21 Mart 2013

,

Pervane

Aslolan, mülkiyet ve rekabettir. İlki için devlet; ikincisi içinse demokrasi “icat” edilmiştir. Dolayısıyla, her yanda ve her ânda “devlete karşı demokrasi” diye bağırıp duranlara, “siz kimi kandırıyorsunuz?” diye tokat savurmak gerekir. Zira rekabet, mülkiyetsiz olmaz.

Solculuğun ve kısmen sosyalistliğin düzen içi manevralara, geçici, kısmî başarılara kilitli olan bir tarafı vardır, ama komünist olmak, tam da düzenin aynasındaki görüntüsüne âşık olmamaktır. Bu ise ancak aşkın bir hakikate “pervane” olmakla mümkündür. Yanacağını bile bile…

* * *

Bir sempozyumda, “İslam öncesi cahiliye döneminin daha demokratik olduğunu” söyleyen Erdoğan Aydın’ın yapamadığı ve yanamadığı budur. Onda, onu kendisine âşık kılan aynalar kırılmasın diye, İslam düşmanlığı ifrata varmakta, sonuçta paganizm savunusu, aynanın sırrı hâline gelmektedir. Koruma altına alınan ayna, mülkiyet ve rekabet ilişkilerinin çarpıttığı hakikattir.

Erdoğan Aydın gibiler, o hakikate sırf mülkiyet ve rekabet sayesinde yaldızlanmış özneliğine halel gelecek diye düşman olmak zorundadırlar. Bu, 12 Eylül’ün, Özal’ın, 1989-92 çözülüş döneminin ve Ölüm Oruçları sürecinin teslim aldığı herkes için geçerli bir ruh ve kişilik hâlidir.

* * *

Hitler’in ideolojik kurgusunun önemli ölçüde paganist olduğu söylenir. Swastika, yani gamalı haç, Hindistan yarımadasından apartılmış, pagan bir semboldür. Roma’ya yapılan tarihaşırı atıf da bu paganizmin bir yansımasıdır.

“Paganizm”, köylüyle, tarlayla, bitki dikmekle, saplamakla bağlantılı bir sözcüktür. Aynı kökten türeyen “Pakt” da barış ve sözleşme anlamında, belli bir yerin ve o yerin insanlarının tanınmasını ifade eder. Demek ki Hitler’in mücadelesi, her yeri köyleştirip, herkesi tek führere bağlı ve mecbur kılma amacını güder.

Demokrasi, devletin tekilliklere yedirilmesi işlemidir.

Erdoğan Aydın’daki putçuluk, köylü mülkiyetindeki mantığın şehirli orta sınıfa yedirilmesinden başka bir şey değildir. Bu savunu, putların demokrasisidir. Cahiliye dönemindeki üç büyük put, Lât, Manat ve Uzza demokrasi adına savunulmalıdır. Lât otorite, Uzza güç, Manat da paradır.

* * *

On yılımız, AKP iktidarı ile geçti. Neredeyse bir kuşak, bu gerçekte yetişti. Solun bu iktidara karşı mücadelesi ise Erdoğan-Apo eleştirileri üzerinden, Müslüman ve Kürd düşmanı olan tarafa kaçmasıyla tanımlı. Yani sol, Müslüman’a karşı eski laikliğini, Kürd’e karşı Türklüğünü daha fazla hatırladı, kendisini burada kurdu. Devlete daha fazla bağlandı.

Tersi de var: bir kesim de Müslüman ve Kürd’ü başarıcılık üzerinden istismar edip, yol almaya çalıştı. Bu başarıcılık, Müslüman ve Kürd’den hiçbir şey öğrenmemenin kılıfıydı. Müslüman ve Kürd içinden belirli kesimlerse, rekabet için solun mülkiyetini istismar etmeyi kurtuluş addettiler.

* * *

İştirakî’nin mütevazı ve naçiz mevcudiyeti, tam da burada tanımlı aslında. O, söz konusu yönelimleri sol içerisinden dışarı çıkarak görmenin ve bu meyle dönük “devrimci” bir müdahalenin adı.

İştirakî, devletten ya da demokrasiden değil, devrimden yanalığın cılız aklı, eksik ruhu.

* * *

Bugün söz konusu laiklik, solu daha fazla modernist ve aydınlanmacı kıldı. Mevcut Türklük, onu daha fazla devlet kanalına soktu. Bu gelişmeler, esas olarak birey kılıfı altında gizlendiler. Görünmez, bilinmez oldular. Yani, bireyliğini koruyup, anlamlı iş yaptığını zannedenler, örtük ve dolaylı olarak, burjuvazinin ve devletin müdafaasına nefer kılındılar.

Sol, “kahramanlık fazla metafizik, fazla dinsel” diyerek geçmişine, geçmişindeki devrimci kahramanlara küfreder hâle geldi. Oysa “kahraman”, Farsça kökenli ve “ferman yazan” demek oluyordu. Osmanlı’nın baldırıçıplak asilerinin dilinde devrimci bir şiara dönüşen “ferman devletinse dağlar bizimdir” cümlesini varlığı ile somutlayanların indirdiği bir vahiydi bu.

Ama AKP gerçeğinde solun maddî planda böylesi bir metafiziğe, vahye ve kelâma karşı daha fazla alerjisi vardı. Sol, putların demokrasisini o putları yıkanın fermanına tercih ediyordu. Başkaldırmadan “varın benim farkıma” diyordu özetle. İçinden Ahmet Kaya’dan tiksinip, dışından, onu ucuz teorisi ve pratiği için sömürüyordu.

* * *

“Kapitalizme karşı komünizm, devlete karşı halk…” Böylesi bir karşıtlık belirleniyor. Ama burada kendi komünizm ve halk tasavvuru için, kapitalizmin üç beş burjuvanın, devletin üç beş bürokratın bireysel tercihi ve ideolojisi olduğu varsayılıyor. Buna göre, önce o üç beş burjuvaya ve bürokrata karşı milyonların örgütlenebileceği zannediliyor. Devlet, üç beş kişilik geri bir örgütlenme sonuçta. Böylelikle milyonların o devlete karşı birleştirilebileceği düşünülüyor. Ama bu hesaplar, süreç içinde kapitalizmin ve/veya devletin yerleşikliğine tosladığında, onunla uzlaşma arayışları uç veriyor. Sanki ilk bahsedilen karşıtlık, tam da milyonları uzlaşmaya, önceden iknaya hazırlamak için tespit ediliyor. Yani ölümle korkutup vereme razı etmek, bu oluyor.

* * *

Negri, İtalya’da grevdeki işçilere yaptığı “akademik” konuşmada, “rüyalarınızı bile sömürüyorlar” diye bağırıyor ve hayatın tüm hücrelerini ayağa kaldırabileceği hayaliyle konuşmasını sürdürüyor.

Bir devrimci, “ötesini düşünmek, bizi dine yaklaştırıyor” diyerek endişesini dile getiriyor, geriye dönmenin solu gericileştireceğini söylüyor ve son olarak da reçeteyi veriyor: “Devrimci özne, ânda kurulur.” “Ân” dediğinde bireye, üstelik beden denilen bir varlığa işaret ettiğini ve o bireye geçmişe-geleceğe uzanan kollarını budamayı öğütlediğini, ân denilen sonsuzlukta bir tür liberalizme kul olacağını ve dolayısıyla insanları burjuvazinin serbestiyet yalanlarına örgütleyeceğini biliyor. Özünde döne dolaşa, ağızda gevelene gevelene, devrimci öznenin ancak belirli bir aydınlanma ve modernizmle var olabileceği söyleniyor. Oysa aydınlık mücadelesinin bir bakıma gaz yağı satıcılarının mücadelesi olduğu görülmüyor. Fitili böylesi bir yerden tutuşturulmuş bir mücadelenin gözünü karartmışlara verebileceği bir şeyin olmadığı anlaşılmıyor. Tersten, kimsenin gözünü karartması da istenmiyor.

* * *

Negri,

“Devrimci siyaset, kimlikten başlamak zorundadır, ama orada sona eremez. Mesele, kimlik politikası ile devrimci politika arasında bir ayrım yapmak değil, tersine, kimlik siyaseti içinde birbirine koşut olarak yer alan ve belki de paradoksal olarak kimliğin ortadan kaldırılmasını amaçlayan devrimci düşünce ve pratik akışlarını izlemektir. Başka bir deyişle, devrimci düşünce, kimlik siyasetinden kaçmamalı, onun içinden çalışmalı, ondan öğrenmelidir.”

buyuruyor. Birileri de bu yaklaşımın Apo tarafından benimsenip uygulandığı iddiası ile, son süreçte akademik aynasındaki görüntüsünü satabileceğini düşünüyor.

* * *

Sol, aslında kimlik siyasetini örgütleyeyim derken, kendisini ona örgütlüyor. Kimliklerden bir kimliğe dönüşüyor. Kürd’ün ve Müslüman’ın varlığına karşı esasta bu sol kimlik, müdafaa ediliyor. Bu iki dinamiğin içine girenler de cepheden bunlara karşı çıkanlar da onlarla ancak kimlik düzeyinde ilişki kurabiliyorlar.

Kürd ve Müslüman, kimliklerden bir kimlik olmayı “tercih” edenleri bir süreliğine solun yanına gönderiyor. Ağzı laf yapsın, şiirden, sinemadan anlasın, ufku genişlesin diye kadro yetiştiriyor. Sol, metalar dünyasına bu kesimlerden adam devşirme okulu olarak iş görüyor. Kimliklerinden sıkılanların, o kimliklerin gördüğü zulüm, maruz kaldığı sömürüden kaçanların sığınağı olmak, solu da ara bir kimlik formuna dönüştürüyor.

Apo dolayımıyla Negri’ye atıfta bulunan yazarlar, “PKK’nin projesinin, devletin ötesinde siyaset, partinin ötesinde siyasal örgütlenme ve sınıfın ötesinde siyasal öznellik’ öngörme anlamında bir ‘radikal demokrasi’ projesi olduğunu ileri sür”düğünü söylüyorlar. Sınıfın, devrimin ve iktidarın teorik ve pratik gerilimleri berhava edilsin diye demokrasi, köklere indiriliyor. “Devletin ötesinde siyaset” iktidarı, “partinin ötesinde siyasal örgütlenme” devrimi, “sınıfın ötesinde siyasal öznellik” ise işçi sınıfını lügatten siliyor. Prangalar kırılıyor, burjuvazinin masmavi özgürlük denizine çivileme atlanıyor.

* * *

Demir Küçükaydın, son müzakereleri radikal demokrasi ve Ortadoğu bağlamında analiz ediyor. PKK’nin ABD ve İsrail çizgisine geldiği için seviniyor. Müzakereleri “devrim” olarak niteliyor. Burjuvazinin hiç “yurtsever” ya da “aydınlanmacı” olmadığını ileri süren TKP gibi, burjuvazinin hiç “demokrat” olmadığını söylüyor, kraldan fazla kralcılık yapıyor. Böylelikle, tıpkı TKP gibi, demokratlığın en fazla kendisi gibi sosyalistlere yakışacağını söyleme imkânı buluyor. Nihayet Yalçın Küçük çizgisine geldiğini ikrar ediyor ve “Kerkük’ü almazsak Diyarbekir elden gider” diyor.

Küçükaydın, demokratlık ve teorik yetkinlik konusunda Apo’yu kendisinin, Tayyip’i de onun altına alıyor. Hiyerarşisini bu şekilde kuruyor. Cümlemizi, “Ortadoğu’nun büyük devleti Türkiye” vizyonu için “demokrat” olmaya çağırıyor. Gerici, feodal ama ne idüğü belirsiz devlete karşı burjuvazisiz, ama onun adına ulaştığı demokrasi zaferinde, hepimize “burjuvazinin oyuncağı olun, yoksa yok olup gidersiniz” diyor. Korku salıyor. Kerkük’ten gelecek petrol paraları için Tayyip’in Apo ile barışmasının zorunlu olduğunu söylüyor. Ağza bir parmak bal çalıyor. Hatta Tayyip’in PKK’yi Ortadoğu’da “taşeron” olarak kullanabileceğini iddia ediyor, bunu şimdiden öngördüğü için gururlanıyor. “Boşuna mücadele etmeyin, sonunuz bu” diyor, öğüt veriyor. Özetle, aynadaki imajına âşık olanlar, hakikati her fırsatta çarpıtıyorlar.

* * *

Hâsılı, Küçük, Aydın ve Küçükaydın, şefaati putların demokrasisinde buluyor. Demokrasi, putsuz olmuyor. Dönüp dolaşıp mülkiyet ilişkilerine bağlanıyor. Putların her yana ve her âna vakıf olmasını sağlıyor.

Demokrasinin güncel karşılığı, her yerde asılı olan güvenlik kameraları oluyor. Kitlenin devrimci damarının kesilmesini ve teslimiyeti, putlar önünde diz çökmeye hazır olanların baş kılınmasını ifade ediyor. Bu üç aydın da puthaneyi dümdüz eden ümmi bir yetimin öfkesini hiç mi hiç bilmiyor, anlamıyor. O öfkeyi, kendi bilmeleri, anlamaları ile yok etmek istiyor.

Eren Balkır
20 Mart 2013

0 Yorum: