28 Eylül 2019

, ,

Antifaşizmin Sonu

Budapeşte’deki Memento Parkı’nda bir Lenin heykeli ve diğer anıtlar (Szoborpark / Wikimedia Commons)
Avrupa Parlamentosu, komünizmi faşizmle bir tutarak lanetledi. Fantezi bir tarih okumasına dayanan önerge, bütün “radikalizm”i “totaliter” olmakla lekelendirip faşizme karşı mücadele edenlerin moral üstünlüğünü yok sayıyor.
Mayıs 1945’te, Adolf Hitler’in imparatorluğunun yıkıntıları üzerinde daha dumanlar yükselirken Fransız anket firması IFOP, yurttaşlara Nazi Almanyası’nın yenilmesinde hangi ulusun en çok katkısı olduğunu sordu. Katılımcıların %20’si ABD’yi, %12’si İngiltere’yi işaretlerken %54 gibi yüksek bir çoğunluk Sovyetler Birliği’ni en kararlı aktör olarak değerlendiriyordu. Sovyetler’in dağılmasının ardından IFOP, aynı anketi[1] 1994 yılında tekrarladığında ise algıların radikal biçimde değiştiğini gördük. 50 yılın sonunda sadece %25’lik bir kesim, Sovyetler’in Müttefik [devletlerin] amacına en çok katkıda bulunduğuna inanırken %49’u ABD’yi, %16’sı İngiltere’yi işaretlemişti.
Tarihsel hafıza oldukça oynak ve kaypak olabilir. Sorun, sadece geçmişe dair tahayyüllerimiz zayıfladıkça tarihle aramızın açılması değil, daha ziyade, tarihsel hafızanın her kuşağın devraldığı dünyayı yeniden yorumladığı aktif bir süreç üzerinden değişen bir şey olması.
Bu olayda, 1945’ten sonra Batı dünyasının Sovyetler’e dair baskın görüşünün nasıl değiştiğini gözlemlemek kolaydır: Soğuk Savaş, N. Hruşçef’in Stalin’i yadsıması, Doğu Bloku’ndaki ayaklanmalar ve bloğun nihai çöküşü. Bütün bunlar, Sovyetler’in bu soylu amacın öncü aktörü olarak 2. Dünya Savaşı’nın sonunda elde ettiği saygınlığı zayıflattı.
Basitçe bir değişimden fazlası olarak tarihsel hafıza, aktif siyasal güçler yanında popüler kültürün temsilleri tarafından da yeniden biçimlendirilir. Avrupa Parlamentosu’nun “Avrupa’nın geleceği için Avrupai bir andacın önemi”[2] hakkındaki kararı, geçmişi nasıl anlamamız gerektiği ile ilgilidir. S&D (Merkez Sol), Renew (Liberal), EPP (Hıristiyan Demokrat) ve ECR (Muhafazakâr) gruplarca desteklenen önerge, bütün “totaliterizmler”in lanetlenmesi olarak sunuldu.
Önerge, Ağustos 1939’daki Molotov-Ribbentrop Paktı’nı, Avrupa [Birliği] projesi ve NATO tarafından son verilen 50 yıllık baskının miladı olarak kabul etmektedir. Burada oldukça kurnaz bir tarihçilik var: Söz konusu pakt, aslında -İngiltere ve Fransa’yı Nazi Almanyası’na savaş ilân etmeye yönelten- Wehrmacht’ın [Nazi ordusunun] Polonya’yı istilasının hızlı bir tetikleyicisi idi. Pakt ayrıca -Haziran 1941’deki Sovyetler’e yönelik Alman saldırısına kadar geçerliğini sürdüren- Doğu Avrupa’yı Berlin ve Moskova’nın nüfuz bölgelerine ayıran gizli maddeler de içermekteydi.
Stalin açısından ise bu pakt, sadece Sovyet savunmasını tesis etmek için gereken bir “nefes alma süresi” değil, aynı zamanda Doğu Avrupa halklarına yönelik karakteristik aşırı güvensizlikti; önceki yıllarda Hitlerciliğe karşı militan bir muhalefet tarafından harekete geçirilen Avrupa’daki komünistler için bir şoktu.
Yine de bu paktın 2. Dünya Savaşı’nın patlak vermesine ya da savaşa değil de Avrupa’nın Nazi-Sovyet şeklinde ikiye bölünmesine neden olduğundan şüphe duyabiliriz. Peki, ya Hitler’in savaşı daha 1920’lerde planlamış olmasına ya da Sovyetler’in onun savaş politikasının hem başlıca kurbanı (27 milyon ölü) hem de Nazizm ile mücadelenin baş aktörü olduğu gerçeğine ne demeli? İngiltere ve Fransa’daki muhafazakârların, Stalin’in önerdiği Nazi karşıtı ittifakı reddederken -Almanya’nın tekrar silahlanmasını yasaklayan Versay Anlaşması’nı ihlal etmesine göz yumarak, ona Orta Avrupa’da teritoryal “imtiyazlar” tanıyarak ve onun İspanya’ya silahlı müdahalesini görmezden gelerek- Nazi liderini doyurdukları 1930’lardaki olaylara ne demeli?
Komünizmsiz Bir Antikomünizm
Bu tarihsel argümanlar artık iyice eskidi. Ancak bizim amaçlarımız açısından asıl önemli olan, önergenin başlığının davet ettiği sorundur: Tarihin bu özel versiyonunun “Avrupa’nın geleceği” hakkında söylediği şey. Bu, her şeyden önce ana akım antikomünizmin radikalize olmasıdır. Primo Levi’nin bir zamanlar ortaya koyduğu gibi, Alexander Soljenitsin bile Treblinka ya da Chelmno’ya benzer herhangi bir şey tanımlayamamışken bu önerge, komünizmi basitçe soykırımla ilgili bir şey olarak takdim etmektedir.[3] Avrupa Parlamentosu, totaliterlik karşıtı felsefe yanında Macar ve Polonya antikomünizmine dayalı biçimde, sadece Stalinist zulümleri değil bütün bir devlet sosyalizmi deneyimini –ve hatta Stalin’e muhalif olan komünistleri- Nazilerle ve onların ölüm kamplarıyla bir tutmaktadır.
Bu, en azından Macar ve Polonya ulusalcılığının en keskin formlarını mağduriyet [victimhood] ve telafi/tazminat kavramları üzerinden tanımlama amacına hizmet eder. Naziler, şimdiye dek zaten yeterince lanetlenmiş de komünistler lanetlenmemiş gibi. Polonya’nın Hukuk ve Adalet Partisi’nin (PiS) ortaya koyduğu gibi, “Yahudilere 2. Dünya Savaşı’ndaki olaylardan dolayı tazminat ödendi, Polonyalılara ise hiçbir şey” (öldürülen Yahudilerin “Polonyalı” olduğu gerçeğini kurnazca gözden kaçıran bir tez). Dahası, önerge gerçek komünist güçlerin sıfıra yakın olduğu ülkelerde bile komünizmi Avrupa demokrasisini zayıflatan bir kanser olarak tanımlamaktadır. McCarthy dönemi ABD’sinde olduğu gibi, “antikomünizm” sadece komünistlerden daha çok saldırır.
Bu durum, özellikle PiS’in komünistlerin tasfiyesine yönelik süregelen çağrısının kızgın bir ulusalcılığın tutkalı olarak hizmet gördüğü Polonya için geçerlidir. 1989’daki antikomünist devrimin lideri Jarosław Kaczyński, kendisini merkezdeki bir Hıristiyan Demokrat olarak tanıtmıştı. Kaczyński, bugün siyasal soldan uzak duran güçlere karşı bile antikomünist bir savaşı kışkırtan aşırı sağcı bir figürdür. [PiS’in] sözde “arındırma” (ya da “decommunization”) kampanyası, eski komünistlerin asla uygun biçimde tasfiye edilmediğini iddia etmektedir. Polonya yüksek mahkemesi, PiS’in “arındırma” tedbirlerini anayasaya aykırı ve antidemokratik bularak geçersiz kıldığında yüksek yargıçlar hemen komünist yardakçısı olarak yaftalandılar.
Benzer gelişmeleri aşırı sağcı lider Viktor Orbán’ın (1989’da bir liberaldi) komünizm karşıtı savaşı 2010’lu yıllarda gittikçe derinleşen biçimde kışkırttığı Macaristan’da da bulabiliriz. 2011’de Orbán, “cumhuriyet” sözcüğünün ülkenin adından çıkarıldığı, arkaik “Kutsal Taç” ruhunu, aile değerlerini ve Hıristiyanlığı merkeze alan yeni bir anayasayı yürürlüğe koydu. Orbán, böylece cumhuriyetçi ve seküler hükümlerinin “komünist” bir çerçeveyi muhafaza ettiğini öne sürdüğü 1990 anayasasını ortadan kaldırmış oldu. Macaristan’da, kızıl yıldız ve orak-çekiç dâhil olmak üzere bütün komünist sembollerin kullanımı yasaktır; komünizmle mücadele, bütün muhalefeti gayri meşru kılmak için rutin olarak kullanılmaktadır.
Bu durum, Richard Seymour’un “Komünizmsiz antikomünizm” olarak adlandırdığı şeye karşılık geliyor. Solun varlığını çoktan kaybettiği ya da merkezci neoliberal pozisyonlara kaydığı Brezilya’da Jair Bolsanaro ve İtalya’da Matteo Salvini (öncesinde Silvio Berlusconi) gibi liderlerin komünizme karşı bir kültür savaşı başlatması böyledir. Gerçek komünistlerin yokluğunda, aşırı sağ onların yerine ya diğer bazı “uğursuz” grupları (özellikle etnik azınlıklar) koyar ya da basitçe demokratik-cumhuriyetçi değerleri “ulusal kültür”ün ve “sağduyu”nun düşmanı olarak takdim eder. ABD aşırı sağının söyleminde de “kültürel Marksizm”e karşı mücadele benzer bir rol oynar.
Antikomünizmin bu versiyonu, Avrupa Parlamentosu’nun önergesi ve bu önergenin “Stalinist” tehdidi hatırlatma biçimi tarafından da desteklenmiştir. Bir zamanlar iktidarda olduğu ülkelerde bile bugün herhangi bir kitlesel komünist formasyon mevcut değilken bu tarih, “demokratik Avrupa’ya yönelik, Avrupa’yı bölmeyi amaçlayan enformasyon savaşının bir parçası olarak” Sovyet totaliter rejimi tarafından işlenen suçları temizlemek ve tarihsel gerçekleri çarpıtmakla suçlanan başka bir büyük öcüye (Rusya) karşı silaha dönüştürülmektedir. Hiç olmayacak biçimde, 1945’ten sonra dikilen Sovyet savaş anıtları bile Rusya’nın görünürde hâlâ bize dayatmayı sürdürdüğü “totaliter ideoloji”nin araçları olarak tanımlanmaktadır.
Bu nedenle önerge, Batı’daki liberal merkezcilerle yenilenen bir Soğuk Savaş’ta en büyük düşman olarak Rusya’yı gören Visegrád grubu ülkelerindeki [Çekya, Macaristan, Polonya, Slovakya] ulusalcı güçler arasındaki çıkarların tuhaf bir bileşimini temsil etmektedir. Trump’un zaferinde, Brexit olayında ya da Prens Andrew’a yönelik saldırıda[4] Rusya’nın parmağını görenler için, kendilerini totaliterliğe karşı savaşan Haçlılar olarak düşünmek, şüphesiz son derece kahramanca görünmektedir. Dahası, bu Rus karşıtı yanılsama, her biri Avrupa Parlamentosu’nun önergesini destekleyen İtalyan Demokratlar (büyük ölçüde İtalyan Komünist Partisi’nden türeyen bir parti) ve İngiltere İşçi Partisi gibi partiler tarafından bile antifaşizmin daha önce emsali görülmemiş biçimde ortadan kaldırılmasına götürecektir.
İkinci Dünya Savaşı’nın tarihi teatral bir “moralite” oyunu değildir. Winston Churchill, İngiliz imparatorluğunu savunurken büyük bir Hitler karşıtıydı; Claus von Stauffenberg gibi saygın bir Alman direniş figürü Polonyalıların köle olarak çalıştırılmasını ve Hitler’in bölgesel fetihlerinin savunulmasını destekledi.[5] Bu konuda daha da motive olanlar, komünist direniş savaşçılarının faili olduğu haksız kıyım örneklerini kesinlikle bulabilirler; bu önergede belirtilmeyen Kızıl Ordu -ve sınırlı ölçüde olsa da- Batılı birliklerin faili olduğu toplu tecavüzler gibi suçlar da var.
Bu gerçekler, uygun bir tarihsel araştırmayı hak ediyor ki nitekim öyle olmuştur. Gerçeklerin yapmadığı şey, ırk savaşını, fetihleri, kadınların ve azınlıkların köleleştirilmesini ve teslimiyetini açıkça destekleyen ideolojilerin tarihini relativize etmektir. Avrupa Parlamentosu’nun komünizmi ya da genel olarak “radikal ideolojiler”i Nazizm ile mukayese etmesi işte ancak bunu yapabilir. Hiç kimse Polonya’daki savaş sonrası sosyalist rejimin dayattığı koşullarla mukayese ederek Holokost’un kötülüğünü anlatmaya çalışmaz. [Önerge ile] polemik suçlama kaçınılmaz biçimde karşı yöne, komünistlerin Nazilerden “daha iyi” olmadıkları iddiasına odaklanmıştır.
Solu Şeytanlaştırmak
Tarihsel cehaletinden ayrı olarak, Avrupa Parlamentosu’nun önergesi oldukça farklı bir amaç tarafından da motive edilmiştir: Meşru özgürlük savaşçılarının kimler olduğunu belirlemek. Önergenin destekçilerine bakıldığında, bu kategori Emmanuel Macron’dan Viktor Orbán’a kadar uzanmakta, neoliberalizmin ve NATO’nun sol kanat muhaliflerini ise dışarıda tutmaktadır. Orta ve Doğu Avrupa’daki ülkelerde “AB yardımıyla yürütülen reformlar ve sosyoekonomik kalkınma” ile birlikte NATO’ya “özgürlük” ve “Avrupa Ailesi”nin dayanak noktası olarak açıkça gönderme yapılması bu açıdan önemlidir. Burada, sadece genel olarak Avrupa projesi değil neoliberal yeniden yapılandırma yanında NATO da totaliterliğe karşı bir bariyer olarak tanımlanmaktadır.
1945’ten sonra çoğu demokratik ülke, faşizmin ya da Nazi partilerinin yeniden ortaya çıkmasını yasakladı. Ülkeden ülkeye değişmekle birlikte, eski rejimin çalışanları az çok tasfiyeye uğradılar. Doğu Bloku’nun çökmesinin ardından ise bu süreç Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin çoğunda komünist partilerin yasaklanması şeklinde taklit edildi. Bugün Stalinist tehdit tümüyle bir hayal olduğu hâlde Salvini, Orbán ve Kaczyński gibiler kendilerinin faşist olduğunu inkâr ederken totaliterlik karşıtlığını solu lanetlemek için kullanıyorlar.
Owen Hatherley, “Totaliterliğin Mirası” (Heritage of Totalitarianism) başlıklı güçlü makalesinde Macar Stalinizmi için bir nevi anıtlar “mezarlığı” olan Budapeşte’deki Memento Parkı’nı hatırlatır.[6] Burada, 1956 devrimi sırasında Stalin heykelinden kesilmiş çizmeler, fakat aynı zamanda Sovyet savaş anıtları hatta İspanya’daki faşizmle mücadele etmeye giden Enternasyonal Tugaylar’a, sosyal demokratlara ve komünistlere yönelik övgüler de var; bugün hepsi de totaliter olarak lanetleniyor. 1989’da Orbán, 1958’de infaz edilen komünist lider İmre Nagy’yi Sovyetler Birliği’ne karşı durduğu için yüceltti. 2018’de ise İmre Nagy’nin heykelini totaliterliğin bir başka anıtı olarak yıktırdı. Eğer komünizm gerçekten Nazizm’e denk olsaydı bu, daha çok Schindler’in Listesi’nin kopyalarının yakılması gibi bir şey olurdu.
İşte bu yüzdendir ki Avrupa Parlamentosu’nun totaliterlik karşıtı önergesine karşı olmak, Stalinizmi savunmak, Katyn Kıyımı gibi suçları inkâr etmek ya da Molotov-Ribbentrop Paktı’nın sadece bir barış anlaşması olduğunu iddia etmek değildir. Bu önergeye karşı durmak, Rusya’yı kötü gösterebilmek için Holokost’un basitçe relativize edildiği tarihin sığ siyasal amaçlar için düşüncesizce yeniden düzenlenmesine karşı durmaktır. Liberaller, demokrasimizi zayıflatmaya çalışan Orbán ve Salvini gibi figürlerin iddialarına karşı “gerçekler”in yanında durduklarını sıkça söylemekten hoşlanırlar. Bu iddialarında gerçekten samimi iseler aşırı sağcı tarih vizyonunu reddederek işe başlayabilirler.
David Broder
27 Eylül 2019
Çeviri: Muhsin Altun
Yazar David Broder, Fransız ve İtalyan komünizmi konusunda uzman bir tarihçidir.
Dipnotlar
[1] “La nation qui a le plus contribué à la défaite de l’Allemagne” [Almanya’nın yenilgisine en fazla katkı sunan ulus], IFOP.
[2] Joint Motion For a Resolution, 18.9.2019, Europarl.
[3] Primo Levi, “La differenza tra Auschwitz e i Gulag”, 17 Nisan 2017, Lastampa.
[4] Debbie White, “Andrew Leverage”, 22 Eylül 2019, The Sun.
[5] Hans Kundnani, “Valkyrie: Stauffenberg a Hero? I Don’t Think So”, 27 Ocak 2019, Prospect.
[6] Owen Hatherley, “On The Heritage of Totalitarianism”, 4 Mayıs 2018, New Socialist.

0 Yorum: