08 Haziran 2013

,

İsyan Devrimin Ruhudur

Mehmet’e, Abdullah’a ve nice barikat yiğitlerine…


“Gezi Parkı direnişi ile fitili tutuşan ülkenin sol sosyalist örgütleri, yaşanan gelişmelere hazırlıksız yakalanmışlardır” denilemez. Aksine bu örgütler, tümüyle bu tip durumlardan kaçmak ve kendi kovuklarına sığınmak üzere yapılandırılmışlardır.

Örgütlerin bu tip durumlara hazırlandıkları, ama bu somut duruma karşı hazırlıklı olmadıkları, iyi niyetli ama anlamsız bir tespittir.

Geçmişteki örnekler üzerinden düşünüldüğünde, böylesi bir kalkışmanın ateşi içinde doğmuş bir örgüt, bekası ve sürekliliği adına bu ateşi söndürmek zorundadır.

Diyelim, Gazi direnişinde bir ateş yakılmış, bir örgüt kendisini bu ateşin içinde bulmuş, ama sonrasında direniş “kendiliğindendi zaten” diye buruşturulup çöpe atılmıştır (MLKP -Kitlesini Arayan Parti).

Örgüt, ateşten kaçanlarca oluşturulmak zorundadır. Dolayısıyla, o ateşin içinde titizlikle korunması gereken bir komutan, ucuz bir ajanın ihbarıyla işkencede katledilmiştir.

Öğrenmemiz gereken ilk gerçek budur: örgütler, bu tip durumlarda kendilerini yıkıp, o durumların gereğince yeniden kurulmalıdırlar. Yıkımı ve kuruluşu tetiklemiyorsa, kalkışmaların, eylemlerin ve çıkışların kıymeti de yoktur. Bunlara göre ve bunlara bağlı olarak gerçekleşmiyorsa, yıkım ve kuruluş anlamsızdır.

Stalin’in zamanında Mustafa Suphilere dönük uyarısı da bu yöndedir. Stalin, “biz, dişimiz tırnağımızla, bin bir cefa çekerek yaptık bu devrimi. Siz ise hazıra konuyorsunuz. O nedenle, az bir insanla, az imkânla gidin Anadolu’ya” der. Bir iki moment dışında, sonrasında bu uyarıya hiç kulak asılmamıştır. Ne olursa olsun örgütün yaşatılmasına kilitlenildiğinden, mesele, belirli şahıslara bağlanmış, nesnel maddî gelişmeler, sıçramalar, kopuşmalar hep savuşturularak geçiştirilmiştir. Tarihe ait onurlu birçok isim ve olay, örgütlerin ve şeflerin hiç etkilenmeden, oldukları gibi yaşamalarını sürdürmeleri için istismar edilmiştir.

Bugünün direnişinde, bugün sokaklarda ve mahallelerde yanan ateşin içinde artık var olabilecek bir örgüt yoktur. Hepsi bu hardan, ateşten kaçmaya kilitlenmiş durumdadır. Hepsi, kendiliğindenlik eleştirisi çıkınını doldurmakla meşguldür. Verili ânı da kendi öznelliğini yaldızlayarak, reklâm ederek geçirmek derdindedir.

Yaşanan isyan, örgütlerin onlarca yıldır süren kalıplarında en ufak bir çatlağa bile neden olmamıştır. Sloganlar değişmemiş, örgüt anlayışlarında bir sıçrama olmamış, devrim muhayyile ve ufkunda en ufak bir derinleşme ya da genişleme yaşanmamıştır. Örneğin bir örgütün bir iki yıl önce yürüttüğü bir kampanyanın afiş ve dövizlerini alana getirmesi, saçmalıktır.

Bugün, geleceğin devriminin ruhuna ait bir huruc, sıçrama olarak yaşanan isyan, var olan bedene tutunmak zorunda kalmıştır. Oysa o beden artık bu ruha dardır.

Örgütlerin tertipledikleri konferansların ya da kongrelerin, o örgütlerin kadrolarını motive etmekten başka bir amacı bulunmamaktadır. Yani örgütler, belirli bir ateşin, direnişin, devrimci bir momentin gereğince kendilerini yıkıp yeniden kurmaya çalışmamakta, bu momentleri üç beş eleman devşirilecek havuzlar olarak görmektedirler. Kongre ve konferanslar, yıkıcı ve kurucu faaliyetin zorunlu sonucu değil, iç kliklerin tasfiyesi ya da dışarıya “ben varım” demeyle ilgili bir tercih olarak biçimlenmektedir.

Olayların zirveye ulaştığı hafta sonunda sendikaların genel grev kararı alamaması, örgütlerin mevcut zaaf ve marazıyla ilgilidir. “Politika için 24 saat uzun bir zamandır” sözü uyarınca düşündüğümüzde, koca bir kırk sekiz saat geçmiş, ancak cılız bir KESK eylemine tanık olunmuş, o da ancak Çarşamba gününe sarkıtılmıştır. Bu sendikaların arkasında kim, hangi örgüt varsa, bu ataletin ve apolitizmin ceremesini direnen kitlelere çektirmiştir. Bugün DİSK ve KESK’in arkasındaki sol örgütler, sokaktaki CHP kitlesinin bile gerisine düşmüştür. Bu utanç hepsine yetmelidir.

Örgütler, doğaları gereği, bu tür momentlerde yıkılıp kurulmak zorunda olduklarını bildiklerinden, gene doğaları gereği belirli bir direnç geliştirmektedirler. “Ulusalcılık”, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz”, “kendiliğindenlik”, “tekbir sesleri” vs. bahane ve mazeretten ibarettir. Hiçbir örgüt, verili cüssesiyle bu kalkışmayı karşılayacak ruha ve bedene sahip değildir. Bu ruh ve beden yoksa, örgütlerin de varlıkları sorgulanmalıdır.

Bu örgütlerden biri “boyun eğme!” demekte, buzdolabına kaldırdığı eski pilavını, kampanyasını ısıtıp yeniden millete yedirmeye çalışmaktadır. Oysa bu slogan, sloganı atanın gerçekte boyun eğdiğini, eylem alanlarından uzak kaldığını, direnişi örgütlemezliğini gizlemekten başka bir işe yaramamaktadır. Adana’da, İstanbul’da ve Ankara’da kimle konuşulsa, bu sloganın sahibi “parti”ye küfretmektedir. Bu küfür, boyun eğmişlikle ilgilidir. Ayrıca slogan, elitist yapısı üzerinden halkı küçük görmekte, pratikte halkın gerisine düşmekte, dolayısıyla yaşanan gerçeğe bağlı olarak, Zizek’in Hegel’den mülhem ifade ettiği biçimiyle, “öldüğünün bile farkına varamamaktadır.”

Ayrıca “boyun eğme” sloganı, ortalıkta boyun eğilecek bir gücün varlığını ön kabul eder. Aynı şekilde anarşistler ve anarşizmin bireyci edebiyatından kendince beslenmeye çalışan eski devrimci çevrelerin “halk, korku duvarını aştı” demesi de aynı yerde durur. Ortalıkta korkulacak bir şey yoktur. Birey korkar, halk korkmaz. Dolayısıyla, bireye kilitlenildiğinden, sadece ona seslenildiğinden ve bireyin psikolojisine bağlanıldığından, ortalıkta korkulacak bir güç olduğu sanrısı oluşmaktadır. Olmayan bir gulyabaniye ilişkin korku hikâyeleri üretilmektedir. Halkla, halkın iradesiyle ve halkın direnciyle rabıta kurulsa, bu türden kavramlar ve sloganlar asla dile gelmez oysa. Halk, korkunun olmadığı ya da varsa bile devrimcileştiği bir momenttir.

İslamcı çevrelerin tutumu, iktidarla kurdukları çıkar ilişkileri üzerinden anlaşılır bir şeydir. Kimi sosyalistlerin ve Kürd dostların “Mustafa Kemal’in askerleri” bahanesine yaslanmaları ise anlaşılır değildir. Bu tip dönemlerde nazlı gelin gibi “yerim dar, oynayamam” denilemez.

Bu kalkışmanın Cumhuriyet mitingleri ile benzeştirilmesi, apolitik bir tutumdur. Kaldı ki devrimci bir parti, Cumhuriyet mitinglerine bile müdahale edebilecek bir yarık bulabilmek zorundadır. Kuvayı Milliye söylemine karşı Kuvvayı Seyyare’yi çıkartmak, böylesi bir yoldur örneğin. Böylelikle Cumhuriyet mitinglerinin devrime sapan yolu zorla açılmış olur.

Öte yandan, bugün yaşananları Cumhuriyet mitingleri ile benzeştirmek, maddeye ve diyalektiğe aykırıdır. Bugün ağız bükülen bir kitle, o mitinglerde yapılamayanı, daha doğrusu, paşaların güdümünde olduğu için yaptırılmayanı yapmıştır. İradesini, öznelliğini askere, paşaya, bürokrasiye, Kemalist elitlere bağlamış kitle, artık zincirini kırmıştır. Onlara karşı beğenmezlik etmek, böylesi bir momentte ideolojik seçkincilik yapmak, yersizdir.

Ayrıca sol içerisinde Kemalist, ulusalcı, yurtsever bilcümle ideolojik süprüntüyü bugüne kadar taşımış koca koca örgütlerin bu momentte susmuş olmaları da tuhaftır. Asıl, onca ideolojik gevezelik, CHP’den rol çalma girişimleri, tam da bu tür kalkışmalarda anlamlıdır.

Aynı durum, devrimcilikle ilgili olarak mangalda kül bırakmayan yapıların bu momentte akim kalmış olmaları için de geçerlidir. Bu, örgütlerin kendilerini bu türden politik ve devrimci momentlere göre yıkıp yeniden kuramaması ile ilgili bir meseledir.

En basitinden, sakin zamanlarda Atatürk cumhuriyetine övgüler düzüp ikna edilmiş bir gençle bugün barikatlarda dövüşen genç arasında temel bir fark vardır. İlk genci örgüte almak kolaydır, ama ikincisi dövüşmüşlüğü ile örgütte hak ve pay isteyecek, eski dönemin şefleri buna direnç gösterecektir.

Bu örgütleri birey düzleminde eleştiriye tabi tutan anarşist ve/veya liberal çevrelerin “karşı olduğumuz güce benzemeyelim” ikazları, anlamsızdır. Şefler, iktidar birimleri, hiyerarşinin tepesindekiler birey ölçüsünde ele alınmakta, bunlarla bir tür idrar ve ideolojik rekabet içine girilmekte, aşağıdakilere de “aman öyle olmayın” denilmektedir. Bu ikaz, mevcut gücü ezecek, parçalayacak bir başka gücün oluşmasını engellemeye dönüktür. Aslında bu insanlardır benzemeye yakın, hatta benzemiş olanlar. Benzeme ihtimali olmayan proleter avama bu türden telkinlerde bulunmak, içimizdeki efendilerin ajanlığından başka bir şey değildir.

Sonuçta bu telkin ve ikazlar üzerinden anarşistlerin devrimle isyanı karşı karşıya getirmeleri, devrimde tahakküm ve iktidar kokan bir yan bulmaları, isyanı bireyi yücelttiği için önemsemeleri, değersizdir. Üstelik, ortalıkta devrimci ve iktidar hedefleyen bir örgüt yokken, bu türden anarşist eleştiriler, efendilerin propagandasından başka bir şeye hizmet etmezler.

Devrimi modernist, isyanı tarihsel olarak kodlamak, “kapitalizm koşullarında devrim olmaz, olsa da bu insana aykırıdır” demektir. Birey denilen burjuvaziye ait bir fildişi kulesinden konuşan bu çevreler, kan, ter ve barut kokan sokaklara efendiler adına, birey ölçüsünde, nizamat vermek için görevlendirilmişlerdir.

Tam aksine, isyan devrimin ruhu ise ve yaşanan bir isyansa, bu isyanın devrimle bedenlenmesinden bahsetmek gerekir. Bu açıdan, devrimcilerin, ruhuyla tarihi özdeşleştirip, onun derinliklerini keşfe çıkan Walter Benjamin’den öğreneceği bir şey yoktur. O kafa, bizi bugünün isyan gerçeğinden uzaklaştırır, sindirir ve tuz buz eder.

Kara kargacı Ramazan Kaya, ruhsal travmasını tarih zannedip, “bu isyan önceden patlak verseydi de Kürdler devletle barışmasaydı” demektedir.[1] Bu “şizofreni”den politika namına bir şey çıkmaz. Kaya’nın da böylesi bir derdi yoktur. O korkmakta, mizah ve hayal gücüyle gerçeği aşabileceğini zannetmektedir. Kendi korkusunu genele yaymakta, bunu da ağız kalabalığı ile süslemek niyetindedir.

Karganın Badiou, Benjamin, Deleuze gevezeliği dâhilinde esasta vurguladığı, olaysız bir bireysel varoluştur. Efendilerin bir olaydan sonra “şehir eski günlerine geri döndü” propagandası, Kaya’da ses vermektedir. O, bu tür olayları varlıksal arzuları ve heyecanları için bir âlet olarak kullanmak derdindedir. Sırf bu nedenle olayın devrimci bir dönüşüme hizmet edebilme ihtimaline düşmanca saldırmaktadır.

Sömürü ve zulüm koşullarında iktidarı almaksızın bir dönüşüm yapılabileceğini söyleyenlerin cümlesi, düşmana hizmet eden sefil liberal bireylerdir. Yataya alabildiğine önem ve değer veren, tepesindeki balyozu estetize edip, millete kabul ettirir.

Taksim’in devlet tarafından boşaltılması, diğer alanlara, sokaklara daha fazla vurabilmek içindir. Orada Kaya gibilerin gördüğü romantik komüncülük kendi ilişkilerini üretirken, başka yerlerde kan akmaktadır. Kanın üretebildiği tek sanat eseri de kızıl bayraktır. Onun da burjuvazinin surlarına dikilmedikçe herhangi bir kutsal, ezelî-ebedî değeri yoktur.

Burada ulaşılmaz ve hatta sırf ulaşılamaz olduğu için âna dayatılan acayip devrimci ölçütlerin halesine de kapılmamak gerekir. Bayrak üzerinden ilerlersek, bugün TC bayrağı bile sokak direnişlerinde hepimizin gözüne başka görünmelidir. Kavga, çentiğini atar, müdahalesini yapar ve oradaki hilâl ve yıldız, bu sefer bizim öznelliğimizde bir araya gelir.

Tarihin bireyin ruhsal hezeyanlarından, ruhundan ayrı, gayet somut ve maddî bir doğası vardır. Gezi Parkı’nda Boğaziçili gençlerin çok sesli koro dâhilinde söyledikleri Bolu türküsü, “Entarisi Ala Benziyor”, işgal döneminde kullanılan ilk millî marştır, İstiklâl Marşı’nın ilk örneğidir aynı zamanda.

Yani onca emperyalizm edebiyatı parçalayanların bugün görmedikleri, tarihin bu canlı doğasıdır. İlim âlime malum ise, bu tarihsel ve toplumsal gerçekleri görecek özneye ihtiyaç vardır demektir. Bugüne dek emperyalizm teorileri parçalayan ekiplerin bugün nisyana gömülmeleri anlaşılır değildir.

Mesele, halkın coşkun akan selini gerekli bentlere yönlendirmekse, bu, ancak iktidar perspektifi ile mümkün olabilir. Lenin’in devrim için sarf ettiği cümle, “dün erkendi, yarınsa geç olacaktı” ile tekrar düşünüldüğünde, dün ulusalcılık, anti-emperyalistlik, AKP eleştirmenliği, düzen karşıtlığı yapmak nafileydi. Bunlar bugünün isyanında varsa anlamlıdır, kıymetlidir. Bu anlam ve kıymet de iktidar mücadelesi verilerek anlaşılabilir.

Son not olarak şu tespit yapılabilir: birçok çevrenin beğenmediği, “içimize girmiş ajan” muamelesi ile yaklaştığı, burjuva ideolojisinin tasallutu altında, laikliğin yarattığı alerji ile kör baktığı Anti-kapitalist Müslümanlar basit, ama önemli bir politik ders vermişlerdir.

Eylemcilerin Beşiktaş’taki camiye sığınmaları olayına ilişkin olarak, Ülke TV’de yayınlanan programında Ersoy Dede camideki bira kutusunun fotoğrafını kendi arkadaşlarının çektiğini söylemektedir. Bu, aslında o bira kutusunun camiye nasıl girdiğini de açıklamaktadır. Ersoy Dede, bira kutusunun kendilerince konulup fotoğraflandığını ikrar etmektedir.

AKP basını, bu kutuyu kendi tabanını kışkırtmak için kullanmıştır. Anti-kapitalist Müslümanlar ise esasen teorik olarak pek sıcak bakmadıkları, İslamî açıdan eleştirdikleri bir konuyu, yani Miraç Kandili’ni Gezi Parkı’na taşıma kararı almışlardır. Hamle yapma imkânlarını ve reflekslerini yitirmiş solun bu politik adımdan öğreneceği bir şeyler olmalıdır.

Eren Balkır
7 Haziran 2013

Dipnot:
[1] Ramazan Kaya, “Gezi Parkı’nın Çağırdığı ‘Devrim Hayaleti’ Üzerine,” 6 Haziran 2013, Post-anarşizm.

0 Yorum: