15 Ağustos 2013

,

Haziran'dan Eylül'e


Esasta bugün “ucu belirsiz, kontrolsüz ve kendiliğinden” bir direniş olarak Haziran Direnişi, “gerici” addediliyor. Sol, kısa sürede bu yola girdi. Onu gerici olarak etiketleyip rafa kaldırmanın derdinde. Zira sol özneler, kendi “ilericilik”lerine halel getirecek bu direnişin kıyısından geçip yol almaya mecburlar. Sol örgütlerin yaz kampı kaçamağı, bu ilericiliğin ürünüdür.

Direnişin kıyılarına bıraktığı yığın, kirlidir. Bunların ayıklanması zorunludur. Kiri pası ile kitleleri örgütleme ve ona örgütlenme derdinde olana rastlanmıyor.

Sol öznelerin ilericilikleri, onların burjuvaya öykünmeleriyle ilişkilidir. Burjuvazi ilericidir ve sol özneler, bu sınıfı aşmaya dair onca laf ebeliğine karşın, gerisin geri yuvarlanıp, tekrar söz konusu sınıfın “ilerici”liğine tav oluyorlar. Aslında burjuvazinin ilericiliğinin tanıtımı ve reklâmından, özünde burjuvazinin biricik varlığı ve kudretinin altını çizmekten başka bir şey yapılmıyor. Kitleler, aşkın laflarla, bugündeki ilericiliğe kul ediliyorlar. Neticede onca “doğrudan demokrasi” teranesi, seçimlerde kitleleri CHP-HDK kulvarına sokmak, onları tahta bir sandığın önünde sıralamak için. Başkaca bir politika öneren yok.

Burjuvazinin aşılması meselesi, Marksist bir dizi cümle üzerinden gerekçelendiriliyor. Marksizm, sadece ilericiliği meşrulaştırdığı için kıymetlidir. Burjuvaziyle dövüşmek, kimsenin aklına gelmiyor. Dövüş dışı bir Marksizm ise burjuva salonlarına ancak meze olabiliyor.

Teori ve pratik düzeyinde burjuvaziyi karşıya atmamak, olumlu ve olumsuz manada salt devleti gören öznelliği burjuvalaştırıyor. Burjuvazinin teorik, ideolojik ve politik varlığına olumlu anlamlar yükleniyor. Burjuvazi, bir özne olarak, sol içinde her daim dipdiri yaşıyor. Devlet en fazla, burjuvazinin ilericiliğinin gerisinde kaldığı için hedef hâline gelebiliyor.

Bu noktada burjuvazinin fıtratı, yapısı belirleniyor, onun yeterince laik olamayacağı üzerinde duruluyor, dolayısıyla, direnişin bileşeni olabilen Müslümanlar tedirginlikle izleniyor. Solun mutlak ve kutsal gördüğü burjuva hizası ve ölçütü, kitlelerin kolektif olarak politika alanına girişine mani olmakla ilgili. Müslümanla kavga ve laiklik için dövüş, bunun bahanesi.

“Göğe kılıç sallamam” diyerek Müslümanlara hoşgörülü görünmeye çalışan sol özne, göğün kılıcını yerde sallayacak olana karşı mücadele etmek zorunda. Hoşgörü, altında bir despotizm ve kibir gizliyor.

Aydınlanma da modernizm de burjuva kadardır. Burjuvazinin bunları yeterince sahiplenemediğini ya da ilerletemediğini söylemek, kitleleri kandırmaktan başka bir şey değildir. Ruh-beden ayrımı üzerine kurulu düşünce dünyasına bağlanmak, oradan da ruhun beden denilen gerilikten kurtulmasını savunmak ya da ruh denilen gerilikten kurtulup bedene sarılmak, tevhidî bir mücadeleyi sekteye uğratacaktır. Bu tevhidî mücadele, ister istemez, burjuvazi ve devlet karşıtıdır.

Solun bu mücadeleye karşı kimi zaman devlet, kimi zaman burjuvazi safında yer alması, mevzilerin ilerletilmesiyle ilgili kolektif ve nesnel çabaya hiçbir katkı sunmaz, bugüne dek de sunmamıştır. Solun burjuvadan daha devrimci, laik, modern, aydınlanmacı ya da ilerici olması mümkün değildir. Mesele, sınıflı toplumlar tarihi dâhilinde mevcut düşman sınıfa ve elindeki nesnel-kolektif güce tüm tarihsel birikimle karşı koyabilmektir.

Burjuvaziden daha çok cumhuriyetçi ya da demokrat ya da laik olma yarışı, sol öznelerin genel niteliği hâline gelmiştir. Burjuvazi ve Fransız Devrimi öncesi tüm tarih, Hegel’in kimi milletleri tarih dışına atması gibi, milletlerin dışına atılmaktadır. Bırakalım Haziran Direnişi’ni, 1789 öncesi tarih hiç yaşanmamış gibi davranılmaktadır.

Bu anlamda, Haziran Direnişi, Zenc İsyanı’nın ve Bedreddin Kıyamı’nın yanı başındadır. Bu isyan ve kıyamlarla tarihsel ilişkisi yoksa, Haziran Direnişi de yoktur. Belirli bir ilişki varsa, o vakit, komünist faaliyetin o hattı ileri itmesi zorunludur. Söz konusu faaliyet, kendisini ancak buradan kurar, kuruyor olmalıdır.

* * *

Solun önemli bir kısmı tarafından işçi sınıfı, aslında burjuvazi ilerici ve ileride olduğu için önemseniyor. Başka da bir değeri ve önemi yoktur. Sömürü ve zulüm, bu noktada tali meselelerdir. Diğer sol içinse yeni toplumsal hareketlere ait tüm bileşenler, gerici devlete karşı ilerici burjuvazinin dağınık özneleri, faillerinden başka bir şey değildir. Genel planda sol özneler bu kanaattedirler.

İşçi sınıfına demokrasi aşısı yapılmalıdır ki o, burjuvaziyi aşabilsin. Sınıf, cumhuriyetçi değerlerle yoğrulsun ki burjuvazi geri planda kalsın. Yeni toplumsal hareketlere ait bileşenler (eşcinseller, kadınlar, Kürdler, Alevîler vs.) kimlik olmaları hasebiyle, devletin hareket alanını daraltmak için önemseniyorlar.

Kimlik edebiyatı, kütleleri birey ölçüsünde bölüyor, onların ne’liklerini ve ne yaptıklarını önemsemiyor. Temelde bu edebiyat, kimlik dağıttığı her bir kompartıman sakinini trenin makinisti olan burjuvaziye tabi kılmak için var.

Tüm pratikler, özünde, burjuva siyasetinin tezahürleridir. Zira burjuvazinin ilericiliğinin mutlak ve kutsal bir ilke olarak alınması, döne dolaşa, burjuva siyasetinin, ona karşı mevzi ören sömürenlerin ve mazlumların içinde, gene burjuva siyasetinin güncellenmesinden başka bir şey değildir. Özetle, burjuvazinin mutlak ön, ileri hat olarak alınması, onun iktidarını yıkacak her türlü pratiği boşa düşürüyor. Boşa düştüğünü gören, gene burjuvazinin somut ve soyut birikimlerine sarılmak zorunda kalıyor.

Mısır’da darbe ve İhvan, tam da bu burjuva ilericiliği üzerinden tasnif ediliyor ve değerlendirmeye tabi tutuluyor. Darbeyi öne çıkartan, ABD emperyalizmine tüm kapıların açılmasına ses etmiyor, İhvan’a karşı olan, gene neoliberalizmin yolunu temizliyor. Sol, kitlelere havuç ve sopa arasındaki makul tercihi sunmanın adı.

* * *

İlerleme, en fazla, mevzilerin ilerlemesinde aranabilir. Yani düşmana karşı oluşturulan mevzilerin öne doğru, düşmanı geri iten, devrimci kitlelere serbestiyet alanı açan adımlar önemlidir. Tarihte “mevziler”in ileri gitmesi ile politik gerçeklikteki somut mevzilerin ileri itilmesi, ayrı şeylerdir. Bir ayaklanma pratiğinin bileşenlerinin en geri bilinçle, en gerici söylemlerle hareket etmesi değil, o bileşenlerin devrimci kolektif yürüyüşünün bizatihi kendisi önemlidir. Bilincin ve söylemin, hatta eylem biçimlerinin geriliği-ileriliği meselesi, devrimci faaliyette konu dışıdır. Aslolan, tüm bunların düşmana karşı örgütlenebilmesidir.

