19 Mart 2013

Zencî Kölelerin İsyanı

Savaş bir kez ilân edilir edilmez, (ehil bir asker) o kıymetli vaktini takviye beklemekle heba etmez […] aksine, hiç gecikmeksizin düşman cephesini yarıp geçer. Bu, tavsiye edilmeyecek kadar cüretkâr bir siyasetmiş gibi görünebilir, ancak tüm büyük stratejistler göstermiştir ki zaman, sayısal üstünlük ya da en ince hesaplamalardan daha değerlidir.

[Sun Tzu, Savaş Sanatı]

Giriş

Sınıf düşmanımıza tencere, tava ya da mutfak lavabosu fırlatmak suretiyle kaç tane hakiki manada proleter isyan başlatıldığını görmek, gerçekten de heyecan vericidir. Zencî Kölelerin İsyanı (MS 869-883) böylesi mütevazı koşullarda başlamıştır. Ellerinde çubuk, iki at ve üç kılıçla yeryüzünün lânetlileri, Kutsal İslam İmparatorluğu’na ve köleliğe karşı savaş ilân etmişlerdir.

Zencî İsyanı’nı diğer muhtelif köle ayaklanmalarından ayıran şeyi tek başına isyancıların mücadelesinin uzunluğu ve sayısı ile tespit etmek mümkün değildir, zira bu noktada yönetici sınıfa üstün gelme ve eldeki yeteneğin sergilenme süresi dikkate alınmak zorundadır. İsyancılar, ne yapılması gerektiğini doğaları gereği bilmektedirler. Bu, niceliksel kıyaslamaların yanlışa sevk edici olduğu koşullarda, isyancıların sahip olduğu sayının küçümsenmesi anlamına gelmez. 

Spartaküs İsyanı üç yıl sürmüş (MÖ 73-71) ve yaklaşık 120.000 köle ile yürütülmüştür. Buna karşın Zencî İsyanı 500.000 gibi bir rakama ulaşmış, isyancılar, etrafı kuşatılmış bir devleti on beş yıl süresince ayakta tutmayı bilmişlerdir. Belki de bu isyanın Hollywood’a malzeme olmamış olması, gerçek manada gizli bir lütuftur, zira Hollywood, doğası gereği, sınıflı topluma karşı proleter direnişi öldürmek ve hafızalardan silmek gibi bir eğilime sahiptir. Dolayısıyla, biz 21. yüzyıl proleterlerine düşen, bin yıldan fazla bir zaman önce bizden ayrılmış akraba ruhların zamanını ve dünyasını yeniden yaratmak olmalıdır.

Dolayısıyla, akıllı bir general, düşman üzerine baskın yapmayı aklına koyar. Bir araba dolusu düşman erzakı elindeki erzakın yirmi katına denktir.

[Sun Tzu, Savaş Sanatı]

Askerî Yön

Sömürücülerine karşı silâhlanır silâhlanmaz isyancılar, düşman arazisine gece baskınları yapmada ve silâhlara, atlara, yiyeceklere ve dost kölelere el koymada mahirleştiler. Baskın sonrası intikamı ertelemek maksadıyla her şeyi yakıp yıktılar. On beş yıllık ayaklanma süresince isyancılar, kuşatma mancınıkları, ateş topu fırlatıcıları, hızlı iki tekerlekli savaş arabaları ve çok başlı oklar gibi o dönemin tüm teknik imkânlarını edindiler. Düşmanın ilerleyişini durduracak sağlam, su kanalları ile içten kuşatılmış kalelerle, hızlı açılıp kapanan köprüler inşa edecek ve insanları iç kaleye çağıracak haberleşme hatları kuracak uzman mühendisler yetiştirdiler.

Belki de Spartaküs’ün yenilgisinden dersler çıkartarak, isyancılar denizi göz ardı etmek suretiyle ellerini kollarını bağlamak istemediler. Savaş ve yük gemilerine sahip oldular. Sadece tek bir savaşta Halife’nin donanmasını yenip 24 gemiye el koydular. Gemiler, kaptanlar tarafından birbirlerine zincirlenip savunma becerisini artırmak için kullanıldılar! Râfiî, bugün bize abartılı gelecek bir ifadeyle, Zencîlerin donanma gücünün 1.900 gemiye kadar ulaştığını söylüyor!

Ülkenin genel çehresi, ülkedeki dağlar, ormanlar, tuzaklar, uçurumlar, bataklıklar ve taşkın bölgelerine aşina olmadıkça bir orduyu yürüyüşe geçiremeyiz.

[Sun Tzu, Savaş Sanatı]

İslam İmparatorluğu ve Irk

Abbasî İmparatorluğu (MS 750-1258) kârını sürekli artırmak için aşama kaydeden bir medeniyet olma fikrini kısa sürede kavradı. Köylü göçleri ve tekrarlanan seller yüzünden giderek bataklık bölgesine dönüşmüş olan Fırat-Dicle deltası, yoğun emek aracılığıyla diriltilmeye çalışıldı. Zengin arazi sahipleri, “gelgite maruz kalan araziyi ekilebilir kılmak şartıyla yüklü miktarlarda yardımlar aldılar.” [1]

Bu amaç doğrultusunda Zencîler, ya da başka bir ifadeyle, Doğu Afrika kökenli siyah köleler ithal edildi. Giderek “Zenc” terimi, belirli bir coğrafî bölgeyi tanımlamak için de kullanıldı ve aynı zamanda köleleştirilebilir barbarları etiketlemek için devreye sokulan “serbestçe yüzen” bir kavram hâline geldi. Barbarlık ile ilgili bu yaklaşım, o günlerde köleliğin meşrulaştırılmasını kolaylaştıran bir etmen olarak iş gördü.[2]

Yabancı kölelerin İslam İmparatorluğu’nda sayıca baskın hâle gelmesi, İslam’ın evrimindeki ironik bir tuhaflığın sonucuydu. Oryantalist Bernard Lewis, makul ve açık kimi ifadelerde bulunur bu konuda: “Kur’an, ırkçı ya da deri rengine ait bir imtiyaza ilişkin hiçbir şey söylemez.”[3]

Esasında toplumsal manada dışlama hususunda sadece “mümin/kâfir” ölçütünü kullanan İslam, deri rengi bağlamında ırka ilişkin herhangi bir anlayış öne sürmez. Ama bu, İslam’ın renk körü olduğu anlamına da gelmez (örneğin bkz.: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye sizi halklara, kabilelere ayırdık. Açıkçası Allah katında en değerliniz, Allah bilinciyle en çok yaşayanınızdır. Allah her şeyi biliyor, her şeyi duyuyor; bundan hiç şüpheniz olmasın.” [Kur’an, 49:13.]. Kur’an’ın önyargıdan muaf oluşu, ırkî bilinçten ziyade kabilevî/etnik bilince sahip olan İslam öncesi Arapların yaklaşımlarını yansıtır. Ama gene de bu noktada Pers yayılmacılığına dönük bir tepki olarak İranlıların “hakaretamiz bir ifade ile “kızıl insanlar” olarak anıldıklarına da şahit olunmuştur.

Başlangıcından itibaren köleliğe dönük ikiyüzlü bir yaklaşım hüküm sürdü. Peygamber’in bile köle sahibi olduğu ve köleliğin zenginleşmenin bir aracı olarak kullanılmasına izin verdiği dönemde, bir yandan da (savaş süresince ya da haraç olarak kullanılması haricinde) mevcut köleleştirme pratiklerini yasaklayan İslam içi insanî bir eğilim de mevcuttu. (Bu yasaklar, savaşlarda ve haraç olarak edinme düzleminde geçerlidir.) Bu sayede ekonomik üretkenliğin insanların daha fazla metalaştırılmasına yol açan köle ithaline ihtiyaç duyduğu ve daha fazla köle bulmak için yeni savaşların fitilini ateşleyen köleleştirmeyi meşrulaştırıcı ırkçı bir ideolojinin tesis edildiği diyalektik bir döngü ortaya çıktı.

İslamî hümanizm ise kölelik kurumlarında kendisini inkâr ederek yüzlerce yıl hükmünü sürdürdü. Söz konusu dikotomiyi geçici de olsa aşma imkânını ise Zencîler bulacaktı. Sonrasında bu hümanizmin mevcut genel emtia üretimi sisteminin bir tür hayırseverliğe doğru yozlaşmasına mani olunamadı. Paul Mattick[4] hümanizmin doğulu muadiline kıyasla daha kötü bir biçimde gözden düştüğü ve çarpıcı sonuçlara ulaştığı Avrupa arenasına ilişkin geçerli kimi genellemelere ulaşmaktadır:

“Burjuvazinin kendisini güvenli bir ortam içinde tesis etmesiyle, hümanizm, sermaye oluşum sürecine eşlik eden toplumsal sefaletin etkilerinin azaltılması adına bir tür yardımseverliğe doğru yozlaşmıştır.”

İslamî burjuvazinin hükümranlığı aksak, istikrarsız ve görece daha az emniyetliydi. Avrupa feodalizmine karşı “batı” burjuvazisinin kazandığı kimi savaşların bir biçimde onun “doğulu” muadili tarafından yaşanması gerekiyordu. Sonuçta İslam aydınları arasında hümanist bir gelenek varlığını muhafaza etti. Bu, (burjuva) tasavvufun İslam toplumlarında neden hâlâ güçlü bir akım olarak hüküm sürdüğünü de açıklıyor.

Eldeki kölelerin çoğunluğunun yerele ait unsurlar olduğu Roma İmparatorluğu ile bir kıyaslama yapıldığında, kölelerin getirilmesi için uzun mesafelerin katedilmesi gerekliliği, İslam içinde köle ticaretinin görece daha sofistike bir hâl arz etmesine neden oldu. Lewis’in hatırlattığı üzere, fetih, ticaret ve hac aracılığıyla İslam, ilk gerçek evrensel medeniyeti tesis etmişti. Burada kullanılan “medeniyet” kelimesinde herhangi bir ahlâkî anlam yoktur ve tümüyle öncekilere kıyasla daha fazla artı değer üreten belirli bir sistemi ifade etmektedir. Bunun dışında, İslam’ın evrenselci iddialarının ondaki sınıflar ve cinsiyetler arası eşitsizliği sistematik biçimde örten “muhayyel bir cemaat” olarak ümmete dayandığını söylemek mümkündür. Muhayyel bir cemaatin hayatta kalabilmek için dış düşmanlara ihtiyacı vardır ve tam da batılı muadili gibi böl-yönet taktiğine başvurur. Ancak müteakip halifelerin emekçileri milliyet esasına göre bölme politikalarına karşın köleler arasındaki uluslararası dayanışma zamanla zirveye ulaşır.

Eskilerin tabiriyle, akıllı bir savaşçı sadece savaş kazanan değil, savaşı kolayca kazanma noktasında öne çıkabilendir.

[Sun Tzu, Savaş Sanatı]

İsyan

Her ne kadar isyanın fitilini, Mezopotamya’nın bataklıklarında ve tuz madenlerinde, özellikle Basra civarında çalışan Afrikalı köleler yakmışlarsa da bunlara zaman içinde diğer köleler, serfler, köylüler, zanaatkârlar, bedevî Araplar, azatlar ve tarihin karanlık, tekinsiz geçitlerinde gizlenen ve zarar ziyan peşinde koşan ayaktakımına mensup çeteler de dâhil oldular.

Hoşnutsuz isimlerden biri, Persli Ali Razi, söz konusu isyanın lideri hâline geldi. Kendisine Zencîlerin dostu manasında “Zangiyar” denilen Razi, müritlerine yeryüzünde cennet vaat ediyor ve halka açık yargılamalarda köle sahiplerini şiddetli bir biçimde cezalandırıyordu. Gizli ilimlerle ilgili bilgisi ve usturlaptaki uzmanlığı onun doğaüstü güçlere sahip olduğunun düşünülmesine neden oldu. Bu hiç garipsenmemelidir, zira Spartaküs için de benzer güçlere sahip olduğu iddia edilmiştir:

“Her şeye kanan Elen tarihçi Plutarch’a göre, Spartaküs uyurken etrafını yılanlar sarıyormuş, kâhin olan karısı o henüz daha köle iken sahip olduğu büyüklükten dem vuruyormuş.” [5]

Razi de köleleri makul kimi argümanlar üzerinden ikna edip safına kattı. Konuşmalarında kölelere sürekli, eğer onların güvenini boşa çıkartacak olursa, kendisini tereddüt etmeden öldürmelerini söylüyordu Razi’nin verdiği sözün Karbonariler gibi diğer gizli cemaatlerdeki benzeri yeminlerden görece daha hakiki olduğu kesindir.

Esasında isyanın elde ettiği başarının Razi’nin liderliğine dayanıyor olması hareketin zayıflığının önemli bir nedeniydi. Bu noktada geçmişteki birçok mücadelenin karizmatik bir lidere sırtını yaslamanın sıkıntısını çektiğini söylemeye gerek bile yok. (Elbette bazı aptallar, Subcommandante Marcos, Che, Malcolm X, Bakunin ve Lenin gibi isimlerin karizmasına kendilerini güvende hissetmek için hâlâ ihtiyaç duyuyor olabilirler. Bu sorun zaman içinde hallolmuşsa da gene de tümüyle aşılabilmiş değil.) Örneğin İlk Sicilya Köle Savaşı (MÖ 134-129) büyü yapma becerisi olduğu iddiasıyla itibar kazanmış olan Suriyeli isyancı Kral Eunus’un yükselişine tanıklık etmiştir. MS 866’da gerçekleşen ilk kapsamlı Zenc isyanının lideri de Afrikalı Şerih Habeş’tir. Üç yıl sonra Zencîler lider olarak Ali Razi’yi seçerler. İsyanın kişiliğinin damgasını taşımasından dolayı onun üzerinde durmak gerekmektedir.

Kale-şehir Muhtariye’den (Otonomya) iki halifeye ve bir dizi talihsiz generale saldırıp onları yendiler, güçlerini ve prestijlerini artırdıkları dönemde camileri yerle bir ettiler. Slavery and Human Progress [Kölelik ve İnsanî İlerleme] isimli çalışmasında David Brion Davis, Zencîlerin kayıtlı tarihte ilk “ada” toplumunu kurdukları sonucuna ulaşıyor: “Ada toplumundan kasıt, koruma altındaki, kendine yeterli kaçak kölelerin teşkil ettiği toplumdur.” Oysa Zencîlerin tartışmalı kabul edebileceğimiz bu alıntıda varsayılandan görece daha hırslı oldukları aşikârdır. Zira batılı akademisyenler, bizim gibi paranoidlere şüpheli gelecek biçimde söz konusu mücadeleleri çok küçük gösterip marjinalleştirebilmektedirler. Davis de böylesi bir yanılgı içerisindedir. Aslında Muhtariye, belki de ancak (kral iken köle olmuş) Aristonicus’un (MÖ 130 civarı) “şehre gelen tüm köleler azat edilecektir” diye beyanname çıkarttığı Güneş Ülkesi Heliopolis ile kıyaslanabilir. Muhtariye, Heliopolis’in yeniden bedenlenmiş hâlidir. Civar ülkelerdeki Türk, Slav, Persli ve Arap köleler bu bayrağın altında toplanmış, devrimci terörün hüküm sürdüğü on beş yıllık dönemin sonunda Afrikalı olmayan köleler ilk isyancıların sayısını hayli geçmiştir.

Ordunu sürekli hareketli hâlde tut ve kimsenin akıl sır erdiremeyeceği planlar yap.

[Sun Tzu, Savaş Sanatı]

İdeolojik Savaş

Zenc hareketinin tüm macerası boyunca “gizlilik ilkesi”ne dayalı yaklaşımını hiçbir vakit yitirmemiş olduğunu bize gösterdikleri için Machiavelli ve Cesare Borgia’ya müteşekkir olmamız gerek.

Sürecin ta başında bile, elde yeterince silâh olmamasına karşın, hareket, örgütlenme konusunda muazzam beceriler gösterdi. Çok soğukkanlıydı. Gizli bir plan hazırlayan Ali Razi, dostlarını ayrıntılar konusunda bir şifre yoluyla bilgilendiriyordu. Buna göre her bir köle (ekseriyetle erkek) efendisine aynı gün aynı saatte suikast düzenleyecek ve evini, servetini ve toprağını elinden alacaktı. Plan tıkır tıkır işledi ve böylelikle hareket, bugünkü Irak, Bahreyn ve İran’ın önemli bir bölümünü ele geçirdi.

Yönetici sınıfın kibri zamanla dezavantaja dönüşmüştü. Klasik antikite boyunca köleler “konuşan maskeler” ya da “can bulmuş alet edevat” olarak görülmüşlerdi. Müslüman elitteki aynı kibir, hızla bir dizi zafer elde etmiş Abbasî Hanedanlığı’na sirayet etti. Hanedan üyelerinin aşağıda da ele alacağımız ırkçılıkları, kölelerin küçümsenmesine bağlı olarak, onların kölelerce mağlup edilmesine neden oldu.

Yönetici Müslüman elitin ırkçılığı, imparatorluk köle emeğine giderek daha fazla bağımlı hâle gelmesiyle derinleşir ve daha da kötü bir hâl aldı. Örneğin ünlü Müslüman tarihçi Mesudî, Bergamalı Galen’e sırtını yaslayarak kaleme aldığı çalışmasında, Sudanlıların on özelliğini şu şekilde sıralıyordu: “Kıvırcık saçlar, ince kirpikler, geniş burun, kalın dudaklar, keskin dişler, berbat kokan bir deri, koyu gözbebekleri, çatlak el ve ayaklar, uzun penis ve hayli neşeli bir hâl.” Devamında da Galen’den şu alıntıyı yapıyor: “Beynindeki fesada bağlı olarak içinde olduğu neşeli hâl o karanlık karakterine baskın çıkar. Dolayısıyla zekâsı zayıftır.”[6]

Bir başka yerde ise Mesudî, siyah derili olmalarının nedenini Eski Ahit’teki Ham/Kenan hikâyesi üzerinden Tanrı’nın lânetine bağlıyor: “Nuh’un Gemisi’nde karısı ile cinsel ilişkiye girdiği için dölündeki lânet üzerine geçmiştir.” (Bu lâneti taşıyanın Ham mı yoksa Kenan mı olduğu ile ilgili tartışma için Ephraim Isaacs’in çalışmasına bakılabilir.) Her ne kadar haham geleneğinden gelen ideologlar, yazılarında mündemiç olan ırkçılıkta kendini gösteren bir ahlâkî seçilmişlik fikrine inanmışlarsa da kendi ırkını başkalarından biyolojik/kültürel açıdan üstün olduğuna dönük inanca, ayrımcılığa dayalı açık bir ırkçılığa dönüştürmek İslam düşünürlerine kalmıştı. Her şeyin ötesinde eski Yahudilik’ten farklı olarak İslam’ın elinde ayakta tutmak zorunda olduğu bir imparatorluk vardı!

İbn-i Kuteybe, “siyahların “sıcak bir ülkede yaşadıkları için çirkin ve şekilsiz” olduklarını düşünmektedir. “Sıcak, onların rahimde yanmalarına ve saçlarının kıvırcıklaşmasına neden olmaktadır.” İbn-i Haldun gibi bir dâhi bile siyahîlere karşı önyargılı olma lekesini taşımaktadır üzerinde: “Bu nedenle Zencî milletler kural olarak köleliğe boyun eğerler, çünkü onlar, esasta dilsiz hayvanlara benzer özelliklere sahiptirler ve daha az insandırlar.”

Sana zafer kazandıran taktikleri asla tekrarlama, aksine onların sonsuz çeşitlilik arz eden koşullar tarafından ayarlanmasına izin ver.

[Sun Tzu, Savaş Sanatı]

Mutaassıp hoşgörüsüzlüğe ait bu türden nutuklara karşı bazı siyahî yazarlar karşı saldırıya geçtiler. Bir hicivci olan Basralı Cahiz (776-869), Zencîleri onları hakir görenlere karşı savunan “Siyahîlerin Beyazlara Karşı Duyacağı İftihar” isimli bir eser kaleme aldı. Ama bu türden entelektüel gayretler ne yazık ki kapsam itibarıyla sınırlı kaldı. Örneğin hicivci, saray soytarısı ve şair bir Arap olan Ebu Dulema (ölümü 776 civarı), Abbasî sarayındaki efendilerini eğlendirmek için kendisiyle alay etmeye ve bu yönde komiklikler yapmaya zorlandı. Lewis [Race and Color in Islam -İslam’da Irk ve Deri Rengi-, s. 17], Cahiz’in Afrika kökenli olmasına karşın Afrikalılara dönük müdafaasında “tümüyle ciddi” olmadığı iddiasındaydı. Cahiz, o zehirli diliyle Zenc hareketine saldırırken, kesinlikle Arap’tan daha fazla Arap’tı: “Zenc hareketi, insanlığın en az zekâlı ve en az izanlı oluşumudur, ayrıca eylemlerinin sonuçlarını anlama becerisinden de mahrumdur.” Zencîler, belki de en fazla kendileriyle ilgili yanlış düşüncelerle mücadele ettiler.

Taktik ve Strateji

Gulamrıza İnsafpur’un İran’da Kırsal Ekonomik Hayat ve Toplumsal Sınıflar Tarihi isimli eserinde ifade ettiği kadarıyla, Zenc hareketi, 15 yılı bulan mücadele boyunca imparatorluk güçleriyle 156 kez savaştı. İlk altı yılda kazanılan savaşların çoğu, cesaret ve baskına dayalı gerilla taktiklerinin bir karışımı aracılığıyla kazanıldı.

Örneğin yedinci çarpışmada iki köye eşzamanlı saldırarak halifenin generallerini büyük bir kurnazlıkla yendiler. Gerektiğinde acımasız (halife yanlısı binlerce kişiyi idam ederler) gerektiğinde de yüce gönüllü oldular (imparatorluk karşıtı propaganda savaşının bir parçası olarak askerleri serbest bıraktılar).

Kurnaz ol! Kurnaz ol! Ve casuslarını her türlü iş için kullan.

[Sun Tzu, Savaş Sanatı]

Zenc hareketi kadar tavizsiz olan bir hareket bile sınıf düşmanları ile ara sıra temas kurmaktan kaçınamadı. Eldeki stoklar tükendiği vakit kendilerine kumanya satan tüccarlar ve kendi saflarına kazandıkları askerler, ilk fırsatta üstlerindeki kuzu postunu çıkarttılar, zamanla birer hain olduklarını kanıtladılar ve sahte birer isyancı olarak mücadeleye zarar verdiler.

Bu konuda en fazla öne çıkan örnek, (Müslüman) bir milliyetçi iken (Müslüman) Arap ordusuna karşı savaşan ve “yığınla İranlıyı “özgürleştiren” Yakup isimli isyancıdır. Ancak Zenc hareketinin eşitlikçi ilkelerinden zamanla nefret etti ve ilk çatırdamada Halife’nin yanına kaçarak harekete asla telâfi edilemeyecek büyük bir darbe indirdi.

Paris Komünü’nün tarihsel derslerinin Ortadoğu proletaryası için de geçerli olması tabiî ki şaşırtıcı değildir. Bilindiği üzere Komün’de patronlar, aralarındaki hizip kavgalarını askıya almış ve proletaryaya karşı birleşmişlerdir. “Şerefsiz” Yakup, bu özel dersi bizlere yüzlerce yıl önce vermiştir aslında!

Tüm bu yaşananlar, Zenc hareketini yaygın bir istihbarat ağı kurmaya itti. Yereldeki casuslar, düşmanın planlarını öğrenmekle görevlendirildiler. Ali Razi, efendilerinin niyetlerini sormak için halife yanlılarının hâkim olduğu bölgelerdeki kölelerin kaçırılması emrini verdi ve bu kölelerin birçoğunu kendi safına kazanarak, onlara hiçbir zarar vermeksizin serbest bıraktı. Ayrıca bu ulaklar aracılığıyla Zenc hareketi, dinlemesi muhtemel herkese eşitlikçi öğretilerini vazetme imkânı buldu.

Hareket içindeki birbirinden farklı katmanlar, özel mülkiyete karşı kapsamlı bir saldırı gerçekleştirmek için birbirlerini tamamlayacak şekilde hareket ettiler. Afrikalılar ve bedevîler, kölelik dönemi öncesinden hatırladıkları kabilelere benzer hiyerarşik olmayan komünler kurma gayretiyle komünist eğilime katkı sundular, Persliler ise bu noktada her şeyin ortak mülkiyette olması gerektiğini vazeden Mazdekî ideolojinin etkisi altındaydılar.

Zenc isyanı, kadınların da mücadeleye aktif bir biçimde katıldıkları nadir isyanlardan biridir. Burada not etmek gerekir ki kadınlar ve çocuklar da halife topraklarında özel bir rağbet görmekte, dolayısıyla köle ticaretinde ağırlıklı bir yer tutmaktaydı.

Sıradan sözler ve hazırlıkların artırılması düşmanın ilerlemekte olduğunun işaretleridir. Sert bir dil ve ileri atılmak ise düşmanın geri çekildiğinin işaretleridir.

[Sun Tzu, Savaş Sanatı]

İmparatorluk İntikam Alıyor!

“Feodal” bir yapı olarak teşkil edilmiş İslam İmparatorluğu, üç yüz yılı aşkın bir sürenin ardından madenlerde, atölyelerde, bataklıklarda, tarımda ve ev işlerinde çalışan milyonlarca köleye sahip bir güç hâline gelmişti. Bu, “feodalizm”e paralel, onun yanı başında ve ona tabi olarak yaşayan bir köleci üretim tarzının oluşmasını koşullamıştı. Köle sahipliği konusunda bir artığın oluştuğu, bazı kölelerin saray eğlencelerinde kullanılmalarından bellidir. Harem ağaları, bakireler ve hatta travestiler, Müslüman elitin zevk dünyalarına peşkeş çekiliyorlardı. “Temsil” olarak bilinen köle pazarlarında köle fiyatları askerî bir zafer ardından hızla düşüyordu. Yirminci yüzyılın tüketimciliğini önceden haber verecek biçimde zeki bir tüccar, düşük seyreden satışları canlandırmak için 40 Türk köle alana bir tane bedava vermeyi düşünebiliyordu!

Onuncu yüzyılda hazırlanan köle tüccarlarının kullandığı ilk el kitabı, esas olarak kölelerin fizyolojisi ve fizyonomisine odaklanıyor, bu türden el kitapları ileride karşımıza çıkacak kafatası biliminin öncüsü olarak kabul edilebilirler. Sonraki çalışmalar, ayrıca etnolojik özellikleri de analiz ediyorlar. Tüm bir çalışmasını bu konuya teksif etmiş olan İbn-i Büttan, köleler için ayrıntılı bir teknik işbölümü öneriyor.

Bütün bu bilgiler, yönetici sınıf hareketi askerî açıdan parçalayıp kitle içine kuşku tohumları serpiştirmek için kullanıldı. Zamanla Zenc hareketinin kontrolündeki şehirler halife güçlerinin eline geçtiler. Hareketin başkenti olan Muhtariye iki yıl kuşatma altında kaldı. Sonunda bir baskın ve saldırı ile Razi ve en yakın dostları son bir savaş için harekete geçtiler. Her şeyin bittiğini biliyorlardı. Sona geldiğinde Razi’nin kesilen başı, direnişin beyhude olduğu konusunda geri kalan özgür köleleri ikna etmek için tüm bölge genelinde teşhir edildi. Ancak binlercesi, buna inanmadı ve asla somutlanmayacak bir mucizenin gerçekleşmesi umuduyla, kuşatma altındaki birkaç küçük bölgede savaşmaya devam etti.

Sonuçlar

Dolayısıyla bu konudaki darb-ı mesel şudur: ‘Eğer düşmanını ve kendini biliyorsan, yapılacak yüzlerce savaşın sonuçlarından korkmana gerek yoktur. Eğer düşmanını biliyor ama kendini bilmiyorsan, kazandığın her zaferde bir mağlubiyet yaşarsın. Eğer ne kendini ne de düşmanı biliyorsan, her savaşta yenilirsin.’[…]”

[Sun Tzu, Savaş Sanatı]

Bir seferinde gerici bir burjuva, Roma İmparatorluğu’ndaki köle isyanlarının yenilmesini şu şekilde izah etmişti: “[…] ayaklanmalar başarısızdı, çünkü tarihin en devrimci krizinde bile köleler her zaman yönetici sınıfların araçlarından başka bir şey değildiler.”[7] Lenin, elbette Zenc isyanından habersizdi. Beş aşamalı tarih tezi üzerinden Stalin, tuhaf biçimde şu sonuca ulaşıyordu: “[…] Çöküş aşamasındaki Roma Cumhuriyeti’nde yaşanmış büyük köle ayaklanmaları köle sahibi sınıfı ve köleci toplumu yok etmiştir.” [8] Aynı hükmü Zenc isyanı ile ilgili olarak verdiği takdirde hatalı, ama gene de görece daha güvenli bir zeminde olacaktır. Hem Lenin hem de Stalin, antik dünyadaki sınıf mücadeleleri analizi konusunda eksiktir. Ortadoğulu akademisyenler de bugüne dek söz konusu eksikliğe yaslanan sözleri yankılamaktan başka bir şey yapmamışlardır.

Zenc hareketi savaşlar kazandığında ve yeni üyeler edindiğinde dahi fark edilemeyen, doğasına özgü kimi zaaflara sahipti. Cephede ilerleme durduğunda kusurlar açığa çıktı ve aşılması imkânsız kimi engellerle yüzleşildi.

Hanibal, Cannae’de o ünlü zaferi kazanması ardından süvari komutanı Maharbal onu Roma’ya ilerlemeye zorladı. Hannibal bu öneriyi reddedince Maharbal sert bir cevap verdi kendisine: “Hanibal, tanrılar sana nasıl zaferler kazanacağını öğretmiş, ama bu zaferleri nasıl kullanacağını öğretmemiş.” Aynı eleştiri Zenc için de geçerlidir. Hilafet güçlerine karşı verilen mücadeleyi duraksatmak, Zencîleri avantaj kazanma imkânından alıkoymuştu. Ellerinde bir ana plan yoktu. Zaman içerisinde hazinelerinde servet birikmesiyle hareketin önderleri, eski efendilerini taklit etmeye başlamışlardı. Katı hiyerarşik yapı ve askerlere yönelik seçkinci tavır hayal kırıklığına yol açmıştı. Hareketin ordusundaki kimi üst düzey generaller, nefret ettikleri toprak ağalarından farksız bir hâl almışlardı. Tüm bu sürecin yarattığı yabancılaşmanın net biçimde farkında olan Ali Razi ise yaşananlar karşısında eli kolu bağlı kalmıştı.

Aynı sorun, 17. yüzyılda Karayip Adaları’ndaki topluluklarda da tekerrür etti.

“Örneğin Palmares yerleşiminin uzun süre ayakta kalması, esasen Kral Ganga Zumba’nın monarşik düzeninin gerçek manada bir hanedanlık formuna sahip olduğunu ifade eder. […] Bu bağlamda yaşanan en tuhaf gelişme ise Brezilya’daki Yerli direniş liderlerinin ortaya çıkmasıdır. […] Bu liderler, Portekiz Katolikliğinin etkisiyle kendilerini papa gibi takdim etmişlerdir.”[9]

Köleler arasındaki çeşitlilik, zamanla bölünmenin ana nedeni hâline geldi. Razi ve generallerinin arasında taktikler konusunda tartışmalar yaşanmaya başlandı.

Bugün kimilerine göre Zenc hareketi yenilmiş olmasına karşın muzafferdir, zira o, yönetici sınıfı feodalizmin yedeğindeki bir üretim tarzı olarak kölecilikten vazgeçirmeyi başarmıştı. Kölelerin iş yükü hafifletilmiş ve köleler zamanla köylülere ve serflere dönüştürülmüş, bir kısmı da “azat” edilip ücretli köle hâline getirilmişti. Buna göre Zenc hareketi, toplumsal devrim olmayan bir toplumsal devrim başlatmıştı. Ama belki de kendisinden önceki ve sonraki birçok proleter harekette görüldüğü üzere, en büyük hatası, “antik çağa ait şu temel önermedeki hikmeti göz ardı etmesiydi:

O hâlde savaşta en büyük hedefin uzun seferler düzenlemek değil, zafer kazanmak olmalıdır.

[Sun Tzu, Savaş Sanatı]

Mike Harman
4 Temmuz 2007
Kaynak

Dipnotlar:
[1] David Brion Davis, Slavery and Human Progres, s. 5.

[2] P. F. de Moraes Farias, Slave & Slavery in Muslim Africa, Yayına Hz.: J. R. Willis, I. Cilt, s. 27.

[3] B. Lewis, Race and Slavery in the Middle East, s. 21.

[4] Paul Mattick, Anti-Bolshevik Communism, s. 158.

[5] F. A. Ridley, Spartacus, s. 37.

[6] Bkz.: Ekber Muhammed, Slaves and Slavery in Muslim Africa, I. Cilt, s. 68.

[7] W. Z. Rubinsohn, “Spartacus’ Uprising and Soviet Historical Writing”nden aktaran Lenin.

[8] J. V. Stalin, 13. Cilt, s. 239, “Birinci Tüm Kolhoz Köylüleri Sovyet Kongresi”.

[9] K R Bradley, Slavery and Rebellion in the Roman World, s. 10-11.

0 Yorum: