26 Mart 2013

,

Name


Ödülünü Obama’nın karısının verdiği Argo filmi, aslen Türk olan bir CIA ajanının hikâyesine dayanıyor. Amerikan rehinelerini kaçırma planı, Ruzi Nazar isimli bu ajana ait. Nazar, Gladio dairesinde örgütlenmiş, 12 Mart ve 12 Eylül’de aktif rol oynamış bir isim.

Gladio ise II. Dünya Savaşı’nda Amerika’nın İtalya’ya çıkartma yaptığında ve sonrasında hâlihazırda faal olan faşist unsurlardan yeni dönemin uluslararası kontrgerilla örgütünün kurulmasını ifade ediyor. Eski Alman ve İtalyan faşist generaller ve alt kademe askerler, Amerikan himayesinde komünizmle mücadele için örgütleniyorlar. Liberalizm ile faşizm arasındaki geçirgenlik, bu örgütlenmeyle kalıcılaşıyor. Kültür, sanat ve felsefe alanında CIA güdümlü teşkilâtlar kuruluyor. Yüzeyde insandan, haklarından, azınlıklardan, özerklikten, özgürlükten ve mağduriyetten dem vuruluyor ama altta Nazi kamplarının girişinde yazan “Arbeit Mach Frei” fısıldanıyor sessizce.

“Kısa kılıç” manasındaki Gladio, komünistlerin boynuna vuruluyor. Gene kurulduğu yerde bu kılıcın biraz ucu görülür gibi oluyor ama ilişkilerin çok derin ve köklü olduğu fark edilip üstü kapatılıyor. Hitler’in destekçilerinden Henry Ford’un düzeni kaim olsun diye Nato ve Gladio gibi unsurlar kendi liberallerini bularak ilerliyorlar.

Argo filminin de arkasında bu türden liberaller var. Film üzerinden Oscar alanlardan biri, bugün dünyanın çeşitli noktalarında Amerika için çalışan CIA ajanlarına ithaf ediyor ödülünü. Film, İran’a karşı örtük olarak ilân edilmiş savaşın kültürel-ideolojik cephesini örüyor. Maraş Katliamı gibi bir dizi operasyonun altında imzası olan Ruzi Nazar’ın hikâyesi, bugün yeni katliamların habercisi niteliğinde.

Böylesi bir jeopolitik gerçeklikte, bölgenin en önemli gücü olan bir örgütün mapus lideri “barış” yapma kararı alıyor. Işığa tutulduğunda sırda “si vic pacem parabellum” yazan bu mektubunda mapus lider, İran’a yönelik kazılan siperlere halkıyla birlikte gömülmemek için geri çekiliyor.

Siperlerin farkında ki “Kürtleri, Türkmenleri, Asurileri ve Arapları 'Milli Dayanışma ve Barış Konferansı'na çağırıyorum” diyor, İranlıları dışarıda bırakarak. Dışarıda bırakmanın nedeni, ölçeğin Misak-ı Millî olarak alınmasından. Liberal, bu sınırların içindeki sınıfı, faşist ise muktedir sınıfın sınırlarını muhafaza ediyor.

Liberal de faşist de kitleleri hor görmekle malul. Dolayısıyla İmralı mektubuna ilişkin değerlendirmeler, mektubun seslendiği milyonları küçük ve hakir görmekten başka bir şey yapmıyorlar. Öyle ki sağcı basın, namedeki cümlelerin altında kaldığından, “bunu Apo değil Tayyip’in danışmanlarından biri yazmış” diye yalan haber yapıyor. Düşmanını küçük görünce küçüleceğini zannedip ahmaklaşıyor.

İlginçtir, nameyi eleştiren de destekleyen de aynı şeyleri söylüyor.

“Bu yönelişle Kürt Özgürlük Hareketi, Türkiye’yi yönetenlerin barış, demokratikleşme ve özgürlüklerin genişlemesi taleplerini bastırmayı meşrulaştırmak için istismar ettikleri silâhlı çatışma bahanesini ellerinden alarak karşıtlarını da silâhsızlandırıyor. Böylelikle, Türkiye'de demokratik hak ve özgürlüklerin, sosyal hakların, ezilen inanç ve kimliklerin ve kadınların özgürlüğünün önüne dikilen bir egemen sınıf engelini de ortadan kaldırıyor.”[1]

“Eskiden beri Kürt hareketinin mücadele stratejisini eleştiriyoruz. Silâhları da içinde barındıran o strateji, Türkiye işçi sınıfının milliyetçileşmesine yaradı. Milliyetçileşmeden en çok düzenin aktörleri ve iktidar partisi yararlandı. AKP dilini milliyetçileştirdikçe oy oranını korudu.”[2]

SoL’cular, utanmadan kendi milliyetçileşmelerini de Kürd hareketine fatura ediyorlar. Ahlâkî bir tutumdan beri olarak bir de “şimdi devlet, sol sosyalist güçlere daha fazla saldıracak” diyor. En azından şimdiye kadar buna mani olabilmişliği için ahlâkî ve haktanır bir yaklaşım içine giremiyor. Namede “büyük Türkiye” çağrısı bulup kendi milliyetçi “sosyalist Türkiye” hedefini güncelleme imkânı bulduğunu düşünüyor. Yaptıkları filmden bu hedefe ilişkin tasavvurlarının ne denli sığ olduğu görüldü: işçilerin haberi olmadan “devrim” oluyor ve bir iki kamulaştırma ile sosyalist iktidar tesis edilmiş oluyor. Bu da Kürd’ün mücadelesini hor ve hakir görmenin bir yansıması aslında.

HDK ise söz konusu bildirgenin sonunda şunları söylüyor:

“Halkların Demokratik Kongresi, doğmakta olan barış iklimini tüm bileşenleriyle birlikte ilerletmek, Türkiye’nin batısına taşımakta kararlıdır. Bununla birlikte kimlik hak ve iddiaları nedeniyle halkların birbirini boğazlaması ve devletin bir milliyeti diğerinden üstün tutması zemininin ortadan kalkması olasılığı zenginle-yoksul, ezilenle-ezen, mazlumla-zalim arasındaki mücadelenin gündemden kalkacağı anlamına gelmiyor. Tam tersine, barış iklimi bu mücadelelere halklar arasında etnik barikatlar olmadan girişmek için yeni bir imkân yaratıyor.”

Özünde herkes, kendi dükkânının derdinde. Destekleyen de eleştiren de milliyetçilik eleştirisi yapıyor ve egemenlerin böylesi bir kozdan ve bahaneden mahrum kalacaklarına işaret ediyor. Her iki taraf da Kürd hareketinin genel kurguya duhul etmesine içten içe seviniyor. Bir taraf, AKP karşıtlığı üzerinden, mektubun AKP’nin elini güçlendirmesine kızıyor, diğer taraf ise hareketin demokrasi mücadelesinin mutlaklığı önünde diz çökmesine seviniyor. Bir taraf, mülk sahiplerini; diğer taraf, elindeki mülklerle rekabet içinde olmayı matah bir şey sananları örgütleyeceğini zannediyor. TKP “İslam kardeşliği” eleştirisi için “bunun sahibi var, AKP’den daha fazlasını yapamazsınız.” diyor. Kendi milliyetçiliğinin CHP ve İP’i aşamayacağını gizlemeye çalışıyor.

Oysa Apo, halk kütlesinin iradî öznesi olarak düşünüp konuşuyor. “Ortadoğu’ya çekidüzen mi veriyorsun? Bensiz yapamazsın” diyor ve bir hiza, bir sınır, bir ölçü çekiyor kendince. “Barzanî ile birleşip oranın petrolünü içmek mi derdin? Bizim icazetimiz olmadan bunu yapamazsın.” diye uyarıyor. Yani mektupta hem geri adım atma hem de ileriye doğru sıçrama var. Dolayısıyla mektup bu gerilimde okunmalı. Ad hominem zırvalıklarla meseleyi şahsîleştirip “kendini kurtarmak istiyor” ya da “Tayyip’in önünde diz çöktü” türünden boş analizlere aldanmamak gerekiyor. “Mantıksal safsata” olarak Türkçeleştirilen bu Latince tabir, yaşanan tartışmanın ne denli şahsî ve öznelci bir yerden ilerlediğini göstermek için seçiliyor. Tayyip’i yüceltip Apo’yu küçültmek, emperyalizmi semaya fırlatıp Kürd hareketini küçümsemek kimseye fayda getirmedi, getirmiyor.

Birileri emperyalizme bir taş bile atmadan Kürdlere yönelik “emperyalizmin oyuncağı” dualarını etmeye devam ediyor. Bazıları da sınıfı kavramsal olarak kafalarında sildiği vakit toplumu cennet kılacağı yanılsamasına ek olarak mazlum milletler ve etnik kimliklerin çöpe gitmesi için demokrasicilik oynuyor. Siyasette usta ve uzman olmak, pürüzsüz bir zemini gerektiriyor. Dolayısıyla ortalığı mülkiyet veya rekabet üzerinden insanları sisteme örgütleyen sol özneler kaplıyor. Mektup bu niyetleri dikine kesiyor, her iki tarafı da görüyor ve kendi “bütünlük” çağrısını yapıyor. Ama bu çağrı tam da parçalamayla gerçekleşebiliyor, zira çağrı, Kürd’ün yangılı nefesinin iki ses teli üzerinde örgütlenmesini ifade ediyor.

Mektubun Kürtçesinin Kürtçesi zayıf biri tarafından okunması karşısında Türkçesinin Türkçesi “güçlü” biri tarafından okunması, sırf bu seçim bile, onun esasta Türk’e seslendiğini gösteriyor. Bu anlamda mektup, ideolojik bir propaganda metni olarak, Kürd’ün tarihsel mücadelesine mazlum Türk’ün çağrılmasını ifade ediyor. Mağdurların, gadre uğramışların, zulüm görmüşlerin ortaklaşmasına işaret ediyor. Böylelikle Kürd hareketi, AKP’nin zorunlu olarak açtığı kapıdan girip taktiksel olarak batıya uzatıyor başını. Kürd ve Türk tarafında olup mektuba kızanların esasta karşı oldukları şey bu. “Öldü, bitti, bize gün doğdu” olarak özetlenebilecek sevinçleri kursaklarında kaldığı için köpürüyorlar.

Mektuptaki “Bizlik-teklik” ayrımı da bu çağrıyı pekiştiriyor ve düne kadar kendisine düşman olan kesimlerin kulağına kar suyu kaçırıyor, onları tekçiliğin sultasından çıkıp “biz”e ait kardeşlik sofrasına çağırıyor. Bu noktada milliyetçi ve üstelik mücadelenin yarattığı değerleri kibirle sahiplenenlerin görmediği bu: kardeşlik sofrasına çağrı, kurtuluşa çağrıdır. Dolayısıyla düşmana benzememe ve düşmanın ele geçiremedikleriyle birlikte bir gerçeklik kurma niyetini ifade ediyor.

“Milliyetçiler”deki kibir, ciddi bir yanılsamadır. Kibir körleştiricidir, bu körlük nedeniyle metinde “Kürdistan” sözcüğünü arayıp bulmak istemektedirler. Aynı kibir Tayyip’te de vardır, o da Amed meydanında Türk bayrağı arayıp durmuştur. Oysa bölgesel dengeler ve çıkarların zorunlu sonucu olarak Kürd hareketi, kendisine dayatılan sınırları genişletme imkânı bulmuştur. Mektup, bu genişlemenin somut bir ifadesidir.

Mektup, özünde bu genişleme dâhilinde Ortadoğu halklarına emperyalizmi işaret ederek karşı bir birliği ve bizliği telkin etmektedir. Kâğıt üstünde, ezbere bir anti-emperyalizme karşı bu anti-emperyalizm somuttur ve hakiki bir zemine sahiptir.

Aslında mektup, “rüşeym Kürdistan”ın ilk emaresidir. Apo “biz” derken burayı, tekçilik eleştirisi ile tekçi olmayacak bir kurguyu dile getirmektedir. Bu “Kürdistan”, doksan sene evvel Türkiye’nin olamadığı ve doğası gereği kesinlikle olamayacağı bir ülke tasavvuru olarak örgütlenmektedir. Dolayısıyla Barzanîciliği de Tayyipçiliğe de somutta boşa düşürmektedir. Bu müdahale ile Apo, Tayyip denilen balon özneyi söndürmekte ve halkın iradesini sahneye çıkartmaktadır. Asıl kızılan budur. Birileri, Tayyip karşıtlığından nemalanmayı tek yol bellediğinden bu name karşısında tüyleri diken diken olmaktadır.

Ama mücadele esnasında bölge güçleri ve emperyalist odaklar arası çatlaklardan istifade etmenin emperyalizm uşaklığı olarak değerlendirilmesi ne kadar yanlışsa, kapitalizm içre kimi imkânları ve çatlakları kullanmayı “Marksizm kapitalizmi besliyor” diye eleştirmek de o kadar yanlıştır.

Apo’nun kendi pozisyonunu rasyonalize ederken “aştım” dediği Marksizm budur. Dolayısıyla onun da emperyalistler ve güç odakları arası çatlaklardan istifade ederken “emperyalizmin piyonu oldu” tespitlerine kızmaması gerekir. Teorik, ideolojik ve politik olarak ekolojizm, feminizm ve demokratizm bağlamında liberalizme meyletmek, kısa vadede ön açıcı gibi gelebilir ancak uzun vadede bu meyil, kitleleri hakikate karşı körleştirecektir.

En önemli tehlike, havaya fırlatılmış taşın bizatihî kendisinin uçtuğunu zannetmesidir. Liberalizm, tam da bu yanılsamayla insanların gözüne pembe bir mil çekmektir. Ekolojizm doğanın, feminizm kadının, demokratizmse halkın pazar tezgâhına çıkartılmasıdır. Pazarın sahibi tektir, sahipleri çoğaltma istemi zulmü ve sömürüyü pekiştirir.

Ulus-devlet, pazar demektir. Bölgesel pazarda olmak adına bu ulus-devlet pazarına itiraz etmek, mücadele eden halkı bölgesel pazarın sahibine kul edecektir. Liberalizm, kapısında “arbeit mach frei” yazan toplama kamplarına uzanan süslü yolun adıdır.

Eren Balkır
26 Mart 2013

Dipnotlar:
[1] “Halkların Demokratik Kongresi Genel Meclisi Sonuç Bildirgesi”, 24 Mayıs 2013, HDK.

[2] İlker Belek, “Herkes Kendi Yoluna”, 25 Mart 2013, Sol.

0 Yorum: