Bugün
Sünni politik İslam içinde oldukça tuhaf şeyler yaşanıyor. Ondaki dinsellik
giderek dışsallaşmış, görünür kılınmış ve neredeyse sekülarize dışsal bir
perspektif hâline gelmiş durumda. Bir yandan toplumsal hayır işleriyle
bağlantılı, bir yandan da (örneğin İslamî kıyafetin giyilmesi ve dindarlığın
kamusal planda sergilenmesi gibi) İslamî “kimliğin” ortaklaşmış dışavurumu ve
metinlerle kanunun dışsal yönüyle ilişkili. Ama öte yandan da Müslüman
Kardeşler (İhvan) gibi kimi hareketler, giderek artan ölçüde, seküler modernite
ile kavgalı bir yerde konumlanıyorlar. Bu da günümüzde, Ortadoğu’da olup
bitenlere ilişkin batılıların genel kavrayışına ait izahattan azade, temel bir
önerme olarak öne çıkıyor.
Ancak
daha yakından bakıldığında, bu önermenin esasen hatalı olduğu görülüyor. Son
yıllarda hâkim Sünnî İslamcılık, seküler moderniteyi terk edip kendi iç kutsal
mekânına çekilmek şöyle dursun, yeni bir millî ve toplumsal yüzey inşa
edilmesinin bir aracı olarak iş görüyor. İnternet çağının sosyal medyası
üzerine kurulu olan ümmet, nihayetinde, Müslüman toplumlarda modern İslamî
devlet anlayışının gerçekleşmesini sağlıyor.
Bu
amaca ulaşma konusunda İhvan ve onunla müttefik olan hareketler batılıları
şaşırtan işlere imza atıyorlar. Bu kesim, esas olarak İslam’ı ideolojiden
arındırıyor. Yani İhvan, pek dikkat çekmeyen bir biçimde, ama bile isteye,
İslam’ın düşünce geleneğinden kopuyor, bunu da kendi namına, tanımsız, muğlâk,
öğreti dışı bir ideolojik çerçeve tesis ederek yapıyor. İlgili kesim,
ideolojiden arındırılmış toplumsal çerçeveyi pragmatik ve seküler adımların
atılmasına imkân veren bir şemsiye olarak kullanıyor. Burada dikkat edilen ana
husus, öğreti dışı sosyo-ekonomik sonuçlara ulaşmak ve seküler iktidarın
gerçekleşmesi için en iyi güzergâhı takip etmek oluyor.
Şia
ve Sufi muadillerinin aksine bu Sünnî akım, “batınîlik” (içsellik)
diyebileceğimiz şeyden, yani insanın içinden doğan bilginin fiilîleşmesi
yaklaşımından kendisini keskin bir biçimde ayırıyor ve kolektif politik eylemin
dışsallaşmış İslam’ını tesis ediyor. Bu İslam hususunda esas olarak seküler bir
eğitim almış İslamcılar, yeni İslamî toplumsal yüzeyin oluşması amacına dönük
olarak “modernitenin araçları”nı ele geçirdikleri için kendileriyle gurur
duyuyorlar.
Esasında
hâkim Sünnî İslamcılık, temelde kendisini batı modernitesine değil, Şiîliğe
karşıt olarak tanımlıyor. Bu da kendisinin batıya uzanan yola girmesi için
gerekli kapıları açıyor. Bir yandan da Selefîliğe ait seyreltilmiş İslamî
semboller demetini kendi dinselliği ile ilişkilendiriyor. Paradoks da tam
olarak burada: Sünnî İslamcılık, bir yandan moderniteye ait unsurları mülk
ediniyor, ama bir yandan da kendisi giderek Selefîliğe doğru kapanıyor.
Arap
“uyanış”ında Sünnî İslam’dan dünyevî iktidarın politikasına ilişkin çok şey
işittik, ama bu uyanışın metafiziksel anlamlarına dair edilmiş tek bir lafa
rastlamadık. Burada uyanış, esas olarak 1979 İran Devrimi’ndeki uyanışa zıt bir
anlam ihtiva ediyor, zira bu devrimde İran halkı, kendi ıstırapları (“Her gün
Aşura”) ve mevcut yönelimlerine (Adaletin simgesi olan Mehdi’nin geri dönüşü
için iç mekânlarını temizleme) ilişkin belirli bir metafiziksel izahat
bulabilmişlerdi. Sünnî uyanışı ise neredeyse tümüyle dışsallıklara, politik iktidar
meselelerine ve iktidarın alınmasına kilitlenmiş durumda.
İçsellik
ya da batınîlik derken, nesnelerin dışadönüklüğü şartı üzerinden, dünyanın
gerçek manada tecrübe edilemeyeceği ya da bilinemeyeceği anlayışına işaret
ediyorum. Bu anlayış, görünür dünyayı biçimlendiren güçlerin, modellerin ve
anlamın görünmeyen dünyasına odaklanıyor. Bu noktada insanların kendilerini
bilmeleri ve kendilerinin dünyayla ilişkilerini daha eksiksiz bir biçimde
anlayabilmeleri için dünyanın (ve kendi ruhunun) iç boyutuna nüfuz etmeleri
gerekiyor. İslam içindeki en güçlü görüşlerden biri, örneğin, iç ve dışın
arasındaki gerilimlerin belli bir uyum içinde tutulması gerekliliğinden söz
ediyor. İç ve dış, birlikte bütünlüğü teşkil ediyorlar.
Dolayısıyla,
önümüzdeki soru şu: İslam’ın dışsallaştırılması ile ilgili deney bizi nereye
götürür? Bu deney, örneğin İhvan’ı bazı ülkelerde iktidara taşıdı ve Türkiye’de
elinde tuttuğu iktidarın pekiştirilmesine katkı sunuyor. Sünnî İslamcılık,
bugün bir dizi seküler iktidarı ele geçirdi ve ileride muhtemelen bunlara
birkaç tanesi daha eklenebilir. Ancak süreç içinde batının da şevkle arzu
ettiği üzere, daha çok sayıda Müslüman’ın “sekülarize bir İslam”a doğru
yönelmesine yol açacak kaygan ve eğimli bir hat oluşmuş durumda. Hayatın ve
devletin seküler bir temelde inşa edilerek zamanla özel ve ihtiyatlı bir
biçimde dillendirilen bir kurguya indirgenmesi ve temelde metafiziğin kamusal
hayattan kovulması gibi bir ihtimal oluşuyor.
Başka
bir ihtimal daha var. Sünnî İslam, günümüzün karmaşık toplumlarını yönetmede
mündemiç olan halk rızası yaklaşımından geri adım atarak, görece daha Selefî
bir tarzda otoriter bir eğilim içine girebilir ve zamanla Körfez’deki mevcut
destekçilerinin otoriter dünya görüşüne zamanla daha fazla ram olabilir (Pew’in
yakın döneme ait anketine göre, Mısırlıların %61’i Mısır’da Suudî tarzı bir
yönetimin olmasını tercih ediyor.). İhvan, ideolojik olarak Selefîliğe
birçoklarının umduğundan daha yakın. Tabiî İhvan deneyiminin bir ânda boşa
çıkması ve başkası ile ikame edilmesi de mümkün. Hâsılı, batıda ileri sürülen,
yönetime katılmanın “ılımlılaşma”ya yol açtığı tezi belki de doğru.
Sara
Roy’un Hamas and Civil Society in Gaza [“Hamas ve Gazze’de Sivil Toplum”
- Princeton University Press, Princeton ve Oxford, 2011] isimli çalışması,
Sünnî İslamcılığın yaşadığı önemli ve şaşırtıcı değişime dair dolaylı bir
izlenim sunuyor. Kitabın niyeti, günümüz Sünnî İslam’ının analizini yapmak
değil. Çalışma, temel olarak Sünnî İslam içindeki söz konusu deneyin Gazze’de
nasıl başarılı olduğuna ilişkin put kırıcı kimi düşünceler takdim ediyor.
Roy’un amacı, Hamas’ı terörist bir örgüt olarak tanımlayan medyadaki hâkim
yaklaşıma karşı çıkmak. Bu yaklaşıma göre, mevcut tüm İslamî kurumlar, terörist
gayretlerin bir “kılıf”ı olarak iş görüyorlar.
Sara
Roy, Hamas’ın askerî kanadının uyguladığı “terörizm”e karşı nefretini dosdoğru
dile getiriyor ve sahip olduğu seküler dayanakları veya arka planı hiç mi hiç
gizlemiyor. O hâlde Roy’da mevcut olan ve Filistin’de İslam temelli politik bir
gündem için takdir gören herhangi bir desteğin bulunmadığına dair uzlaşmazlık
üzerine kurulu değerlendirmesine bir ölçüde müsamaha göstermek mümkün. Roy’un
kendi deneyimine göre, Filistinliler gayet sekülerler ve Hamas’ın 2006’daki
seçim zaferi hareketin politik ideolojisinin başarısız (ama toplumsal hayır
işleri ile ilgili çalışmalarının başarılı) olduğunu gösteriyor. Roy’a göre,
Hamas gerçek manada iyimserliğe yol açma konusunda ya da halkın bilincini
dönüştürme bağlamında, hem politik hem de toplumsal açıdan başarısız.
Ancak
İslamî STK’lar hususunda Roy meselenin özüne iniyor. Bu noktada, kimsenin
beklemediği ve batıda birçok insanı şaşırtan bir resim çiziyor. Tespitine göre,
Hamas’la bağlantılı kurumların genel niteliği, en azından programları
bağlamında, aşırı ölçüde apolitik ve alabildiğine seküler. Roy’a göre, bu
kurumlar sahip oldukları öğretiye ya da politik yönelimin aksine, gayet esnek,
açık ve hoşgörülüler. Kitap bu açıdan Filistin’deki sivil toplumun temelini
teşkil eden İslamî kurumların daha dışa dönük ve genele hitap ettiğini
söylüyor.
Dolayısıyla,
Filistin’deki İslamî toplumsal aktivizme ilişkin batıda hâkim anlayış, “aşırı
ölçüde basitleştirici, klişe ve pratikteki mevcut gerçeklere aykırı” bir
nitelik arz ediyor [Hamas and Civil Society in Gaza, s. 186]. Bu
anlayış, bilindiği üzere, Filistin’deki İslamî toplumsal aktivizmi alabildiğine
edilgen olan insanî yükünü radikalizme ve yıkıcı şiddete taşıyan bir taşıma
bandı olarak tasavvur ediyor. Gene gayet put kırıcı bir başka müdahale ile Roy,
bu kurumların eğilip bükülmeyen bir öğretiyi millete aşıladıkları tespitinin
gerçek dışı olduğunu söylüyor. Hamas’ın etrafında toplaşmış tüm bu kurumlar
esasta “bir hayat tarzı” olarak İslam’a bağlılar. Bu kurumlarda söz konusu
hayat tarzına ilişkin yorumlar epey farklılık arz ediyor ve mevcut kuruluşlar
“farklı diller konuşan bir dizi kurumu ve bireyi içine alan, birini diğerine
dayatmayan bir yapı arz ediyorlar.” [A.g.e., s. 186-187].
Roy,
bu çalışması esnasında Hamas’ın politik yapısı ile söz konusu kurumlar arasında
belirli bağların bulunduğuna dair herhangi bir delil sunmuyor. Bu yardım
kurumlarının programatik çalışmalarında politika ya da dine meyleden herhangi
bir ideolojik eğilime de rastlanmıyor. Roy esas olarak hedefe küçük adımlarla
ulaşma, ılımlılaşma, nizam ve istikrar lehine olan dogmatik ya da kaba biçimde
ideolojik olmayan bir yaklaşıma tanık oluyor.
Peki
neden böyle? İhvan hareketi içinden çıkmış olan Hamas, İslam’ı her şeyi kuşatan
bir sistem, karşılıklı ilişki içindeki şebekelerden müteşekkil dinamik bir alan
olarak görüyor. İslam ona göre, politikanın, eğitimin, ahlâkın, ekonominin ve
toplumsal faaliyetin içinde eridiği ve insanı sağlamlaştıran bir pota. Bu, tam
da klasik İslamcı düşünce biçimi. İyi ama İhvan bu yaklaşımın ötesine geçiyor
ve insanî dönüşümün ahlâkî rahmi olabilecek, dışsal bir düzlemde gerçekleşen
bir toplumdan ya da toplumsal aktivizmden söz ediyor. Kimileri bu yaklaşımda,
insanın dünyevî görev aşkının ya da Rahmete uzanan yol dâhilinde hayatının
içindeki dünyevî emeğin takip edilmesini öngören püriten Hristiyan değer ve
inançlar sistemini bulabilir.
İlk
Müslüman cemaatlerini teşkil eden Müslümanların “tüm zamanların en iyisini
tecrübe ettikleri” anlayışına ve esas olarak Hadis’e dayanan Sünnî algısı,
Sünnî İslam üzerinde gayet güçlü bir etkiye sahip. Bu algı, İhvan’a kendi
ideolojisini, bir tür İslamî demokrasi nosyonunu inşa etme imkânı veriyor.
İlgili nosyon, bir yandan “modernite”ye uygun düşüyor bir yandan da kökünü
İslam’dan alıyor. Bu vizyonda ilk İslam toplumu temelde (günümüzün sivil
toplumuna benzer) çoğulcu bir sivil toplum olarak takdim ediliyor ve bu
toplumun Medine’nin muhtelif topluluklarını “ümmet” adı verilen tek bir
toplumsal cemaatin içinde bir araya getirdiği söyleniyor.
Dört
halife dönemindeki ilk İslam toplumuna dönük güçlü bağlılık üzerinden İhvan,
toplumun hâkimi olarak hükümranlığın muhafazası değil, yasamayla ilgili bir
anlayışa doğru evriliyor. Bu anlayışın ana eksenini ulema teşkil ediyor.
Topluma bağlı bir yapı arz eden ulema şeriatı yorumluyor ve böylelikle
yöneticinin sınırlarını belirliyor, öte yandan da yöneticiye halkın iradesini
taşıyan ve bu iradeyi müdafaa eden bir işlev görüyor. Ulemanın kanunlara
ilişkin görüşleri ancak toplum nezdinde geniş planda kabul gördüğü takdirde
ağırlık kazanabiliyor. Söz konusu anlayış dâhilinde “toplum” ve entelektüel
liderler meşru bir otorite için gerekli kaynağı teşkil ediyorlar. Dolayısıyla,
entelektüel liderler hükümetten görece daha fazla öneme sahip oluyorlar. Tüm
“devlet” sisteminin kalbi tam da bu liderlerde atıyor.
Kimilerinin
iddia ettiği üzere, böylesi bir sistemin ilk Müslüman toplulukları içine çeken
şiddetli kargaşa ortamının tarihsel bağlamı üzerinden “muhayyel” addedilip
addedilmemesinin bir önemi yok. Kendi özgün otantikliği ve otoritesine bağlı
olan Selefîliğin aksine reformist İslamcılık, söz konusu ilk dönem İslam
toplumunu kendi İslamî demokrasisinin temeli olarak kabul ediyor. Reformist
İslamcılık, ayrıca ümmetin inşası ve nihayetinde İslam “devlet”inin
fiilîleşmesi için toplumsal yüzeyin ve buradaki kurumların inşa edilmesi
gerektiğine inanıyor.
Her
ne kadar birçok ismi ve hareketi etkilemiş olan Seyyid Kutub’a göre, şeriat
herhangi bir yasama meclisine ihtiyaç duymayan bir sistem tesis etse de Hamas’a
göre, bu sistemin, bir devlet konseyi ya da şura aracılığıyla ifadesini bulan
İslamî ve kanunî gelenekler yanında, batılı bilgi kaynakları ve kanunî
sistemlerle zenginleştirilmesi gerekir.
Sara
Roy’un kitabında tarif ettiği, Hamas’ın toplumsal yüzeyin inşası pratiği, yani
dava (İslamî çağrı) örgüt için İslam’ın gerçekleşmesine imkân veren bir eylem
biçimi hâline geliyor. Yani dava, bu noktada dindarlığın dünyevî ve meslekî
etkin bir toplumsal aktivizm üzerinden fiilîleşebileceğini, hatta fiilîleşmesi
gerektiğine ilişkin anlayışın bir tür kanunlaşması olarak vücut buluyor.
Gazze’deki toplumsal yüzeyde faal olan liderler, genelde Mısır ve ABD’de
seküler eğitimden geçmiş erkek ve kadınlar. Bu kişiler doktor, diş doktoru,
eczacı ve mühendis olup bir süre sonra Gazze’ye geri dönmüşler.
Bir
grup olarak bunlar belirli bir İslamî eğitimden mahrumlar, ama dindarlıklarını,
doğrudan “yapmak” üzerinden oluşan bir güzergâhı takip ederek
gerçekleştiriyorlar. Bu yapma eylemi, politik ya da toplumsal bir aktivizm
biçimi alabiliyor. İslam’dan türemiş herhangi bir metafiziksel içsellik ve
içsel bilgiden ziyade, belirli bir dışsallık ve eylemsellik üzerinden hareket
ediyorlar. Şiî İslam’ı da aynı şekilde toplumsal aktivizme vurgu yapıyor, ama
kendi bilincinde ve bilgisinde belirli bir dönüşümü gerçekleştiren ve toplumu
başka bir varlık ve bilinç tarzına “yükselten” bireylerin topluma tohum ekmesi
ve onu kâmil kılmasını da şart koşuyor.
Genel
yaklaşımın tersine, 1928’de İhvan’ı kuran Hasan Benna, Kur’an okumanın
ötesinde, esas olarak İslamî düşünce geleneğinin titizlikle okunması gerektiği görüşüne
karşı çıkıyor. Dahası, fıkıh ekollerinin faydalı olup olmadığını tartışıyor. Bu
dinî eğitimin verilmemiş olması İslamcı mahfillerde bir ayak bağı olarak
görülüyor. Zamanla İslamcı liderlerin “modernitenin araçları”nı
kullanabilmeleri için seküler ve bilimsel eğitimin gerekli olduğu anlayışı
zuhur ediyor. “Müslümanların pratik ve dünyevî meseleleri”ni ele alırken
İslam’ın yorumlanabilmesi için seküler araçlara başvuruluyor [Leyla Ahmed, A
Quiet Revolution (“Sessiz Devrim”), Yale University Press, 2011, s. 99].
Birçoklarınca
epey saygı gören, Sudanlı İslamcı lider Hasan Turabi, entelektüel gelenek
içindeki uzmanlığa dönük küçümsemeyi paylaşıyor ve tüm bilgiler ilahi ve dinî
olduğuna göre, bir kimyacının, mühendisin, ekonomistin ya da bir hukukçunun da
eş ölçüde ulema olarak kabul edilmesi gerektiğini söylüyor.
Hamas’ı
ve İhvan’ı içine alan mevcut Sünnî fikriyat ise İslam’ın kendi içine kapalı bir
tanımının ya da yorumunun olamayacağını iddia ediyor. Bu geleneğe göre, İslam
kapsamlı bir biçimde pragmatik ve seküler bir dizi teşebbüs içine girme
noktasında açık bir “çerçeve” olarak iş görmeli. Roy, bu hususta şu sonuca
ulaşıyor:
“Bu bağlam dâhilinde
Hamas’ın içeriden dışarıya doğru seyreden bir tür sekülarizm ifa ettiği
söylenebilir. İslamcıların hâkim olduğu toplumsal sektörde dinî ya da ideolojik
bir saflık veya tutarlılık gözetilmiyor. Aksine, İslamcıların sosyo-ekonomik
değişimi bir ölçüt belirledikleri hayır işlerinin tatbiki, son süreçte
derinlemesine yargılamaya tabi tutuluyor.”
İhvan,
İslam’ın resmî düşünsel yapısını, kimsenin pek fark etmeyeceği bir biçimde,
“dağıtıyor” ve sonrasında da Hasan Benna gibi ele avuca sığmaz bir simanın
zihin dünyasından türemiş bir güç olarak İslam’ı yeniden toparlıyor. Bu noktada
ilk Müslüman toplumların “sanal” imajı tam manasıyla kopya edilmiyor, bunun
yerine geçmişe ait pratikler kadar modernitenin (en iyi) pratiklerinden de
türetilmiş bir bileşim meydana getiriliyor.
Yola
bir Sufi tarikat üyesi olarak çıkan İhvan’ın kurucusu Benna’nın koşullara göre
değişen nitelikleri sebebiyle Sufi ya da Selefî olduğu tam anlamıyla
saptanamıyor. Söz konusu bulanıklık, büyük ölçüde kastî. Bu noktada Benna’nın
amacı, İhvan aracılığıyla, İslam’ın kendi teolojik farklılıklarını doktriner
olmayan yeni bir “kimlik” arkasına “gömebileceği” büyük bir “İslam milleti
çadırı” kurabilmek. Böylelikle İslam’ın tüm özgül taahhütleri dışsallaşacak,
dindarlık, kolektif hayat tarzı ve kıyafet dışa açılacak.
Bahsi
edilen bulanıklık, hareketlere temeller üzerinden sağa sola kıvrılarak ilerleme
imkânı verir; öte yandan hareket, Benna’nın sufi öncellerine çoğulculuğa dönük
değerler ve inanç sistemine ait belirli bir gösterge olarak işaret etmeyi
sürdürür. Şurası açık ki, pratikte mevcut muğlaklık, karşıt yöne doğru yaşanan
bir kaymayı örtbas eder. Heterojenliğin ve çoğulculuğun yapraklarındaki azalma,
Suriye hükümeti ile yaşadığı çatışma dâhilinde, Suriye İhvan’ının diğer muhalif
gruplara yönelik imtiyaz ve salahiyet iddiasında tam anlamıyla belirgindir.
Benna’nın
ilk özgün niyeti, seküler batıya muhalif, görünür, dışrak bir İslamî kimlik
oluşturmaktır. Bu kimlik, tüm millî sınırları dikine kesecek, egemenliklerin ve
liderlerin başları üzerinde bir tür kemer hâline gelecek ve yeni ümmete kimlik konusunda
muhtaç olduğu zemini verecektir. Böylesi bir süreç üzerinden yeni ortaya
çıkacak “millet”, Şeriat kanunlarınca idare edilen, İslamî hükümetin
kurumsallaşması için hazır hâle getirilecektir. Elbette “kimlik inşası”, her
zaman gerçek politika düzleminde gerçekleştirilebilir. Söz konusu inşa, fıtrî
özbenliğin üzerindeki kılıfın kaldırılması arzusu içindeki İbn-i Sina’nın
özbenlik meleği için verdiği mücadeleden çıkartılan kimi dışsallıklarla ilgili
bir meseledir.
Tam
da bu noktada önemli bir değişim yaşanır: “büyük çadır”ın altında İhvan,
sessizce ama kasten öteki kutba, yani Sünnî İslamcılığın kendisini tarif etmek
için bulmaya çalıştığı aşikâr kimliğe doğru yönelir. Hareket, Müslümanlara
aidiyet fikri vermekten vazgeçer ve özsaygı ile değerlerin geri kazanılmasını
salık verir. Bu, batılı fikriyatın ezici paradigmasına karşıt bir yönelim
olarak savunulur. Karşıt kutba odaklanmak, İhvan’ı Sünnî dinî bloğun liderleri
olarak iktidara gelebilmeleri için onu yeniden biçimlendirir.
Bu
bağlam dâhilinde din içindeki birçok kişi, yeni bir ümmetin inşa edilmesi
anlayışını bugün açıktan dizginlemeye çalışmaktadır. Çok azının tevhidin
simgesi olarak ümmetle belirli bir meselesi vardır. Mesele, aslolarak tam da
ümmetin hegemonik bir amaca sahip olduğu noktada aşikâr hâle gelir.
Dolayısıyla,
İhvan ve Suudî Vehhabîliğine ait selefîlik yöneliminin arasındaki hasımlık
üzerine düşünen ve dışarıdan gözlem yapanlar tuhaf bir izahat getirmektedirler.
Başlangıçta konuyla ilgili tespitler kesinlikle doğru değildir, zira Suudî
Arabistan ile ilişkiler asla soğuk olmamıştır. Gerçek şu ki Benna’nın “zahirî”
ilk cemaat anlayışı ve Vehhabîlerin aynı dönemi lâfzî manada taklit etmeleri,
köklerini aynı öncülde bulur: ilk cemaate ait pratikler, ilk dönem entelektüel
ve felsefî geleneğe sahip olduğu batınîliğe ait imalarla birlikte, İslamî
siyasete pratiğinin çeşitliliği üzerinden baskın gelmiş olan bir meşruiyet ve
otorite bahşeder. Kısacası, her iki yönelim de esasta varsayılandan daha çok
yakındır birbirlerine. Sahip oldukları ortak yönler (kelimenin tam manasıyla)
İslam’ı anladıkları yol olan köktencilikte temellenmektedir.
Bu
amaçla Sünnî kimliğin karşıt kutbu batılı kültürel hâkimiyetin içine sinsice
sokulur ve Şiîlik ve Benna’nın başlarda ait olduğu sufi tarikatları da içerecek
biçimde, entelektüel bir gelenek olarak kalan İslamî tüm diğer yönelimlere
karşıt bir yerden tanımlanır.
Elbette
İhvan ile belirli selefî gruplar arasında gerçek kimi gerilimlerin olduğuna
şüphe yoktur: İhvan, sosyal adaleti benimsemekte ve “toplum”u otoritenin
meşrulaştırıcısı olarak görmekte, dahası, Suudîlerin mutlakiyetçi monarşiye
dönük ısrarlarına karşı çıkmaktadır. Ancak bu farklılığa karşın İhvan, geçmişte
ortak kimi teşebbüslerde (selefîler olarak) Vehhabîlerle işbirliğine gitmiştir.
Bugün bile İhvan, Vehhabî olan diğer monarşiyle, yani Katar’la, Ortadoğu’da
İhvan’ın hâkimiyetini tesis etmeye dönük ortak hedef doğrultusunda,
Katarlıların milyarlarca dolarlık finansmanı ile yeni bir hegemonya tesis etmek
için bir kez daha ortaklaşa çalışabilmektedir.
Selefîler-İhvan
işbirliğine ait ilk olayın tarihi 1954’te Cumhurbaşkanı Cemal Abdünnasır’ın
suikastına kadar uzanır. Bu teşebbüs esnasında İhvan, mevcut Mısır hükümetinin
bir parçasıdır. Olayın ardından İhvan yasaklanır, liderleri tutuklanır ve
binlerce destekçisi hapse atılır. Zulüm, tutukluluk, işkence ve idamlarla geçen
ömründe İhvan elliler ve altmışlar boyunca yoğun bir şiddete maruz kalır. Bu
dönem boyunca İhvan liderliği sürgündedir. Önemli bir bölümü, kendilerini sıcak
karşılayacak olan Suudî Arabistan’a ve Körfez ülkelerine gider.
Aynı
dönem boyunca, “Soğuk” Savaş süresince bile, Nasırcı Mısır ile arası bozuk olan
Suudî Arabistan bölgede yeni bir güç olarak ortaya çıkmaya başlar. Elde ettiği
servet üzerinden Suudî Arabistan ellilerde ilkin Nasırcı sosyalizmin altını
oyup onu yıkmak için çalışma yapar. Nasırcı sosyalizmin monarşi karşıtı
söylemini krallık için tehditkâr bulan Suudîler, kendilerine ait, Müslüman
dünya genelinde geleneksel otoriteye tam bağlılıkla ilgili Vehhabî yönelimini
her yere yaymaya çalışırlar.
1962’te
Suudî Arabistan “İslamî Dünya Birliği’ni [Rabitatü’l Âlemü’l İslamî]
kurar. Buradaki niyet, içinde İhvan’ın da temsil edildiği, “Baasçı rejimlere
karşı çıkan “İslamî bir blok” teşkil etmektir. [Reinhard Schulze ve Gabriele
Tecchiato, Muslim World League, Oxford İslamî Dünya Ansiklopedisi
içinde, Oxford Islamic Studies Online]. Muazzam parasal kaynaklarla bu birliği
destekleyen Suudîler, Nasır’ın sosyalist söylemine onun şahsiyetini hedef alan
bir retorik ve eleştiriden müteşekkil bir bent kurarak cevap verirler. Sürekli
Nasır’ın hükümetinin devrileceğine dönük bir umut beslenir. Ancak Suriye’de
İhvan’ın Baasçı hükümete yönelik düşmanlığı propagandanın ötesine geçmiştir ve
1964 yılında dinî bir savaş hâlini almıştır.
Seküler
Baasçılığa karşı geliştirdiği cevap, Müslümanlar arasında kurulması gereken
kimlik zemininin sosyalizm değil, ancak İslam tarafından tesis edilebileceği
ısrarı üzerinden temellendirilir. Buna göre Müslümanlar, politik faaliyet
içinde kendi kimliklerini ancak İslam dâhilinde sağlama alabilirler. Ne var ki
önemli ölçüde söz konusu birlik, ancak Mısır’daki zulümden kaçıp Suudî
Arabistan’a gelmiş olan İhvan üyelerinin yeteneklerine ve insan gücüne sırtını
yaslamak suretiyle davasını gütme imkânı bulur.
Dolayısıyla,
Birlik kaynaklarınca desteklenmiş ve bugün belirli bir söylem tsunamisini idare
eden İhvan üyeleri esas olarak Mısır’ın “kâfir” cumhurbaşkanını
değersizleştirip itibarsızlaştırmak gibi bir amaç güden bildiriler ve medya
araçlarından beslenmiştir. Bugün de söz konusu iki güç Doha ve Riyad ile
birlikte Suriye Cumhurbaşkanı Esad’ı devirmek için ittifak kurmuşlardır.
Bu
nedenle, bugün Suriye’de yaşanan mevcut kargaşa, tarihsel kökenleri 1947’de
Suriye Baas Partisi’nin kuruluşuna kadar uzanan, İslamcılarla
milliyetçi-seküler Baasçılar arasında yaşanan uzun ve belki de en kanlı savaşın
son halkası olarak görülebilir. Bugün İhvan ile Körfez Devletleri’nin ana
amacı, Suriye’de iktidarı almak ve Müslüman Dünya Birliği’nin kurucu
hedeflerinde tahayyül edilmiş olduğu biçimiyle, yeni bir Sünnî blok tesis etmek
için kilit önemde olan Suriye’yi yeniden yapılandırmaktır. Geçmiş ile bugün arasındaki
ana farklılık ise, saldıranların bugün “Şiî bir azınlık” üyesi olarak Esad’a
dönük mezhepçi bir yaklaşım içinde olmaları ve İran liderliğindeki Şiî
bloğundan (Esad ve Alevîler Şiî bir yönelime aittirler.) kimi tehditlere maruz
kalmalarıdır. Oysa altmışlarda ve yetmişlerde esas olarak hükümetin seküler
oluşuna vurgu yapıldığı görülmektedir.
Suriye’deki
mevcut çatışmanın derin kökleri İhvan’a yönelik gerçekleştirilen üç ana şiddet
eylemine dek uzanır: ilki kırkların sonunda, ikincisi 1964’te Hama’da, üçüncüsü
de gene Hama’da 1982’de cereyan etmiştir. Bugün bu süreç, Esad’ın iktidardan
indirilmesine dönük bir mücadele ile zirveye ulaşmış durumdadır. Ancak gene de
60 yıl boyunca Suriye’de İhvan tarafından sergilenen sekülerizm düşmanlığı
üzerinden bakıldığında, İhvan’ın “büyük çadır” denilen çoğulculuğa ne denli
bağlı olduğu sorgulanmak zorundadır.
Burada
da Sünnî İslamcılığın son dışavurumu dâhilinde yaşanan müteakip değişimlerin kendilerini
ele verdiğine tanık oluyoruz: Suudî Arabistan’ın ve İhvan’ın ortaklaşa
kurdukları bu yeni İslamî kimlik, batı paradigmasına, ardından da Nasır ve
Baasçıların “kâfir ve seküler sosyalizmine” karşı muhalif bir kutup olarak
tarif edilmişti. Ancak Suudî ve Körfez ülkelerindeki İran karşıtı mezhepçi
retoriğin etkisiyle Sünnî İslamcılık denilen kimlik giderek Sosyalist Arap
Cumhuriyetleri ile sembolleştirilmiş batılı seküler ideolojiye değil, basit
anlamda Şiîliğe karşıt bir kutup olarak tarif edilmektedir.
1973’te
Arap petrol ambargosunun petrol fiyatlarını hızla yükselttiği dönemde
İslamcılık üzerine çalışmalar yapan bir akademisyen olan Gilles Kepel,
petrodolar akışının Suudîleri Müslüman dünya üzerinde hegemonya tesis etmeye ve
dünyaya kendisine ait Vehhabî yönelimini yaymaya dönük “eski hırs”larının
peşinde koşmaya ittiğini söyler [Gilles Kepel, Jihad: The Trail of Political
Islam (“Cihad: Politik İslam’ın Yolu”), çev. A. Roberts, Belknap Press of
Harvard University Press, Mass., 2000, s. 69]. 1973 sonrası Müslüman Dünya
Birliği’nin faaliyetleri katlanarak artar: Suudîlerin gayretkeşliği tüm dünyayı
kuşatır. Kepel’in gözlemine göre, Suudîlerin hedefi, İslam’ı “selefîleştirmek”
ve bunun yanında, “din içinde mevcut olan çok sayıdaki ses”i Suudî Arabistan’a
ait “tek bir itikat”a indirgemektir [Jihad: The Trail of Political Islam,
s. 70-73]. Kısacası burada amaç, İslam’ı, Suudî Kralı’nın otoritesi altında
katı bir biçimde örgütlenmiş dogma ve ritüeller bağlamında, ilk dönem
cemaatlerden devşirilen semboller dizisi ile sınırlamaktır.
Dolayısıyla,
tüm Müslüman dünya genelinde cami inşaatlarına selefîliği teşvik eden metin ve
öğretilerin dağıtılması eşlik eder. Bu muazzam çabadaki ironi ise şudur: tüm
dünyaya yayılırken söz konusu öğreti, Sünnî İslamcılığın, özellikle üyeleri
Suudî Arabistan’ın küresel projesinin yayılması ve gelişmesi için önemli olan
İhvan’ın öğretilerinden etkilenmektedir. Kepel’in ifadesiyle, “İhvan, politik
çıkarlarını Suudîlerin petrol boru hatlarına zerk etmiştir.” [Jihad: The
Trail of Political Islam, s. 173]
Kepel’in
tarifiyle, Suudî Arabistan’daki ikametleri süresince İhvan krallık adına
kontrol ettiği uluslararası örgütler üzerinden çalışma yürüterek, kendilerine
ait küresel genişleme programlarını yürürlüğe koymuş, aynı zamanda Suudîlerin
ilk selefî cemaatlerin “saflığı”na dönme ısrarını dönüştürerek, onların
yüzlerini çağdaş demokrasinin tuzaklarına halkı davet etmeye dönük ideolojik
ihtiyaçlarına denk düşen, “toplum”un önceliği meselesine çevirmeyi
başarmışlardır. Ancak bu “yüz dönme pratiği”, zamanla işverenlerinin
çıkarlarının altını oymuştur!
Suudîler,
İhvan’ın gerçekleştirdiği manipülasyonda mevcut olan tehlikenin elbette ki
farkındadırlar. Ancak muhtemelen tehlikenin ne denli kapsamlı olduğu çok geç
fark edilmiştir. Suudîler için İhvan’ın “ellilerde ve altmışlardaki” olayların
ironik biçimde terse döndüğü koşullarda Suudî Arabistan’ın birçok İhvancı
aydını hapse atmasına karşın, Körfez otokratlarının ayaklarına yapışmaktan
kurtarıp mevcut Arap “uyanış”ını mülk edinmesine mani olma noktasında
muhtemelen çok geç kalmıştır. Bugün Suudîlerin hapishanelerinde 26.000
civarında politik tutsak bulunduğu söylenmektedir.
İhvan’ın
bu “pragmatizm”i bugün ilkin Nasırcı ideolojiyi kuşatıp ardından İran’ı
zayıflatmak için tüm Suudî çabalarını tutarlı biçimde destekleyen bazı
batılılara uygun gelebilir. Belki de batıda kimileri “uyanış”ın “sağ”a (yani
batı yanlısı bir yöne) kaydığını söyleyenlerin sözlerinde, İhvan’ın İslam’ı
“ideolojisizleştirme” girişiminin ve onun sekülerizmin mevcut yönlerini mülk
edinme arzusunun Sünnî İslam’ın batılı “değerler”e doğru kayışına ilişkin
işaretler olarak görüldüğüne dair bir mana vardır.
Esasında
İhvan’ın programatik olarak seküler olduğunu ileride ispatlayacak olması
kuvvetle muhtemeldir. Bunun bir delilini Gazze’deki Hamas vermektedir. Ancak
İhvan’ın mantığı, Selef’e (mütedeyyin ecdada) ait biricik ama dar anlamda
kavranmış bir otorite ve sembolizm üzerinden, yön değiştirmeye işaret
etmektedir. Bu, esas olarak batılı değerlere değil, selefî cemaate dönük görece
daha katı ve asla esnemeyen bir yoruma yönelinmektedir. Ayrıca Körfez’de
görüldüğü üzere, hem sekülerizmin hem de otoriteryanizmin birlikte zuhur
etmesine tanık olmamız da mümkündür.
Ama
idealize edilmiş “sosyal” cemaatler, karmaşık, çoğul, modern millî devletlerde
kolayca somutluk kazanamaz. Sara Roy’un üzerinde durduğu nokta da tam olarak
burasıdır: Tüm çabalarına rağmen Hamas, Gazze’deki mikrokozmos içinde İslamî
yönetimi somutlaştırmaya dönük halk içinde baskın bir arzu üretememiştir.
Ayrıca örgütün günümüz Mısır’ının görece daha karmaşık makrokozmosu içinde
işlemesi de pek mümkün değildir.
İslamcı
entelektüel çerçeve olarak Medine toplumunun soyut bir yeniden inşası Mısır
halkını yaşadığı sıkıntılardan kurtarma konusunda başarısız olması, kendi görev
süreleri dâhilinde Sünnî İslamcılığı görece daha sert ve olduğu gibi kavranmış
bir otorite ve saflık anlayışına sürükler mi? İlk aşamada güç işe yaramazsa
daha fazla güç için talepte bulunulur, eğer “model” başta işe yaramazsa o vakit
daha fazla “model” arzulanır. Nihayetinde İhvan tarzı Sünnî İslamcılık, giderek
selefîlikle kaynaşacağı bir noktaya ulaşabilir ve modelin teşkil ettiği
otoriteye, sahip olduğu ruha nazaran, daha fazla bağlanır.
Tasdikli
dinî sembollerin (Selef) idealize edilmiş bir uzak geçmişe ait soyut saflığa
daha fazla eklemlenmesine dönük üst seviyede yapılandırılmış bir tecrübeye daha
fazla vurgu yapıldıkça, görece daha acil dinî tecrübeye pek bir alan
kalmayacaktır. Sonuçta “saflığa” atıfta bulunmak, tarihsel bir okuma değil,
yapılandırılmış bir mabettir. “Ali’nin partizanları”, sonradan Şia mensubu
olanlar, başlangıçtan beri oradadırlar ve hep zahirîlikle batınîlik arasında
belirli bir gerilim vardır.
Ancak
Hamas’ın halkın bilincini değiştirmede başarısız olduğu iddiasına dayanan
önemli bir mesele vardır karşımızda. Eğer Roy kendi bulguları açısından haklı
ise, sosyal aktivizmi değerli görülüp takdir edilen İhvan, insanların bütünsel
dönüşümüne etki etme noktasında, başarısız olmuş demektir: süreç, Hamas’ın
bütün sembolizmi ile “yaşayan bir İslam”la doğrudan ve kendiliğinden
yüzleşmesine ilişkin bir sonuç doğurmamıştır. Hamas, Gazzelilerin
varoluşlarındaki çoraklığı, anlamsızlığı ve kaygılara karşı bir sığınak teşkil
etmemiş, bu hususları gidermemiştir. Hamas halkı, kelimenin tam anlamıyla,
politik açıdan “özgürleştirememiş”tir. Ancak öte yandan görünen o ki örgüt bu
işi metafiziksel açıdan da başaramamıştır.
On
dokuzuncu yüzyıl sonunda yaşanan ilk Arap Rönenansı, Cemaleddin Afganî gibi
isimler şahsında, İslam içre batınîlik ve zahirîlik denilen iki kutup arasında
belirli bir dengeyi muhafaza etmeye çalışmıştır. Ancak bugün söz konusu deneyin
tekilliği, sadece sekülerizmin mevcut yönlerinin plansızca edinilmesine değil,
ayrıca İslamî dindarlığın, şahsîleştirilmiş dinî tecrübenin ikamesi olarak
Selef ile onlara ait metinlerle az sayıdaki “tasdiklenmiş” sembollerden
müteşekkil bir zeminden yeniden canlandırılmasına dönük gayretlere
dayanmaktadır.
Hayır,
Sünnî İslamcılık ilk dönem Vehhabîlikle kurulan ortaklık üzerinden sadece
sufiliğe ve Şiîliğe muhalif bir unsur olarak kendisini tanımlamamış, o ayrıca
batınîliğe de itiraz etmiştir. Bu, Suudîlerin sufilikle birlikte batınîliği
sembolize eden ve zamanla solup gideceği düşünülen Şiîlerle aralarındaki geçici
bir tepkinin ürünü müdür, yoksa bu eğilim Sünnî İslam içinde faal olan, görece
daha kapsamlı bir dinamiğin alâmeti midir?
Alastair Crooke
14 Kasım 2012
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder