15 Eylül 2019

Vahiy mi Devrim mi?


Son dönemde ev hizmetlisi olarak çalışmak için Güney Afrika’dan Kuveyt’e gidenler, birçok dindarın manevi ve ahlâkî açıdan yaşadığı iflasa tanıklık ediyorlar.
Yıllar önce Abdullah Esau isimli bir dostum alaycı bir ifadeyle şunu söylemişti: “En azından bizim ev hizmetlilerimiz, ahiret günü ‘bize kimse sünneti öğretmedi’ diyemeyecek. Hepsini yerde uyumaya, yemek artıklarını yemeye mecbur ettik.”
Polis beni ilkin lisede gözaltına aldı. Irk ayrımcısı rejimin ünlü güvenlik şubesi amiri Spyker van Wyk, bana o günlerde öyle bir şey söylemişti ki o söz uzun zaman aklımdan çıkmadı. Gençlik Eylemi isimli lise örgütünün parçası olduğumu gayet iyi bilen amir bana neden uzun cübbeler giymediğimi sormuştu. Ben de o noktada uzun cübbelerin polisin ilgisini neden çektiğini merak etmiştim.
Öte yandan bunun iki seçenekten birine mahkûm olduğumuz bir hikâye olmadığına inanıyorum. Allah ile samimi ve yoğun bir ilişki kurabilen, Allah’ın yarattığı tüm insanları dert edinen, maneviyatı yüksek çok sayıda kişi tanıdım. Ayrıca adalet, merhamet gibi insanî değerlere sıkı sıkıya bağlı olan ve politik menfaatlerin kanlı sunağında canlarını feda etmiş birçok insan gördüm. Dolayısıyla kanaatimce politik riyakârlıktan başka bir şey vaat etmeyen yol ile maneviyatla ilgili hayaller satan yol arasında bir yol olmalı.
Burada esasen daha temelli, köklü bir mesele var: din ve politika ya da vahiyle devrim ayrıştırılıyor. Oysa politika, en geniş mânâda insanlık tarihinin seyrini ve o seyre şekil veren güç ilişkilerini tayin etmektir. Fikirler, politik sonuçlarına dair farkındalık ve bilinçten neşet etseler de asla politik bir boşlukta biçimlenmezler. Bu, bilhassa İslam için geçerli olan bir tespittir. Bu vasfıyla İslam, dini ve politikayı bünyesinde cem etmiştir, dolayısıyla ilk Müslümanların verdikleri mücadelelerin teolojik sorunların derinlemesine ele alınmasını zaruri kılması asla şaşılacak bir gelişme değildir. Kur’an, Kurtuluş ve Çoğulculuk (Oxford: Oneworld, 1997) isimli çalışmamda aktardığım üzere, ezilenlerin kurtuluş sürecinde teolojik kategorilere başvurmaları mümkündür, ayrıca politika sadece güçlülerin oynadığı bir güç oyunu değildir, o tüm insanî faaliyetlere açık olan, kapsayıcı bir kategoridir. Bu mânâda politika, herkesin iştirak ettiği, güç temelli bir gerçekliktir. Tarihin oluştuğu bu süreçte din ve hayat, maneviyat ve politika arasındaki ayrımlar ortadan kalkar, tüm insana dair çaba ve gayretler onurlu ve hür hayatı yaşamak için hasredilirler.
Din olarak İslam bir hayat tarzıdır, nûsuklarsa dinin birer parçasıdır. Nûsuklar önemlidir ama asla bütünü ifade etmezler, gene de birer parçadırlar. Eğer ibadetimiz, hayatlarımıza ve insanların ızdıraplarına dokunmuyorsa o noktada dinin karar alıcıların bu adil olmayan sosyo-ekonomik yapılar dâhilinde teşvik edecekleri, güvenli birer parçası hâline gelirler. İslam dünyasında budünyayı ötedünyadan ayrıştırma teşebbüslerinin tek bir gönül telini bile titretmesi mümkün değildir.
Birçoğumuz, Müslüman militanların bu bağlantıyı bir biçimde istismar ediyor oluşunu nefretle karşılıyoruz. Oysa bu bağ, Ku’ran’da gayet sağlam bir biçimde kurulmuştur. Örneğin Maun suresi, yoksulun karnını doyurmayıp yetimlere kötü davrananları dini inkâr edenler olarak tarif etmek suretiyle dine dair ilginç ve farklı bir anlayış sunmaktadır. Bu sureden de görüleceği üzere din, Tek Tanrı’ya ibadet etmekten daha fazlasıdır, o aynı zamanda başkalarının çilesi ile ibadet arasında bağ kurmaktır.
Bu bağ Kur’an’da birçok kez karşımıza çıkar. Örneğin Kasas suresinde aktarıldığı biçimiyle Hz. Musa Medyen’de sürgünde iken Şuayb ismindeki yaşlı bir adam O’nu işe alır ve işe alma şartlarını aktardıktan sonra “Sana fazladan yük yüklemek istemem. İnşallah beni sâlihlerden [erdemli kişilerden] biri olarak bulacaksın” der. Aynı şekilde Beled suresinde Allah “iki yol”dan bahsetmekte, zor yola çok az kişinin revan olduğunu söylemektedir: “O dik ve zor yol, köleleri azat etmek veya şiddetli bir açlık gününde ailendeki bir yetimin ya da yerde sürünen sefalet içerisindeki bir yoksulun karnını doyurmaktır.”
Birçok “dindar”, asıl güçlüğü bu bağı kurmada, başkalarına hizmet etmede değil, “politika” konusunda çektiklerini söyleyecektir. Benim buna cevabım şudur: Yoksullukla yoksulluğu, zulmü besleyen sosyo-politik yapılar arasındaki bağı göremeyen her türden dindarlık biçimi, o yapıların güçlenmesine katkı sunar, dolayısıyla suça ortaklık ederler.
Bugün yoksul olmak parasız olmaktan daha fazlasını ifade etmektedir. Karar alma yetkisinden mahrum olmak da yoksulluktur. Bilgiye erişememek, toplumun gerçeklerini bilememek, ötekileştirilmek, toplumun kıyısına savrulup atılmak da yoksulluktur. Bu sebeple bizim Dominique Lapierre’nin Mutluluk Şehri romanında Max isimli karakterin “Noel Baba’yı oynamak” diye tarif ettiği şeyin ötesine geçip kapımızı çalan, TV ekranlarında bize bakıp duran veya kavşaklarda arabamızın camlarını silmek isteyen çocuklara bir dilim ekmek vermek dışında şeyler yapmamız gerekmektedir. 27 Ağustos 1990’da şehid edilen Latin Amerikalı piskopos Dom Helder Camara’nın sözünü aktaracak olursak; yoksulların, açların karnını doyurduğum zaman benim bir aziz olduğumu söylüyorlar ama yoksulların neden yiyecekleri olmadığını, açların neden aç olduklarını sorduğum zaman da komünist olduğumu söylüyorlar.”  Dolayısıyla yoksulla, ezilenle dayanışma yolunu seçtiğimizde bizim adaletsizliği ve zulmü var edip onları sürdüren yapılara saldırmak zorunda olduğumuzu anlamamız gerekmektedir.
Neticede mesele, devrim ve vahiy arasında tercihte bulunmak veya politika yapıp yapmamak değildir, zira hepimiz zaten politika alanının içerisindeyiz. Mesele, bu bağlamda dinin politik amaçlar doğrultusunda kullanılıp kullanılamayacağı da değildir. Asıl mesele şudur: Hangi din kullanılacak, feodal ağanın dini mi yoksa köylünün dini mi? Ve bu din hangi amaçlara ulaşmak için kullanılacak, ümmet ve onun yegâne yurdu olan dünya için mi yoksa küçük bir sınıf adına sermayenin çıkarı için mi?
Ferid Esack
[Kaynak: On Being Muslim: Finding A Religious Path in the World Today, Oneworld Publications, 2004, s. 91-93.]

0 Yorum: