Sacayağının
İlk Ayağı: Akademi
Çoğunlukla
seçkin dört yıllık üniversite mezunlarından oluşan bir örgüt olan DSA’in
tabanını, Amerikan toplumundaki temel amacı sınıfsal tabakalaşmayı liyakate
dönüştürmek ve egemen sınıf egemenliğini meşrulaştırmak olan kurumlar
şekillendirmiştir. Ancak, bunun esas olarak, sınıf analizini ders salonlarının
küçük bir kısmı hariç hepsinden dışlayan, tümüyle post-Marksist bir müfredatla
başarıldığını varsaymak hatalıdır. Aksine, geleceğin DSA solcularının
kimliğinin şekillenmesinde önemli olan, kabul süreci, akran ağı, iş arama ve
kampüslerdeki aktivist deneyimi gibi sınıf haricindeki akademik yaşamın sabit
özellikleridir.
Markalaşmış
üniversitelere kabul edilmek istiyorsanız, temelde bir kimliği anlatmayı
öğrenmiş olmalısınız. Burada dile dökeceğiniz kimlik, kabul bürosu
çalışanlarının duymak istediği türde bir kimlik olmalıdır. Böylelikle, ABD’deki
elitlerin kendilerine dair çizdikleri, birden fazla etnisiteyi kucakladıklarına
dair imaj, bir şekilde öğrenciye yansıtılabilmelidir. Blake Smith’in de dediği
gibi:
“Eğitim, yüzünü duyarcı
kimlik siyasetine çeviriyor. Bu, yeni bir şey değil. Yeni olan, üniversite
yönetimlerinin ve öğretim üyelerinin öğrencilerin benlik algısını etkilemek
yerine, yeni ideal kişiliğin savunması gereken değerleri empoze etmeleridir. Bugün
ideal olan, başkalarının aslında acımasız bir rakip olduğunu unutturacak kadar
çekici ve cana yakın biri olmak değil, imtiyaz üzerine kurulu sistemden
yararlandığı gerçeğini, başkalarının unutmasını sağlayacak ölçüde herhangi bir
tür sosyal adaletsizliği aşmış olduğunu, ikna edici bir dille anlatabilmektir.
[vurgu bana ait].”[7]
Çoğunlukla
özel mahallelerde ve kent merkezlerinde yaşayan, birden fazla etnisiteyi içeren
orta sınıfın, kabul sınavlarından sıyrılıp geçmeye çalıştığı bu süreçte, ilgili
sınıfın mensupları, hem başarı şanslarını artırmak hem de bu tırmanışın
acımasızlığını sosyal adaletçi dille gizlemek için, kendi kimliklerinin altını
çizen unsurları silah olarak kullanmayı öğreniyorlar. Bu alışkanlıkları, büyük
ölçüde değişmeden DSA liderliğine de taşıyorlar.
Ağ
kurma ve iş arama süreci, öğrencilere profesyonel seviyeye yükselmeye
çalışırken bir başka yıkıcı kuralı daha öğretir: meslektaşlarınız hakkında asla
toplum içinde kötü bir şey söylemeyin. Bir gün önemli bir iş bağlantısı için
onlara bağımlı olacaksınız, bu yüzden bir takım oyuncusu olun. Bu basit bir
nezaket kuralı gibi görünse de, çoğu zaman ilkeler konusunda yaşanan ama
aslında bastırılmış kişisel rekabetlerden ibaret olan anlaşmazlıkların
yaşandığı sol örgütlerdeki demokratik tartışmalar için korkunç sonuçlar doğurur.
Kampüs
aktivizmi denilen deneyim, öğrencilerin düzenli değişimiyle şekillenir. Deneyim
kıttır ve bu nedenle aktivist grubun liderleri, kişisel dostluklarına dayanarak
halef seçebilir veya kişisel düşmanlıklarına dayanarak, onları reddedebilirler.
Kampüslerdeki aktivist örgütleri, öğrenci protestolarının yönetimini
profesyonelleştirmişlerdir. Bu örgütler, kurumun işleyişine yönelik herhangi
bir tehdidi sınırlayan sembolik tavizlerin yanı sıra huzursuzluk için bir
emniyet valfi sağlayan kampüs yöneticileri tarafından oluşturulurlar. İsyan,
üniversite deneyimi için ödenmesi gereken bir bedeldir.
Ayrıcalıklıların
kimlikleri üzerinden gördükleri baskıları bir ritüel dâhilinde anlatıp
durmaları, yoldaşlık kisvesi altında klikleşme, el sıkışma ve
memnuniyetsizliğin güvenli kanallara yönlendirilmesi, bütün olarak sol siyasette
yaygınlaşmış meselelerdir. Çünkü bu davranışları üniversitede öğrenen aynı
kişiler, artık ABD solundaki katılımcıların büyük çoğunluğunu oluşturmaktadır.
Bu gerçeklik, DSA’in “çarpık sınıf yapısının, kampüs aktivizminin patolojisini
ve işlevsizliğini yeniden üreten, aşılmaz bir orta sınıf alt kültürüne
dönüştüğüne” dair tespitimizin temel sebebidir.
Son
olarak şu söylenmeli: birçok radikalin akademik kariyer alanına çekilmesi,
solun kendi önceliklerine dair anlayışını olumsuz yönde etkilemiştir. Akademisyenler,
geleneksel bilgi birikimini altüst eden yeni fikirler üretmeye ve birbirlerini
gölgede bırakmaya teşvik ediliyorlar. Bu yenilik arayışı, işyeri
örgütlenmesinin temel ilkelere dayalı, koalisyon odaklı ve açıkçası çoğu zaman
sıkıcı çalışma biçimiyle çelişiyor. Bu “sorunları yalnızca fikirler alanında
çözme girişiminin” karakteristik bir örneği, Bascuñán’ın ırk ve sınıf
yaklaşımıdır.
Bascuñán,
ırk ve sınıfı incelerken, “sınıf” kavramının tamamen soyut bir şekilde
anlaşılmasının, grup farklılaşması veya işçiler arasındaki rekabet gibi
karmaşık ampirik gerçeklikleri açıklayamayacağını savunuyor. Ancak bizim için
tartışmanın konusu bu değil; daha ziyade, bu özelliklerin günümüze nasıl devam
ettiği, hangi tarihsel değişimlere uğradığı ve nasıl ele alınabileceği sorusu.
Bascuñán buna, üstesinden geldiğini iddia ettiği türden tarih dışı
soyutlamalarla dolu, basmakalıp liberal kesişimselci söylemle cevap veriyor.
Bascuñán’ın
ırkçılık anlayışı, Yeni Düzen ve Jim Crow gibi çeşitli tarihsel dönemlerden
yararlanarak, günümüz eşitsizliklerinin tarihsel koşullarını yaratan ırksal
politikalara vurgu yapıyor. Bugünü açıklamak için tarihe işaret eden yazarın yaptığı
açıklama, cevaplardan çok daha fazla soruyu doğurmaktadır: “Okullar da ayrılmış
durumda, kamu eğitimini yerel emlak vergileriyle finanse eden bir ülkede,
ırksallaştırılmış sınıf çizgileri boyunca farklı yaşam sonuçlarının yeniden
üretimi, açıkça ırkçı yasalara ihtiyaç duyulmadan ortaya çıkar.” Eğer Bascuñán’ın
buradaki amacı, yalnızca ırksal eşitsizliklerin hâlâ var olduğunu belirtmekse,
o zaman analizi boş olduğu kadar tartışma götürmez bir iddiayı temel almaktadır:
ırksal eşitsizlikler gerçektir, ancak analiz etmeye çalıştığı şeyin nedeni
değil, sonucudur. Eğer açık, kurumsal olarak onaylanmış ırkçılığa ırksal
eşitsizlikleri devam ettirmek için ihtiyaç duyulmuyorsa, o zaman bu ırkçılık
neden vardır?
Bascuñán,
Reagan’ın “sosyal yardım alanının efendileri” ve “polislik kültürü” ile ilgili
demagojisine dair örneklere değiniyor. Oysa bunlar, yirmi birinci yüzyılda
ırksal eşitsizliklerin neden devam ettiği konusunda ikna edici bir açıklama
sunmuyorlar. İkna edici değiller, çünkü yazar, esasen bu örneklere değinirken
lafı dolandırıyor.
Bascuñán,
ırkçılığın günümüzde “gerçek bir maddi güç” olarak sürekliliğini göstermeye
çalışırken, belirli bireylerin benimsediği günümüzdeki ırkçı tutumlar ile
sendikalarda ırk ayrımcılığı veya Jim Crow ayrımcılığı gibi ırksallaştırılmış
toplumsal uygulamalar arasındaki ayrımı bulanıklaştırıyor. Irkçı tutumlar,
ırksallaştırılmış toplumsal uygulamaları meşrulaştırmak için açıkça gerekli
olsa da ve daha genel olarak ırksal eşitsizlikleri meşrulaştırmaya hizmet
edebilseler de, ikincisinin devam eden ekonomik varlığını açıklayamazlar. Bu
nedenle, “şovenizm” gibi muğlak yapılara karşı mücadele etmek, maddi bir
değişim getiremez, çünkü “şovenizm”, maddi bir kategori değildir.
Buscuñán’ın
kendisi de “işçilerin (beyazların üstünlükçü kültürü gibi) soyut bir toplumsal
ilişkiye karşı mücadele etmediğini”, medeni haklar, ayrımcılık karşıtı yasalar,
eşit barınma ve istihdam ve bütünleşik okullaşma gibi belirli maddi hedefler
için mücadele ettiklerini belirtiyor.
Bascuñán,
kendisindeki ve DSA’deki “ırkçılık karşıtlığı”nın programatik veya politika
temelli değil, kültürel olduğu gerçeğini örtbas etmek için bu tür maddi
hedeflere işaret ediyor. Kişisel tutum veya inançlardan bağımsız olarak,
sermaye birikiminin teşviklerinin nasıl eşitsiz toplumsal sonuçlar ürettiğini
anlamak yerine, “ezilmenin kişilerarası yönünü” ve “Soldaki şovenist tutumları”
vurguluyor. Liberal ırkçılık karşıtlığını sözde reddetmesine rağmen, Bascuñán, ırksal
eşitsizliklerin kültür tarafından düzeltilmesi gereken muğlak bir “ırkçılık”
tarafından sürdürüldüğü inancını paylaşıyor.
Bascuñán,
kültür politikalarını çağdaş siyasal ekonomiyle uzlaştıramıyor. Bu nedenle o,
aslında kendisinin de eleştirdiği “kapitalizmden ayrı, kendi özerk mantıklarına
sahip tarih ötesi güçler”le ilgili anlayışa yol açan bir “zulüm ve baskı”
anlayışı geliştiriyor. Bu durumda, “tikel ve genel” ile ilgili lafları anlamını
yitiriyor. Çünkü sınıf mücadelesi kavramını, kapitalist üretimle bir ilişkisi
bulunmayan, “belirli baskı biçimlerine karşı gelişen tüm mücadelelerin” basit
bir toplamına indirgiyor. Yakın zamanda başka bir yerde belirttiğimiz gibi,
böyle bir analiz, “gelişmiş kapitalist toplumlarda yaygın olan, bireysel haklar
ideolojisini esas alan sıradan ve dürüst liberalizmden” gayrısına ihtiyaç duymaz.
Bascuñán,
DSA’in günlük siyasi çalışmaları için somut bir rehberlik sunamaz. “Irkçılık
karşıtlığı”, programatik olmaktan ziyade kültürel olduğu için, bizim “sınıf
indirgemeci” politikamız ile kendi “kesişimselci sosyalist” politikası arasında
pratik bir ayrım yapmayı başaramamaktadır. Hem polis reformu hem de Herkes İçin
Sağlık Hizmeti, tüm işçilere yardımcı olacak önerilerken, aynı zamanda azınlıklara
fayda sağlayacak genel politikalardır. Birini “ırkçılık karşıtlığı” olarak niteleyip
diğerini nitelemeyen, gerçek ayrımı görmüyor, salt sözdeki farklılığa
odaklanıyordur.
Son
tahlilde, Bascuñán’ın “kesişimselci sosyalizmi”nin ya pratikte bizim “sınıf
indirgemeciliğimiz”le aynı şeyi ifade ettiğini ya da halkın enerjisini, karşıt
sınıf çıkarları tarafından güvenli bir şekilde etkisizleştirilip
özümsenebileceği baskın liberal ırk ilişkileri çerçevesine geri yönlendirmeye
hizmet ettiğini görüyoruz.
Sacayağının
İkinci Ayağı: Medya
Yakın
dönemde açığa çıkan Bernie Sanders dalgasının bileşeni olan solcular, eski
solculardan daha kapsamlı bir sol medyaya sahipler. Ellerinde artık çok sayıda
radikal podcast ve dergi var. Bunlar, doksanların ve iki binlerin o karanlık
günlerinde gördüğümüz yayınlardan çok daha radikal ve herkesçe ulaşılabilecek
pratikler. Fakat bu medya, içerik itibarıyla solcu olsa da biçimde halen daha
kapitalist. Abonelerin desteğine muhtaç olan yayın organları, istikrarlı bir
izleyici kitlesi oluşturmak zorunda.
Dahası,
sol medyanın yükselişi, birçok ana akım liberal yayın kuruluşunun duyarcılaşmasıyla
aynı zamana denk geldi ve bu durum, sol medyada da karşılık buldu. Bu eğilim,
Teen Vogue, Vox web sitesi ağı gibi kuruluşların, milenyum kuşağının üniversite
sosyoloji seminerlerinin etkisinde olan içeriklere yönelik talebini fark
etmesiyle 2013-2014’te ivme kazanmaya başladı. Söz konusu kitle için bu,
yalnızca tipik üniversite nostaljisinin değil, aynı zamanda 2008 krizinin
ardından üniversite eğitimine yaptıkları yatırımın, kendilerine vaat edilen
finansal ve sosyal açıdan ödüllendirici kariyerleri üretememiş olmasından
kaynaklanan derin bir şikâyetin neticesiydi. Duyarcı medyanın ilk dalgası, “belki
de üniversite eğitiminiz sizi finansal olarak rahat ettirmedi, ama sizi daha
iyi bir insan yaptı, çünkü bu politik ve sosyal açıdan hassas içeriği okuyabiliyorsunuz”
diyerek, bu haklı şikâyet duygusuna hitap etti (ve onu yeniden yönlendirdi).
Trump’ın
beklenmedik zaferi ve ardından gelen genel liberal çılgınlığın ardından, New
York Times, Washington Post, NPR gibi ana akım liberal yayın
kuruluşları da aynı yolu izledi. Bu kitlelerin, Jacobin veya gelişmekte
olan podcast evreni gibi sosyalist medya kuruluşlarıyla örtüşmesi göz önüne
alındığında, sol medya kuruluşları, kendilerini, liberal kuruluşların yaptığı
gibi, ahlaki olarak yatırım yaptıkları öz imajlarını yüceltmedikleri takdirde,
geçmiş tvitleri ortaya çıkarıp iptal etmeye istekli bir kitleye bağımlı
buldular. Sol medya figürleri, örneğin siyasi muhalifler tarafından 2020 Bernie
Sanders kampanyasına yöneltilen asılsız ırkçılık ve cinsiyetçilik suçlamaları
gibi hassas konuları eleştirel bir şekilde ele almaları gerektiğinde, ne kadar
eleştiriye katlanmaya hazır olduklarını hesaplamak zorunda kaldılar.
Elizabeth
Warren’ın Sanders’a yönelik saldırılarının hedefine ulaşmasına imkân sağlayan,
Warren liberalizmi ile Sanders sosyalizmi arasında bir çizgide duran kitleye mali
açıdan bağımlı olan sol medyaydı. Sanders’ın yenilgisinin ardından sol medya
daha da kötüleşti. Artık önemli bir siyasi projeye bağlı olmayan sol medya, sol
ilkeler üzerine dolaylı tartışmalarla aklanmış olsa da, salt ticari bir
girişime dönüştü.
Sol
medyanın kritik bir kusuru da ortak değerler ve kimlik etrafında şekillenen “topluluklar”
anlayışını normalleştirmesidir. Öncelikle, ABD’deki sol söylemin büyük bir
bölümünün dayandığı internet medyası, özünde kapitalist bir girişim.
Dolayısıyla, bu tür “toplulukların ortak çıkarları ve kimlikleri” niş medya
pazarlarına zaten önceden paketlenmiş olarak gelir. Bu toplulukların kimliksel göstergeleri,
baskıcı bir toplumsal ana akımdan gizlenen, eğitimli ve uyumlu iç grubu,
sıradan dış gruptan ayıran kültürel referanslardan daha az yıkıcı göstergelerdir.
Bu iç grup markalaşması, sol kimlikli web sitelerine ve podcast’lere daha fazla
insan çekmekle kalmaz, aynı zamanda sol kimlikli medya figürlerini, kimin
gerçek kesişimselci sosyalizmi temsil edip etmediğinin temel yargıçları olarak
konumlandırır; bu da onların öngörülebilir kişisel çıkarlarıyla umutsuzca
çatışan bir rol üstlenmelerine neden olur.
Sol
medyanın kimlikçi bir referans çerçevesine bağlı oluşu, sosyalist siyaset için
ölümcül bir sonuca yol açıyor: Sol medya, kendilerini hem sol hem de azınlık
sesleri olarak konumlandıran Alexandria Ocasio-Cortez gibi politikacıların
sicilini ve eylemlerini ciddi ve kapsamlı bir şekilde eleştiremiyor. Müesses
nizama bağlı Demokrat Partilileri eleştirenleri ırkçılıkla suçluyor.
Sol
medya, son dönemde kimlik karalamalarına suç ortaklığı yapıyor. Bu suç
ortaklığı, esasen, ana akım Demokratların “kim olursa olsun maviye oy verin”
şantajının kırmızı boyalı bir versiyonuna dönüşme tehlikesi taşıyor. Bu
şantajda siyasi figürler, kötü sicillerini gizlemek ve sonuç alamamalarına
rağmen tutsak, ahlaki açıdan yatırım yapmış bir kitleyi kendilerine oy vermeye
zorlamak için itaatkâr medyaya güveniyor.
Daha
genel olarak, tabandaki DSA üyelerinin siyaseti anlamaları ve solcu olarak
kendilerini anlamaları için sol medyaya bağımlı olmaları, temel çatışmaları
görünmez kılıyor veya çıkarlarını çarpıtıyor. Örneğin, Bernie kampanyasında
neyin yanlış gittiğine dair değerlendirmeye halen daha rastlanamıyor. Çünkü
solcu birçok yazar ve podcast yayıncısı, sorumluluklarını dürüstçe
değerlendirirlerse bağlantılarını sonlandırmak zorunda kalacak. Bu durum, aslında
ticari olan rekabetin taraflarına gereğinden fazla önem atfedilmesine neden
oluyor. Kitleyi konsolide etme girişimleri, siyaset kisvesine büründürülüyor.
ABD’deki
sol medyaya özgü temel düzeydeki çıkar çatışması ve sahtekârlık, tabandaki
sosyalistleri, solun karşı karşıya olduğu temel sorunlar konusunda sürekli kafa
karışıklığı içerisinde tutuyor, sol örgütlerin etkinliğini baltalıyor ve niş
medya pazarının dilimlenmesi üzerinden egemen sınıfın böl-yönet stratejilerine
hizmet ediyor.
Biz,
sol medyanın, egemen sınıfın böl-yönet stratejisine, somut olmayan idealist bir
boşlukta yardım ve yataklık ettiğini iddia etmiyoruz. Bu, sol medya
figürlerinin satılmış kişiler olmasıyla ilgili bir mesele değil. Aksine, sol
medyada yeniden üretilen belirli kimlik temsili modelinin kendisi, sınıf
siyasetini bastırmayı doğrudan mali çıkarı olarak gören bir dizi güçlü kurum
tarafından destekleniyor. Bu baskılar ve iyi eğitimli bir izleyici kitlesinin
histerik eleştirilerinin baskısı altında, sol medya, katılımcılarının en iyi
(veya en kötü) niyetlerine rağmen, egemen sınıfın böl-yönet stratejisini yeniden
üretmekten kendini alamıyor.
Sacayağının
Üçüncü Ayağı: Liberal STK’lar
Bascuñán’ın
sahici olanla olmayanı karşı karşıya getiren analizi, hem Nixon’dan Reagan’a
uzanan kültürel gericilik döneminin hem de Jim Crow yasaları üzerinden
işletilen ayrımcılık siyasetinin hukuki ve somut zemine kavuştuğu rejimin
yaşadığı yenilginin ardından, ABD’de verilen insan hakları mücadelesini müteakip
oluşan Siyah Güç dönemini referans alıyor. Ama bu analiz, bir yandan da bu
Siyah Güç hareketinin öne çıktığı dönemde Demokrat Parti’ye yakın siyahi profesyonel
sınıfın mülk edinildiği ve saflara katıldığı gerçeğini göz ardı ediyor. Reed,
bu gerçeği şu şekilde tarif ediyor:
“Bu anlamda, Siyah Güç’ün
milliyetçi yorumu, hem yeterince öz-bilinçli olmaması hem de kültürün
eserlerini ve kendine özgü özelliklerini bütünlüğüyle karıştırıp onları tarih
dışı bir özgünlük teorisine dönüştürmesi bakımından naifti. Bunun iki sonucu
oldu. İlk olarak, somut tarihsel bağlamından soyutlanan siyah kültürü,
dinamizmini yitirdi ve meta biçimini aldı (örneğin, kırmızı, siyah ve yeşil
bayraklar, daşiki denilen Afrika kıyafetleri, kabarık Afro saç tarzı, Siyahilerin
çektikleri çileyi anlatan “siyahistismar” filmleri, kötü şiir koleksiyonları
vb.). İkinci olarak, kültürü bir çatışma alanı olarak tanımlamak suretiyle,
görünürde siyasallaştırırken, siyah milliyetçiliği aslında hareketi depolitize etti,
böylece somut milliyetçi çerçeve güncelle, ancak basitleştirilmiş bir birlik
siyaseti aracılığıyla ilişki kurabildi. Dolayısıyla, siyasi programlar
üzerindeki hegemonyasını siyah toplumundaki en iyi örgütlenmiş unsura, yani
idari elite devretti.”[8]
Bu
“idari elit”in yükselişi ve Siyah Güç dönemindeki profesyonel ırki temsil
politikaları, ABD solunda, sınıf sömürüsüne karşı sosyalist mücadelede gerekli
eşit bir ortak olarak örtük biçimde genele teşmil edilmiş, tarih dışı bir “zulm”e
işaret eden, artık çok daha yaygın bir eğilimin ideolojik referans noktası
olmakla kalmıyor. O dönemin kentsel refah yönetimi kurumları, aynı zamanda
ilerici kâr amacı gütmeyen kuruluşların ve diğer STK’ların modern ekosisteminin
de tarihsel prototipidir. Bu ekosistem, siyahların meselelerinin kapladığı
alanın çok ötesine yayılmış, toplumun birçok farklı kesimindeki radikal
hoşnutsuzluğu, yapısal olarak kapitalist elite karşı sorumlu kanallara
yönlendiren bir tür “simüle edilmiş sivil toplum” haline gelmiştir.
Kamu
yönetimi ile sermaye arasında yer alan bu geniş sözde “üçüncü sektörün” tarihi
ve siyaseti, yakın zamanda yayınlanan bir Catalyst makalesinde kapsamlı
bir şekilde ele alındı.[9]
Bu
makalede Fong ve Naschek, STK politikalarının üç özelliğini şöyle tanımlıyor:
1.
STK politikaları teknokrattır ve aleni politik çatışmaların bastırılmasına, böylelikle,
toplumsal sorunların yetkili profesyoneller tarafından yönetilmesini sağlamaya odaklanırlar.
2.
Bu politikalar hizmet odaklıdır ve siyasi olarak parçalanmış seçmen gruplarına
sunulan hizmetlerin verimliliğini ve kalitesini artırmaya odaklanırlar; bu
grupların siyasi gücünü inşa etmeye çalışmazlar.
3.
Bunlar topluluk odaklıdır, çünkü “topluluk” kavramının belirsizliği, hem
toplumsal reformların kapsamını sınırlar hem de profesyonelleşmiş topluluk
temsilcilerinden oluşan bir liderlik sınıfının yetiştirilmesine imkân tanır.
İlk
madde, DSA’in büyük kent merkezlerinde neden önemli kararları kapalı kapılar
ardında aldığını, bu kararların neden üyelere onaylatılmak üzere takdim
edildiğini, örgütün şubelerinin mesleki açıdan utanç verici kabul edilen açık
çatışmalardan kaçınıldığı bir makine gibi nasıl yönetildiğini açıklamaya
yardımcı oluyor. Üçüncü madde de önemli, çünkü kimlik siyasetinin nasıl
anlaşılacağına dair somut ve maddi bir çerçeve sunuyor.
İlerici
görülen STK’ların bilindik taktikleri, önceden belirlenmiş üyeleri güden
profesyonel politik görevlileri esas alır. Bazen bu üyeler, eposta
listelerinden seçilir. Üyeler, katıldıkları toplantılarda önceden belirlenmiş planlara
dair görüşlerini aktarırlar. Başarılı bir toplantı, tüm anlaşmazlıkların
yönetildiği bir toplantıdır. Bu siyasi görevliler, büyük metropol bölgelerinde
yaygın olduğu gibi, DSA liderliğine katıldıkları ölçüde, bu profesyonel
alışkanlıklarını da beraberinde getirirler ve çatışmayı bastırarak, tabandaki
üyelerin siyasi gelişimini etkili bir şekilde engellerler.
STK’cı
âlemde dile getirilen “topluluk” kavramı, fazlasıyla değişkendir. Bu sayede STK
profesyonelleri ile girişimci siyasetçiler, topluluğun çıkarlarını dile getirme
imkânı bulurlar. Üniversitede marjinalliği aşma ile ilgili öğrendikleri
hikâyeleri satarlar. Bu süreçte kendilerini dinleyecek özel bir kitle oluştururlar.
Kimse, gerçek fiziki topluluklara resmi demokratik yollardan hesap verme gereği
duymaz. Topluluğun temsilcileri topluluklarını, sahip oldukları biyografiler,
itina ile oluşturulmuş medya imajları ve akademik-mesleki kimlik bilgileri
aracılığıyla temsil ederler.
Bu
profesyonellerin içinde yaşadıkları STK ekosisteminin temel yapısal özelliği, bu
kuruluşların sermayenin yapacağı bağışlara dönük mali bağımlılığıdır. Tarihsel
olarak, özel kapitalist vakıflar (özellikle Ford, Kresge, Clinton vb. gibi
büyük hibe dağıtımcıları), bu sektörü kendilerine bağımlı hale getirecek
şekilde tasarlamışlardır. Dolayısıyla STK’lar, kapitalizme açıktan meydan
okumadan, onun içinde kalarak, yalnızca teknokratlarca yönetilen, toplum
tarafından onaylanan hizmetler sunabilirler. Mesleki kariyer temelli çıkar ve
sektörün mali çıkarı bu noktada iç içe geçer. “Kimlik siyasetini
profesyonel-yönetici sınıfın sınıf siyasetine” dönüştüren, tam da bu
bileşimdir.
Neoliberal
dönemde STK tarzı örgütlenmiş “topluluk örgütleri”, Roosevelt döneminden Carter
dönemine kadar uzanan süreçte kurulan NAACP [Ulusal Siyahların Gelişimi
Derneği] gibi sivil toplum kuruluşlarının, işçi sendikalarının hatta Elks Derneği
gibi yardım kuruluşlarının yerini aldı. Bahsi edilen örgütler, eskiden geniş
kitle tabanlarından besleniyor, sermayeye halkın sınırlı ama gerçek taleplerini
dayatabiliyordu. Neoliberal dönemde ise bunların yerini profesyonel STK’lar
aldı. Bu değişim sayesinde piyasa, kitle demokrasisi karşısında önemli bir zırha
kavuştu, ayrıca, hükümetin sosyal yardım hizmetlerini sunma işine son verdiği
koşullarda, bu işi üstlenmek suretiyle STK’lar, kitle demokrasisinin devlete
zararlı yanlarını törpülediler.
Fong
ve Naschek’in de ifade ettiği biçimiyle, DSA, tüm o kitlesel yapısı ve kendi
içinde seçim yapıyor olma haliyle hayırlı bir kurum tabii. Bu anlamda
DSA, neoliberalizm öncesi dönemin kitleleri esas alan demokratik örgütlerin
geleneğini yeniden canlandırdı. Ancak bir yandan da DSA’in büyük kentlerdeki
şubeleri, kendilerini kuşatan STK ekosistemi içerisinde, bu alanın basıncı
altında yaşamaya çalışıyorlar. Aynı ekosistem, haklı olarak, DSA’i yurttaş
katılımı ve topluluk temsiliyeti konusunda önemli bir rakip olarak görüyor. Bu
gerçeklik dâhilinde ilerici STK’ların emekçileri, siyasi kadrolar, sendika
bürokratları vs. DSA lideri oluyor. Bu da DSA’in sermayeyle mücadele etmesi
gereken üçüncü sektör olma vasfını yitirmesine ve belirli odaklara bağımlı hale
gelmesine yol açıyor.
Profesyonel
topluluk örgütlenmesinin doğduğu yer olan Şikago’da bahsini ettiğimiz
sacayağının STK ayağı oldukça sağlamdır. Saul Alinsky’nin kırklarda faal olan
Endüstriyel Alanlar Vakfı’nın ilk günlerinden bu yana şehir, kentsel misyon
alanında örgütçü olmayı uman aktivistler ve ilahiyat öğrencileri için bir
eğitim alanı olarak hizmet vermiştir. Yerel ve küresel soldaki çağdaş
örgütlenme kültürünün teknik içeriğinin çoğu (birebir görüşmeler, hedefler,
ilişkisel çalışma, derinlemesine dinleme, ajitasyon, lider yetiştirme vb.)
köklerini yüzyıl ortasında Şikago’da ortaya çıkan yapılara borçludur.
Şehirde
mahalle temelli kâr amacı gütmeyen kuruluşların yoğunluğu, Endüstriyel Alanlar
Vakfı’nın etkisinin hâlen daha kalıcı olduğunun kanıtıdır. Ancak, altmışların
sonlarına doğru Şikago’daki Alinskici topluluk örgütlenmesi, şehirde faal olan
hayırsever vakıfların öncelikleri ve akademisyenlerin araştırma konusunda
yoğunlaştıkları ilgi alanlarıyla derinlemesine iç içe geçmiş, bir laboratuvara
dönüşen kentte “katılımcı-müdahaleci” olmaya yönelik yeni teşvikler açığa
çıkmıştır.
Daley
mekanizması yetmişlerin sonunda dağılma noktasına geldiğinde, “makine karşıtı”,
“bağımsız”, “reformist” veya “ilerici” kisvesi altında hizalananlar, aynı
zamanda STK dünyasında derin çıkarları olanlardı. Barack Obama’nın Şikago’daki ilk
yıllarına dair anlatılar, kent üniversiteleri, topluluk örgütleri ve hayırsever
vakıflar arasında uzanan birçok rotaya dair canlı bir yol haritasıdır.
Seksenlerin
ortalarına gelindiğinde, organik bir sese atıfta bulunurken kasıtlı olarak
belirsiz olan “topluluk” ifadesi, daha gerçek ve sınırlı bir tanıma kavuşmuş;
yerel vakıflara dayanan, makul derecede istikrarlı bir fon akışına sahip,
topluluk temelli kâr amacı gütmeyen kuruluşlar kümesi olarak tanımlanmıştı.
Bugün
Woods, Crossroads, Joyce, Wieboldt, Crown ve Field gibi vakıflar, Şikago’da
etkili güçler olmayı sürdürüyor, şehrin topluluk temelli sivil toplumunu
finanse ediyor ve şehirdeki sol siyasetin kapsamını sınırlandırıyor.
Vakıflar,
seksenlerde ve doksanlarda okul reformu meselesinde olduğu gibi ya da 2020’de
George Floyd vakası sonrası yaşanan protestoların ardından “Siyahların
hayatlarını merkeze almak ve Siyah karşıtlığıyla mücadele etmek” amacıyla 10
milyon dolarlık bir fon oluşturma kampanyasında yaptıkları gibi bir araya
geldiklerinde, eğitimcilere, medyaya, STK yöneticilerine bu vakıfların borusunu
öttürmekten başka bir seçenek kalmıyor.
DSA
içinde faal olan STK’lar, bizim yönelttiğimiz eleştirilere yaygın şekilde maruz
kalıyorlar. Gelgelelim, 2016-2020 arası dönemde Bernie Sanders rüzgârının estiği
koşullarda sol, tüm o aşırı özgüveniyle, STK liderlerinin sol içerisinde önemli
mevkilerde oluşunu, “sosyalist hareketin STK’lara sosyalist hatta ilerlemeleri
konusunda baskı uygulama fırsatını sunduğunu” düşündü. Ama Bernie rüzgârının
dinmesi sonrası sola ilişkin yapılan her türden dürüst değerlendirme, sürecin
tam tersi yönde işlediğini ortaya koydu. “İdeolojik netliğe ve sayısal güce
sahip, ilerici müttefiklerin ya yüzeceği ya da boğulma riskiyle karşı karşıya
kalacağı bir dalga yaratan kitle örgütlerinden oluşan bir sosyalist hareket”
yerine, liberallerin kitle örgütleri aracılığıyla hareket ederek, liberal bir
dalgayı peşinden sürükledikleri bir hareketin oluştuğuna tanıklık ettik.
Sonuç:
DSA’de Güç Yapısı Gerçekte Ne Durumda, Nasıl Olmalı?
Burada
aktardığımız solcu sacayağa dair analizi yapmamızın nedeni, bizim içeride
koltuk kapmak istememiz değil. Bilâkis biz analizi, Sınıfın Birliği’ne
katılmadan önce Bernie’ye yakın olan, ama sonra DSA’in devrimciymiş gibi çınlayan
sosyalist söylemiyle, pratikte aşırı liberal pozu kesen, politik açıdan liberal
STK’ların kuyruğuna takılan, seçilen temsilcilerin hesap vermemesini sağlamak
adına onlara kol kanat geren yaklaşımı arasındaki çelişkiyi anlamlandırmak
isteyen üyelerimizin müşterek çabalarının verdiği ilham ve şevkle yapıyoruz.
Bizim
analizimiz, DSA içerisinde güç yapısının nasıl işlediğini ortaya koyma amacını
güdüyor. Çünkü biz, işçi sınıfına dayanan sağlıklı ve geniş kitleleri
kucaklayan bir sosyalist örgütün inşasının, uğruna çabalamaya değer bir hedef
olduğunu düşünüyoruz.
Hâsılı;
mevcut haliyle DSA, gücü kitlesel üyelerin eline teslim edemez. Güç, DSA’in (kırılgan
olan) resmî iç demokrasisi veya Ulusal Siyasi Komite’deki (NPC) resmi görevli
hiyerarşisi aracılığıyla uygulanmaz. DSA’in fiili liderleri, neredeyse sadece New
York, Şikago, Los Angeles, Vaşington ve San Fransisko Körfez Bölgesi gibi ana
merkezlerde yoğunlaşmış, kariyerist aktivistlerden oluşuyor. Bu isimler,
birbiriyle bağlantılı bir toplumsal-mesleki ağ içerisinde hareket ediyorlar. İlgili
ağ ise liberal sol sacayağına ait kurumlara bağımlı. Bu liderler, nüfuz, medyada
yer alma, bazı durumlarda doğrudan istihdam konusunda ilgili kurumlara çalışmak
zorundalar. Araştırmalar konusunda buralardan teşvikler ve yardımlar alıyorlar.
Yeni üyeler, bu tür ilişkilere şaşırıyorlar, bu da bir bütün olarak örgütün
sosyalist hedeflerine zarar veriyor.
Bu
liderlik ağı, iç içe geçseler de bahsini ettiğimiz sacayağına bağlı kurumlardan
farklı bir yerde duruyor. Söz konusu liderler, zaten Bernie Sanders’ın 2016
kampanyasının ardından DSA’in içine girdiği büyüme sürecinde ortaya çıktılar.
Liderlerin oluşturduğu ağ ile sacayağı arasındaki temel farka, kafa
karışıklığına yol açan asli meseleye odaklanmak gerekiyor: Liderlerin
oluşturduğu ağ, kariyerist niteliğini gizlemek adına, sosyalist hareketin
eskiden beri kullandığı terimlere başvuruyor.
Kendi
içinde örgüt liderleri, profesyonellerden oluşan bir ağ kurma çabasını “kadro
geliştirme” olarak yaftalıyorlar. profesyonel sınıfın ağın içindeki kişileri
asla kötülememe alışkanlığı, “kadro disiplini” veya “yoldaşlık” olarak
görülüyor. Ara sıra sıkıntı çıkartan insanların angarya işlere koşturulması “kitle
stratejisinin icra edilmesi” olarak sunuluyor. Üniversiteleriyle övünen,
kendilerini oradan tanımlayan, orta sınıfa mensup veya mensup olmak isteyen DSA
üyelerine yaranma çabası, “çok ırklı işçi sınıfındaki potansiyel müttefiklerden
kopmamak” olarak yutturuluyor.
Tüm
bunlar, Bernie kampanyalarının ivmesini büyük ölçüde heba eden bir örgütte bir
araya geldi. Ülke genelindeki küçük ve orta ölçekli şubelerin kahramanca
çabaları kıymetliydi, ama birçok büyük şehirdeki şube çürüdü, STK’ların eline
geçti veya her ikisine birden tanıklık etti. Üye sayısındaki artış neredeyse
durma noktasına geldi. Örgüt küçüldü. Ayrıca ortada işçi sınıfı içerisinde
önemli bir kitle tabanına ulaşıldığına dair bir emare de yok.
DSA
siyasetçileri, birkaç istisna dışında, dikkat çekici bir şekilde kontrolden
çıkmaya meyilli olduklarını kanıtladılar. Bugün DSA, en az elli kat daha büyük
bir örgüt olmasına rağmen, Sosyalist Alternatif’ten Kshama Sawant kadar
etkileyici bir başarı öyküsü yazdığını asla iddia edemez.
Bascuñán
görmüyor olabilir ama biz, bu durumu sosyalist siyasi proje için ciddi bir
sorun olarak görüyoruz. Sol, işçi sınıfını örgütlemek için var. Biz de bu
yüzden buradayız. Eğer bunu başarıyla yapamıyorsak ki yapamadığımız gayet açık,
neyi yanlış yaptığımızı dikkatle sorgulamalıyız. Tuhaf ve giderek işlevsizleşen
bir DSA, işçi sınıfının kurtuluşu davasına pratikte fiilen zarar veriyor.
Anlamsız soyutlamalar dile getirmek, ütopik ama ateşli hayallere dair
tembellere has ahlak dersler vermek yerine, Bascuñán ve arkadaşlarının mevcut
durumu hak ettiği ciddiyetle ele almalarını tercih ederiz.
Sınıfın Birliği
3
Ocak 2022
Kaynak
Dipnot:
[7] Blake Smith, “The Woke Meritocracy”, 5 Nisan 2021, Tablet.
[8]
Adolph L. Reed Jr. “Black Particularity Reconsidered”, 1979, Libcom.
[9] Benjamin Y. Fong ve Melissa Naschek, “NGOism: The Politics of the Third Sector”, Bahar 2021, Catalyst.