1917’de yaşanan Bolşevik isyanlarından kısa bir
süre sonra devrimin komünizm ve İslam’ın ortak bayrağı altında ilerleyeceği
görüldü.
Pan-İslam, Sultan Abdülhamid’in Müslümanların
halifesi olduğunu ilân etme girişimleri ile birlikte, Osmanlı İmparatorluğu’nun
son yirmi-otuz yıllık döneminde ortaya çıktı. Arap dünyasında ve diğer
coğrafyalarda yeni İslamî okullar ve dernekler açıldı. Mısır’dan Irak’a, oradan
Hindistan ve Endonezya’ya dek uzanan alanda İslam Avrupa sömürgeciliği ve
emperyalizmine karşı kitleleri bir araya getiren müşterek çağrı hâline geldi.
İslam’ın kitleleri seferber etme noktasında
edindiği güç 1910’larda ve 1920’lerde komünist aktivistleri de cezbetti. Eski
Rus imparatorluğunda geniş bir alana hâkim olan Müslüman coğrafyasında
örgütlenme konusunda gerekli altyapıdan mahrum olan Bolşevikler söz konusu
bölgedeki Müslüman reformcularla ittifak kurdu. Bolşevikler Tatar Bolşevik
Mirsaid Sultan Galiyev liderliğinde Müslüman İşleri Komiserliği’ni kurdular ve
Kafkasya ile Orta Asya özelinde “Müslüman Komünizm” fikri geliştirmeyi vaat
ettiler. 1920’de Bakû’de düzenlenen Doğu Halkları Kurultayı’nda Komintern başkanı
ve Ukrayna Yahudisi Grigory Zinovyev Batı emperyalizmine karşı “kutsal savaş”
(cihad) yürütülmesi çağrısı yaptı.
Ama bildiğimiz gibi, komünizm ve İslam kalıcı bir
ittifak dâhilinde cem olmayı başaramadı. Soğuk Savaş’ın başlamasıyla birlikte
her ikisi karşıtmış gibi görünmeye başladı. Komünizme dair farklı görüşler
Asya, Afrika ve Ortadoğu’da 20. Yüzyılın ikinci yarısı boyunca bağımsızlık ve
kurtuluş mücadelesi vermekte olan Müslümanları böldü. Seksenlerde Afganistan’da
komünizm karşıtı cihad yürütüldü ve El-Kaide’nin doğuşu ile yeni bir İslamcı
terörizm formunun ortaya çıkışı için gerekli zemini sağladı.
Oysa Rus Devrimi’nin yaşandığı dönemde komünizm ve
İslam’ın güçlerini birleştirmesi daha canlı bir ihtimaldi. Bu ihtimal asıl
olarak Endonezya’da güçlüydü. Hollanda idaresi altında olan takımada 1918-21’de
solcu işçi örgütlerinin Müslüman âlimlerle ve dindar tüccarlarla birlikte
yürüttüğü çalışmalara tanıklık etti ve bu birliktelik Güneydoğu Asya’da görülen
en büyük kitle hareketini meydana getirdi.
On yıl boyunca faaliyet yürütmüş olan Endonezyalı
işçiler Cava ve Sumatra’daki geniş plantasyon ekonomisine hizmet eden, kapsamlı
bir demiryolu ağında çalışan işçileri temsil eden güçlü bir sendika kurdular.
1914’te Hint Adaları Sosyal Demokrat Birliği [Indische Sociaal-Democratische Vereeniging] demiryolu işçileri
sendikası olmaktan çıkıp sömürgeciliğe karşı mücadele yürüten politik hareketin
ve toplumsal eylemliğin yeni biçimine dönüştü.
Birliğin üyeleri süreç içerisinde Sarekat İslam’a
katıldılar. Örgüt 1912’de Müslüman batik tüccarları tarafından bir tür dernek
olarak kuruldu. Zamanla halk hareketine dönüşen Sarekat İslam Cava genelinde
kitlesel yürüyüşler ve grevler örgütledi. Örgüt içerisindeki sosyalist etki
1916’daki kongrede daha da belirgin hâle geldi. Kongrede Hz Muhammed’in
“sosyalizmin babası, demokrasinin öncüsü” olduğu söylendi ve “sosyalist” olduğu
üzerinde duruldu.
Sarekat İslam’a asıl ilham veren, Rus Devrimi idi.
1917’nin sonlarında Hint Adaları Sosyal Demokrat Birliği üyeleri Hollanda
ordusundaki düşük rütbeli askerler arasında ajitasyon ve örgütlenme
çalışmalarına başladılar. Rusya’da Bolşeviklerin başvurduğu başarılı taktikleri
devreye sokan sosyalistler yüzlerce gemiciyi ve askeri ayaklanma ve isyan
girişimi adına örgütlemeyi başardı. Sömürge güçleri kısa süre sonra bu
eylemcileri tutuklayıp hapse attı ve bu insanların Hint Adaları’ndan sürgün
edilmelerini emretti.
1920’de Sosyal Demokrat Birlik Hint Adaları
Komünist Birliği adını aldı ve Asya’da Komintern’e katılan ilk komünist parti oldu.
Cava ve Sumatra’da yeni sendikalar kuruldu. Köylüler toprak ağalarına karşı
isyan ettiler. Demiryollarında gerçekleştirilen bir grev Doğu Sumatra’daki
plantasyonları felç etti.
Efsanevi bir isim olan Tan Malaka işte bu bağlamda
ortaya çıktı. Batı Sumatralı aristokrat bir aileden gelen Tan Malaka I. Dünya
Savaşı esnasında Hollanda’da öğrenciydi. Sosyalistlerle ve sosyalist fikirlerle
temas kuran Tan Malaka 1918 sonunda kısa ömürlü olan ve Almanya’da devam
etmekte olan devrimci ayaklanmayı taklit etmeye çalışan Hollandalı sosyal demokratların
gerçekleştirdikleri Troelstra Devrimi’ne tanıklık etti. 1919’un sonlarında Tan
Malaka Endonezya’ya döndü ve işçi örgütlenmesi çalışmalarına katıldı. Henüz
rüşeym hâlinde olan komünist partiye girdi, hızla lider kadronun parçası hâline
geldi. Sonrasında sömürgeci hükümeti onu 1922 başlarında Hollanda’ya sürgüne
gönderdi.
Komünizmle İslam’ı bir araya getirme çabasındaki
devrimci potansiyel ilk olarak Tan Malaka tarafından, Komintern’in 1922’de
Moskova ve Petrograd’da düzenlenen dördüncü kongresinde dile getirildi.
Kongrede Tan Malaka Pan-İslamizm ile komünizm arasındaki benzerliklerle ilgili
olarak, unutulması mümkün olmayan bir konuşma yaptı. Ona göre Pan-İslamizm dini
bir hareket değildi, aksine “Pan-İslamizm günümüzde tüm Müslüman halkların
kardeşliğini, dahası sadece Arapların değil, Hindistanlıların, Cavalıların ve
tüm mazlum Müslüman halkların kurtuluş mücadelelerini ifade ediyor”du. Tan
Malaka devamında şunu söylemekteydi:
Bu kardeşlik, pratikte sadece Hollanda
kapitalizmine değil, İngiliz, Fransız ve İtalyan kapitalizmine, dolayısıyla tüm
dünya kapitalizmine karşı kurtuluş mücadelesi anlamına geliyor.
Kongre tutanaklarına bakılırsa Tan Malaka’nın
komünizmle Pan-İslamizm arasında ittifak kurulması talebi kongre katılımcıları
tarafından “alkışlarla” karşılanmıştı. Ama hatıratında aktarıldığına göre,
konuşma sonrası üç gün süren hararetli tartışmaların ardından kendisi sonraki
oturumlara katılmasına yasak getirildi. Dördüncü kongrenin “Doğu Sorunu Üzerine
Tezler”i de içeren resmi sonuçları Pan-İslamizm meselesine muğlak yaklaşmakta,
Endonezya ile ilgili gelişmeleri suskunlukla geçiştirmekteydi. Oysa oradaki
hareket o dönemde Doğu’da diğer tüm komünist faaliyetlerden daha başarılı
sonuçlar üretmişti.
Komünizmle İslam arasında kurulması muhtemel
ittifak ne Endonezya’da ne de başka bir yerde kurulabildi. Bir hareket olarak
komünizmin sahip olduğu güç işçileri sendikalar aracılığıyla daha iyi ücretler
ve çalışma koşulları için harekete geçirebilme becerisine dayanıyordu. Yeni
gelişen Bakû’de ve Cava ile Sumatra’daki plantasyonlarda benzer bir model
uygulandı. Bir yönetim biçimi olarak komünizm tek parti iktidarını,
kolektifleştirilmiş tarımı içeren bir komuta ekonomisini ve toplumsal hayatın
din de dâhil tüm yüzeyleri üzerinde partinin kontrolü elinde bulundurmasını
ifade ediyordu.
İslamcılık ise daha kapsamlı, daha açık uçlu ve
politik katılım konusunda muğlak bir zemin teşkil eden bir hareketti. Cava ve
diğer yerlerde İslam Müslüman olmayanların ekonomiyi gasp etmesine karşı
Müslüman tüccarların ihtiyaç duyduğu bayrak hâline gelebilmekte, taşradaki
örgütlenme süreci için gerekli altyapıyı oluşturabilmekteydi. Bu iş de
ağırlıklı olarak medreseler gibi dinî okullar aracılığıyla yürütülmekteydi.
Politik açıdan İslam’ın esnek bir anlayış kazandırdığı âlimler ve eylemcilerin
sömürgecilik, komünizm veya kapitalizmden yana olabilmeleri mümkündü.
Endonezya’da komünistlerle Müslüman liderler
arasındaki gerilimler yirmilerin başında Sarekat İslam’ı bölmeye başladı.
Komünistler grev ve gösterileri daha yoğunlaştırmayı isterken Müslüman liderler
Hollanda sömürgeciliği ile uzlaşma yolları aranmasını savunmaktaydı. Sarekat
İslam 1926-7’de yaşanan başarısız isyan girişimleri ardından sömürgecilerin
yürürlüğe soktuğu baskı politikası sonucu dağıldı.
Kırkların sonunda İslamî partiler bağımsızlık
mücadelesi sürecinde Endonezya Komünist Partisi’ne [Partai Komunis Indonesia] karşı çıktılar. Bu partiler,
komünistlerin bağımsızlık mücadelesinin aristokrasinin elindeki imtiyazları
ortadan kaldırması ve ülkede toprak ile sanayideki mülkiyet ilişkilerini
sosyalist bir içeriğe kavuşturması gerektiği üzerinde ısrarla durmasından
rahatsızlardı. Bu çatışma bağımsızlık sonrası dönemin ilk yıllarında daha da
yoğunlaştı. İslamî örgütler 1965-66’da yaşanan anti-komünist katliamlara
katıldılar. Bu katliamlar EKP’yi yok etti, ülke genelinde yüz binlerce insanın
ölmesine neden oldu.
Bu dönemde söz konusu çatışma tüm Müslüman âlemine
sirayet etti ve Soğuk Savaş süresince varlığını kordu. Komünizm ile İslamcılık
kendilerine has kurumsal ve ideolojik sınırlar çizdi, bu sınırlar zamanla daha
da pekiştirildi ve politik ittifak konusunda yeni denemelerin yapılmasına dair
tüm ihtimaller hükümsüz kılındı.
Sovyetler Birliği içerisindeki Müslüman bölgelerde
parti-devlet İslamî ibadet, eğitim, örgütlenme ile ilgili kurumları kapattı,
hac engellendi, tüm bu unsurlar toplumun komünist çizgiye uygun olarak
dönüştürülmesi önünde önemli birer ideolojik engel olarak görüldüler. Müslüman
devletlerin kurulduğu yerlerde ise sol siyaset dine küfür olarak görülüp
yasaklandı. Sudan, Suriye, Yemen, Irak ve İran gibi ülkelerde komünistler ve
diğer sol partiler iktidar mücadelesinde karşılarında en önemli rakip olarak
İslamcıları buldular.
Devrimci güçlerin komünizm ve İslam bayrağı
altında harekete geçirilememesi sonucu Müslümanlar bölündü, yirminci yüzyılın
ilk yarısında sömürgecilikle mücadele kapasitesi zayıfladı, ardından da
Müslüman dünya genelinde otoriteryanizmin doğuşuna karşı direnme imkânları
ortadan kalktı. Diğer bir sonuç da Soğuk Savaş süresince ABD destekli, Sovyet
karşıtı İslamcı hareketliliğin yeni formlar dâhilinde açığa çıkmasıydı. Bazı
formlar zamanla evrilerek bugün dünyada etkili olan Batı karşıtı terörist
gruplara dönüştüler.
2011’de Cumhurbaşkanı
Hüsnü Mübarek iktidarının yıkılması sonrası Mısır’da solcular ve İslamcılar
arasındaki ayrışma, 2013 ortalarında askerî idareye dönüş için gerekli zeminin
oluşmasına katkı sundu. Benzer gerilimler Suriye’de Beşar Esad’a yönelik
muhalefeti de böldü ve ülkenin altı yıldır uğraştığı iç savaş süreci için
gerekli yolu açtı. Rus Devrimi sonrası yüz yıl boyunca komünizmle İslam
arasında kurulamayan ittifak, Müslüman dünyasında siyaseti hâlen daha
biçimlendirmeye devam ediyor.
John T. Sidel
9 Ekim 2017
9 Ekim 2017
0 Yorum:
Yorum Gönder