Budapeşte’deki
Memento Parkı’nda bir Lenin heykeli ve diğer anıtlar (Szoborpark / Wikimedia
Commons)
Avrupa Parlamentosu, komünizmi faşizmle bir
tutarak lanetledi. Fantezi bir tarih okumasına dayanan önerge, bütün
“radikalizm”i “totaliter” olmakla lekelendirip faşizme karşı mücadele edenlerin
moral üstünlüğünü yok sayıyor.
Mayıs 1945’te, Adolf Hitler’in imparatorluğunun
yıkıntıları üzerinde daha dumanlar yükselirken Fransız anket firması IFOP,
yurttaşlara Nazi Almanyası’nın yenilmesinde hangi ulusun en çok katkısı
olduğunu sordu. Katılımcıların %20’si ABD’yi, %12’si İngiltere’yi işaretlerken
%54 gibi yüksek bir çoğunluk Sovyetler Birliği’ni en kararlı aktör olarak
değerlendiriyordu. Sovyetler’in dağılmasının ardından IFOP, aynı anketi[1] 1994
yılında tekrarladığında ise algıların radikal biçimde değiştiğini gördük. 50
yılın sonunda sadece %25’lik bir kesim, Sovyetler’in Müttefik [devletlerin]
amacına en çok katkıda bulunduğuna inanırken %49’u ABD’yi, %16’sı İngiltere’yi
işaretlemişti.
Tarihsel hafıza oldukça oynak ve kaypak olabilir. Sorun,
sadece geçmişe dair tahayyüllerimiz zayıfladıkça tarihle aramızın açılması
değil, daha ziyade, tarihsel hafızanın her kuşağın devraldığı dünyayı yeniden
yorumladığı aktif bir süreç üzerinden değişen bir şey olması.
Bu olayda, 1945’ten sonra Batı dünyasının
Sovyetler’e dair baskın görüşünün nasıl değiştiğini gözlemlemek kolaydır: Soğuk
Savaş, N. Hruşçef’in Stalin’i yadsıması, Doğu Bloku’ndaki ayaklanmalar ve
bloğun nihai çöküşü. Bütün bunlar, Sovyetler’in bu soylu amacın öncü aktörü
olarak 2. Dünya Savaşı’nın sonunda elde ettiği saygınlığı zayıflattı.
Basitçe bir değişimden
fazlası olarak tarihsel hafıza, aktif siyasal güçler yanında popüler kültürün
temsilleri tarafından da yeniden biçimlendirilir. Avrupa Parlamentosu’nun “Avrupa’nın
geleceği için Avrupai bir andacın önemi”[2] hakkındaki kararı, geçmişi nasıl
anlamamız gerektiği ile ilgilidir. S&D (Merkez Sol), Renew (Liberal), EPP
(Hıristiyan Demokrat) ve ECR (Muhafazakâr) gruplarca desteklenen önerge, bütün
“totaliterizmler”in lanetlenmesi olarak sunuldu.
Önerge, Ağustos 1939’daki Molotov-Ribbentrop
Paktı’nı, Avrupa [Birliği] projesi ve NATO tarafından son verilen 50 yıllık
baskının miladı olarak kabul etmektedir. Burada oldukça kurnaz bir tarihçilik
var: Söz konusu pakt, aslında -İngiltere ve Fransa’yı Nazi Almanyası’na savaş
ilân etmeye yönelten- Wehrmacht’ın [Nazi
ordusunun] Polonya’yı istilasının hızlı bir tetikleyicisi idi. Pakt ayrıca
-Haziran 1941’deki Sovyetler’e yönelik Alman saldırısına kadar geçerliğini
sürdüren- Doğu Avrupa’yı Berlin ve Moskova’nın nüfuz bölgelerine ayıran gizli
maddeler de içermekteydi.
Stalin açısından ise bu pakt, sadece Sovyet
savunmasını tesis etmek için gereken bir “nefes alma süresi” değil, aynı
zamanda Doğu Avrupa halklarına yönelik karakteristik aşırı güvensizlikti;
önceki yıllarda Hitlerciliğe karşı militan bir muhalefet tarafından harekete
geçirilen Avrupa’daki komünistler için bir şoktu.
Yine de bu paktın 2. Dünya Savaşı’nın patlak
vermesine ya da savaşa değil de Avrupa’nın Nazi-Sovyet şeklinde ikiye
bölünmesine neden olduğundan şüphe duyabiliriz. Peki, ya Hitler’in savaşı daha
1920’lerde planlamış olmasına ya da Sovyetler’in onun savaş politikasının hem
başlıca kurbanı (27 milyon ölü) hem de Nazizm ile mücadelenin baş aktörü olduğu
gerçeğine ne demeli? İngiltere ve Fransa’daki muhafazakârların, Stalin’in
önerdiği Nazi karşıtı ittifakı reddederken -Almanya’nın tekrar silahlanmasını
yasaklayan Versay Anlaşması’nı ihlal etmesine göz yumarak, ona Orta Avrupa’da
teritoryal “imtiyazlar” tanıyarak ve onun İspanya’ya silahlı müdahalesini
görmezden gelerek- Nazi liderini doyurdukları 1930’lardaki olaylara ne demeli?
Komünizmsiz
Bir Antikomünizm
Bu tarihsel argümanlar artık iyice eskidi. Ancak
bizim amaçlarımız açısından asıl önemli olan, önergenin başlığının davet ettiği
sorundur: Tarihin bu özel versiyonunun “Avrupa’nın geleceği” hakkında söylediği
şey. Bu, her şeyden önce ana akım antikomünizmin radikalize olmasıdır. Primo
Levi’nin bir zamanlar ortaya koyduğu gibi, Alexander Soljenitsin bile Treblinka
ya da Chelmno’ya benzer herhangi bir şey tanımlayamamışken bu önerge, komünizmi
basitçe soykırımla ilgili bir şey olarak takdim etmektedir.[3] Avrupa
Parlamentosu, totaliterlik karşıtı felsefe yanında Macar ve Polonya
antikomünizmine dayalı biçimde, sadece Stalinist zulümleri değil bütün bir
devlet sosyalizmi deneyimini –ve hatta Stalin’e muhalif olan komünistleri-
Nazilerle ve onların ölüm kamplarıyla bir tutmaktadır.
Bu, en azından Macar ve Polonya ulusalcılığının en
keskin formlarını mağduriyet [victimhood]
ve telafi/tazminat kavramları üzerinden tanımlama amacına hizmet eder. Naziler,
şimdiye dek zaten yeterince lanetlenmiş de komünistler lanetlenmemiş gibi.
Polonya’nın Hukuk ve Adalet Partisi’nin (PiS) ortaya koyduğu gibi, “Yahudilere
2. Dünya Savaşı’ndaki olaylardan dolayı tazminat ödendi, Polonyalılara ise
hiçbir şey” (öldürülen Yahudilerin “Polonyalı” olduğu gerçeğini kurnazca gözden
kaçıran bir tez). Dahası, önerge gerçek komünist güçlerin sıfıra yakın olduğu
ülkelerde bile komünizmi Avrupa demokrasisini zayıflatan bir kanser olarak
tanımlamaktadır. McCarthy dönemi ABD’sinde olduğu gibi, “antikomünizm” sadece komünistlerden
daha çok saldırır.
Bu durum, özellikle PiS’in komünistlerin
tasfiyesine yönelik süregelen çağrısının kızgın bir ulusalcılığın tutkalı
olarak hizmet gördüğü Polonya için geçerlidir. 1989’daki antikomünist devrimin
lideri Jarosław Kaczyński, kendisini merkezdeki bir Hıristiyan Demokrat olarak
tanıtmıştı. Kaczyński, bugün siyasal soldan uzak duran güçlere karşı bile
antikomünist bir savaşı kışkırtan aşırı sağcı bir figürdür. [PiS’in] sözde
“arındırma” (ya da “decommunization”)
kampanyası, eski komünistlerin asla uygun biçimde tasfiye edilmediğini iddia
etmektedir. Polonya yüksek mahkemesi, PiS’in “arındırma” tedbirlerini anayasaya
aykırı ve antidemokratik bularak geçersiz kıldığında yüksek yargıçlar hemen komünist
yardakçısı olarak yaftalandılar.
Benzer gelişmeleri aşırı sağcı lider Viktor Orbán’ın
(1989’da bir liberaldi) komünizm karşıtı savaşı 2010’lu yıllarda gittikçe
derinleşen biçimde kışkırttığı Macaristan’da da bulabiliriz. 2011’de Orbán, “cumhuriyet”
sözcüğünün ülkenin adından çıkarıldığı, arkaik “Kutsal Taç” ruhunu, aile
değerlerini ve Hıristiyanlığı merkeze alan yeni bir anayasayı yürürlüğe koydu.
Orbán, böylece cumhuriyetçi ve seküler hükümlerinin “komünist” bir çerçeveyi
muhafaza ettiğini öne sürdüğü 1990 anayasasını ortadan kaldırmış oldu.
Macaristan’da, kızıl yıldız ve orak-çekiç dâhil olmak üzere bütün komünist
sembollerin kullanımı yasaktır; komünizmle mücadele, bütün muhalefeti gayri
meşru kılmak için rutin olarak kullanılmaktadır.
Bu durum, Richard Seymour’un “Komünizmsiz
antikomünizm” olarak adlandırdığı şeye karşılık geliyor. Solun varlığını çoktan
kaybettiği ya da merkezci neoliberal pozisyonlara kaydığı Brezilya’da Jair
Bolsanaro ve İtalya’da Matteo Salvini (öncesinde Silvio Berlusconi) gibi
liderlerin komünizme karşı bir kültür savaşı başlatması böyledir. Gerçek komünistlerin
yokluğunda, aşırı sağ onların yerine ya diğer bazı “uğursuz” grupları
(özellikle etnik azınlıklar) koyar ya da basitçe demokratik-cumhuriyetçi
değerleri “ulusal kültür”ün ve “sağduyu”nun düşmanı olarak takdim eder. ABD
aşırı sağının söyleminde de “kültürel Marksizm”e karşı mücadele benzer bir rol
oynar.
Antikomünizmin bu versiyonu, Avrupa Parlamentosu’nun
önergesi ve bu önergenin “Stalinist” tehdidi hatırlatma biçimi tarafından da desteklenmiştir.
Bir zamanlar iktidarda olduğu ülkelerde bile bugün herhangi bir kitlesel komünist
formasyon mevcut değilken bu tarih, “demokratik Avrupa’ya yönelik, Avrupa’yı
bölmeyi amaçlayan enformasyon savaşının bir parçası olarak” Sovyet totaliter
rejimi tarafından işlenen suçları temizlemek ve tarihsel gerçekleri çarpıtmakla
suçlanan başka bir büyük öcüye (Rusya) karşı silaha dönüştürülmektedir. Hiç
olmayacak biçimde, 1945’ten sonra dikilen Sovyet savaş anıtları bile Rusya’nın
görünürde hâlâ bize dayatmayı sürdürdüğü “totaliter ideoloji”nin araçları
olarak tanımlanmaktadır.
Bu nedenle önerge, Batı’daki liberal merkezcilerle
yenilenen bir Soğuk Savaş’ta en büyük düşman olarak Rusya’yı gören Visegrád
grubu ülkelerindeki [Çekya, Macaristan, Polonya, Slovakya] ulusalcı güçler
arasındaki çıkarların tuhaf bir bileşimini temsil etmektedir. Trump’un
zaferinde, Brexit olayında ya da Prens Andrew’a yönelik saldırıda[4] Rusya’nın
parmağını görenler için, kendilerini totaliterliğe karşı savaşan Haçlılar
olarak düşünmek, şüphesiz son derece kahramanca görünmektedir. Dahası, bu Rus
karşıtı yanılsama, her biri Avrupa Parlamentosu’nun önergesini destekleyen
İtalyan Demokratlar (büyük ölçüde İtalyan Komünist Partisi’nden türeyen bir
parti) ve İngiltere İşçi Partisi gibi partiler tarafından bile antifaşizmin
daha önce emsali görülmemiş biçimde ortadan kaldırılmasına götürecektir.
İkinci Dünya Savaşı’nın tarihi teatral bir “moralite”
oyunu değildir. Winston Churchill, İngiliz imparatorluğunu savunurken büyük bir
Hitler karşıtıydı; Claus von Stauffenberg gibi saygın bir Alman direniş figürü
Polonyalıların köle olarak çalıştırılmasını ve Hitler’in bölgesel fetihlerinin
savunulmasını destekledi.[5] Bu konuda daha da motive olanlar, komünist direniş
savaşçılarının faili olduğu haksız kıyım örneklerini kesinlikle bulabilirler;
bu önergede belirtilmeyen Kızıl Ordu -ve sınırlı ölçüde olsa da- Batılı
birliklerin faili olduğu toplu tecavüzler gibi suçlar da var.
Bu gerçekler, uygun bir tarihsel araştırmayı hak
ediyor ki nitekim öyle olmuştur. Gerçeklerin yapmadığı şey, ırk savaşını,
fetihleri, kadınların ve azınlıkların köleleştirilmesini ve teslimiyetini
açıkça destekleyen ideolojilerin tarihini relativize etmektir. Avrupa
Parlamentosu’nun komünizmi ya da genel olarak “radikal ideolojiler”i Nazizm ile
mukayese etmesi işte ancak bunu yapabilir. Hiç kimse Polonya’daki savaş sonrası
sosyalist rejimin dayattığı koşullarla mukayese ederek Holokost’un kötülüğünü
anlatmaya çalışmaz. [Önerge ile] polemik suçlama kaçınılmaz biçimde karşı yöne,
komünistlerin Nazilerden “daha iyi” olmadıkları iddiasına odaklanmıştır.
Solu Şeytanlaştırmak
Tarihsel cehaletinden ayrı olarak, Avrupa
Parlamentosu’nun önergesi oldukça farklı bir amaç tarafından da motive
edilmiştir: Meşru özgürlük savaşçılarının kimler olduğunu belirlemek. Önergenin
destekçilerine bakıldığında, bu kategori Emmanuel Macron’dan Viktor Orbán’a
kadar uzanmakta, neoliberalizmin ve NATO’nun sol kanat muhaliflerini ise
dışarıda tutmaktadır. Orta ve Doğu Avrupa’daki ülkelerde “AB yardımıyla
yürütülen reformlar ve sosyoekonomik kalkınma” ile birlikte NATO’ya “özgürlük”
ve “Avrupa Ailesi”nin dayanak noktası olarak açıkça gönderme yapılması bu
açıdan önemlidir. Burada, sadece genel olarak Avrupa projesi değil neoliberal
yeniden yapılandırma yanında NATO da totaliterliğe karşı bir bariyer olarak
tanımlanmaktadır.
1945’ten sonra çoğu demokratik ülke, faşizmin ya
da Nazi partilerinin yeniden ortaya çıkmasını yasakladı. Ülkeden ülkeye
değişmekle birlikte, eski rejimin çalışanları az çok tasfiyeye uğradılar. Doğu
Bloku’nun çökmesinin ardından ise bu süreç Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin
çoğunda komünist partilerin yasaklanması şeklinde taklit edildi. Bugün
Stalinist tehdit tümüyle bir hayal olduğu hâlde Salvini, Orbán ve Kaczyński
gibiler kendilerinin faşist olduğunu inkâr ederken totaliterlik karşıtlığını solu
lanetlemek için kullanıyorlar.
Owen Hatherley, “Totaliterliğin Mirası” (Heritage of Totalitarianism) başlıklı
güçlü makalesinde Macar Stalinizmi için bir nevi anıtlar “mezarlığı” olan
Budapeşte’deki Memento Parkı’nı hatırlatır.[6] Burada, 1956 devrimi sırasında
Stalin heykelinden kesilmiş çizmeler, fakat aynı zamanda Sovyet savaş anıtları
hatta İspanya’daki faşizmle mücadele etmeye giden Enternasyonal Tugaylar’a,
sosyal demokratlara ve komünistlere yönelik övgüler de var; bugün hepsi de
totaliter olarak lanetleniyor. 1989’da Orbán, 1958’de infaz edilen komünist
lider İmre Nagy’yi Sovyetler Birliği’ne karşı durduğu için yüceltti. 2018’de
ise İmre Nagy’nin heykelini totaliterliğin bir başka anıtı olarak yıktırdı. Eğer
komünizm gerçekten Nazizm’e denk olsaydı bu, daha çok Schindler’in Listesi’nin kopyalarının yakılması gibi bir şey
olurdu.
İşte bu yüzdendir ki
Avrupa Parlamentosu’nun totaliterlik karşıtı önergesine karşı olmak, Stalinizmi
savunmak, Katyn Kıyımı gibi suçları inkâr etmek ya da Molotov-Ribbentrop
Paktı’nın sadece bir barış anlaşması olduğunu iddia etmek değildir. Bu önergeye
karşı durmak, Rusya’yı kötü gösterebilmek için Holokost’un basitçe relativize
edildiği tarihin sığ siyasal amaçlar için düşüncesizce yeniden düzenlenmesine
karşı durmaktır. Liberaller, demokrasimizi zayıflatmaya çalışan Orbán ve
Salvini gibi figürlerin iddialarına karşı “gerçekler”in yanında durduklarını sıkça
söylemekten hoşlanırlar. Bu iddialarında gerçekten samimi iseler aşırı sağcı
tarih vizyonunu reddederek işe başlayabilirler.
David Broder
27 Eylül 2019
27 Eylül 2019
Çeviri: Muhsin Altun
Yazar David Broder, Fransız ve İtalyan komünizmi
konusunda uzman bir tarihçidir.
Dipnotlar
[1] “La nation qui a le plus contribué à la défaite
de l’Allemagne” [Almanya’nın yenilgisine en fazla katkı sunan ulus], IFOP.
[2] Joint
Motion For a Resolution, 18.9.2019, Europarl.
[3] Primo Levi, “La differenza tra Auschwitz e i
Gulag”, 17 Nisan 2017, Lastampa.
[4] Debbie White, “Andrew Leverage”, 22 Eylül
2019, The Sun.
[5] Hans Kundnani, “Valkyrie: Stauffenberg a Hero?
I Don’t Think So”, 27 Ocak 2019, Prospect.
[6] Owen Hatherley, “On The Heritage of
Totalitarianism”, 4 Mayıs 2018, New Socialist.
0 Yorum:
Yorum Gönder