“Ülkesine hizmet edene diktatör diyorlar.” Bu söz,
Tayyip Erdoğan’a ait. Ona göre, kendisine “diktatör” diyenler, üç beş çapulcu.
Ne tesadüf, Hüsnü Mübarek’in son sözü de böyle bir şeydi. Muhtemelen ağzına
siyanür hapını atmazdan önce Hitler de benzer bir cümle kurmuştu.
Şimdi Tayyip Erdoğan, kendi kitlesini mobilize etme
yönünde tehditler savuruyor. Uşakları, emniyet ve hukuk alanında sopanın
kendilerinde olduğunu söyleyerek, ona destek çıkıyor. Oysa böyle bir kitle yok.
Faşist devletin birkaç kurumundan gayrı geriye kalan bir şey yok. Bu açıdan,
Tayyip’te sembolize olunan devlet yapısı, ideolojik planda bir yere
hapsedilmemelidir. Tayyip’e saldırmak dolaylı ya da doğrudan, o devlete
saldırmaktır.
Saldırana, savaşana ise “halk” denir, Tayyip’in “1
milyon”undaki gibi, bol sıfırlı rakamlara değil. Halk, öfkeli ve dertlidir,
öfkesini, derdini silâha dönüştürendir, üç kuruşa satılmışlar, halk olarak
tanımlanamazlar.
Halkın bu kendiliğinden öfkesi, her tür ideolojik
refleksi içermektedir. Bizim de tek tek karşı ve hatta düşman olduğumuz
unsurlarla bugün, altını çizerek, bugün, omuzdaş olmakta bir beis
yoktur. Bu ideolojik reflekslerin ağaları, para babaları, şefleri ile bir tür
münasebet kurmanın bugün anlamı bulunmamaktadır. Bu türden bir münasebet, bizi
onlarla aynı düzlemde olmaya mahkûm edecektir. Mesele ise o düzlemde
ilerlememektedir.
CHP, “bu bizim eylemimiz değil” demektedir. Tayyip
Erdoğan, “MHP ve BDP’nin bu işe bulaşmadığını” söylemektedir.
Tayyip Erdoğan, aldığı seçim zaferinin kendisine her
şeyi yapma yetkisi verdiğini söylemekte, ama nasıl oluyorsa “diktatörlüğün”
kanında, cibilliyetinde bulunmadığını da iddia etmektedir. Diktatörlük,
iktidarın nasıl oluştuğu değil, nasıl işlediğiyle ilgilidir. Yapılan eylemler
had bildirme amaçlıdır, ötesi yoktur.
Bu iktidarla ya da CHP ile aşık atmak, âşık olmakla
sonuçlanacaktır. Bu meyle itiraz etmek zorunludur. Bir tür siyaset alanında
durup bu çekilen hudut konusunda rekabet içine girmek, rekabet edilen özneye
tersten benzemekle sonuçlanacaktır. Yani şehirli orta sınıfların dertleri ve
öfkesine bakma istemi, onları yönlendirmekle değil, bu isteme teslim olmayla
sonuçlanacaktır.
CHP’nin ve türevlerinin varlığı eleştirilirken,
belirli bir mülkiyet ve rekabet güdüsüyle hareket edilmektedir. Sokakta,
çatışma ânında, bugünde, eylemin hakikatinde CHP’li diye bir şey yoktur. Bu
anlamda, BDP’nin Kürd’e düşman unsurların varlığını bahane ve mazeret olarak
öne sürmesi anlamsızdır, tam anlamıyla siyasetsizliktir. Bugün bir AKP’li
bakkal, eylemcilere kızarak, “dağdakilerle barış yapıldı, şimdi de şehre
indiler” demektedir. Oysa ortada, bu şehrin yeni “gerilla”larının başına
geçecek ne bir BDP ne de HDK mevcuttur.
Sırrı Süreyya’nın ilk planda lafı gediğine koyma
üslubu, “CHP ambulans arkasından giden taksici” benzetmesi hoştur, ama rekabet
edilecek ve onunla aşık atılacak güç, CHP değildir. HDK, kentli orta sınıfların
öfkesine yoldaş olma imkânını kaçırmıştır. Oysa kitle, medya sansürü ve polis
zorbalığı üzerinden Kürd’le empati kurabileceği bir zemine gelmiştir. En Kürd
düşmanı bile buradaki bir omuzdaşlığı reddetmeyecek noktadadır. Tam da bu
kesimlerin AKP diktatörlüğüne karşı mücadelede gerekli samimiyet ölçütü bu
olacaktır. Ama HDK ve BDP, burjuva siyasetinin ılıman limanlarına demir atmayı
tercih etmiştir. Burada AKP ile “mağdur edebiyatı”nda ortaklaşılmamalı,
mağduriyete dair edebiyat, her politik momente dayatılmamalıdır.
Bugün en geniş planda halk, barikatı, maskeli yüzleri,
banka camı kırmayı, yürümeyi, kaçmayı, taktiksel toplaşmaları, kendiliğinden
öfkenin yönlendirilmesini, ortaklaşa duruşu, dinlenmeyi, dayanışmayı,
yardımlaşmayı ve daha birçok şeyi öğrenmiştir. Kimileri ise aşık atarak siyaset
yapayım derken bu gerçeğe sırtını dönmüştür.
CNN’in Türk olanı sansürlü iken orijinali epey bir
görüntü paylaşmıştır. Bu görüntü ve yorumlarda isyan, ısrarla “seküler” olarak
nitelendirilmiştir. O nedenle, rakamlardan ibaret kitlesine gaz verirken Tayyip
Erdoğan, “Taksim için cami” sözü vermektedir. Oysa bu yalandır.
Seküler, kilise dışı halka işaret eder. Aslında
çatışmanın bir tarafında ne bir halkçı diğer tarafında da bir din vardır.
Burjuva partileri, demokratik özerklik, âdem-i merkeziyetçilik, isterse faşizm
şeklinde olsun, verili mutlak iktidar ilişkileri içinden ve üzerinden
düşünmektedir. Dolayısıyla, bu noktada siyaset bir tür pazarlık biçiminde
ilerlemektedir. Şehir merkezlerinde direnen halkın bu pazarlığa kul edilmemesi
zorunludur. Halkın iradesini (narodnaya volya) özgürleştirip
örgütlemeden çoğunluk (bolşevik) olmak, çoğalmak mümkün değildir.
Temelde muhtelif ideolojik reflekslerin kadir-i mutlak
olarak alınıp karşıya atılması bu tür momentlerde bir anlam ifade etmez,
etmemelidir. Bu ideolojik reflekslerin her biriyle ya da hepsiyle belirli bir
rekabet ve mülkiyet ilişkisi kurmak yerine, öne geçip belirli hedefler
doğrultusunda yönlendirmektir aslolan. Bu noktada, kendiliğindenliğin girdabına
kapılmamak ve onun tüm imkânlarını sahih, açık ve somut hedeflere odaklamak
gerekir.
Özünde birkaç günde yurt sathında süren eylemler,
devrim muhayyilemizi derinleştirmiş, devrim ufkumuzu genişletmiştir. Mesele,
gerçekleri o muhayyile ve ufuk üzerinden dönüştürmek, dönüşümü mevcut muhayyile
ve ufka yansıtabilmektir.
Eren Balkır
2 Haziran 2013
0 Yorum:
Yorum Gönder