Ödülünü
Obama’nın karısının verdiği Argo filmi, aslen Türk olan bir CIA ajanının
hikâyesine dayanıyor. Amerikan rehinelerini kaçırma planı, Ruzi Nazar isimli bu
ajana ait. Nazar, Gladio dairesinde örgütlenmiş, 12 Mart ve 12 Eylül’de aktif
rol oynamış bir isim.
Gladio
ise II. Dünya Savaşı’nda Amerika’nın İtalya’ya çıkartma yaptığında ve
sonrasında hâlihazırda faal olan faşist unsurlardan yeni dönemin uluslararası
kontrgerilla örgütünün kurulmasını ifade ediyor. Eski Alman ve İtalyan faşist
generaller ve alt kademe askerler, Amerikan himayesinde komünizmle mücadele
için örgütleniyorlar. Liberalizm ile faşizm arasındaki geçirgenlik, bu
örgütlenmeyle kalıcılaşıyor. Kültür, sanat ve felsefe alanında CIA güdümlü
teşkilâtlar kuruluyor. Yüzeyde insandan, haklarından, azınlıklardan,
özerklikten, özgürlükten ve mağduriyetten dem vuruluyor ama altta Nazi
kamplarının girişinde yazan “Arbeit Mach Frei” fısıldanıyor sessizce.
“Kısa
kılıç” manasındaki Gladio, komünistlerin boynuna vuruluyor. Gene kurulduğu
yerde bu kılıcın biraz ucu görülür gibi oluyor ama ilişkilerin çok derin ve
köklü olduğu fark edilip üstü kapatılıyor. Hitler’in destekçilerinden Henry
Ford’un düzeni kaim olsun diye Nato ve Gladio gibi unsurlar kendi liberallerini
bularak ilerliyorlar.
Argo filminin
de arkasında bu türden liberaller var. Film üzerinden Oscar alanlardan biri,
bugün dünyanın çeşitli noktalarında Amerika için çalışan CIA ajanlarına ithaf
ediyor ödülünü. Film, İran’a karşı örtük olarak ilân edilmiş savaşın
kültürel-ideolojik cephesini örüyor. Maraş Katliamı gibi bir dizi operasyonun
altında imzası olan Ruzi Nazar’ın hikâyesi, bugün yeni katliamların habercisi
niteliğinde.
Böylesi
bir jeopolitik gerçeklikte, bölgenin en önemli gücü olan bir örgütün mapus
lideri “barış” yapma kararı alıyor. Işığa tutulduğunda sırda “si vic pacem
parabellum” yazan bu mektubunda mapus lider, İran’a yönelik kazılan
siperlere halkıyla birlikte gömülmemek için geri çekiliyor.
Siperlerin
farkında ki “Kürtleri, Türkmenleri, Asurileri ve Arapları 'Milli Dayanışma ve
Barış Konferansı'na çağırıyorum” diyor, İranlıları dışarıda bırakarak. Dışarıda
bırakmanın nedeni, ölçeğin Misak-ı Millî olarak alınmasından. Liberal, bu
sınırların içindeki sınıfı, faşist ise muktedir sınıfın sınırlarını muhafaza
ediyor.
Liberal
de faşist de kitleleri hor görmekle malul. Dolayısıyla İmralı mektubuna ilişkin
değerlendirmeler, mektubun seslendiği milyonları küçük ve hakir görmekten başka
bir şey yapmıyorlar. Öyle ki sağcı basın, namedeki cümlelerin altında
kaldığından, “bunu Apo değil Tayyip’in danışmanlarından biri yazmış” diye yalan
haber yapıyor. Düşmanını küçük görünce küçüleceğini zannedip ahmaklaşıyor.
İlginçtir,
nameyi eleştiren de destekleyen de aynı şeyleri söylüyor.
“Bu yönelişle Kürt
Özgürlük Hareketi, Türkiye’yi yönetenlerin barış, demokratikleşme ve
özgürlüklerin genişlemesi taleplerini bastırmayı meşrulaştırmak için istismar
ettikleri silâhlı çatışma bahanesini ellerinden alarak karşıtlarını da
silâhsızlandırıyor. Böylelikle, Türkiye'de demokratik hak ve özgürlüklerin,
sosyal hakların, ezilen inanç ve kimliklerin ve kadınların özgürlüğünün önüne
dikilen bir egemen sınıf engelini de ortadan kaldırıyor.”[1]
“Eskiden beri Kürt
hareketinin mücadele stratejisini eleştiriyoruz. Silâhları da içinde barındıran
o strateji, Türkiye işçi sınıfının milliyetçileşmesine yaradı.
Milliyetçileşmeden en çok düzenin aktörleri ve iktidar partisi yararlandı. AKP
dilini milliyetçileştirdikçe oy oranını korudu.”[2]
SoL’cular,
utanmadan kendi milliyetçileşmelerini de Kürd hareketine fatura ediyorlar.
Ahlâkî bir tutumdan beri olarak bir de “şimdi devlet, sol sosyalist güçlere
daha fazla saldıracak” diyor. En azından şimdiye kadar buna mani olabilmişliği
için ahlâkî ve haktanır bir yaklaşım içine giremiyor. Namede “büyük Türkiye”
çağrısı bulup kendi milliyetçi “sosyalist Türkiye” hedefini güncelleme imkânı
bulduğunu düşünüyor. Yaptıkları filmden bu hedefe ilişkin tasavvurlarının ne
denli sığ olduğu görüldü: işçilerin haberi olmadan “devrim” oluyor ve bir iki
kamulaştırma ile sosyalist iktidar tesis edilmiş oluyor. Bu da Kürd’ün
mücadelesini hor ve hakir görmenin bir yansıması aslında.
HDK
ise söz konusu bildirgenin sonunda şunları söylüyor:
“Halkların Demokratik
Kongresi, doğmakta olan barış iklimini tüm bileşenleriyle birlikte ilerletmek,
Türkiye’nin batısına taşımakta kararlıdır. Bununla birlikte kimlik hak ve
iddiaları nedeniyle halkların birbirini boğazlaması ve devletin bir milliyeti diğerinden
üstün tutması zemininin ortadan kalkması olasılığı zenginle-yoksul,
ezilenle-ezen, mazlumla-zalim arasındaki mücadelenin gündemden kalkacağı
anlamına gelmiyor. Tam tersine, barış iklimi bu mücadelelere halklar arasında
etnik barikatlar olmadan girişmek için yeni bir imkân yaratıyor.”
Özünde
herkes, kendi dükkânının derdinde. Destekleyen de eleştiren de milliyetçilik
eleştirisi yapıyor ve egemenlerin böylesi bir kozdan ve bahaneden mahrum
kalacaklarına işaret ediyor. Her iki taraf da Kürd hareketinin genel kurguya
duhul etmesine içten içe seviniyor. Bir taraf, AKP karşıtlığı üzerinden,
mektubun AKP’nin elini güçlendirmesine kızıyor, diğer taraf ise hareketin
demokrasi mücadelesinin mutlaklığı önünde diz çökmesine seviniyor. Bir taraf,
mülk sahiplerini; diğer taraf, elindeki mülklerle rekabet içinde olmayı matah
bir şey sananları örgütleyeceğini zannediyor. TKP “İslam kardeşliği” eleştirisi
için “bunun sahibi var, AKP’den daha fazlasını yapamazsınız.” diyor. Kendi
milliyetçiliğinin CHP ve İP’i aşamayacağını gizlemeye çalışıyor.
Oysa
Apo, halk kütlesinin iradî öznesi olarak düşünüp konuşuyor. “Ortadoğu’ya
çekidüzen mi veriyorsun? Bensiz yapamazsın” diyor ve bir hiza, bir sınır, bir
ölçü çekiyor kendince. “Barzanî ile birleşip oranın petrolünü içmek mi derdin?
Bizim icazetimiz olmadan bunu yapamazsın.” diye uyarıyor. Yani mektupta hem
geri adım atma hem de ileriye doğru sıçrama var. Dolayısıyla mektup bu
gerilimde okunmalı. Ad hominem zırvalıklarla meseleyi şahsîleştirip
“kendini kurtarmak istiyor” ya da “Tayyip’in önünde diz çöktü” türünden boş
analizlere aldanmamak gerekiyor. “Mantıksal safsata” olarak Türkçeleştirilen bu
Latince tabir, yaşanan tartışmanın ne denli şahsî ve öznelci bir yerden
ilerlediğini göstermek için seçiliyor. Tayyip’i yüceltip Apo’yu küçültmek,
emperyalizmi semaya fırlatıp Kürd hareketini küçümsemek kimseye fayda
getirmedi, getirmiyor.
Birileri
emperyalizme bir taş bile atmadan Kürdlere yönelik “emperyalizmin oyuncağı”
dualarını etmeye devam ediyor. Bazıları da sınıfı kavramsal olarak kafalarında
sildiği vakit toplumu cennet kılacağı yanılsamasına ek olarak mazlum milletler
ve etnik kimliklerin çöpe gitmesi için demokrasicilik oynuyor. Siyasette usta
ve uzman olmak, pürüzsüz bir zemini gerektiriyor. Dolayısıyla ortalığı mülkiyet
veya rekabet üzerinden insanları sisteme örgütleyen sol özneler kaplıyor.
Mektup bu niyetleri dikine kesiyor, her iki tarafı da görüyor ve kendi
“bütünlük” çağrısını yapıyor. Ama bu çağrı tam da parçalamayla
gerçekleşebiliyor, zira çağrı, Kürd’ün yangılı nefesinin iki ses teli üzerinde
örgütlenmesini ifade ediyor.
Mektubun
Kürtçesinin Kürtçesi zayıf biri tarafından okunması karşısında Türkçesinin
Türkçesi “güçlü” biri tarafından okunması, sırf bu seçim bile, onun esasta
Türk’e seslendiğini gösteriyor. Bu anlamda mektup, ideolojik bir propaganda
metni olarak, Kürd’ün tarihsel mücadelesine mazlum Türk’ün çağrılmasını ifade
ediyor. Mağdurların, gadre uğramışların, zulüm görmüşlerin ortaklaşmasına
işaret ediyor. Böylelikle Kürd hareketi, AKP’nin zorunlu olarak açtığı kapıdan
girip taktiksel olarak batıya uzatıyor başını. Kürd ve Türk tarafında olup
mektuba kızanların esasta karşı oldukları şey bu. “Öldü, bitti, bize gün doğdu”
olarak özetlenebilecek sevinçleri kursaklarında kaldığı için köpürüyorlar.
Mektuptaki
“Bizlik-teklik” ayrımı da bu çağrıyı pekiştiriyor ve düne kadar kendisine
düşman olan kesimlerin kulağına kar suyu kaçırıyor, onları tekçiliğin
sultasından çıkıp “biz”e ait kardeşlik sofrasına çağırıyor. Bu noktada
milliyetçi ve üstelik mücadelenin yarattığı değerleri kibirle sahiplenenlerin
görmediği bu: kardeşlik sofrasına çağrı, kurtuluşa çağrıdır. Dolayısıyla
düşmana benzememe ve düşmanın ele geçiremedikleriyle birlikte bir gerçeklik
kurma niyetini ifade ediyor.
“Milliyetçiler”deki
kibir, ciddi bir yanılsamadır. Kibir körleştiricidir, bu körlük nedeniyle
metinde “Kürdistan” sözcüğünü arayıp bulmak istemektedirler. Aynı kibir
Tayyip’te de vardır, o da Amed meydanında Türk bayrağı arayıp durmuştur. Oysa
bölgesel dengeler ve çıkarların zorunlu sonucu olarak Kürd hareketi, kendisine
dayatılan sınırları genişletme imkânı bulmuştur. Mektup, bu genişlemenin somut
bir ifadesidir.
Mektup,
özünde bu genişleme dâhilinde Ortadoğu halklarına emperyalizmi işaret ederek
karşı bir birliği ve bizliği telkin etmektedir. Kâğıt üstünde, ezbere bir
anti-emperyalizme karşı bu anti-emperyalizm somuttur ve hakiki bir zemine
sahiptir.
Aslında
mektup, “rüşeym Kürdistan”ın ilk emaresidir. Apo “biz” derken burayı, tekçilik
eleştirisi ile tekçi olmayacak bir kurguyu dile getirmektedir. Bu “Kürdistan”,
doksan sene evvel Türkiye’nin olamadığı ve doğası gereği kesinlikle olamayacağı
bir ülke tasavvuru olarak örgütlenmektedir. Dolayısıyla Barzanîciliği de
Tayyipçiliğe de somutta boşa düşürmektedir. Bu müdahale ile Apo, Tayyip denilen
balon özneyi söndürmekte ve halkın iradesini sahneye çıkartmaktadır. Asıl
kızılan budur. Birileri, Tayyip karşıtlığından nemalanmayı tek yol
bellediğinden bu name karşısında tüyleri diken diken olmaktadır.
Ama
mücadele esnasında bölge güçleri ve emperyalist odaklar arası çatlaklardan
istifade etmenin emperyalizm uşaklığı olarak değerlendirilmesi ne kadar
yanlışsa, kapitalizm içre kimi imkânları ve çatlakları kullanmayı “Marksizm
kapitalizmi besliyor” diye eleştirmek de o kadar yanlıştır.
Apo’nun
kendi pozisyonunu rasyonalize ederken “aştım” dediği Marksizm budur.
Dolayısıyla onun da emperyalistler ve güç odakları arası çatlaklardan istifade
ederken “emperyalizmin piyonu oldu” tespitlerine kızmaması gerekir. Teorik,
ideolojik ve politik olarak ekolojizm, feminizm ve demokratizm bağlamında
liberalizme meyletmek, kısa vadede ön açıcı gibi gelebilir ancak uzun vadede bu
meyil, kitleleri hakikate karşı körleştirecektir.
En
önemli tehlike, havaya fırlatılmış taşın bizatihî kendisinin uçtuğunu
zannetmesidir. Liberalizm, tam da bu yanılsamayla insanların gözüne pembe bir
mil çekmektir. Ekolojizm doğanın, feminizm kadının, demokratizmse halkın pazar
tezgâhına çıkartılmasıdır. Pazarın sahibi tektir, sahipleri çoğaltma istemi
zulmü ve sömürüyü pekiştirir.
Ulus-devlet,
pazar demektir. Bölgesel pazarda olmak adına bu ulus-devlet pazarına itiraz
etmek, mücadele eden halkı bölgesel pazarın sahibine kul edecektir. Liberalizm,
kapısında “arbeit mach frei” yazan toplama kamplarına uzanan süslü yolun
adıdır.
Eren Balkır
26
Mart 2013
Dipnotlar:
[1] “Halkların Demokratik Kongresi Genel Meclisi Sonuç Bildirgesi”, 24 Mayıs
2013, HDK.
[2]
İlker Belek, “Herkes Kendi Yoluna”, 25 Mart 2013, Sol.
0 Yorum:
Yorum Gönder