“Kuzey Amerika üniversitelerindeki alan araştırmaları bölümleri, Sovyetler Birliği’nin yayılmasını kontrol altına almak ve herhangi bir ilerici kurtuluş hareketinin tertibini engellemek için ABD’ye gerekli istihbarat ve stratejileri tedarik eden kurumlar hâline geliyordu. Bugün ise ABD’de bu alan araştırmaları bölümlerinin yerini, İleri Uluslararası Araştırmalar Okulu (SAIS), Washington Yakındoğu Politikası Enstitüsü ve Hoover Enstitüsü gibi think-tank’ler almıştır.”[1]

Haziran Direnişi’nden aylar, yıllar sonra yapılacak alan araştırmalarını bugünden yapan sol, bu açıdan, kendisini think-tank derekesine indirgemiş durumdadır. Alıntıda, Sovyetler yerine “direniş” pekâlâ konulabilir. Genel anlamda sol, Sovyetler’in “yayılması”na karşı olanların ideolojik iklimi içinde düşünmekte olduğundan, direnişin mevzi örmesi ve varolan mevzileri ileri itmesi, bu solla asla mümkün değildir.

* * *

Haziran Direnişi, sol için gericidir ve onun, solun kendi ilerici havuzlarına dolacak birkaç kişilik örgütlenme pratiği dışında, bir anlamı yoktur.

Bu durumun somut tezahürü, direnişin cephe gerisine çekilip Gezi’yi tohum gibi ülke sathına saçtığı forum sürecidir. Forumlar, solun think-tank’lerine ait bir çalışma olarak iş görmüşlerdir. Seçimlere kilitlenme, park merkezli olarak “doğrudan demokrasi”nin, yani burjuvaziden “ileri” olanın satılması ve bu malın mahallelere pazarlanmaya çalışılması, direnişin geri kabul edildiğinin kanıtıdır. Haziran kıyamını şu veya bu gerekçeyle (“ilk üç gün iyiydi!” lafı hatırlansın) gerici kabul edenler, tüketmişlerdir.

Bugün Haziran’ın Eylül’e bağlanmasına dair sözlerin ve vaatlerin hepsi boştur. Kimsenin böylesi bir niyeti bulunmamaktadır. Dar anlamda mücadele ve savaş gerçeği içi ve için düşünülmesi gereken forumlar ve park pratikleri, burjuvazinin gölgesinde dinlenenlere kucak açabilmiştir sadece. Maalesef bu dinginliği ve ölü toprağını direnişin kendisi de söküp atamamıştır. Solun burjuvalığına çarpıp geri dönen direniş, ilerleme hastalığına binaen, ertelemeciliğe hapsolmuştur.

* * *

Eylül, bağbozumu ve hasat ayıdır. Sol, meseleyi bu düzeyde ele alacaktır. Direnişin hasadını kampüslerde ve mahallelerde toplama yarışına girişecektir. Örgüt yayınlarının yarıştırılması bu yüzdendir. Ellerini ovuşturarak girdiği eylem sürecinden ellerindekini de kaybederek çıkacaktır.

Tam da bu momentte sınıf mücadeleleri gibi “gerici” söylemler, yerini “kültür çatışmaları” ve “yaşam tarzı didişmeleri” analizlerine bırakmaktadır. Amerikan think-tank’leri gibi bizim burjuva düşünce odaklarımız da direnişin ocağında yanmayı göze alamadıklarından, bu türden analizlere bağlanmış gözükmektedirler. En işçici bile, direnişi işçi sınıfının örgütlü kalkışması olmaması sebebiyle, dışarıdan, ağız bükerek, alaya alarak ve geride bırakarak anlayabilmektedir.

Direniş, doğalında, kendi kitap piyasasını da yaratmıştır. Bir meta derekesinde görülen direniş, içi boşaltıldıktan sonra, rafları ve tezgâhları süsleyecektir. Direnişle en fazla propaganda düzeyinde ilişki kurabilen solun eylemli ajitasyon ve öncülük vasfını edinmesi mümkün değildir. Zira sol, tam da bu vasıfların tasfiyesini ifade etmektedir.

* * *

Her solcu, kendi solculaşma ânını tarih, kendi varlığını toplum zannetmektedir. O ân mutlak kabul edilmektedir. Solculuk, o mutlak ânın süreklilikleştirilmesinden başka bir şey değildir. İlgili mutlak ânın her “yeni” ânda tekrarlandığı yanılsaması ya da tekrarlama iradesidir o. Kaçan ân, kaygıya neden olmakta, geç kalmışlık hissi ile solculuk ânı uhrevîleştirilmektedir.

Solcu, kendi solculaşma ânını tarih, o ândaki kendi varlığını toplum zanneder. Bu zan, doğalında, kişisel pratiğini ölçüt ve hiza hâline getirir. Sonuçta solcu, kitlesel başkaldırı, yürüyüş, hareket ya da eylem dâhilinde toplam fiziksel oluşu kendi fiziksel varlığına doğru daraltmak zorunda kalacaktır. Meslekî ideolojiler, bu daralmanın karşılığıdırlar. Genç hareketi eni sonu gençlik partisine, avukat avukat partisine, akademisyen akademisyen partisine doğru daraltacaktır. Kendi solculuğu ve “mutlak ân” putu neyi emrediyorsa, hakikati buna göre eğip bükecektir.

Meslekî ideolojiler, bu noktada işçicilikle komşudurlar. Zira işçilik de meslek olarak, meslek mertebesinde ele alınmaktadır. Onların kendilerini göstermeleri, ispatlamaları, kimlik kazanmaları, yer yurt bulmaları, hak istemeleri bir tür meslekî ideoloji olarak vücut bulmaktadır. Sonuçta “sosyalizm işçi sınıfının ideolojisidir” diyen sol özne için sosyalizm, basit bir meslekî ideolojidir. Teknik meseledir. Bu ideolojinin yandaşlarının yeni toplumsal hareketlere de işçi sınıfına yönelik muameleyi sergilemeleri kaçınılmazdır. Eski teorik kurguda işçi yerine kadın, eşcinsel, Kürd ya da doğa konulur, ama gene aynı şey yapılır.

Yeni toplumsal hareketler ezberinin “ezberleri yıkıyoruz” ilericiliği üzerinden konuşması, siyaseten herhangi bir sonuç üretmeyecektir. Bu “yıkıcılık”, karşı-devrimciliğin bir yansımasıdır. Söz konusu pratiklerin kendisini sola karşı “özgürlükçü sol” olarak kodlamasının nedeni, bazı solcuların mutlak ânlarını özgürleştirmek istemeleridir. Sonuçta Eylül’de hasat toplamaya kilitlenmiş olan sol, gene, bu direniş esnasında solculaşmış ve bu solculuğu kadir-i mutlak zannedenleri yanına çekebilecektir.

Mutlak ân, özne olmaktır. Tarih ve toplum bireye kapatılınca, bu özneliğin devrimcileştirilmesi, tarihsel ve toplumsal olanla ilişkilenmesi imkânsızdır. Ânı mutlaklaştırmak, özne olmak, ileride olma yanılsaması türetecektir. Bu yanılsama, gerçeğe girildiğinde, burjuvazinin ileriliğine sarılmaktan başka bir şey yapmayacaktır. Direnişte salt “liberalizm” görüp “bugün liberalleşmek gerek”ten başka bir şey söylemeyecektir.

Onca ilericilikten sonra, kronolojik düzlemde Haziran’ın “ilerisinde” olan Eylül, Haziran’ın gerisine düşmeye mahkûmdur.

Eren Balkır
14 Ağustos 2013

Dipnot:
[1] Hamid Dabashi, İran: Ketlenmiş Halk, Metis Yay., Çev.: Emine Ayhan, s. 144.

0 Yorum: