15 Nisan 2014

,

Armut


Bir insan, gerçekliğin kendisi kadar radikal olmalıdır.
[Lenin]

 

İki tür gerçekliğimiz vardır: kan ve ter. Biri halkın savaşını; diğeri sınıfın mücadelesini anlatır. Birbirine rakip örgütlerin biraraya gelişleri, o örgütlerin ya kandan ya da terden kaçtıklarını gösterir. Onca rekabet, mülkiyete muhtaçtır. Rekabet kerhen ortadan kalkmışsa, kan ya da ter mülk edinilmek istenmektedir.

Bu, “armut piş ağzıma düş” taktiğidir. Ülkede kanın açtığı yol, Kürd’de temsil olunur. Ter ise, kitle örgütlerinde ve sendikalarda karşılığını bulur. Kan ve ter dökmeyip, dökse bile bunu mülkiyet konusunda elini güçlendirmek için yapanlar, kan ve terden kaçarak, kanı ve teri mülk edinmeye çalışanlar, kanı yeterince kızıl, teri yeterince kıymetli bulmayacaklardır. Hep bir şey eksik kalacaktır. Patronun işçisini sürekli aşağılaması, emeğini küçük görmesi gibi, bu sol örgütler de kanı ve teri her daim değersiz sayacaktır.

Bir şehirde, kitle örgütleriyle sol örgütler, 1 Mayıs gündemi ile ilgili toplantı yaparlar. Daha toplantının başında, “bu toplantıyı ben aldım, burası benim” kavgası çıkar. Sonrası ise, kimin daha “radikal” ve daha “devrimci” olduğuna dair gereksiz laf dalaşıdır.

Oysa 1 Mayıs gündemi aylar öncesinden bellidir. Kitle örgütleri siyasetten ari yerler değildir ve aslında onların arkasında (başka) belirli sol yapılar vardır.

1 Mayıs’a iki hafta kala mitingin nerede olacağına dair kavga, yersizdir. Bu kavganın aylar öncesinden neden örgütlenmediği, o kitle örgütlerindeki sol yapıların neden sıkıştırılmadıkları sorgulanmalıdır. Gezi’den beri bu meselenin neden örgütlenmediği tartışılmalıdır. “Dostlar alışverişte görsün” diyerek, günü ve zevahiri radikal bir şovla kurtarmaya çalışmak, siyaset yapmak olmamalıdır.

Bugün itibarıyla sorgulama da, tartışma da anlamsızdır, zira sol örgütlerin içindeki iki ekip, esasında 30 Mart seçimindeki hezimetini tabana unutturmak için “daha radikal” bir eylem kararı almıştır, hepsi bu. Kitle örgütleriyle kurulan ilişki de “pişen armudu mideye indirmek” üzerine kurulu olduğundan, onları “reformist” ilân edip, zevahiri kurtarmak mümkün olabilmiştir.

Üstelik, kitle örgütlerine başka (radikal) bir mekânı miting alanı olarak dayatan sol örgütlerin önemli bir kısmı 1 Mayıs’ta “Taksim”e işaret etmektedir. Yani zaten radikalizmler başka yerde yarıştırılacaktır.

Radikalizmse, çoğu zaman siyasetin ve siyaset yapma imkânlarının ortadan kalktığı bir momenttir. Bu momentte hesap vermek yoktur, günü kurtarma vardır. Kitlenin, hatta kendi yoldaşlarının bile gelmeyeceğini bildiği bir “radikal” mekânda ısrar etmek, başlı başına apolitizmdir.

Bruce Lee’nin ifadesiyle, “her zaman kolumu ısırarak kurtulabileceğini zannedersen bir süre sonra dişlerini kaybedersin.” Mesele burada, sol örgütlerin Haziran Kıyamı’ndaki kitleyle neden sürekli ve derin bir ilişki kuramamış olmasıdır. Bu zaaf, yaldızlı internet fotoğraflarıyla kapatılamaz.

Oysa solun kendi içine dönük siyaset yapma alışkanlığı, Haziran Kıyamı ile son bulmuş olmalıdır. Ama Kıyam’dan salt direnişi ve barikatı “öğrenen” yapılar, bu yaklaşımın apolitik, uzatıldığı takdirde anti-politik olduğunu görmemektedirler. Direnişin ve barikatın öğrenildiği de şüphelidir. Sadece bir grup yiğit gencin posası çıkartılmaktadır. “Başka örgütlere poz keseyim” diye bu gençler, asıl düşmanı unutmaktadırlar.

Solun kendi içine dönük siyaset yapma alışkanlığı, kitle örgütlerindeki hasım ve rakip sol unsurları radikalizmle köşeye sıkıştırma şeklinde karşılık bulmaktadır. Kimileri, rakı masalarında, “devrimci örgütleri Suriye’de savaşmaya” çağırmakta, kimileri de barikat güzellemeleri yapmayı siyaset zannetmektedirler. Bireyin varlığına indirgenmiş bir “devrimcilik”, devrimin kolektifliğini ezecektir. Rakı masası da, barikat da bireylerin küçük burjuva dünyaları olarak şekillenmekte, gene kendilerine benzeyen bireyler, “özgürlük” masallarıyla kandırılmaya çalışılmaktadırlar.

Solun bu fasit daireyi kırması, verili sınıfsal-politik tahakküm sebebiyle, mümkün değildir. Sendikaların sıkıştırılması, hatta CHP gibi işgal edilmesinin düşünülmesi, devrimci politik özneye işaret etmez, aksine bu yaklaşım, gizli bir sendikalizmin habercisidir. Zira CHP’yi işgal eden gençler, içeriden gerçekleştirilen bir operasyonun parçasıdırlar ve hepsi, sonuçta CHP’li olmuştur.

Bu yaşanan sancı, kitle hareketi ile devrimci hareket arasındaki diyalektik açının kendisiyle ilgilidir. “Madem kitleselleşemiyoruz, bir iki sendikanın başına geçelim, âlem, bizim kitlemiz var zannetsin” denilmektedir.

Birkaç yıl önce bir sol örgüt (Kaldıraç), örneğin, Alevîcilik yapıp kısa sürede herkesten fazla kitleyi 2 Temmuz eylemine getirmiş, ertesi yıl gene aynı 2 Temmuz mitinginden önce CHP başka bir etkinlik peşine düşünce, söz konusu örgüt, alana on beş kişiyle gelebilmiş, kürsüden CHP’nin ne kadar gerici olduğuna dair cümleler, öfkeyle, haykırılmıştır. Demek ki kitleyle kurulan ilişkinin de kalıcılığı yoktur. Üstelik o bir yıl içerisinde o Alevîleri CHP’den çekip alan bir hamle de yapılamamıştır.

Avrupa’da iktidara gelmiş sosyal demokrat partilerin deneyimlerinden anlaşıldığı kadarıyla, bu partiler, sendikaların işçi sınıfından ayrıştırılması için iktidara getirilmişlerdir bir bakıma. Sonuçta ekonomik zorluklar ve kriz sebebiyle sendikalara işçi sınıfı aleyhine olan, ama bir yandan da sendikaların gücünü kırmayan politikalar dayatılmış, sendikalar, bu aşamada sınıfı satıp kendi koltuklarını korumayı seçmişlerdir.

Bugün tabanda işçi sınıfının çeşitli işgaller ve direnişlerle uç veren mücadelesi, sendikaların duvarına toslamaktadır. Sendikanın mevcut hâlini koruma derdiyle kimi sendikalar, kendi sınıfını satmak zorunda kalmaktadırlar. Kimi sol örgütler, hiç istemedikleri ittifaklara imza atmaktadırlar. Temsiliyet ve temsiliyetin mülkünden, kudretinden vazgeçilememekte, “armut” görülen sınıfın mecburî ilişkisi bir biçimde istismar edilmektedir. Sendikaları bu hâle getiren sol örgütlerin bugün sendikaları boş ve gereksiz görmeleri de anlamsızdır.

Sendikalar, sınıfın öfkesini ve derdini bileyleyerek dönüştürülmeyi beklemektedir. Bu ise, kısa günün kârı yaklaşımlarıyla değil, sabırlı bir çabayla mümkündür.

Bahsi geçen şehirde, Gezi’nin anısına yaslanarak, sendikaları sıkıştırma çabası, temsiliyet ve temsiliyetin mülk edinilmesine dair yaklaşımdan bağımsız değildir. Bu çabanın nedeni, 30 Mart seçimi ise, sebebi solun reformistleşmesidir. Solun mülkiyet ve rekabet dünyası, onun kitleyle ilişkisini iğdiş etmektedir. Mülkiyet, onu anlamsız bir reformizme; rekabetse, gereksiz bir radikalizme itmektedir.

Toplantı esnasında yaşanan kavgada, sol örgüt şefi, “bu sendikaların zaten tabanı yok, işçi sınıfı başka yerde” diyerek muarızını aşağılamakta, ama bu noktada, “peki o zaman neden onlara yönelik siyaset üretiyorsunuz?” sorusu, cevapsız kalmaktadır. Aynı şef, sendikaları “demokrat” olmamakla eleştirmekte, ama kendi bileşimindeki sekretaryanın tepeden inmeci niteliğini örtbas etmektedir. Üstelik bu şef, bileşimin muhtevasını, biçimini, yolunu da kimseye sormadan kendi başına tayin etmeyi “demokratlık” saymaktadır. Ayrıca bileşimin kimi üyeleri, sendikalara dayatılan siyasetten bile habersizdirler.

Zamanında “park forumları solcu yuvasına döndü, halk uzaklaştı” eleştirisine, “solcular halk değil mi?” denilmişti. Bu söz konusu toplantıda sendikaların “biz emek örgütleriyiz” lafı da sol örgütlerce, “biz emek örgütü değil miyiz?” cevabıyla karşılanmış, kişisel tarihler terazide tartılmıştır.

Bu şehirde solculuk, arkadaşlık kulübüne dönmüştür. Dolayısıyla, emek örgütlerinin tavrı “gerici” de olsa, bu kulübün sözünden daha “ileri”dir. Dökülen terin kıymeti onlardadır.

Kan ve terin karşı karşıya getirilmesi, diğer tarafın küçümsenmesi, solun kendi içine dönük siyaset yapma alışkanlığı ile ilgilidir. Kanın malikleri ile terin malikleri, bu ortamda didişip duracaklardır. Kanın ve terin yoldaşlaşması ise kitle bağlarını kuracak, bizi bu apolitizmden kurtaracak, gerçeği devrimci, devrimi gerçek kılacaktır.

Eren Balkır
14 Nisan 2014

0 Yorum: