtı protestolardan koparmak için kullanıldı. Savaş yanlısı popülistler, bu gerilimi New York’un savaş karşıtı belediye başkanına karşı kullanmaya çalıştılar. Peki, birçok Amerikalı proleterin savaş karşıtı protestoculara karşı hissettiği düşmanlığı nasıl yorumlamalıyız? İşçilerin haklı, savaş karşıtı eylemcilerin haksız olduğunu mu düşüneceğiz?

Baretli isyanının bize hatırlattığı şey, meselenin sıradan proleterlere tepeden bakan züppe entelektüel elitlerden çok daha fazlası olduğudur. Bu, eğitimsiz kitlelerin cehaletini gözlemleyen bilge akademisyenlerle ilgili olduğu anlamına da gelmez. Aksine, işçi grupları arasında kültürel şikâyetlere, çıkarcı siyasi liderlerin müdahalesine ve genel sınıf çıkarları yerine yakın, yerel çıkarlara dayanan çok sayıda küçük çatışma yaşanır. Vatandaş ve vatandaş olmayan işçiler; kırsal ve kentsel işçiler; Anglofon ve Hispanofon işçiler; siyah işçiler ve beyaz işçiler; maden işçileri (madenciler vb.) ve yerli halklar; tarım ve sanayi işçileri arasında çatışmalar yaşanır. Bu çatışmaların çoğunda bir tarafın “işçi sınıfının çıkarlarını” temsil ettiğini, diğer tarafın etmediğini söyleyemeyiz. Aksine, her iki taraf da kendi işleri veya yaşam standartları gibi daha dar, yerel şikâyetler için mücadele ediyor. Bazen çatışma, kırsal ve kentsel işçiler arasındaki büyük kızgınlık gibi, yalnızca karşılıklı cehaletten ve kültürel klişelerden kaynaklanır.

Burası, tam da “kesişimselci” analizin, işçileri kendi aralarında bölen diğer kültürel ve politik güçleri görmemize yardımcı olmakta oldukça faydalı olabileceği yer. Bu çatışan grupların kurtuluşa kavuşmasının tek yolu, dayanışma içerisinde birleşmektir. Çevreciler ve kömür madencileri, fosil yakıt sanayicilerini ancak birlikte çalışarak yenebilirler, bu da her iki kesimin ihtiyaçlarını karşılayan bir proje tasarlamak için diyalog, dayanışma ve hayal gücünün bir birleşimini gerektirir. Aksi takdirde sanayiciler, bu iki grubu birbirine düşürebilir, böylece hiçbir grup hedeflerine ulaşamaz, biz de tonlarca karbon emisyonuna ve çok sayıda sömürülen maden işçisine sahip oluruz.

Ehrenreich’lar da bu tür bir diyalog, dayanışma ve hayal gücü talep ediyormuş gibi görünüyor. İşçiler ve PYS’nin birlikte çalışamamasını eleştiren yazarlar, çalışmalarında Yeni Sol’un altmışlardaki ve yetmişlerdeki başarısızlığını buna bağlıyorlardı. Barbara Ehrenreich daha sonra, çeşitli Marksistlerin karşıt fikirleri “PYS” olarak nitelendirerek işçi sınıfı kimliklerini parlatmaya çalıştıkları için, “PYS”nin solda bir tür hakaret haline geldiğini söyleyecekti:

“Gabriel Winant’ın makalesinden öğrendiklerim beni şaşırttı, epey afallattı. Örneğin Amerikalı Demokratik Sosyalistler (DSA) içerisinde ‘PYS’nin bir tür hakaret haline geldiği hissine kapıldım.

[...] Bu, aslında ilginç bir durum. Ama ben, ‘PYS’nin aşırı solcuların başvurduğu bir hakarete dönüşmesinden nefret ettiğimi belirtmeliyim. Birlikte daha çok çalışmamız gerekecek! Muhtemelen siz de üniversite mezunusunuzdur.”

Sorun şu ki, farklı eğitim seviyelerinin yarattığı kültürel farklılığı, temelde farklı çıkar ve uygulamaları ifade eden bir sınıfsal farklılığa dönüştürerek, PYS kavramı, kaçınılmaz olarak, kol ve kafa işçileri arasındaki ayrımı derin bir ittifaka imkân sağlamak yerine derinleştirdi. Yetmişlerde profesörleri ve işçileri bir araya getirmeye çalışırken yaşadıkları rahatsız edici deneyimden bahseden Ehrenreich’lar, bazı beyaz işçileri kendi bakış açılarını sunmaya davet ediyorlardı:

“Yeni Amerikan Hareketi’nin (NAM) bir şubesi sık sık bizim evde toplantı yapardı. İlginç olan şu ki toplantılarda farklı ırklara değil farklı sınıflara mensup insanlar bulunuyordu. Örgütlenme çalışmalarına katılan bir grup depo işçisi geliyordu mesela. Diğer uçta ise tam kadrolu bir profesör ve eşi vardı. Dolayısıyla, etkileşimleri izlemek, hem büyüleyici hem de ürkütücüydü.

Sanırım, özellikle kendi geçmişimden dolayı, bu konulara fazla hassas yaklaşıyordum. Babam aslen bir bakır madencisiydi, ailedeki diğer erkekler demiryollarında ve başka türde madenlerde çalışmışlardı. Ama ben üniversiteye gidip doktora yapmıştım, bu yüzden aynı zamanda PYS’nin resmi üyesiydim. Gerilimin yükseldiğini görebiliyordum. Grupta çok baskın hale gelen profesör ve eşi, işçi sınıfından insanlara karşı büyük bir küçümseme besliyordu. Bu durum utanç vericiydi. Bana göre, insanların iyi geçinmesi önemliydi. Üniversite hocalarını ve depo işçilerini de kapsayacak bir hareket istiyorduk.

İşe yaramadı. Profesör ve karısı bir ara dışarı çıktı. Dönüp beni eleştirdiler; Mao’nun Küçük Kırmızı Kitabı’nın bir kopyasını getirmişlerdi yanlarında. Kitabı yüksek sesle okurken, Mao’nun liberalleri eleştirdiği yerde ‘Barbara’dan bahsediyor burada’ diyorlardı. Bu, hem tuhaftı hem de acı verici.”

Hikâyede sunulan profesörün aşırı sol dogmatizmi dayanılmaz ve tuhaf. Ehreinreich, bu satırları yazarken, aktardığı olayın başka ortamlarda deneyimlediği daha geniş bir kültürel olgunun göstergesi olduğunu düşünüyordu. Oysa aslında bunun PYS’ye veya genel olarak profesörlere has bir şeyin ürünü olup olmadığı net değil. Bu anekdot, birçok profesörün daha geniş bir toplulukla etkileşim kurmasını engelleyen tuhaf ideolojik dogmalara kapıldığı gibi üzücü bir gerçeği ortaya koyuyor. Gene de bu olayı basit bir kültürel ayrımla açıklamak mümkün.

Bu bölünmenin kültürel kaynağının, özellikle hizmet sektöründe olmak üzere, giderek artan sayıda üniversite mezunu çalışanın işçi sınıfına ait işlere itilmesiyle nasıl ortaya çıktığını görebiliyoruz. Diplomalı insanlar için yeterli profesyonel iş olmadığından, çoğu, bu işçi sınıfına ait işlerde zaman geçirmek zorunda kalıyor. Eğitim aldıkları alanda bir iş ve pozisyon bulamayan bazıları için bu, bir kariyere evriliyor. “Beşeri bilimleri alanında lisans diploması olan mavi saçlı feminist barista” klişesi saçma bir klişe, ancak bu eğitimli çalışanların çoğunun üniversite değerlerini işyerlerine getirdiği doğru. Profesyonel sınıf kategorisinin dışına düştüler diye birdenbire “duyarcı feminist” olmaktan çıkmıyorlar. O halde bu insanların davası, salt bir profesyonel olma halinin sonucunda gelişmiş, ayrıksı bir çıkarlar kümesiyle ilgili değil. Bu dava, daha çok kendilerine dair algılarının[1], sosyalleşme süreçlerinin basit bir sonucu.

PYS Sosyalist Hareket Yok Diye mi Var?

Bugün solda PYS’ye yönelik geliştirilen (Barbara Ehrenreich’ın haklı olarak bir hakaret şeklinde görüp eleştirdiği) en popüler eleştiri, solda liberalizmin sosyalizm üzerindeki hâkimiyetinden profesyonel-yönetici sektörlerini sorumlu tutar. Bu düşünceye göre, PYS’nin çıkarları, doğrudan mevcut sistemi sürdürmek ama aynı zamanda iyileştirmek ve servetin yeniden dağıtılması politikası yerine tanınma politikasını teşvik etmekle ilgilidir.

PYS’ler, üretim araçlarını ele geçirmekle değil, yalnızca kültürümüzü daha eşitlikçi ve kapsayıcı olacak şekilde değiştirmekle ilgilenmektedirler. Ehrenreich’lar, asla bu kadar ileri gitmediler ve PYS’nin çıkarlarının işçi sınıfıyla birleşmekte olduğunu söylediler. Buna karşın ikilinin argümanları yüzeysel ele alınıyor. Buradan da PYS’nin esas olarak insanlara “görüldüklerini” hissettirmekle ilgilendiği sonucuna varılıyor.

Tanınma siyaseti, Hegel’e dek uzanan solcu radikal düşünce geleneğinin bir parçasıdır. Hegel’in Efendi-Köle diyalektiği, kısmen, efendinin insanlıktan çıkardığı bir köleden tanınma talep ettiği bir tanınma hikâyesidir. Efendi, köleyi nesnesine indirgediği için, efendi köleyi gerçek bir insan öznesi olarak tanıyamaz; ancak köleyi salt bir nesneye indirgeyerek de efendiye tanınma hakkı veremez. Bu mantık, ataerkillik, ırkçılık ve diğer hiyerarşilere yönelik birçok solcu eleştiriyi besler. Kadınlar nesneleştirildiğinde, erkekler onların insanlığını tanıyamaz, kadınlar da erkeklerle tam anlamıyla insani ilişkiler kurmaktan men edilirler. Siyahları nesneleştirildiğinde, beyazlar, onların insanlığını tanıyamaz vs.

Tanınma mücadelesinin hukuki bir boyutu vardır; bu, Jim Crow yasalarına karşı verilen insan hakları mücadelesi gibi, baskıcı hiyerarşileri hukuki zeminde teşkil eden yasaları ortadan kaldırmaktır. Aynı zamanda kültürel bir boyutu da vardır; bu, anlattığımız hikâyelerdeki önyargıları ortadan kaldırmak anlamına gelir. Bunun sorunsuz olmayan bir örneği, sözde “ilk siyah süper kahraman” filmi Kara Panter’dir.[2] Afrikalı Amerikalılar, Hollywood’un kültürel ürünlerinde haklı olarak tanınmadıklarını hissettiler. Bu noktada, siyah aktörler ve siyahlara ait hikâyeler içeren daha kapsayıcı filmler yapmak bir çözüm olarak görüldü. Son olarak, bazı işyerlerinin belirli bir kimliğe sahip çalışanlara düşmanca davrandığı düşünülen bir işyeri temsili boyutu mevcuttur. Hem Pozitif Ayrımcılık hem de Çeşitlilik-Eşitlik-Kapsayıcılık, bunu uygulamaya koymayı amaçlayan politikalardı (bunda başarıya ulaşıp ulaşmadıkları veya ilk etapta iyi fikirler olup olmadıkları, burada tartışmak istediğim bir konu değil.)

İddiaya göre PYS’ler, ekonomik hedefler yerine bu tanınma biçimiyle ilgileniyor çünkü tehlikeli işyeri koşullarından, ekonomik güvencesizlikten ve işçi sınıfının sömürülmesinden nispeten muaf durumdalar. Bu nedenle, ekonomik radikalizmi toplumsal radikalizm lehine bir kenara bırakıyorlar. PYS’yi bir sınıf kategorisi olarak eleştirmesine rağmen, Chibber, yüksek öğrenim ve profesyonellerin ücretlerinin onları sınıf siyasetinden uzak bir siyasi radikalizme götürdüğü tezini mütevazı bir şekilde destekliyor:

“Solun PYS’nin nüfuzuna yönelik eleştirilerine baktığınızda, asıl bahsedilen kişilerin ve toplumsal kesimlerin kimler olduğunu hemen anlıyorsunuz. Misal, PYS ve erdem sinyallemeyi siyasi analizlerinde hâkim kılan yaklaşımlarıyla ilgili muhteşem yazılar yazan Catherine Liu, bu isimlerden biri. Bu kişiler gerçekten var. Bu noktada, Ehrenreich’lar bu şekilde kullanıyor diye ‘ilgili kavramı kullanmayı bırakın’ diyecek değilim. Onların kimlerden bahsettiğini hepimiz biliyoruz. Bence bu ikili, kavramı analiz düzleminde yanlış kullanıyor, ama o kavramla yaptıklarının anlamlı ve mantıklı olduğunu da söylemeliyim.”

Chibber, PYS kategorisinin “bilimsel” bir Marksist sınıf kategorisinin standartlarını karşılamadığını, ancak eğitimli seçkinlerin meşru kültürel eğilimlerini yansıttığı ve bu nedenle “halka mal olmuş bir kavram” olarak iş gördüğünü söylüyor. Ona göre PYS, yüksek toplumsal statüleri ve iş piyasasının en kötü yönlerinden yalıtılmışlıkları nedeniyle kimlik politikaları ve erdem sinyallemeyle daha fazla ilgilenme eğiliminde olan genel bir nüfusu ifade ediyor.

Chibber’ın argümanının sınırlarla malul olsa da kıymetli olduğunu düşünüyorum. Neticede kafa işçileri farklı kesimlerden oluşur. Heteroseksüel beyaz işçiler, tanınma siyasetini umursamasa da azınlık olanlar ona önem verebilir. Örneğin, eski nesilden işçi Afrikalı Amerikalılar, ekonomik radikalizmle daha belirgin bir şekilde ilgilenen Bernie Sanders gibi adaylar yerine, tanınma siyasetiyle ilgilenen Hillary Clinton gibi ılımlı Demokratlara defalarca oy verdiler. Öte yandan, iş yerinde cinsel tacizin ortadan kaldırılması profesyonel kadınlar kadar işçi kadınların da çıkarınadır. Ben de kampanyasında aktrislerin Weinstein’a saldırdıkları koşullarda birçok işçi kadın, patronlarına yönelik benzer şikâyetler dillendiriyordu. Dolayısıyla, kimlik siyasetinin özellikle eğitimli işçilerin müdahalesiyle ilişkili bir mesele olduğunu düşünmüyorum. Bazı şikâyetlerin teorik değerlendirmesinin tartışılır olması, bu şikâyetlerin meşruluğuna halel getirmez.

Amerika’da ekonomik radikalizmin ölümü, hem kafa hem de kol emeğini aynı ölçüde etkiledi. Doksanlarda bir tür neoliberal orta yolculuğun işçiler ve profesyonellerce kabul edildiğini unutmamak gerek. NAFTA karşıtı protesto dalgası ABD’yi vurduğunda, muhalefet düzleminde bir araya gelen işçiler ve profesyoneller arasında ilginç bir ittifak oluştu, ancak bu muhalefet, nihayetinde çok küçük, kayıtsız ve siyasi olarak bölünmüş olduğundan fazla bir şey yapamadı.

Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrası (aslında Doğu Almanya’nın ölümünden bu yana) zamanın ruhu anti-komünistti, her türlü ekonomik radikalizmden korkuyordu. Çoğu Amerikalı, serbest piyasanın, tüketimciliğin, gösterişçi tüketimin ve teknolojik kapitalizmin cesur yeni dünyasının gücüne inanmıştı. Böylesi bir ortamda birçok kişinin, liberal ekonominin aklına itiraz etmeyen bir tür radikalizm vaat eden bir tanınma politikası etrafında toplanması kaçınılmazdı.

Nihayetinde birçok profesyonel, dil polisliği, kimlik politikaları ve tanınmaya odaklanma konusunda işçiler kadar şikâyetçi. Hatta bu insanlar daha fazla eleştiriyorlar. Bilhassa muhafazakâr bir okuldan mezun olan, okulda beşeri bilimler veya sosyal bilimler bölümlerinden daha az ders alan ya da daha eskiden bu okullarda okumuş olan kişiler, bu tanınma meselesinin yabancılaştırıcı bir olgu olduğunu düşünüyorlar.

Yaşlı, beyaz, eğitimli erkeklerin, flört ettikleri bir kadını veya açık saçık bir şaka yaptıkları siyahi iş arkadaşlarını gücendirmemek için “artık erkeklerin ne söylemelerine izin verildiğini bilmediklerinden” şikâyet ettiklerini kaç kez duymuşuzdur?

“PYS”ye mensup insan hakları personeli, çalışanları “duyarcı” cinsel saldırı eğitimleriyle taciz etmeyi ne kadar severse, diğer birçok “PYS” mensubu da iş günlerindeki bu müdahalelerden şikâyet etmekten hoşlanır. Tekraren: bu durum, tanınma politikalarıyla alakalı ayrışmaların belirli sınıfsal ayrımlardan ziyade, başka türde kültürel bağlılıka ve kişisel deneyimlerle daha fazla ilgili olduğunu ortaya koyuyor.

Çözüm

Ehrenreich’ların teorik düzlemde ortaya koydukları PYS, bir sınıf kategorisi değildir, ayrıca yazarlar, “sınıf” kategorisinin ne olması gerektiğini kavrama konusunda başarısızdır. Yöneticiler ve üst düzey yönetim kademelerindeki profesyonellerle, dolayısıyla üretkenlik ölçütlerini belirleyen, çalışanları yöneten kişileri, üretken emeğin zihinsel yönüyle meşgul olanlarla birleştirir. Eğer bu grup hakkında alaycı olmakta ısrarcıysanız, “Profesyonel-Yönetici Alt Kültür” veya “PYAK” kavramına başvurulabilir.

Ehrenreich’ların PYS teorisi, mesleki eğitim almış ve almamış çalışanlar arasındaki gerçek kültürel farkı görür, oysa bu kültürel farklılıklar mutlak değildir, bu kişilerin içinde bulundukları sınıfa aktarılmaz. Hatta bugün çalışanları ayıran şey, önemli kültürel farklılıklar bile değildir. Vatandaş ve göçmen emek ile kentsel ve kırsal emek arasındaki ayrımların, en azından üniversite eğitimi almış ve almamış olanlar arasındaki ayrım kadar önemli olduğunu söyleyebiliriz.

Ehrenreich’lar, kafa-kol emeği arasındaki ayrımı kendi müdahaleleriyle aşmak için iyi niyetli bir çaba ortaya koydular. Çabaları birçok yönden takdire şayandı ve çok sayıda faydalı sonuca ulaştılar. Ancak bu ayrım yanlış bir temele dayandığı için, aşmaya çalıştıkları bölünmeleri körüklediler. Bugün ise PYS, farklı solcu grupların diğer solcuları yerden yere vurmak için kullandığı ucuz bir hakarete indirgendi. İlgi çekici olan her şeyden dikkati dağıtan ve sağcı popülistlerin istismar edebileceği bölünmeleri körükleyen bir tür mantıksal safsata (ad hominem) olarak kullanılıyor. Asıl tuhaf olansa başkalarına “Profesyonel-Yönetici Sınıfı” mensubu oldukları için saldıranların çoğunun da bu kesime mensup olması, bu anlamda, ciddi bir eleştiri ortaya koyarken kendi kaygılarını yansıtmaları.

Ben, kafa ve kol emekçilerinin kendilerini temel bir sınıfsal çıkarı paylaştıklarını görmeleri gerektiği, her iki kesimin de sömürüldüğü fikrini savunuyorum. Nihayetinde, Peter Thiel’den Larry Ellison’a, Elon Musk’tan Donald Trump’a ve Wall Street'teki sayısız diğer yatırımcıya kadar, mesafeli ve kibirli bir mülk sahibi sınıf tarafından, giderek daha fazla sömürülüyoruz. Dünyanın kafa ve kol emekçileri birleşin, ortak zincirlerinizden başka kaybedeceğiniz hiçbir şey yok!

Sam Badger
9 Ekim 2025
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Elbette, bu baristaların birçoğu “daha iyi bir hayat”a sahip olma konusundaki hırslarını bir şekilde muhafaza ediyor, bu da onların hayatlarının geri kalanını bu işi yaparak geçireceklerini bilen diğer çalışanlardan ayrışmalarına sebep oluyor. Ancak çoğu kişi, bu iş piyasasında bundan daha iyisine kavuşamayacaklarını gayet iyi biliyor.

[2] Öncelikle şunu söylemek lazım: Kara Panter filminin ilk siyah süper kahraman filmi olduğunu söyleyen kişiye, geçmişte bu türden birçok filmde oynamış olan siyahi aktör Wesley Snipes’ın bir çift lafı illaki olacaktır. Ayrıca, kurtuluş sembolümüz, gelenekçi bir monarşinin kurgusal kralı olmamalı.